Güneş Dil Teorisi’nin İcadı ve Türkçe

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Güneş Dil Teorisi’nin İcadı ve Türkçe



24787.jpg

1 Kasım 1928’de TBMM’de kabul edilen bir kanunla Arap alfabesinin yerine Latin harfli alfabeye geçildikten sonra iş dil planlamasına gelmişti. Çünkü yeni alfabe ile birlikte Arapça, Farsça sözcüklerin ve gramerlerinin dayanağı ortadan kalkmıştı. Ayşe Hür'ün araştırması:

Güneş Dil Teorisi'nin icadı / Ayşe HÜR
'Tek dil', 'iki dil', 'çok dil' tartışmalarının sürdüğü bu günlerde, Türkçenin hangi garip yollardan sonra 'devletin dili' haline geldiğinin tarihçesine bakmak iyi olur diye düşündüm. Aslında bu konuda iki kere yazmıştım. 8 Haziran 2008 tarihli "Haydi hep birlikte Kürtçeye özgürlük" yazımda Osmanlı'dan bugünlere uzanan dil savaşlarını, 31 Mart 2009 tarihli "Tez zamanda yer isimleri değiştirile" başlıklı yazımda ise Cumhuriyet tarihi boyunca yer isimlerinin nasıl Türkçeleştirildiğini anlatmıştım. Bu hafta hikâyenin bir başka unsurunu, dil kurultaylarını ele almaya çalışacağım.
Dilde özleşme başlıyor
1 Kasım 1928'de TBMM'de kabul edilen bir kanunla Arap alfabesinin yerine Latin harfli alfabeye geçildikten sonra iş dil planlamasına gelmişti. Çünkü yeni alfabe ile birlikte Arapça, Farsça sözcüklerin ve gramerlerinin dayanağı ortadan kalkmıştı. 17 Şubat 1929'da toplanan Dil Heyeti derhal yeni alfabeye uyumlu yeni Türkçe sözcükler bulma işine girişti. Toplantıda yaptığı konuşmada Arapça ve Farsça sözcüklere yer vermeyen bunun yerine yeni Türkçe sözcükler kullanmaya çalışan İsmet İnönü konuşmasının sonunda "dilimizi engin bir düze genişletecek ve medeni bütün anlatışlara tam denk gelecek bir söz kitabı oluşturulmasının gerekliliğini" vurgulamıştı.
Dil Heyeti yetmez
Ancak böyle zorlu bir iş için Dil Heyeti türü bir kurum yetersiz bulunmuş olmalı ki Mustafa Kemal, 11 Temmuz 1932'de Çankaya'da Afet İnan, Akçuraoğlu Yusuf, Samih Rıfat, Sadri Maksudi (Aral), Hamid Zübeyr (Koşay), Hüseyin Namık (Orkun) ve Ruşen Eşref'in (Ünaydın) davet edildiği bir toplantıda "dil işleriyle ilgili bir cemiyet"in kurulmasını tartışmaya açtı. Toplantı sonunda Türk Dili Tetkik Cemiyeti (TDTC) adıyla bir derneğin kurulmasına oybirliği ile karar verilmiş, hatta teşkilat şeması ve nizamnamesi de genel hatlarıyla Mustafa Kemal tarafından belirlenmişti.
Adından da anlaşıldığı gibi kurum bir cemiyet olarak örgütlenmişti. Hâlbuki dönemin aydınlarının isteği, bir dil akademisinin kurulmasıydı. Ancak, 'akademi' demek sırf dil uzmanlarından oluşan bir bilim kurulu demekti ve bu itibarla dil çalışmaları özel bir uzmanlık alanı addedilerek geniş halk kitlelerinin katılımına olanak vermeyecekti. Hâlbuki Mustafa Kemal'in kafasındaki proje, dil tartışmaları yoluyla Türkiye'de yaşayan çeşitli grupları uluslaşma projesine dâhil etmekti. Bu da daha esnek bir yapılanmayı zorunlu kılıyordu.
I. Türk Dil Kurultayı
4 Eylül 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti başkanlığı tarafından gazete ve radyolarda yayınlanan bir beyanname ile eylül ayının son günlerinde bir dil kurultayı toplanacağı kamuoyuna duyuruldu. İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda toplanacak kurultaya kadın-erkek tüm yurttaşlar üye sıfatıyla davet edilmişti. Paris'te yaşayan Yahya Kemal (Beyatlı) Paris'ten, Sofya'da yaşayan Agop Marta(r)yan özel olarak davet edilmişti. (1934'te Atatürk tarafından Dilaçar soyadını verilen Marta(r)yan, TDK'da yıllarca (1936-1978) görev yaptı.) Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmayan yabancı dilbilimciler de kurultaya üye olarak katılabileceklerdi.
26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan 1. Türk Dil Kurultayı'na damgasını vuran Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçeden tasfiyesine karşı çıkan bir tebliğ sunan Hüseyin Cahit (Yalçın) oldu. Aslında Hüseyin Cahit dilde değişmeye, sadeleşmeye değil dile devlet müdahalesine karşıydı. Sözkonusu tebliğin kurultaya sunulması önce bir tereddüt yaratmış, sonra izin verilmişti. Ancak konuşma büyük yankı uyandırınca Mustafa Kemal duruma el koydu ve bu tür ihtimallere karşı kurultay binasındaki bir odada yatan TDKC Başkanı Samih Rıfat Bey'i hasta yatağından kaldırarak kürsüye çıkartı. Hüseyin Cahit'in tezlerini çürütmek için kürsüye çıkanların arasında Hasan Ali Yücel, Ali Canip, Fazıl Ahmed ve Köprülüzade M. Fuad gibi ünlü isimler de vardı.
Türk dillerinin akrabaları
Kurultayda dilbilimcilere Türkçenin Sümer, Eti gibi en eski Türk dilleriyle gerek Hint-Avrupa, Sami denen dillerle mukayesesinin yapılması görevi verilmişti. Bu bağlamda bazı delegeler bazı kelimelerin Türkçe kökenli olduğunu ispatlamaya giriştiler. Örneğin Latincedeki "Dieu" (Diyö-Tanrı) kelimesi, Yunancadaki "Teos" (Tanrı) kelimesi ile Arapça ve İbranicede "Melek" ve "Cennet" kelimelerinin ve Arapçadaki "Allah" kelimelerinin Türkçe kökenli olduğu şöyle açıklanıyordu: "Eski Türkler fevkalbeşer bir kuvvete sahip olan maneviyete (tiv) ve (dev) derlerdi; bunun için Türkçede Tanrının diğer bir adı da (Tiyu) dur. Latinler bu kelimeleri Diyö şekline sokarak aynı manada kullandılar. Yunanlılar da aynı kelimeleri (Teo) ve (Teos) olarak Allah'a ad verdiler. Keza Türkler kahraman ve kahhar (yok edici) gençlere (devoğlu) derlerdi. Bu devoğulları çok defa Arap kavmini çiğnemiş onlar için korku ve dehşet sembolü olmuştur. Latinler bunlara da diyavol yani diyabl demiştir. Yunanlılar da diyavolos olarak telaffuz etmişlerdir."
Eşseslilik bilimi doğuyor
Toplantıdaki diğer delegeler bu mantığı daha da ileri götürdüler ve Türkçe ile diğer diller arasındaki yakınlığı savunmak için fonetik benzerliklerden yararlandılar. Agop Marta(r)yan Türkçe, Sümerce ve Hind-Avrupa dilleri arasında bağlantılar olduğunu savundu. Dilbilimci Ahmet Cevat (Emre) morfoloji; fonetik, kelime dağarcığı ve sözdizimi alanında Türkçe ile Sümerce arasındaki benzerlikleri ayrıntılı biçimde ele aldı. Öyle ki kurultaydan sonra 'eşseslilik' çalışmaları bir bilim dalı haline gelmişti.
Derleme, devlet vazifesidir
Her yıl 26 eylülde 'Dil Bayramı' kutlanmasını kararlaştıran kurultayda alınan bir diğer karar Türk lehçelerinden kelimeler derlenmesi idi. Bu konu Bakanlar Kurulu kararı ile bir 'devlet vazifesi' olarak kabul edildi. İllerde valilerin, ilçelerde kaymakamların başkanlığı altında Söz Derleme Heyetleri kuruldu. Belediye başkanları, askerî birliklerin komutanları, eğitim ve sağlık personeli ve bütün okulların müdür ve öğretmenleri bu heyetlerin doğal üyesi sayıldı. Ayrıca CHF'nin taşra birimleri ve Halkevleri de çalışmalara aktif olarak katılacaktı.
Sonuçta 16 aylık bir çalışma sonunda TDTC'nin merkezine 129.792 fiş ulaştı. En çalışkan iller 17.436 fişle İstanbul, 12.171 fişle Ankara'ydı. Beş bin ila 10 bin arasında fiş veren iki vilayet vardı: Konya (7.789), Seyhan (Adana) (5774). Kolektif bir çalışmanın ürünü olan bu sözler Cemiyet tarafından Türkiye'de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi adıyla 1939-1957 arasında yayımlandı.
Tarama çalışmaları
Tarama çalışmaları ise derleme fişlerinden başlanmış, ardından yerli ve yabancı Türkologların ve klasik Türkçe eserlerin gözden geçirilmesi suretiyle yaklaşık 153.500 tarama fişi elde edilmişti. Bu çalışmanın sonuçları 1934'te Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları: Tarama Dergisi adıyla yayınlandı.
Mustafa Kemal'in başkanlığında toplanan TDTC'nin olağanüstü toplantısında alınan karar gereğince Şemseddin Sami'nin Kamus-ı Türki'sinden derlenen 1382 Arapça-Farsça sözcük, gazeteler ve radyo aracılığıyla halka duyuruldu ve bunlara Türkçe sözcükler bulunması istendi. 3,5 ay süren anket çalışmasından sonra halktan gelen sözcükler bir sıraya dizilmiş, hatalı yazımlar ve tekrarlar ayıklandıktan sonra 1.100 tanesi değerlendirmeye alınmıştı.
II. Türk Dil Kurultayı
18 Ağustos 1934'te toplanan II. Türk Dil Kurultayı'nda TDTC'nin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu (TDAK) olarak değiştirildi. Kurultaya Sovyet İlimler Akademisi'nden Prof. Samoiloviç "Cuci Ulusu Edebî Dili" ve yine aynı akademiden Prof. Meşçaninof "Dilin Neşvünema Tarihi" adlarıyla birer tebliğ sunmuşlardı. Azerbaycan delegesi Ahmet Caferoğlu "Rus Dilinde İlk Türk Dili Yadigârları" başlıklı tezini sunarken konu dışına çıkınca Gazi, salonu terk etmiş, TBMM ve Kurultay Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa da konuşmacının sözünü keserek kürsüden indirmişti. Kurultayda bundan böyle sunulacak tebliğlerin 'Öztürkçe' olması konusunda karar alındı. İlk Öztürkçe sözcükleri de Atatürk bizzat türetmeye çalıştı. Bugün Türkçeye yerleşmiş olan er, subay, kurmay, genel, özel, evrensel, kutsal, ısı, ergenlik, kıvanç gibi sözcükler onun buluşuydu.
Anlayana aşkolsun
Mustafa Kemal Öztürkçe işini öyle önemsemişti ki, kimi konuşmalarında ve yazışmalarında bu sözcükleri kullanmaya başlamıştı. Örneğin 3 Ekim 1934'te İsveç Veliahtı Güstav Adolf onuruna verilen yemekte yaptığı şu konuşma tamamıyla Türkçe köklerden yeni bir dil yaratılabileceğini kanıtlama çabası gibiydi. "Bu gece yüce konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken, duyduğum tükel özgü bir kavançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankısını bulacaksınız. İsveç-Türk uluslarının kazanmış oldukları utkuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak daha başka bir alanda da onlar erdemlerini, o denli yaltırıklı yöntemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özence değer değildir. Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu...."
Bu bağlamda Atatürk, Kemal adını, "aslında Türkçede büyük kale anlamına gelen" Kamal ile değiştirdi ve ölünceye kadar nüfus cüzdanında bu adı taşıdı. CHP'nin 1935'deki kurultayında Kemalizm yerine Kamalizm prensiplerinden söz edildi. Aynı yıllarda Sanayi Kredi Bankası'nın adı 'Sümerbank' oldu. 14 Haziran 1935'te madencilik işleri için kurulan devlet bankasına Hitit Krallığı'nı ifade eden 'Etibank' adı verildi.
III. Türk Dil Kurultayı
Ama daha büyük buluş yoldaydı. II. Dil Kurultayı'ndan sonra Viyanalı dilbilimci Dr. Phil Hermann F. Kvergic tarafından Atatürk'e gönderilen La Psychologie de queques element des Langues Turgues (Türk Dillerindeki Bazı Ögelerin Psikolojisi) adlı eser, Türk dilinin diğer dillerle ilişkisi konusunda yeni bir teoriye zemin hazırlayacaktı. Kvergic'in 'Güneş Dil Teorisi' adını verdiği teoride bugün sanıldığı gibi bütün dillerin Türkçeden türediğini iddia etmiyordu fakat antropoloji ve Freud'un psikanaliz yöntemlerinden yararlanarak Türk dilinin diğer bazı dillerle akraba olabileceğini ileri sürüyordu. Kvergic'in bu kitapçığı 1935 yılında Atatürk (1934'te Soyadı Kanunu çıktıktan sonra Atatürk soyadı almıştı) tarafından Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili adlı çalışmada kaynak olarak kullanılmış ancak ondan çok daha iddialı ve kapsamlı sonuçlara ulaşılmıştı. Böylece "Türk dilinin yalnız Hint-Avrupa, Hamitik-Semitik, Sümer ve saire değil Bütün dünyanın sesli kültürel dillerine önayak olduğu kanaatini verecek yeni belgeler edinilmişti". Bu konu, 1935 yılından itibaren gazetelerde işlenmeye başladı ve nihayet III. Dil Kurultayı'nın ana konusu olarak belirlendi.
Güneş Dil Teorisi
Aslında Güneş Dil Teorisi'nin temelleri 1932'de kabul edilen "Türk Tarih Tezi" ile atılmıştı. Bilindiği gibi bu teze göre tüm medeniyetlerin yaratıldığı yer Orta Asya'ydı ve Türkler bu bağlamda dünya yüzündeki tüm medeniyetlerin kurucusuydular. Ancak bölgede yaşanan kuraklık yüzünden Türk toplulukları batıya doğru göçe etmek zorunda kalmışlardı. Bu göç yolları üzerinde önemli bir köprü görevi gören Anadolu da Türklerin yeni yurdu olmuştu. Türklerle birlikte medeniyet Anadolu'ya gelmişti. Buradan da Batı'ya geçmişti. Medeniyeti dilden ayrı düşünmek imkânsızdı. Dolayısıyla bu üstün medeniyetin dili olan Türkçe de bütün dillerin yaratıcısıydı. Yani 'anadil'di. III. Türk Dil Kurultayı Türk Tarih Tezi ile Güneş Dil Teorisi'nin ilişkisinin resmileştirildiği yer oldu.
24 Ağustos 1936'da Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan III. Türk Dil Kurultayı'nda dikkati çeken yabancı konukların çokluğuydu. Avusturya'dan Dr. Kvergic, Almanya'dan Prof. Giese, Fransa'dan Jean Deny ve Hilaire de Barenton, İngiltere'den Sir Denisson Ross, İtalya'dan Prof. Alessio Bombaci ve Prof. Bartalini, Japonya'dan Prof. M. Okubo, Macaristan'dan Prof. Gyula Nemeth, Polonya'dan Prof. Zayonçkovski, Yunanistan'dan George Anagnastropulos, Rusya'dan Alexandre Nikolayeviç, Prof. Nikolayoviç Samoiloviç, Prof. İvan İvanoviç Meşçaninof ve Hacı Zadiduloviç, Gabidullin Kurultay'ın resmi konukları arasındaydı.
Türk ırkının temeli Türkçedir!
Türk Tarih Tezi'nin ideologlarından Afet İnan kurultaydaki konuşmasında "Bugünkü ilim dünyasında dili, ırk için esas kabul etmiyen âlimler de yok değildir. Bu esas belki bazı camialar için doğru olabilir. Ama Türk için asla!" demişti. TDK'nin Genel Sekreteri İ. Necmi Dilmen, Güneş Dil Teorisi'ni şöyle takdim etmişti: "Her etimolojik sözlükte bulunan ve kökenleri bilinmeyen sözcük kalabalığı" Türk dilbilimcilerinin dikkatini çekmişti. Türk dilbilimcileri eski Türkçe kelimeleri başka dillerin sözcükleriyle karşılaştırırken eski Türkçe 'siliy' (güneş) kelimesiyle Fransızca 'soleil' (güneş) kelimesi arasındaki benzer bir dizi yakınlığa rastladıklarında çok şaşırmışlardı. Türk dilbilimcileri bu çıkmazı açmaya çalışırken "dünyadaki en eski ırk olan ilk Türklerin" Güneş'e taptığını ileri sürdüler. Çünkü ilk insanın çevresindekileri anlamaya ve anlamlandırmaya sevk eden etken başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmeyen, ışık, sıcaklık ve hayat kaynağı olan Güneş'ti. Sesini düzen altına alan bu insan, ilk defa Güneş'e karşı duyduğu sevgi, hayret, korku ve ilgisini ifade etmeye çalışmıştı.
A'dan ağ'a uzanan yol
Öte yandan fizyolojik araştırmaların da gösterdiği gibi insanın doğal olarak çıkarabileceği ilk ses 'a' sesi olmalıydı. Bu 'a' sesinin sürekli tekrarlanması, sonunda yarım ünsüz 'ğ' ile birleşip (a, aa, aaa, ağ...') şeklini almış olmalıydı. Böylece ilk insanın telaffuz ettiği anlamlı ilk sözcük Güneş'in somut varlığını ifade için kullandığı 'ağ' kelimesi olmalıydı. İşte bu noktada 'ağ' sözcüğünün eski Türk lehçelerinde 'yaratmak', 'renk değiştirmek', 'ışık', 'gök', 'zekâ'; 'ateş' anlamlarıyla kullanılması ilk ilkel dilin Türkler tarafından yaratıldığının kanıtı sayıldı. Teorinin Güneş Dil Teorisi adını alması bu yüzdendi.
Tüm dillerin kökeni Türkçe
Dil bilimcilere göre 'a' sesi zamanla yedi başka ünlüye, 'ğ' ünsüzü ise yirmi başka ünsüze kaynaklık etmişti. Böylece Latin esaslı yeni Türk alfabesindeki tüm sesler dizilmiş oluyordu. Bu 29 harfin bileşiminden yetmiş iki adet iki harfli birinci derece kökler ile 88 adet ikinci derece kökler üretilmişti. Pek çok dildeki birçok kelimenin kökeni işte bu Türkçe kökenli birincil ve ikincil kök sözcüklerden oluşmuştu. Güneş Dil Teorisi bu aşamadan sonra Türk Tarih Tezi'ne yaslanarak şu yargıya varıyordu: "Brakisefal Türk ırkının yaratımı olan kültür nasıl modern dünya uygarlığına kaynaklık etmişse Avrupa'dan Afrika'ya hatta Amerika'ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçeden türemişti!"
Güneş Dil Teorisi çok rahatlatıcı olmuştu çünkü artık Türkçeye yabancı zannedilen pek çok sözcüğün aslında Türkçe olduğu kanıtlanmıştı. Böylece halk dilinde genel kabul görmüş sözcüklerin sırf yabancı köklere ait olduğu gerekçesiyle dilden tasfiye edilmeleri gerekmiyordu. Bilim ve teknoloji alanlarındaki terimlere Türkçe karşılık bulmak zahmeti ortadan kalkmıştı. Bu durumda Türkçede tasfiye edilecek unsurlar halkın konuşma diline yabancı sözcüklerle sınırlı kalacaktı. Bu tarihten sonra Türkçeye yeni sözcükler kazandırma çalışmalarından vazgeçildi bunun yerine mevcut sözcüklerin Türkçe kökenli olduğunun kanıtlanmasına girişildi. Atatürk ise kendini matematik ve geometri alanında terimler bulmaya adadı. Bu çalışmaların sonucu açıortay, beşgen, bölüm, çap, çarpı, çember, çıkarma, dikdörtgen, dikey, kare, limit, ondalık, piramit, payda, üçgen, teğet gibi terimleri buldu.
Dilde ve musikide inkılâp olmaz!
Peki, sonunda ne oldu? Falih Rıfkı Atay Çankaya'da bunca çabadan sonra varılan sonucu şöyle anlatıyordu: "Bir akşam Atatürk sofra bittikten sonra benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti. 'Dili bir çıkmaza saplamışızdır,' dedi. Sonra: 'Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır, ama ben de işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan bir kurtaracağız,' dedi." Nihayet Ahmet Cevat Emre Atatürk'ün "İki şeyde inkılâp olmaz: Dilde ve musikide!" dediğini kaydedecekti...

Özet Kaynakça: Hüseyin Sadoğlu, Türkiye'de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003; Türk Dil Kurultayları'na ait tüm belgeler için bkz. http://www.tdkkitaplik.org.tr/kurultaylar.asp

[email protected]

TARAF
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
İslamı reddi miras yapanların ne durumlara düçar olacağını gösteren bir saçma felsefe! Buna teori denilmesi de yanlıştır.Gerçi hâlâ inananlar varsada, buda ayrı bir mesele!

Amazon, amma uzundan geliyor muş muş...Kemalizmin dibe vurmasıyla, beraberindeki despotik felsefede layık olduğu yere gidecektir...

Necib Fazılın dediği gibi: Her fikir, her inanış tek mevsimlik vesselam,

Zaman ve mekan üstü biricik rejim İslam!
 
Üst