Gülistan Dergisi

DJ MESNEVI

Doçent
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
1,462
Tepkime puanı
3
Puanları
0
KAYIP HAZİNE 62. Sayı
Şubat 2006
Daha gençlik yıllarıydı, üniversitede okuyor ve sık sık Ankara’dan memlekete ailesinin yanına gidip geliyordu… Bu uzun tiren ve otobüs yolculuklarında düşünür, hayatın ona göre anlamını sorgulardı bazen.

Yine öyle bir yolculukta… Kompartumanın iki kişilik koltuklarından, pencere kenarındakinde seyahat ediyordu. Boş gözlerle uzayıp giden ovalara göz gezdirirken, iç dünyasında şekillenmeye başlayan bir düşünce kervanının içinde buluverdi kendini…

Birden başını bir yere toslamış gibi durdu ve düşünmeye başladı; tirende, otobüste… Nedense, uzun yolculuklarda, çeşitli duygu ve düşünceler kaplıyordu içini…

Genelde 'laciverdimsi' duygulardı bunlar; hüznün 'mor'luğu, güçlüklerin 'siyah'lığı, hasretin 'kızıllığı…

“Ne kadar da gafilim!” Dedi kendi kendine. “Sanki kısa yolculuklarım bunlardan farklı mı!..” Hatta, daha 'laciverdimsi' olanlar bile vardı içlerinde… Şehrin sıkıntılı otobüsleri, devamlı korna çalan arabaları, ruhunu ezen kalabalıklarıyla sokakları, daha mı rahattı sanki?!..

Aniden, içinde yankılanan bir ses duydu: "Ey yolcu! Yolunda onca güçlüklere katlandığın bunca 'yolculuğun' manası ne? Asıl sen bu hayat serüveninde nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun, kimsin ve necisin?!.." Diye sert bir uyarı tonuyla adeta beyni titredi!...



Şaşırmış, adeta afallamıştı… başıdönüyor… bunalıyordu...

İçindeki 'yolculuk soruları' büyüyor... “Ben kimim? Neden buradayım? Nereden geliyor ve nereye gidiyorum?” Diye yüzlerce, hatta binlerce soruya muhatap oluyordu.

Birine cevap vermeye kalksa, bir diğeri çekiştiriyordu yakasını ‘Peki bunun anlamı nedir?’, ‘Öyleyse o niçin vardır?’ ‘Peki şu niye öyledir?’ vs…

Soruların beynine saplandığı noktada, çaresiz… inançlarının kapısını çaldı… “Öyle ya, neye inanıyorsam, hangi dünya görüşüyle yaşıyorsam, o görüşe göre, birbiriyle tutarlı, çelişkiye düşmeyen, sağlam ve net cevaplarım olmalıydı. Peki, bu sorulara verecek cevapları var mı benim inanç dünyamın?...” diye geçirdi içinden hızlıca.

“Eyvah!... 'Çıt!' Yok! Adeta deliriyorum!..” Diye düşündü… Nasıl olur da bunca yıl arkasından koşturduğu 'inançları' ona ihanet ederdi!.. “İnançlarım bana hep 'keyfine bak bundan öte dünya yok' derdi.. Şimdi bu 'yolculuk soruları da nereden çıktı' diyesim geliyor... ama düşünmeden de edemiyorum doğrusu…” Diye hayıflandı kendi kendine.

Ve sonra, “Galiba içimdeki ses haklı. Evet, uğrunda bunca 'laciverdimsi'liğe katlandığım ‘yolculuklarım' bana ne anlatıyor, bunca koşuşturmanın manası ne, dahası niçin 'yolculuk' ?!..” Diye geçirdi içinden.

İnanç ve inançsızlık bir anda kaplıyordu içini!.. Yağmur yüklü bulutların arasından gah gizlenip gah açığa çıkan güneş gibi, bir kararıyor, birden aydınlanıyordu içi dünyası…

En iyisi duyguları bir kenara bırakıp akıl ve mantık yoluna girmek ve biraz da vicdanının sesini dinlemekti...

'Yolculuk soruların'ı soran tarafa dedi ki:
- Sen söyle bakalım ben neciyim, nereden geliyor ve nereye gidiyorum? Soru soran ses bu defa cevap verdi:
- 'Hiçbir şey sahipsiz olamaz, senin de bir sahibin var ve seni denemek için bir yolculuğa göndermiş.. Seni bir ticaret yeri olan bu dünyaya karlı bir ticaret yapasın diye koymuş.. Bakalım onun sana verdiği sermayeyi iyi kullanıp, aslında yine onun olan mallarını onun adına satıp, çok daha büyük -fakat bu dünyada sana ancak emanet olarak verilen- bir serveti kazanmaya layık olabilecek misin! Mesela sıhhatin, malın ve vaktin senin bu servetindendir. Şimdi mal senindir, dilediğini yap; ister onun adına çalıştır, hem malını kaybetmek gibi korkulardan kurtul -çünkü zarar da etsen kar da etsen o senin adına onları 'kar' hanesine yazar- ve hem o asıl serveti kazan; istersen binbir güçlük içinde, 'kendine ait bir servet' edinmeye çalış ve sadece bu dünya için geçerli olup sana daha sonra bir fayda vermeyecek olan 'sahte' bir serveti, geçici bir 'bekçi' gibi elinde tut, bütün sıkıntıyı ve mesuliyeti üzerine al!..

Doğrusu bu cevap üzerine önce oldukça şaşırmış, biraz düşündükten sonra hak vermeye başlamıştı ki birden diğer yönüne, 'Keyfine bak, bundan öte dünya yok' diyen tarafa döndü:
- Bir de sen cevap ver bakalım 'Ben neciyim...?' O ses alaycı bir tonla:
- Sen ona aldırma, senin sahibin yine sensin. Buraya nereden geldiğin ve nereye gideceğin konusunda bir şey söyleyemem. Fakat bunların ne önemi var, işte sen buradasın ve sahip olduğun sıhhat ve parayla istediğini elde edebilirsin, aklını kullan, gençsin zekisin, zevkine bak gününü gün et, böyle sorularla da rahatını bozma ve bozmak isteyenlere de izin verme!..' diyordu.

“Hangisi haklı acaba?” Diye düşünmeye başladı… İyice düşünüp kendine bakınca, mükemmel bir sistem halinde yaratılan bedenini, düşünme, hayal etme ve kurgulama gibi yeteneklerini gözden geçirdi. Düşünmenin nasıl gerçekleştiği üzerinde kafa yordu…

“Evet” dedi, “Bütün bu harikulade sistemleri ben yapmadım. Başka bir insan da yapmadı. Beni çeşitli sebepleri kullanarak bir yaratan var olmalı?” Ve birden asıl böyle düşündüğüne hayret etti!...

“Elbette böyle düşüneceğim, çünkü ben müslümanım, elhamdülillah!” Diye kalakaldı…

Birden kimliğini, neliğini ve neden bu git-geller içerisinde bocaladığını uzun uzun düşündü…

“Evet, ben ki müslümanım, inancımın gerektiği gibi düşünmekten ve yaşamaktan ne kadar uzaklaşmışım. Ve beni ‘gününü gün et! Aldırma hiçbir şeye!..’ diyen tarafım, şeytanın yönlendirmesiyle kandıran nefsim olsa gerek…” dediği anda, içinde büyük bir huzur güneşi doğmaya başladı…

Ardı arkası kesilmeyen o soruların yerini, içini ferahlatan ‘Elhamdülillah ki müslümanım…’ mırıltısı almaya başladı… bu sözü üç defa daha tekrarladı içinden…

Ardından sanki bir gerçeği yeni keşfediyormuş gibi dilinden yüksek sesle şu sözler dökülmeye başladı: “Eşhedü enla ilahe illellah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluh!”

Bunu öyle sesli söylemişti ki, yanındaki ihtiyar amca, birden paniklendi, omzundan tutarak genci, şöyle bir sarstı ve:
- Evlat neyin var senin? İyi misin?
- Sağol amca, bir şeyim yok iyiyim, dedi, sessizce.

Şimdi içinde, yeniden hayata gelmiş gibi bir mutluluk vardı. Kayıp hazinesine kavuşmuştu sanki, iman hazinesine…


SÜLEYMAN KARAKAŞ

Gülistan Dergisi Editör


http://www.gulistandergisi.com
 

DJ MESNEVI

Doçent
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
1,462
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Gülistan (Dergi)

TÜM KALBİMİZLE YÖNELELİM ALLAH'A
Aralık 2006


sdus7.jpg




Merhaba Dostlar;

Dünyada merhametini inançsızlardan bile esirgemeyen Rahman Allah’ın adıyla…
O’nun, barış ve esenlik taşıyan selamıyla sizleri selamlıyoruz.



Yine birbirinden renkli, aydınlatıcı ve çarpıcı dosyalarla dolu derginizi elinize aldınız. Gülistan okuru olmanın ayrıcalığını, her geçen sayı daha fazla yaşıyorsunuz. Okurlarımızın takdir ve duaları sayesinde, her geçen gün, daha güçlü ve ilkeli bir yayıncılığı sürdürmeye çalışıyoruz.

Allah-u Zülcelal’e sonsuz hamd-ü senalar olsun ki, bizi, yer yer tenkitleriyle, çoğu defa da takdir ve tavsiyeleriyle izlediğini ortaya koyan, geniş bir okur kitlemiz var. Samimi, dürüst, fakat eleştirel ifadelerimiz karşısında alınganlığa düşmeyen, gerçek ve yapıcı bir kitle. Bir yayını etkin ve güçlü kılan da okur kitlesinin samimi, sadık ve etkin olmasıdır.

Bu sayıda, ‘ibadetin özü’ olmasına rağmen, çoğu defa basmakalıp ifadelerle geçiştirdiğimiz ‘dua’ üzerinde durduk. Oysa, ‘dua mü’minin silahı’ydı; oysa dua, kulluğun samimi izharıydı… Ruhlarımızı, boğucu kasırgalarıyla sarhoş eden ahir zaman rezillikleri, bize özümüzü, nerden gelip nereye gittiğimizi unutturdu mu acaba?

Hani, en büyük dayanağımız Rabbimiz idi? Hani, mü’min, en sarsıcı olaylar karşısında bile metanetini kaybetmezdi? Hani günahın kavurucu ikliminin içinden, cahillere uymadan geçip giderdi? Hani?...

Bunun adı ‘Gaflet’ değil de nedir, sevgili dostlar? Kimliğini, kişiliğini, inancını, kültürünü ve tarihini bir çırpıda bir kenara bırakıp kokuşmuş ‘Noel’ kutlamalarına râm olmak da nerden çıktı? Son 20-30 yıldır, toplumumuzun en kılcal damarlarına kadar yayılan bu zehirli zevk ve eğlence kültüründen nasıl sıyrılacağız?

Bir de çoğu zaman serzenişte bulunarak diyoruz ki; ‘Dua ediyorum ama dualarım kabul olmuyor!’ Şimdi düşünelim bakalım; biz Rabbimizi ciddiye alıyor muyuz ki, Rabbimiz de bizim dualarımıza cevap versin. Hayatımızın en önemli yapı taşlarını yerine koyarken, önemli kararlarını alırken, Rabbimizin emir ve tavsiyelerine kulak veriyor ve samimi bir gayretle onları izliyor muyuz ki; Rabbimiz de bize rahmet ve inayetiyle sahip çıksın?

Hayatı; çalışmak, yemek-içmek ve eğlenmekten ibaret gören bir kimse, inancında samimi olabilir mi? Elbette, gereği kadar ve meşru sınırları içinde eğlence de olacak, mizah da… Ama gelin görün ki, istisnalar hariç, toplumsal bir zevk ve eğlence savrukluğuna düşmüş değil miyiz? Günde kaç saat, TV veya bilgisayar başında, hiçbir işimize yaramayacak, tersine bizden çok şeyler götüren işler ve meşgaleler peşindeyiz? Kaç saatimizi; ne dünyamıza, ne de ahiretimize yarayacak ‘maç dedikoduları’ ve ‘magazin lakırdıları’na harcıyoruz?...

O halde, sevgili dostlar; gelin bu kalp bulanıklığından sıyrılıp samimi bir kalple, her şeye gücü yeten Rabbimize yönelelim. O yüce Kudretin huzurunda acizliğimizi hissedip bilerek-bilmeyerek yapmış olduğumuz bütün günahlardan tövbe edelim, bütün dertlerimizi O’nunla paylaşalım. İçimizi karartan dert ve tasalardan, O’na tevekkül ederek kurtulalım. O (cc) Kâdir’dir; bize yardım edebilecek, çıkış yolunu gösterebilecek sonsuz ilim sahibi O’dur.

Evet, dostlar işte bunları ve daha bir çok konuyu bulacaksınız derginizde. Özellikle kıymetli ilim adamı psikiyatrist-Doç.Dr. Sefa Saygılı’yla yaptığımız dopdolu sohbeti mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz. İnşallah, bundan sonra yazılarıyla da aramızda olacak kendisi. Gülistan Ailesi’ne hoş geldiniz diyoruz, sizlerin adına. Yakında bazı sürpriz yazarlarımız daha olacak aramızda, Allah’ın izniyle. Ve sizlerin desteğiyle, sürekli yenilikler peşinde olmaya devam edeceğiz.

Çalışmak bizden, muvaffak etmek Rabbimizden.
Selametle kalın…


SÜLEYMAN KARAKAŞ

 

DJ MESNEVI

Doçent
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
1,462
Tepkime puanı
3
Puanları
0
dkkrsz9.jpg




AYLIK İLİM FİKİR VE KÜLTÜR DERGİSİ

29 Mayıs 2007 Salı EDİTOR'DEN



Merhaba Dostlar;
‘Bismillah’ diyerek başlayalım dergimize…
Rabbimize hamd; gönüllerimizin Sultanı Efendimize, Ehl-i Beytine ve Sahabelerine salât ve selam…
Bütün Müslüman kardeşlerimize de selam…
Kalplerimizin sinelerde pas tuttuğu bir dönemde yaşamak, bizlere ne kadar ağır gelse de her şeyin sahibi Yüce Rabbimize yönelmek, ferahlatıyor içimizi. Allah’a (cc) yönelme bilinci, başımız sıkışınca O’na yönelebilme uyanıklığı, bizim en büyük hazinemiz. Bunca sıkıntı ve problemler altında ezilmekten bizi kurtaracak, en büyük vesile, O’na yönelmek…

Bundan daha güzeli de var tabi ki. Ne zaman ki bir kul, sadece başına bela ve musibetler gelince değil de sıradan zamanlarında bile o Kudretli Yaratanı dilinden düşürmez, işte ancak o zaman gerçek bir kul olmuştur. Bunu hepimiz biliriz. Biliriz bilmesine ama bu şuura ulaşmak için gerekli gayreti çoğu zaman göster(e)meyiz.

Oysa, az buçuk namazla, niyazla ilgisi olan her birimiz, aslında dinimizin bize tavsiye ettiği yaşam tarzının, bizim yararımıza olduğunun farkındayızdır. Huzurlu bir hayatın, ancak Allah’a ibadet etmekle ve bilinçli bir Müslümanlıkla elde edileceğini biliriz de bir adım daha atıp ötesine geçemeyiz bir türlü. Bizi, kendi saplantılarımızdan, nevrotik bunalımlarımızdan kurtaracak, yegane ve gerçek bir hayat düzenidir Müslümanlık.

Pekala, düşünelim şimdi; neden o bir adımcığı atamıyoruz? Neden yaşamak ve olmak istediğimiz gibi tam ve gerçek bir Müslüman olamıyoruz?.. Bu durumun, elimizde olan ve olmayan, bir çok sebebi olmakla birlikte, hiçbirimizin inkar edemeyeceği bir yönü var ki, onu düzeltmek elimizdedir. Nedir o? Diyeceksiniz. Kendi iç dünyamız, kendi irademiz, kendi kulluğumuz.

Öyle ya, biz bilerek veya bilmeyerek izin vermezsek, kimse bizim iç dünyamızı değiştiremez. Bizi, istemediğimiz bir mecraya sürükleyemez. İnsanın iradesiyle kendisi arasında kimse yoktur. Başka bir şekilde söylersek, insan, dilediğini seçebilen bir iradeye sahiptir. İşte, o küçük adımı atamayışımızın sebebi, inancımızı uygulamaya karar veremeyişimizdir. Karar versek bile, tembelliğine, zevklerine, keyfi kararlarına ses çıkar(a)madığımız nefsimizi, ne yapsak yola getiremeyişimizdir. Bu yüzden, kararlarımız hep titrek ve ürkek kalıyor, amacına ulaşamıyor.

Alışkanlıklarımızdan, kuruntularımızdan ve saplantılarımızdan kurtulmakta direnerek, bir yere varamayız. Bizi Yaratan, elbette bizi bizden iyi biliyor, çünkü o yaratmış. Kimliğimizde ‘müslüman’ yazıyor, ama gelin görün ki biz bu sahte kulluk rolünü oynayarak, aslında sadece kendimizi kandırıyoruz. Başkaları bizi ‘dini bütün bir Müslüman’ bilse ne olacak, bilmese ne olacak? Sonuçta, bilinçli bir Müslüman olamamanın cezasını bizzat kendimiz çekmiyor muyuz!..

Ah! Bir kez kesin karar verebilsek. O gerçek Müslümanlık eşiğini aşmaya güç bulsak kendimizde... Rabbimizin yardımıyla ne kadar kolaylaşacak işimiz. İç dünyamızdaki fırtınalar durulacak, kendimizle, ailemizle ve dostlarımızla barışacağız. Sahte rollerden kurtulup, gerçek kendimizi bulacağız. Gerçeği bulacak, gerçekten yaşadığımızın farkına varacağız.

Bu ayki dergimizi yayına hazırlarken, bizler bu duygu ve düşüncelere kapıldık. Kim bilir, sizler neler hissedecek ve ne gibi sonuçlar çıkaracaksınız. Bizim görevimiz buraya kadar, bundan sonrası size kalıyor. İster bu yazılanları kulak ardı edersiniz, ister dikkate alıp kendi hayatınız üzerine düşünür, kendinizi yenileme ihtiyacı hissedersiniz.

Şunu lütfen unutmayın ki bu seferliğine, siz o küçük adımı atmaya güç yetiremeyebilirsiniz, ama sizin bu dergiyi tavsiye ettiğiniz, hemen yanı başınızdaki eşiniz veya başka bir yakınınız, bunu başarabilir. Sizin bu tür yayınlara desteğiniz sayesinde, nice insan kendi yaşamını sorguluyor ve olumlu yönde değiştiriyor.

Bu sebeple, geliniz, kendimize ve karanlığa kızmak yerine, hepimize ışık saçan bir kandil de biz olalım. Bir kandil de biz yakalım. Bir tane Gülistan dergisi daha alıp başka yüreklere de bu fırsatı verelim.

Sevgi bağının gülleri olan tüm dostlara tekrar selam…
Allah-u Zülcelal’e emanet olunuz.




SÜLEYMAN KARAKAŞ

 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

Gülistan “Güllerin Efendisi” Başlığıyla Raflarda!
Gülistan, okurlarını gül yağmuruna çağırıyor Nisan sayısında:
Merhaba Dostlar;
Yine bir gül mevsimindeyiz…
Hem gül bahçelerinde açan gülleri misafir ediyoruz hem gönüllerimizde açan ‘Gül-i Muhammedi’ sallallahu aleyhi vesellemi… Gerçi, Efendimiz, gönül sarayımızın Sultanı’dır daima; fakat ‘Kutlu Doğum’ vesilesiyle, daha kapsamlı, daha derinden yöneliyoruz O’na...
Bu vesileyle, başta Ankara Temsilciliğimizin düzenlediği etkinlikler olmak üzere, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde ve Almanya’da, birçok çalışmalar yapılıyor. Her sene gelenek haline getirdiğimiz Kutlu Doğum Özel Sayısı’nda, bu defa Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin o büyük Sabır ve Sebatını ele almaya çalıştık. Her adımında, müthiş bir imanla Rabbine dayanan Hz. Resulullah’ın, nasıl bir sabır ve kararlılıkla davasına hizmet ettiğini, şahsi hayatında nasıl bir hilm ve tevazu ile gönüllere tesir ettiğini, örnekleriyle okuyacaksınız. İşte bizler de, sevgili dostlar; O Gönüller Sultanı’nın hayatını sadece okumakla, O’nu anmakla kalmayacağız. O’na benzemeye çalışacağız...
Dünyamızı da ahiretimizi de mamur hale getirmek; O’nun bir benzerini hayata geçirmemize bağlı.
İnsan olarak haysiyetimiz,
Baba/anne olarak, şerefimiz ve bahtiyarlığımız,
Müslüman bir fert olarak ahiret kazancımız,
Toplum ve insanlık olarak kurtuluşumuz,
O’nu örnek almamıza bağlı…
Bu yüzden; Düzenlenen faaliyetlere katkıda bulunalım ve katılalım. Çocuğumuzun elinden tutup O’na Resulullah’ı sevdirecek programlara götürelim. Maddi imkânımız elverdiği ölçüde; O’nu anlatan, kitap, dergi, CD gibi eserleri, toptan alıp hayrımıza dağıtalım, dağıtılmasına destek olalım.
Ayrıca, sevgili dostlar, geliniz en azından, her hafta bir tane sünnetini öğrenelim ve ailemizle birlikte onu uygulamaya koyalım. Evde, işte, okulda, nerde ve nasıl yaşıyorsak yaşayalım; hayatımızın odak noktasına Gönlümüzün Sultanı’nı koyalım.
Evde ayrı bir kimlik, işte başka bir kimlik,
Camide Müslüman; sokakta bilmem kim gibi olmayalım.
Müslümanın başka kimliklere ihtiyacı yok.
Müslüman her yerde müslümanca davranmalı, müslümanca yaşamalı, vesselam…
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45

Gülistan 125. Kez Açıyor!
AHTAPOTUN KOLLARI; FAL, BÜYÜ, KEHANET
Merhaba Dostlar; Bu sayımızda, toplumu bir ahtapotun kolları gibi saran; fal, büyü, kehanet, cincilik, mistisizm gibi konulara ayırdık.
Müslümanlar olarak, İslam’ı gerçek yönleriyle bilip yaşamadığımızdandır ki ayrık otları gibi toplumu saran bu zararlı uğraşlar revaç buluyor… Haydi, diyelim ki dinini iyi bilmeyen kesim, şu yada bu saikle, hurafeye, cine, büyüye kapılıyor; ya şu “dini bütün” müslümana ne diyeceğiz. Oğlunu eşinden ayırmak için büyücüye, cinciye giden, namazında niyazında, başı örtülü hanım teyzeye?... Sevgili dostlar, bazı konular vardır ki eskilerimiz “şuyuu, vukuundan beter” derler. Yani, öyle bir şey ki duyulması, yapılmasından daha yıkıcı etkilere sahiptir. İşte, bu konular da öyle…
Lakin, sağda solda, çizgi filimde internette, hemen her yerde olağanüstü hallere, büyüye, sihire, ruhçuluğa öylesine bir ilgi var ki aklı başında biri bunlara baksa “Bu insanlar çıldırmış olmalı!” demekten kendini alamaz. İşte bu yüzden, biz de zaman zaman mecburen bu konulara girme gereği duyuyoruz. Afedersiniz, adı batasıca şu Batı’dan üzerimize yağan ne kadar balçık varsa içinden bunlar da bulaşıyor etrafa. Çocukların izlediği çizgi filimlerde, varsa yoksa sihir, büyü, olağanüstü güçlere sahip insanlar vs. Yok havayı bükenler, yok efendim toprağı büküp yönetenler…Başka bir taraftan, “Uzaylılar geldi, dünyamızı inceliyorlar, onlara uyum sağlayalım, ruhlarımızı onlara hazırlayalım” zırvaları…Diğer koldan her türlü mistik akım, almış başını gidiyor… Sözüm ona Müslüman hanımlar ve beyler; İslam’ı bir tarafa atmış, Tibet mistiklerinden medet umuyorlar. Sevgili dostlar, bütün bu kültürel bombardıman ne için yapılıyor acaba? Harry Potter’lar, Matrix’ler, X-Men’ler nasıl bir dünyanın alt yapısını hazırlıyorlar Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Yarın, büsbütün hokkabazların, madrabazların oyuncağı olmamız mı isteniyor yoksa?… Bütün bunların hepsi, hatta hakikisi, bizim medeniyetimizde varken, her birisinin hakikati ayet ve hadislerde açıklanmış, âlimlerimiz tarafından zararlısı faydalısı izah edilmişken, biz kimlerin peşinde gidiyoruz acaba?
İslam dininde her şey, olması gereken yere oturtulmuştur. Büyü vardır ama yapan ve yaptıran, dinden çıkar. Havas denilen bir ilim vardır ama ancak ehli bununla meşgul olabilir. Başkasının elinde, oyalayıcı ve zararlı bir oyuncağa dönüşebilir. Bizim medeniyetimizde bu alan, sadece ehlinin at oynatabileceği, hatta onlar için bile tehlikeli görülen bir alandır. Büyünün tesirini de okunan ayetin tesirini de yaratan, yalnız Âlemlerin Rabbi olan, Sonsuz Kudret sahibi Allahu Teâlâ’dır. Hiç kimse bir başkasına, kendi bağımsız gücüyle, fayda da veremez, zarar da… Zaten yaratılan hiçbir şey, kendi başına bir varlığa ve kudrete sahip değildir ki Allah’tan bağımsız olarak bir şey yapabilsin…Bu gerçekler bu kadar apaçık bir şekilde ortadayken, biz niçin böyle iğrenç işlere kalkışıyor, böyle hokkabazlıklara pirim veriyoruz? Tertemiz dinimizi yaşamak varken…
Sevgili dostlar, lütfen eşimizi dostumuzu uyaralım. Çocuklarımızı bilgilendirelim, bilinçlendirelim. Her işi ehlinden soralım. Bedensel bir hastalığı doktora danıştığımız gibi fetvayı, takva âlime; büyüyü cini de maneviyat ehli Salih insanlara danışalım. “Ehil insanı nereden bulacağız?” Demeyelim. Allahu Teâlâ sayılarını artırsın, gerçek âlimlerimiz de var, Salih Zatlar da. Biz dinimize ehil insan olursak onları bulmamız ve tanımamız da kolay olur. Yok, eğer biz dinimizi iyi bilmezsek, bir takım sahtekârlar önümüzü keser de batıl bir yola saplanıp kalırız, Allah muhafaza. Ayrıca, gerçek Müslüman evlatlarının yetişmesi, gerçek İslam âlimlerinin ortaya çıkması için zemin hazırlarsak, hizmet edersek, hepsini buluruz, hokkabazlara da meydanı boş bırakmayız. Hele biz dinimize bir sarılalım, bakalım o zaman, bu batıl şeyler bizim çöplüğümüzde yer bulabiliyor mu? Biz meydanı boş bıraktığımız içindir ki her türlü eracif üzerimize boca ediliyor.
Hepinizi, o Kudret ve Azameti sonsuz Rabbimin engin merhamet ve muhafazasına emanet ediyorum. Selametle kalınız…
SÜLEYMAN KARAKAŞ
 

mustafaceylan

Asistan
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
396
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
40
GÜLİSTAN DERGİSİ
Aylık; İlim, Fikir, Kültür Dergisi

ISSN:1303-2372
Gülistan Basın Yayın Eğitim, Reklamcılık ve Bilgisayar Ltd. Şti.
Adına İmtiyaz Sahibi
Erdem ÖZTEN

Genel Koordinatör
Muhammed Z. YILDIZ

Editör ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Süleyman KARAKAŞ
[email protected]

Editör Asistanı
Derviş KIR
[email protected]

Görsel Yönetmen / Grafik
Mahir BOZKURT
[email protected]

Fotoğraf Editörü
Kayhan ATAR
[email protected]

Reklam Müdürü
Saffet SANCAKTAR
[email protected]

Abone Ve Halkla İlişkiler
Ali Özkan DEHMEN
[email protected]

Avrupa İrtibat:
Hakan AKKUŞ
Telefon: 00 49 178 47 981 18
Faks: 0 621 68 599 798
E-posta: [email protected]

Posta Çeki Hesap Numarası:
Gülistan Basın Yayın Reklamcılık ve Eğitim Tic. Ltd. Şti Adına 5944335Fiyatı: 7 TL
Hediyesiz6 Aylık Abone: 35 TL
1 Yıllık Abone: 75 TL

Yurtdışı Fiyatı: 6,50 Euro
Yurtdışı Yıllık Abone: 70 Euro
 

mustafaceylan

Asistan
Katılım
8 Eyl 2007
Mesajlar
396
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Yaş
40
KALBİNİ KİME AÇACAKSIN?
148. Sayı
Nisan 2013​
R1489202.jpg
Sevgi gücümüzü nerelere harcıyoruz?

Genç kızın gözlerinden yaşlar dökülüyor. Sanki iradesi elinden alınmış gibi, kendisine hakim olamıyor. Kimse laf anlatamıyor, teskin edemiyor, durmadan ağlıyor… Sebebi, ne bir hastalık ne de başka bir musibet. Sanki başa bir musibet gibi çökmüş olan “kara sevda”…
İnsan şaşmadan edemiyor, bu nasıl bir hissiyat ki insanı bu hale getiriyor. Gerçekten de insana verilmiş olan “sevme” istidadı çok büyük, hatta insanı helake götürecek kadar büyük…

Haberlerde duyuyoruz, “Delikanlı kendisini köprüden atmış,” “Kendini alkole vermiş,” “Hem sevdiği kızı hem kendini kurşunlamış…” ve niceleri…

Sevgi, akıl almaz bir duygu seli. Eğer kendi yatağını bulup tatlı tatlı akarsa bağlar bahçeler yeşerten bir ırmak gibi… Ama bir de yatağından dışarı taştıysa, layık olandan öte bir coşkunlukla haddini aştı, seddini devirdiyse… İşte, o zaman önünde durulmaz bir afet, başta sahibi mahveden bir felaket…

İnsan, bilhassa gençlik devrinde, nasıl da sevmeye hazır bulunuyor. Ben gençken, akranlarıma ilginç sorular sormayı severdim. Bir gün, kurstaki arkadaşlarıma anket yapar gibi bir soru sordum: “Size mutlaka kabul olacak bir dua hakkı verilse ne için dua ederdiniz?”

Elbette “Son nefeste imanla gitmek için,” gibi makul cevaplar da aldıysam da bazıları anlam veremediğim bir şekilde “Sevdiğime kavuşmak isterim” demişti. Çok tuhaf gelmişti bu, çünkü soruyordum, “Sevdiğin biri mi var?” diye, henüz öyle biri bile yoktu. Ama olduğu zaman sevmeye öylesine hazırdı ki…

Gerçekten de insanın mayasında kuvvetli bir muhabbet var, bazen tutkulu bir düşkünlüğe, hatta saçma bir takıntıya dönüşebilecek bir sevme istidadı var. Ne yazık ki çoğu zaman da dönüşüyor.

Sadece gençler değil, hislerini layık olmayanlara saçıp savuranlar; bazen yaşlı başlı bir adam veya kadın görüyorsunuz, köpeğini parka getirmiş. Sanki anlayacakmış gibi onunla konuşuyor, tatlı sözler söylüyor, sarılıp öpüyor. Yedirip içiriyor, süslüyor, çocuk gibi alaka gösteriyor. Onun peşinde ömür harcıyor; onunla gülüyor, onunla ağlıyor.

O köpeğin ömrü en fazla sekiz on yıl; ondan sonra dişleri ve tüyleri dökülecek, zayıflayacak, halsiz düşecek ve nihayet ölecek. Faninin de fanisi, değersizin de değersizi bir varlığa bu kadar sevgi harcamanın manası ne?

Elbette mahlûkat bize emanet, onlara merhamet göstermeliyiz. Allah-u Teâlâ’nın bize merhamet göstermesini istediğimiz gibi, biz de elimizin altındaki, bize emanet edilmiş acizlere merhamet göstermeliyiz. Ama onlar bizim merhameti öğrenmemiz için bir ders mahiyetinde yaratılmış varlıklar, yoksa kalbimizin o tutkulu sevgisini, o sadakatli muhabbetini bu varlıklara harcamamız, ziyan değil mi?

Üstelik ziyan ettiğimiz bizzat kendi varlığımız ve hayatımız; yani kendi nefsimize zulmediyoruz. Bir delikanlı elini yüzünü boyamış, kendinden geçmişçesine haykırıyor; niçin? Bir top oyunu ve o oyunu oynayan oyuncu grubu için. Bir genç kız, çılgın gibi yerinde zıplıyor, yırtınırcasına tezahürat yapıyor, niçin? Sesini ve şarkılarını beğendiği şarkıcı için…

Bu kadar sevgi harcadığınız bu kişiler ne yapıyor? Bize ne faydaları var? Cevap: “Bizi eğlendiriyorlar.”
Yani, zaten su gibi akıp giden ömrümüzün daha da hızlı akıp gitmesini sağlıyorlar. Zaten hakim olamadığımız, elimizde tutamadığımız zamanın, parmaklarımızın arasından kayıp gitmesine sebep oluyorlar. Binlerce kurdun üşüşüp kemirdiği ömür sermayemizi, bir köşeden de onlar kemiriyorlar. Biz de bu iyiliklerine (!) mukabil, onların biletlerini satın alıp onları zengin ediyoruz! Onların hem kendi ömürlerini, hem başkalarının ömürlerini heba etmelerine destek veriyoruz. Bu nefsimize zulmetmek değil de nedir?

Sevgimize layık olanlar

Hâlbuki sevgimizi vereceğimiz, tâbi olup sözünü dinleyeceğimiz kişiler, bizi uyaran, uyandıran, yetiştiren, böylece hakiki ve ebedi menfaatimize uygun olana çağıran kişiler olmalı değil mi?

Bizden hiçbir menfaat beklemediği halde bizim menfaatimizi düşünen, bizi bir anne gibi esirgeyen, tehlikelerden koruyup menfaatimize olan eğitimi, terbiyeyi kazandıranları sevmeli değil miyiz? Hakiki sevgiye layık olanlar onlar değil mi?

Ama biz ne yapıyoruz, hevesatımıza uygun gelen şeylere çağıranlara uyuyoruz. Para vererek, ömrümüzü harcayarak “boş söz” satın alıyoruz. (Lokman, 6)

İyi düşünürsek bu sevgilerin hepsi de zulümdür, çünkü fıtratımıza konulmuş olan tabiata aykırıdır. Tabiatımız, bize gerçekten menfaati olanı, bize merhameti olanı, bizi, bizim için seven ve esirgeyeni sevmemizi ister. Mesela, bir bebeği düşünün, Allah'ın yaratılışına koyduğu fıtrat bozulmadığı için kendisine en faydalı olanı sever; annesini…

Çünkü annesi onu sever, iyiliğini ister, esirger… Güya akılsız zannettiğimiz bebek, yaratılışındaki fıtri sezgilerle bunu bilir, en çok annesine bağlanır, onun yanında huzur bulur. Annesinden başkası onu alınca tedirgin olur, annesinin kucağına gidince yüzü güler.
R1489201.jpg


Bizler zannederiz ki erişkinler daha akıllı, hâlbuki bakıyoruz ki onlar böyle akıllıca hareket etmiyor. Mesela, bebek büyüyor delikanlı oluyor, anne sözü dinlemeyip dinleyenlerle de alay eden, “anne kuzusu, muhallebi çocuğu” diye lakap takanlardan etkileniyor, fıtratına konulmuş aklı kaybediyor; başlıyor annesine karşı nankörlük etmeye.

Annesi ona “Aman kendini tehlikeye atma, kötülerle arkadaşlık etme. Ömrünü değerlendir, kendini yetiştir” dedikçe “Aman! Bana karışma, beni kendi halime bırak. Artık ben senin sözünü dinleyecek yaşı geçtim” diyor. Neden? Çünkü arkadaşlarının sözüne uymak, hevesatına uygun geliyor, annesinin sözü ise uygun gelmiyor. Şimdi bu genç mi daha akıllıdır, yoksa o bebek mi? …

Kendi menfaatini bilmek, kendisine merhamet duyanı tanımak ve onu daha çok sevmek hususunda bebekten daha cahil, daha ahmak olana ne denir?

Allah’a büyük bir güven ve sevgi duyarak iman eden, O’nun gönderdiği Peygamberleri ve O’nun yoluna çağıran Allah dostlarını sevenlerle, sevmeyenler arasındaki durum da aynısıdır.

Hangisi akıllı? Nefsine uymuş, sapmış, başkalarını da saptıranlara sevgi duyanlar mı; yoksa onlardan koruyan, kötülüklerden alıkoyan ve ebedi felaketlerden esirgeyenlere sevgiyle bağlananlar mı?

Hangi sevgi daha hakiki? Geçici hevesler için hissedilen geçici heyecanlar mı; yoksa asıl arzu edilmesi gereken hakiki menfaatler için bilinçli olarak benimsenen muhabbetler mi?

Bir bakalım, nefsine uyup sapmış ve başkalarını da sapıtmış olanlar, kendilerine uyanlara vefa gösterecek mi? Hayır!

“İşte, o zaman (görecekler ki) kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşırlar ve (o anda her iki taraf da) azabı görmüş, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Keşke dünyaya bir dönüşümüz olsaydı da onların şimdi bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsaydık.’ Böylece Allah, onlara işledikleri fiilleri pişmanlık kaynağı olarak gösterir. Onlar ateşten çıkacak da değillerdir.” (Bakara; 166)

Bu nasıl bir sevgi!

Peki, ya Allah'ın hidayetine tabi olmuş, başkalarını da hidayete davet edenler? Onlar da böyle vefasız davranacak mı? Elbette hayır!
Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor:

“Kıyamet günü olduğunda, ben şefaat edeceğim. ‘Yarabbi, gönlünde hardal tanesi kadar imanı olanları, cennete koy’ diye, dua edeceğim. Bunlar, cennete girecektir. Sonra da ‘Rabbim, hardal tanesinden az imanı olanları da cennete koy’ diye, yalvarırım.” (Buharî, tevhîd, 36, iman, 15; Müslim, iman, 322, 326, 327)

Öyleyse hakiki sevgi hangisi? Bizim zaaflarımızı kurcalayıp kışkırtan ve sonra felaket anında sıyrılıp kaçanın sevgisi mi? Yoksa hiç günahı olmadığı ve kusurları bağışlanmış olduğu halde, cennetteki makamına yerleşip rahatına bakmayan, ümmetinden cehennemde azap gören bir tek kişi kalmayana dek çırpınan, gözyaşları döken Peygamberin sevgisi mi? (Taberani)

R1489204.jpg


Bir hatırlayalım, onun sevgisi nasıl bir sevgi?

O insanlar ki, O’na, sırf Allah'ın ayetlerini bildiriyor diye dil uzattı, iftira etti. O’na ve ona iman edenlere işkence etti, şehid etti. Ambargo uyguladı, aç bıraktı, üstüne titrediği yavrularını incitti. Onu öldürmeye kastetti, hicret etmeye mecbur etti. Hicret ettiği yerde de rahat bırakmayıp fitneler çıkardı, savaş ilan etti, yaşadığı şehri kuşattı…

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise kendisine ve sevdiklerine bunca kötülük yapan insanlara şefaat etmek için her peygambere verilen dua hakkını ahirete sakladı… (Buharî, Da'avât, 1; Müslim, İman,86, 334) Söyleyin, böyle bir Peygamber sevilmez mi?

Peygamberlerin her biri sıkıntılı bir anlarında dua haklarını kullandılar. Peki, onun hiç mi sıkıntılı bir anı olmadı?

Hz. İsa aleyhisselamı Peygamberlerin en fakiri diye biliriz ki, doğrudur. Ama onun en azından evlad-ı iyali yoktu.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise sadece hane halkına değil, iman ettiği için mağdur edilmiş, suffa ehline, muhacirlere ve hatta hiç tanımadığı, sadece cömertliğini duyup gelmiş, kendisine el açmış olanlara kol kanat gerer, ihtiyaçlarını arz ettiklerinde boş çevirmezdi. Öyle ki, elinde verecek bir şey yoksa borç alırdı. Hatta ahirete irtihal ettiği zaman, zırhı bir Yahudi tüccarda borcuna karşılık rehin bulunuyordu.

O eline geçeni dağıtır, kendisi aç yatardı. Bazen açlıktan halsiz düşerdi, cemaate çıktığı zaman sesi bile zor duyulur hale gelirdi. O bu hallere katlanırdı da dua hakkını kullanmazdı, sırf insanlara şefaat edebilsin ve ebedi hayatta felaketten kurtarsın diye…

Peygamberlerin en sabırlısı Hz. Eyyub aleyhisselam diye biliriz, öyle değil mi? Doğrudur da o malını, evladını kaybetti, hastalandı ve herkes onu terk etti. Bu hallere rağmen sabretti, şikâyet etmedi. Ta ki, ağrına giden bir söz kulağına gelinceye kadar. O zaman kalbi bununla meşgul oldu, huzuru kaçtı ve “Ya Rabbi şeytan bana eziyet dokundurdu” diyerek, yardım istedi.

Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam ise herkesin onunla alay ettiği bir zamanda, ciğerpareleri oğlu Kasım ve Abdullah vefat ettiğinde, şehrin ileri gelenleri ona “ebter” (nesli devam etmeyen) dediğinde şikâyet etmedi.

Asil bir Kureyşli, şerefli bir tüccar olduğu halde Taif’liler onu ayak takımına taşlattığı halde, bir “Ah!” etmedi. Aksine “Onları affet Ya Rabbi! Onlar bilmiyorlar!” dedi.

Malını harcayıp tükettiği ve Medine’ye sığındığı zaman, münafıklar fitne çıkarıp “Şehrinize sığınan bu yoksulları sürüp çıkarın. Onlar yüzünden şehrinize bir felaket gelecek!” dediğinde, şikâyet etmedi.

Uhud’da atılan bir taşla miğferi yüzüne batıp dişi kırıldığı zaman, “Yere bir damla kan düşer de Rabbim gazaplanır” diye, hemen yara yerine Hz. Fatıma’nın yaktığı hasırın külünü bastı, şikâyet etmedi.

Düşünelim bir kere, O’nu sevmemek reva mıdır? ...

Kalbini kime açacaksın?

Dünya bir dershaneyse, bu dersin en birinci mevzuu da, en sonuncu mevzusu da bu olsa gerek; sana emanet edilmiş en değerli hazine olan kalbini kime açacaksın? Vücut kimyasının anlık kıpırdanışlarına aldanıp faniye mi harcayacaksın; yoksa onları dizginleyip akıllıca düşünüp bakiye çağıran dostlar mı edineceksin?

Öyleyse biliyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi vesellemi ve onun yoluna çağıranları sevmek, kendi menfaatimiz icabıdır. Hem bunun menfaati dünyadayken de görülür.

Nasıl ki üstadını seven bir talebe, onu örnek almak, onun sevgisini kazanmak için çabalamakla ancak kendisini yetiştirmiş olacağı gibi, Peygamberini seven ümmet de ancak kendisine iyilik yapmış olur. Onu sevdiği ölçüde, O’nun tebliğ ettiği hakikatlere sarılır; o hakikatlere sarıldığı kadar, nefsin bayağılıklarından kurtulur. Nefsini arındırıp Allah azze ve cellenin seveceği bir kıvama eriştiği zaman ise en büyük saadete erişmiş olur.

Allah-u Zülcelal hepimize Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin duasında istediği gibi, hayırlı sevgilerle meşgul etsin:

“Ya Rabbi! Bana Kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ve beni, Senin sevgine yaklaştıracakların sevgisini ihsan eyle ve Kendi sevgini bana; hararetten, susuzluktan yananların, soğuk suya kavuşmasını istemelerinden sevgili kıl!” (Âmin)

 
Üst