Hadis munkiri, yalnız kurancı modernist-mezhebsizler mucizelere neden şaşı bakıyorlar ?
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhum, modernistlerin, M. Abduh’la başlayan, Mustafa el-Merâğî ve Reşid Rıdâ ile devam eden “mucize inkârı” furyası üzerinde dururken bir noktaya dikkatinizi çeker:Mucizenin inkârı Nübüvet’in inkârına, o da Allah’ı inkâra götürür. Mucizeyi inkâr hastalığına yakalananlar hakkında kullandığı şu ifade meselenin ciddiyetini çarpıcı biçimde dikkatimize sunmaktadır: “Allah’a imanla birlikte mucizeyi inkâr hamakat; Nübüvvet’e imanla birlikte mucizeyi inkâr ise katmerli hamakattır.”
Modenistlerin, Kur’an’ın “mu’cizu’l-beyan” olduğu hakikatini inkârını, Kur’an ayetlerinin bir benzerinin getirilemeyeceği hakikatinin –bunun bizzat Kur’an’da ifade buyurulduğunu hatırdan çıkarmayalım– çok da “gerçekçi” olmadığı ve elimizdeki Kur’an metninde gramer hatalarından, gerekli-gereksiz ıtnab, itâle… gibi şeylere kadar bir dizi “problem” bulunduğu iddialarını da hatırladığımızda ortaya çıkan netice şudur:
Modernistler bu mantıkla Efendimiz (s.a.v)’in tebliğe başladığı dönemde yaşasalardı, Nübüvveti inkâr edenlerin başında geleceklerdi! Zira O’nun kevnî mucize göstermediğini söyleyenler, mucizeye bizzat şahit olduklarında “büyü!” demekten başka bir şey yapmayacaktı. Tebliğ ettiği Kitab’ın ayetlerinde hatalar bulunduğu iddiasını da buna eklediğimizde elimizde “Nübüvvet’in inkârı”ndan başka bir netice kalmaması elbette tabiidir!
Buradan kaçınılmaz olarak varacağımız netice şudur: Modernistlerin “Nübüvvet” anlayışı problemlidir. Öyle ki, bugün herhangi bir İslam modernisti için Efendimiz (s.a.v)’e iman etmenin herhangi bir pratik neticesi yok gibidir. Elimizdeki tek “güvenilir/korunmuş” kaynağın Kur’an olduğunu, Sünnet’e ve hadislere, nakildeki “beşer unsuru” sebebiyle güvenilemeyeceğini söyleyen modernistler, Kur’an’ı da kendi heva ve hevesleri doğrultusunda tefsir ettiklerine göre, onların Nübüvvet’e ihtiyacı yok demektir!!
Nübüvvet meselesindeki bu arızalı tutumun varacağı kaçınılmaz nokta, “Allah inancı” olacaktır. Tarihselcilik unsurunun burada devreye girmesiyle de modernistler, Allah Teala’ya da ihtiyaçları olmadığını –kavlen olmasa da– fiilen söylemiş oluyorlar zaten.
Bu noktada şöyle bir itirazla karşılaşabiliriz: İslam Modernistleri, İslam’ın genel ilkelerini inkâr etmiyor; bilakis onların hayata hakim olması yolunda gayret sarf ediyor.
Bu itiraz ilk bakışta yerinde gibi görünse de, buradaki “genel ilkeler”le na kast edildiği sorgulandığında mesele vuzuha kavuşacaktır. Modernistler, “genel ilkeler”le, insanlığın ortak değerleri olduğunu ifade ettikleri “adalet, eşitlik, özgürlük, sevgi, dayanışma, paylaşma…” gibi hususları kast ettiklerini söylerler. Bunlar da “insanlığın ortak/evrensel değerleri” olduğuna göre, burada İslam’a intisabı anlamlı kılan herhangi bir nokta kalmamaktadır. Bir diğer ifadeyle, “insanlığın ortak/evrensel değerleri” olarak tesbit edilen mezkûr maddeler, Müslüman olmayanlar tarafından da –hatta belki “ağırlıklı olarak onlar tarafından– dile getirildiği ve işletildiği için bu noktada Müslümanlığın herhangi bir katkısından söz etmek mümkün olmayacaktır. Öyleyse Müslümanlıkta ısrarın ne anlamı var?
Eh, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69 gibi ayetlerden hareketle “Cennet’in Müslümanların tekelinde” olmadığını, Yahudi ve Hristiyanların da cennete gideceğini iddia ederek “çoğulculuğu” din anlayışlarının temleline yerleştirenler de onlar olduğuna göre ortada “mesele” kalmıyor demektir…
İşte bu bağlamda biz şimdi, Şakk-ı Kamer Mucizesine ait delil ve beyyineleri ortaya koymaya çalışalım.
Her peygamberden bir takım olağanüstü şeyler istenmiş, akla gelmedik mucizeler beklenmiştir. Şu kadar var ki bu mucize isteyen sapıkların çoğu, istedikleri mucize gösterildiğinde yine inanmamış ve peygamberlerini sihirbazlıkla suçlamışlardır.
Nitekim Mekkeli müşrikler de sırf alay olsun diye zaman zaman bir takım mucizeler istemekten geri kalmamışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için bu yolu seçmişlerdir.
"Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyeti (mucizeyi) kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de hak ile hükmolunur ve bâtılı seçenler o zaman hüsrana uğrarlar." (Mümin: 78)
Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" diye sordu. "Evet iman ederiz." dediler.
Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.
Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:
"Şâhid olunuz!.. Şâhid olunuz!.." diye seslendi. (Müslim: 2800)
Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. "Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler. "Ayı büyüledi ve ay yarıldı." diyenler de oldu. İçlerinden bazıları da: "Muhammed bizi sihirledi ise bütün insanları da sihirleyemez ya!" dediler. O sırada seyahatten dönenler olmuştu. Onlara sordular, "Evet ay'ı biz de iki parçaya ayrılmış bir halde gördük." diye cevap verdiler. Her taraftan gelenlerden ayın ikiye ayrıldığını görüp de haber vermeyen bir kimse kalmadı.
Buna rağmen müşrikler: "Ebu Tâlib'in yetiminin sihri semaya da tesir etti." diyerek: "İman ederiz." vâdinde bulundukları halde imandan yine yüz çevirdiler. Sapıklıklarında devam ettiler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)
Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.
Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen vuku bulmuştur. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak: "Büyülendik!" diyebildiler.
Bu mucize mütevatirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.
"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.' derler." (Kamer: 2)
Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.
"Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular." (Kamer: 3)
Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.
"Halbuki her iş kararlaşmıştır." (Kamer: 3)
Bütün işler bir hedefe ulaşmaktadır. O hedefte mutlaka karar kılacaktır. Her şey yerinde ve zamanındadır. Dünyada olsun ahirette olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün neticeler bu şekilde ortaya çıkar.
Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.
"Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir." (Kamer: 4)
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
"O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 5)
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)
Çünkü onlar hakikate kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almazlar. Bir âyet (mucize) gördüklerinde alaya kalkışırlar. Ve derler ki: Bu apaçık bir büyüdür." (Sâffât: 13-15)
İnkârlarını böyle bâtıl bir iddiâ ile kuvvetlendirmek isterler.
HADİS MUNKİRİ, YALNIZ KURANCI MODERNİST-MEZHEBSİZLER MUCİZELERE NEDEN ŞAŞI BAKIYORLAR ?
Modenistlerin, Kur’an’ın “mu’cizu’l-beyan” olduğu hakikatini inkârını, Kur’an ayetlerinin bir benzerinin getirilemeyeceği hakikatinin –bunun bizzat Kur’an’da ifade buyurulduğunu hatırdan çıkarmayalım– çok da “gerçekçi” olmadığı ve elimizdeki Kur’an metninde gramer hatalarından, gerekli-gereksiz ıtnab, itâle… gibi şeylere kadar bir dizi “problem” bulunduğu iddialarını da hatırladığımızda ortaya çıkan netice şudur:
Modernistler bu mantıkla Efendimiz (s.a.v)’in tebliğe başladığı dönemde yaşasalardı, Nübüvveti inkâr edenlerin başında geleceklerdi! Zira O’nun kevnî mucize göstermediğini söyleyenler, mucizeye bizzat şahit olduklarında “büyü!” demekten başka bir şey yapmayacaktı. Tebliğ ettiği Kitab’ın ayetlerinde hatalar bulunduğu iddiasını da buna eklediğimizde elimizde “Nübüvvet’in inkârı”ndan başka bir netice kalmaması elbette tabiidir!
Buradan kaçınılmaz olarak varacağımız netice şudur: Modernistlerin “Nübüvvet” anlayışı problemlidir. Öyle ki, bugün herhangi bir İslam modernisti için Efendimiz (s.a.v)’e iman etmenin herhangi bir pratik neticesi yok gibidir. Elimizdeki tek “güvenilir/korunmuş” kaynağın Kur’an olduğunu, Sünnet’e ve hadislere, nakildeki “beşer unsuru” sebebiyle güvenilemeyeceğini söyleyen modernistler, Kur’an’ı da kendi heva ve hevesleri doğrultusunda tefsir ettiklerine göre, onların Nübüvvet’e ihtiyacı yok demektir!!
Nübüvvet meselesindeki bu arızalı tutumun varacağı kaçınılmaz nokta, “Allah inancı” olacaktır. Tarihselcilik unsurunun burada devreye girmesiyle de modernistler, Allah Teala’ya da ihtiyaçları olmadığını –kavlen olmasa da– fiilen söylemiş oluyorlar zaten.
Bu noktada şöyle bir itirazla karşılaşabiliriz: İslam Modernistleri, İslam’ın genel ilkelerini inkâr etmiyor; bilakis onların hayata hakim olması yolunda gayret sarf ediyor.
Bu itiraz ilk bakışta yerinde gibi görünse de, buradaki “genel ilkeler”le na kast edildiği sorgulandığında mesele vuzuha kavuşacaktır. Modernistler, “genel ilkeler”le, insanlığın ortak değerleri olduğunu ifade ettikleri “adalet, eşitlik, özgürlük, sevgi, dayanışma, paylaşma…” gibi hususları kast ettiklerini söylerler. Bunlar da “insanlığın ortak/evrensel değerleri” olduğuna göre, burada İslam’a intisabı anlamlı kılan herhangi bir nokta kalmamaktadır. Bir diğer ifadeyle, “insanlığın ortak/evrensel değerleri” olarak tesbit edilen mezkûr maddeler, Müslüman olmayanlar tarafından da –hatta belki “ağırlıklı olarak onlar tarafından– dile getirildiği ve işletildiği için bu noktada Müslümanlığın herhangi bir katkısından söz etmek mümkün olmayacaktır. Öyleyse Müslümanlıkta ısrarın ne anlamı var?
Eh, 2/el-Bakara, 62 ve 5/el-Mâide, 69 gibi ayetlerden hareketle “Cennet’in Müslümanların tekelinde” olmadığını, Yahudi ve Hristiyanların da cennete gideceğini iddia ederek “çoğulculuğu” din anlayışlarının temleline yerleştirenler de onlar olduğuna göre ortada “mesele” kalmıyor demektir…
İşte bu bağlamda biz şimdi, Şakk-ı Kamer Mucizesine ait delil ve beyyineleri ortaya koymaya çalışalım.
Şakk-ı Kamer Mucizesi
Nitekim Mekkeli müşrikler de sırf alay olsun diye zaman zaman bir takım mucizeler istemekten geri kalmamışlar, Resulullah Aleyhisselâm'ı küçük düşürmek için bu yolu seçmişlerdir.
"Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyeti (mucizeyi) kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de hak ile hükmolunur ve bâtılı seçenler o zaman hüsrana uğrarlar." (Mümin: 78)
Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi, Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" diye sordu. "Evet iman ederiz." dediler.
Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski vaziyetini aldı.
Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret ederek:
"Şâhid olunuz!.. Şâhid olunuz!.." diye seslendi. (Müslim: 2800)
Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler. "Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler. "Ayı büyüledi ve ay yarıldı." diyenler de oldu. İçlerinden bazıları da: "Muhammed bizi sihirledi ise bütün insanları da sihirleyemez ya!" dediler. O sırada seyahatten dönenler olmuştu. Onlara sordular, "Evet ay'ı biz de iki parçaya ayrılmış bir halde gördük." diye cevap verdiler. Her taraftan gelenlerden ayın ikiye ayrıldığını görüp de haber vermeyen bir kimse kalmadı.
Buna rağmen müşrikler: "Ebu Tâlib'in yetiminin sihri semaya da tesir etti." diyerek: "İman ederiz." vâdinde bulundukları halde imandan yine yüz çevirdiler. Sapıklıklarında devam ettiler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle buyurdu:
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)
Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.
Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen vuku bulmuştur. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak: "Büyülendik!" diyebildiler.
Bu mucize mütevatirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur. Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler bulunmaktadır.
"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür.' derler." (Kamer: 2)
Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş olduklarını göstermektedir.
"Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular." (Kamer: 3)
Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar. Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.
"Halbuki her iş kararlaşmıştır." (Kamer: 3)
Bütün işler bir hedefe ulaşmaktadır. O hedefte mutlaka karar kılacaktır. Her şey yerinde ve zamanındadır. Dünyada olsun ahirette olsun, iyi olsun kötü olsun, bütün neticeler bu şekilde ortaya çıkar.
Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da günü gelince ortaya çıkacaktır.
"Andolsun ki, onları bu hallerinden vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir." (Kamer: 4)
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
"O haberlerde hikmetin en üstünü vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 5)
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete erdiremez.
"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)
Çünkü onlar hakikate kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri dinlemek istemiyorlar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt almazlar. Bir âyet (mucize) gördüklerinde alaya kalkışırlar. Ve derler ki: Bu apaçık bir büyüdür." (Sâffât: 13-15)
İnkârlarını böyle bâtıl bir iddiâ ile kuvvetlendirmek isterler.