Gökhan Özcan / Ruh Yordamı

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gökhan Özcan 80li yıllardan beri gönüllerde taht olmasa da tadı yerinde bir şezlong kurmuş bir yazarımız.
Ondan ne güzel metinler okuduk. Hakan Albayrak çetesinin sihirli adamı. Ümit neslinin efsane dergisi Selam dergisinde Altışikiden Tavşan kitabındaki metinlerini okuduk. Sene 88-90.
Hiçbişey isimli tadı unutulmaz öykü kitabı. Küçük Prens ile Oğuz Atay arasında muzip bir yazar düşünün. Muzip ve biraz da kırılgan. Biraz da mutlu. Biraz da sessiz mi sessiz. İzlenim dergisinde Ters Köşe. Sonra Yeni Şafaklı yıllar. Kozasını orda sessizce örüyor Gökhan Özcan.
Onu bilenler biliyor.



http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5054


serce_parmagi_2010_11_25_104772.jpg


Baskı Tarihi: Kasım 2010


Espri, bilgelik ve zerafet.

Hepsi, elinizdeki Serçe Parmağı'nda

Kült kitap Hiçbişey'in yazarı geri döndü Hem de, 21. yüzyıl koşullarında hayatta kalmayı başaranların, mutlaka okuması gereken hikayelerle

İlkokul aşkınızı yıllar sonra bulmanın ideal yöntemleri nelerdir?

Issız bir gezegene düştüğünüzde nelere dikkat etmelisiniz?

Çantasında insan kalbi taşıyan bir kadına nasıl davranılmalı?

Bu sorularla başedebilmek için bir Serçe Parmağı'nız olmalı.

Şaka bir yana, çok komik.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Öykü benim için daha önde!


Gökhan Özcan denemelerinin yeni öykü kitabından önce çıkmasını istememiş yıllardır..



O, ilk defa İstanbul’da bir söyleşiye katılıyor değil de sanki daima yanımızdaymış gibiydi. Samimi ve içten üslubuyla okuyucularının karşısına çıktı Edebiyat Mevsimi’nde. Gökhan Özcan bir devrin, özellikle de orta kuşağın, etkisini üzerinden atamadığı, bir zamanlar Zaman gazetesinde daha sonra ‘ters köşe’ye yatıran yazılarıyla Yeni Şafak’ta, bir döneminde Gerçek Hayat’ımızın tam ortasında ve o unutulmayan ekibiyle “Selam”dan kelamıyla var oldu aramızda. Gökhan Özcan, bugün yazın hayatına Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazıları ve son olarak edebiyatımıza “Serçe Parmağı” öykü kitabını da ekleyerek devam ediyor.

Özcan, 6 Aralık pazartesi günü açılışı yapılan 2. Edebiyat Mevsimi’nin 2. Gününde Asım Gültekin’in düzenlediği “Mürekkebi Kurumadan” isimli programa yeni çıkan öykü kitabı “Serçe Parmağı” ile katıldı. Asım Gültekin’in soruları ve Gökhan Özcan’ın geçmiş yazın hayatından, edebiyatın “Serçe Parmağı”ndan, öykü yazmaya olan tutkusu yüzünden başka eser vermekten kaçmasından, fotoğrafçılığından, geçmişindeki sinemaseverliğinden özel yaşamına kadar birçok alt başlığa ayrılabilecek konularda okuyucularını bazen güldürdü, bazen düşündürdü. En önemlisi her Gökhan Özcan okuyucusunun onu özlediği ve bu yüzden bir anını bile kaçırmadan dinlediği unutulmaz bir söyleşi gerçekleştirildi.


Her zaman öykücü
Gökhan Özcan söyleşide yazın hayatında okuyucu kitlesine sahip ender sayılabilecek yazarlardan biri olarak öykücü kimliği ve öykü kitabının yazılma serüveni üzerine şunları söyledi: “Ben yazı yazan biri olarak kendimi her zaman bir ‘öykücü’ olarak gördüm. Öykü dışında bir şey yazmasam da olurdu diye düşünüyorum. Bu sebepledir ki ilk öykü kitabım olan ‘Hiçbişey’ 1990 yılında neşredildi. O eserim çıktığı günden bugüne dek 20 yıl boyunca ara ara öyküler yazdım. Yeni bir eser çıkarabilmek için yazdığım öykülerin belirli bir seviyeye gelmesini bekledim. Bu süre içerisinde gazete veya dergi yazılarımdan birkaç kitabım çıktı. Fakat ben artık bir öykü kitabı çıkması gerektiğine karar vermiştim. Bu kararın üzerinden 10 yıl geçti ama 20 yıl sonra bu kitap –Serçe Parmağı- çıktı. Farklı tür yazılar üzerine eğilmekten kaçındığım bir dönem oldu. Çünkü ‘Hiçbişey’den sonra başka bir öykü kitabı çıkaramam diye korktum.”

Asım Gültekin’in “öykü kitabı yazma sürecine farklı türde kitaplar yazmaktan kaçındığınızı açıkladınız. Bundan sonraki dönemde Gökhan Özcan’ın yeni kitapları daha kısa sürede okuyucularıyla buluşacak diyebilir miyiz?” sorusuna karşılık; Özcan, daha önce gazete ve dergide yayımladığı yazılarını neşretmeye uygun olup olmadıklarını öğrenebilmek için bir okuyucu gözüyle tekrar okuduktan sonra yeni bir kitap çıkarabilme konusunda düşüneceğini ama bu soruya şu hali hazırda net bir cevap veremeyeceğini ifade etti.
Gökhan Özcan’ın eserlerinin kitaplaşma süreci uzun sürmüştür. Gökhan Özcan bu konuda kendi özeleştirisini de yaptı: “Kitapların neşredilme süresinin uzamasında biraz tembelliğin de payı vardır diye düşünüyorum. Benim gördüğüm kadarıyla yayın piyasasında bir parça heyecan eksikliği var. Açıkça söylemek gerekirse ilk kitabım yayımlandığında nerdeyse matbaada yatıp kalkmıştım. O dönemde herkeste bu heyecanı görebiliyorduk. Sanırım zaman içerisinde bu, artık bir iş olmaktan çıkıyor. Bu duruma da alışmak gerektiğini düşünüyorum.”


Benim dilim bu ve böyle yazabiliyorum
‘Serçe Parmağı’ üzerinde Asım Gültekin şunları ifade etti: “Bu eserde farklı tarzlarda yazılmış öyküleri görüyoruz. Gökhan Özcan’ın bildiğimiz ironik üslubunun bulunduğu öyküler var. Bunun yanında kelime oyunlarının bulunduğu öyküler, duygusal öyküler de var. Serçe Parmağı’ndaki öykülerin uzun yıllar içerisinde yazılmış öykülerin bir araya gelmesinden oluştuğu hissedilebiliyor. Gökhan Özcan’ın daha çok öykü yazmasını tetikleyebilecek ne yapmak gerekir?”
Özcan, Gültekin’in sözleri üzerine şöyle konuştu: “Kendi dilim ve üslubum ile birlikte farklı yazım tekniklerine de değinmek gerekir. Benim ilk öykü kitabım da benzer sıçramalarla oluşmuştur. Hatta ben bunun üzerine ilk kitabımı üç bölüme ayırmak durumunda kalmıştım. Mümkün olduğunca kategorilere ayırmaya çalışmıştım. Serçe Parmağı’nda böyle bir ayrım yapmadım fakat yine belli sıçramalar görmek mümkün. Farklı tarzlarda hikâyeleri buluşturmam benim yazma biçimimle alakalı diye düşünüyorum. Ben yazarken bir cümleyi bile yazmak için uzun bir süre bekleyebiliyorum. Yazdığım yazıyı ben bile merak etmek istiyorum acaba sonunda ortaya ne çıkacak diye. Buna Batı’da ‘bilinçakışı’ diyorlar. Bu kavram ‘kendini yazının akışına bırakmak’ diye tarif edilebilir. Böyle olduğunda birçok dil bir aradaymış gibi görülebilir. Ama bunun yanında ben zaten birçok işi bir arada yapıyorum yıllardır. Bu işlere örnekler verecek olursam; metin yazarlığı, gazete yazarlığı, çocuk edebiyatı, senaryo, reklam metni yazarlığı, siyasi metin yazarlığı, radyo vs. Bu durum farklı bakış açılarını yakalama ve farklı düşünebilme yetisi de kazandırıyor zamanla. Her şeyden öte çok disiplinli bir yazar sayılmam. Her zaman dağınık sıçramalarla gelişen, bir parça görsel unsurları da yazıya yedirmeye çalışıyorum. Sanıyorum bu durum çağın da getirdiği dağınık hallerden geliyor. Çok tasvip etmediğim bir hal haline gelse de benim de dilim bu ve böyle yazabiliyorum.”

Görsellik sinemada başlar
Gökhan Özcan konuşmasında, yayımladığı iki öykü kitabından sonra yeni bir döneme geçmek istediğini de belirtti ve gelecekte yapmak istediği hikâyeciliği şöyle tanımladı: “Bugüne dek öykülerimde genellikle modern hayatlarda modern insanın üzüntülerini, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını, isyanlarını, öfkelerini anlatmaya çalıştım. Bundan sonra insanın fikri yönden güzelliklerini, iyi ve güzel taraflarını konu alacak öyküler yazmak istiyorum. Fakat bunun dilinin nasıl olacağını ve nasıl yazacağımı henüz bilmiyorum. Bu dili, bu özellikleri önce kendimde bulabilirsem ve modernlikten biraz olsun sıyrılabilirsem bunu başarmak istiyorum.”
Gökhan Özcan öykücü kimliğini kendine en yakışan kimlik olarak görüyor ama sinema, fotoğraf gibi dallara da ilgisi ve hatta çalışmaları sürüyormuş. Genel anlamda sanatçıların ayrıntılar üzerinden eser yarattığı çokça bilinse de Asım Gültekin’e göre Gökhan Özcan’da ayrıntılarla uğraşma ve güçlü bir ayrıntıcılık görülüyor herkesten farklı biçimde. Bunun en açık örneğini de yazarın son dönemlerde fotoğraf üzerine yaptığı çalışmalar oluşturuyor. Gökhan Özcan fotoğraf ve sinema üzerindeki ilgi ve alakasının dününü ve bugününü şu sözleriyle dinleyicilerle paylaştı:
“Benim fotoğraf ile ilgimin temelinde sinemalar yatar. Küçükken yazlık sinemalara giderdik. Hatta şimdilerde de yazlık sinemaların yeniden olmasını çok istiyorum. Görsel alanlarla ile ilgim böyle başladı. Hatta çok uzun bir süre de ‘sinemacı’ veya ‘yönetmen’ olmayı istedim. Sinema-TV enstitüsüne gitmem gerekiyordu o dönem. Fakat sınavlarda bu bölümleri ayrı ayrı yapıyorlardı. Yani birinci sınavın sonucuyla oraya başvurduğunuz da ikinci sınava girme hakkınızı kaybediyordunuz. Daha sonra da sınavı kazanamazsanız yerleşemiyorsunuz ve ortada kalıyordunuz. Ben de bu riske giremedim ve ‘gazetecilik’ okudum. Fotoğrafçılık ilgim eski de olsa ilk denemelerimi okulda bir ders alıyordum ve o sıralar yapma fırsatım oldu. Son 4-5 yıldır ise düzenli olarak fotoğraf çekmeye başladım. O görüntüyü bir çerçeve içinde görebilme hevesiyle bugüne kadar geldik. Bu işe de geç başlamamın sebebiyle olacaktır ki belli temalara ayırmadan her türlü fotoğraf çekiyorum. Fakat çektiğim fotoğrafları düzenleme safhasını henüz tam anlamıyla gerçekleştiremedim. Hayatım da düzensiz olduğum alanlardan biri daha budur sanırım. “
Gökhan Özcan ayrıntıları yakalamak adına öyküden başka fotoğrafçılık alanında da yol almakta olduğunu söyledi. Dinleyiciler Gökhan Özcan’dan ilerleyen zamanda bir fotoğraf sergisi yapmasını da dilediler. Özcan ayrıntılarla olan bu güçlü ilişkinin sessiz ve az konuşan insanlarda daha fazla görüldüğünü ifade eden sözleriyle konuşmasına devam etti: “Sessiz oturan, çok fazla konuşmayan, yalnız mikrofon önünde değil normal hayatımda da çok az konuşurum. Vaktiyle Ankara’da bir Sakarya Çay Ocağı vardı. Arkadaşlarla orada buluşur sohbet ederdik vakit buldukça. Arkadaşlar beni işaret ederek şöyle derlerdi : “Bırakacağınız falan bir not varsa onun üzerine yapıştırın burada en sabit şey o.” İşte böyle olunca, bir yerde saatlerce boş boş oturuyorsanız detaylar haliyle sizin eğlenceniz haline geliyor.”

Hareketsizlik mecburiyeti getirir, hareket ise seçenekleri
Tembel bir yanının da olduğunu itiraf eden Gökhan Özcan, evlendikten sonra bu dağınık ve düzensiz hayattan biraz olsun sıyrıldığını da söyledi. 40 yaşında evlendiğini ifade eden yazar, bekârken yaşadığı bir anı dinleyicileri kahkahaya boğdu: “Bir başka tembel arkadaşımla aynı evde kalıyorduk. Bir televizyonumuz vardı ve kumandası yoktu. Oturmadan önce bir kanalı açar mecburen bütün gece aynı kanalı seyrederdik. “ Dinleyicilerle paylaştığı bu anı onu tembel gibi gösterse de kimi zaman geceler boyu çalıştığını, bitirmesi gereken yazılar için bir gün boyunca aralıksız uğraştığını da ifade eden Özcan hatta fotoğraf çekerken doğada çıkılmaması gereken yerlere bile çıkıp deklanşörün sesini duymak istediğini anlatırken insanın heyecanlandığı şeylerde tembelliğe düşmeyeceğini sözlerine ekledi.
Belirli sürelerde yazı yazma zorunluluğunun yazarı sıkıntıya soktuğunu belirten Gökhan Özcan, çoğu gazete yazarında yazı yetiştirme sorununun olduğuna işaret etti. Gazete yazarlığını önemsediğini fakat elinde olsa gazete yazarlığı yapmayacağını da belirtti.
Asım Gültekin’in son dönemlerde neler okuduğunu ve okuma eylemi için ne kadar süre ayırdığını sorduğu Gökhan Özcan şöyle cevap verdi: “Fotoğrafçılıktan çalarak okumaya çalışıyorum. Son dönemlerimde maneviyat içeren metinler okuyorum. İnsan, ruhunda bazı boşluklar olduğunu zamanla fark ediyor ve ben de bu boşlukları doldurmak için bir şeyle yapma eğilimi içerisindeyim. Okuduğum metinler genelde parça parça oluyor. Spesifik olarak bir şey söyleyemem. Mevlana ve Gazali okuyorum ama bunların arasına mesela Ümit Meriç de girebiliyor. Kuralları yok bu okumalarımın. Kendimde gördüğüm eksiklikler üzerinden gidiyorum. Günde 2 ile 4 saat arasında okumak için zaman ayırıyorum. Ama günün yoğunluğuna göre bu zaman dilimi artıp azalabiliyor.”​
Gökhan Özcan söyleşinin son bölümünde öykücülüğünde bir dönemi kapattığını ve yeni dönemde daha farklı bir anlayış ile yazacağını destekler nitelikte konuştu. Kitaptaki son öykü Canan sorulunca, öyle öyküler yazacağım sanırım dedi. İsmet Özel’in şiirinden de bir alıntı yaparak şöyle dedi: “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.”


http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5065
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Güzel yazar güzel kitap :)
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İronik anlatılar durağı Serçe Parmağı

Anlatılarının neciliği, nasıllığı ne olursa olsun, Gökhan Özcan okumak, kanaatimce bir ayrıcalıktır ve okuyanda mutlaka bir farkındalık, tiryakilik yapacaktır. Bu anlatılar, bir şiir olacak kadar kıymetli "insan gülümsemeyi ertelememeli fotoğraflarda" ifadesi için bile okunabilir


TURAN KARAKAŞ
Yayımlanışının üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen, maalesef hâlâ okuyamadığım Hiçbişey müellifi Gökhan Özcan'ın ikinci 'öykü kitabı' Serçe Parmağı , bilinen öykü tanımına uymayan, yeni ve tabir doğruysa bir çeşit "aykırı" anlatılardan oluşuyor. (Diğer yazdıklarından da anladığım kadarıyla, yazar yaşama pratiklerini de bu "aykırılık" yahut bir nevi "özgelik" üzerine konumlamış olmalı. Bu yeni kitaptaki "Robinson" anlatısında bu "özgeliği" şu cümlede fark ederiz: "ben bomboş kalmış bir gezegende, kafasının içinde, ruhunun içinde, kalbinin içinde, sonsuz bir kalabalıkla baş başa yaşayan ve ruhu bulduğu her bahaneyle parçalanmakta olan bir adamım." Yine aynı anlatıdaki 'bir gezegende yaşayan tek insan olmak' arzusu da, bu farkındalığa bir işarettir.) İlk kitaba şimdiye kadar ulaşamamanın verdiği tedirginlikle acele ettim ve Serçe Parmağı'nı daha mürekkebi kurumadan okudum.Kitaptaki 22 metnin hemen çoğuna, öykü yerine, bana kalsa "anlatı" adı verilmeliydi. Bir kısmı da, yine bana sorarsanız, denemeye daha yakın yazılar.
Bunu söylerken, bugün öykünün sınırlarının oldukça genişlediğini unutmuş değilim. Öyle ki, insanın her durumu, devinimi, hayatının her ânı bütün gözenekleriyle girmektedir öyküye. Öykü yazarı, eskiden olduğu gibi, bize sadece sonu merakla beklenen tatlı tatlı olaylar nakletmiyor, kişileri birer birer ayırt edilen bir "hikâye" anlatmıyor. Yaşadığımız veya insan tekinin yaşayabileceği her durumu 'öykülüyor'. Zaman zaman filozofik bir bakışla, belki sezgiyle insanlık hâllerini; ilişkileri, davranışları zihniyetleri, hatta niyetleri sorguluyor. İnsan soyunun ezeli soru(n)larına yenilerini ekleyerek hayatı ve onun birincil öznesi olan insanı tanımamıza yardımcı oluyor. Belki tam aksine soru(n)ları iyice karmaşık hâle sokuyor, zihinleri bulandırıyor. (İyi de ediyor.) Fakat her hâlükârda, her öykü milyon yüzlü insanın bir cephesine ışık düşürüyor.
Gökhan Özcan'ın öykülerine gelince, hayatın her kıvrımına eğilen bir dikkatle ve tüm hâlleriyle birlikte daha çok insanın açgözlülüğü, aptallığı, çaresizliği öne çıkarılıyor bu metinlerde. Bazılarını okurken bir acı yerleşiyor içimize aniden, bir hüzün sararıyor. Bu anda, tabii, aptallığına gülemiyoruz insanın; yine acziyetine yazıklanıyoruz. "Tam bir zavallı" gibi görünüyor öykünün fotoğrafında kişioğlu. Gökhan Özcan'ın o güzel ifadesiyle "zavallı insanoğlunun, zavallı insanoğlu gibi çıkmış bütün fotoğraflarını ortaya seriyor" bu metinler. Bu yüzden, bir taraftan sınırlarını genişleten öykü, diğer yandan ucu kapalı bir noktaya sıkışıyor, insanın çaresizliğine.



Gerçekle gerçeküstü içiçe

Serçe Parmağı'nda yer alan metinlerin ilk ikisini ("İçinden Geçen", "Büyük Yalan Kulübü") yapı itibariyle farklı bir yere koymak gerekir. Ama hepsinde gerçekle gerçeküstü iç içe. Söz gelimi, "Büyük Yalan Kulübü"nün Bayan Fildişi adlı kişisi "bir elinde sedef işlemeli çantasını, bir elinde kalbini taşıyor"dur. Aynı öyküye adını veren "büyük yalan kulübü"nü, dünyayı temsil eden bir simge olarak düşünebiliriz. Yalansız kalan her üyenin bir daha dönmemek üzere terk ettiği gösterişli bir mekân. Yalana bulaşmadan yaşanamayan bir dünyanın gerçekliği kadar gerçek; gevşediği için düşmesinden korktuğu kulağını çıkaran adamın gerçeküstücülüğü kadar "saçma", yahut elinde taşıdığı kalbini âşığına veren kadının "çantasını açıp yeni bir kalp çıkarması" kadar ironik. Bu geçişler, şaşırtıcı anlatma biçimleri sıkça başvurulan bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.
Kitaptaki anlatıların kışkırtıcısını yahut kaynağını yazarın şu ifadesinde bulabiliriz: "İçimdeki her şey hiç olmadığı kadar görünür hale geliyor, keskinleşiyor... dışımı saran huzursuz uyku içimde isyanlar çıkartıyor, yaşadığım zaman boyunca hafızamda biriken ne varsa tek tek karşıma dikiliyor..." Yazarın olaylar, durumlar ve insanlar karşısında "parçalanmakta olan ruhu"nda giderek daha çok cümle birikiyor. Ona da bunları bize anlatmak kalıyor. Dikkat ediyorum, her yanı sözlerle dolu bir yazar var karşımızda. Anlatılacak "şey"lerle dolu bir yazar. Yazımızın başında da belirtmeye çalıştığımız gibi, dünya ile pek uyuşamayan bir anlatıcı. Bize anlatım yoluyla gösterdikleri alıştığımız dünyevî yaşantılara, düşünüşlere ve bilinen gerçeklere aykırı görünüyor.



Anlatıcı ahvalimizi gösterir

Gökhan Özcan'ın anlatılarında, baştaki iki öyküyü ayrı tutarsak, ayırt edilmiş, işaretlenmiş, belirli özellikleriyle zihinde yer edecek kişiler yok. Zaten, kişiler üzerinden anlatılan değil, bir anlatıcının, ahvalimizi bize gösterdiği metinler bunlar.
Anlatma temelli metinlerde var olması beklenen öğelerden ikisi de zaman ve mekândır. Bu metinlerin zamanı ve mekânı yok dense yeridir. Kitaptaki bir cümle, "Ölü Prenses ve Yedi Cüceler" anlatısı bağlamında söylenmiş olsa da, tüm metinlerdeki zaman meselesini izah ediyor gibi: "Zaman kocamış bir ev kedisi oldu ve kıvrılıp uyuklamaya başladı hayatın sıcak şiltesinde."
Şurası çok önemli, Gökhan Özcan'ın "kendisine ait kesin bir cümlesi" var. Bu "cümle", ironiyle daha da güç kazanıyor: "Küçük çocukları köşelerde kıstırıp ucu sivriltilmiş formüller saplasınlar kalplerine mesela." Bu ifade, aynı zamanda toplum olarak içine düştüğümüz şaşkınlığın, dahası aymazlığın, her şeyi gereğinden fazla önemsemenin, abartmanın kara mizahı oluyor. Yazarımız, sadece bir cümleyle dünyamızın bugünkü acayip tavrının da bir fotoğrafını çıkarabiliyor. "Sanki üstünde titreyen hiçbir şey kalmamış gibi tedbirsiz dönüyor dünya!" Benzetmelerinde ve bağdaştırmalarında da ince bir mizah dikkati çeker: "Gonkları gevşemiş duvar saatlerine benziyorsunuz yürürken", "bulup buluşturulmuş sarsak bir gülümseme", "dünyayı hareket ettikçe ses çıkaran kocaman bir çıngırağa benzeten bugünün insanları..."
"Yağmursun" başlıklı metni okuyunca, her öykücünün içinde gizlenmiş bir şair olduğuna inandım. Özcan'ın kitaptaki diğer metinlerinde de yer yer uç veren şiirsel ifadeler, söz konusu metinde iyice görünür olmaktadır. Bir mensur şiir var karşımızda adeta. "Küçük bir yağmur damlası gibi" duygulu, incelikli ve hüzünlü. "Cânân" yazısını da, romantik bir aşk şiiri gibi okuyabiliriz.
Anlatılarının neciliği, nasıllığı ne olursa olsun, Gökhan Özcan okumak, kanaatimce bir ayrıcalıktır ve okuyanda mutlaka bir farkındalık, tiryakilik yapacaktır. Bu anlatılar, bir şiir olacak kadar kıymetli "insan gülümsemeyi ertelememeli fotoğraflarda" ifadesi için bile okunabilir. Kendi cümlesini kısmen değiştirip söylersek, Özcan, kaleminden dökülen kelimelerin tınısına bile dikkat eden bir yazardır. "Endişe etmeyin, kelimelerdir yürüten insanları."


Serçe Parmağı
Gökhan Özcan
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
975-7726-01-X.jpg


İnsanların yine kapılardan baktığı bir marttı. Doğuldu. Bir kere doğulunca, ebenin ellerinden aşağı doğru sarkıtılmak kaçınılmazdı. Kaçınılmaz olmayan öyle başaşağı unutulmaktı. Mecburen... O günden beri durmadan biriktirildi herşey. Şimdi o herşey sunuluyor size: hiçbişey.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
975-7726-82-6.jpg


Yanyanayız.Yalnız...Ve dünyanın ortasında...Kalabalıktan örülmüş bir dairedeyiz. El yordamımız, kıpırdayan herşeyi çeperlerinden tanımakla dolduruyor vaktini.Körlüğü tutkulu bir gayretle bütün vadilere yayıyoruz.Bütün mutena serinlikleri tek tek kaybediyoruz.Bu fasit yürüyüşü engellemeye ne niyetimiz yetiyor, ne de gücümüz. Tutsağız; kendi dipsiz kuyularımızda debeleniyoruz.Tutsağız; kalabalık bir dairede hiçbir şey görmeden dönüyoruz.Yanyanayız.Yakında.Ve en uzaktayız.Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir? Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gökhan Özcan okumak iyi gelir


Gökhan Özcan’ı sadece kitaplarından değil gazetede yazdıklarından da takip etmeli ve bir Gökhan abi arşivi olmalı insanın.



Sevgili yazar Gökhan Özcan'ın metinlerinden Mustafa Kadir arkadaşımızın yıllar içerisinde seçtiği cümleleri çalıntılıyoruz. Şimdiye kadar böyle bir çalıntı metni yayınlamadık, bundan sonra da yayınlamayı düşünmüyoruz. Şüphesiz daha iyi Gökhan Özcan cümleleri seçkisi yapılabilir ama biz, dunyabizim.com editoryası Gökhan Özcan sevgimize yenilerek yıllarla birikmiş bu ç-alıntılama işlemini sizlere sunuyoruz.​

Biraz Gökhan Özcan okumak iyi gelir insana diyorum. Arşivimi karıştırırken eski yazılarına denk geliyorum ve alıp gidiyor başım kendi kendini.
Benim gibi ayarsız zamanlar yaşayanlar için ilaç gibi geliyor insana.
Aşırı insanlık yapanlarla hayatın ayarlarıyla oynayanları sonuç olarak aynı düzlemde tutması, kendisine bir iyilik yapıp da yine kendi havasını söndüremeyenlerin hep yanında olması beni çok etkilemiştir.
İçimizin zenginliğinin, dışımızın yoksulluğuna tosladığı zamanlarda bile mutlaka bir anlam katar anlamsızlığımıza.
Maskesiz dolaşmayın!
Kendimden çok şey buluyorum yazılarında. Gülmeyi bir savunma biçimi olarak gören ender yazarlardan biridir Özcan. Çıplak bir vücut ile nasıl toplum içinde dolaşamıyorsak aynı şekilde çıplak bir yüzle de toplumun içine çıkmamamızı öğütler.
Yüksek ihtimalle yüzümüzün de mahrem zamanları olduğunu, yüzümüzün neredeyse insanın her şeyi olacakçasınaki durumunu anlatıyor bize.
Hayatı bir köşe kapmaca tarzında yaşayanları telefon sesiyle uslandıracak kadar mütevazı biri. Birilerinin, diğerlerini alt etmek için yaptığı bütün girişimleri göz ardı eder. Çünkü hayat zaten çok ihtiyacımız olduğu bir zamanda bizi müsait bir boşlukla dolduracaktır.
28641.jpg

Kendi kendisine konuştuğu zamanları vardır aslında devamlı bizimle konuşmakta olduğu. Bambaşka dünyalara bırakır insanı, ama içinde kendimiz olan.
Küstüğü zaman ne kalabalıklar mest edebilir onu ne de mahallede penceresinden, seyyar satıcıları bağırarak durdurabilen ev kadınları.
Sözleri sert bir cisim haline getirip tenine batırsan da ses yok.
Sözü nesneleştirip ruhunu öldürsen de.
Çünkü ne kadar uzaklaşırsa yaşamdan o kadar içinde buluyor kendini.
Vazgeçmeler ve tekrar dönüşler…
Kendini bulmak için dolaşmalar...
Devamlı gezintiye çıkıyor. Bazen kendi içinde, bazen dışında dünyanın.
Garip bir seyahat listesi var elinde. Derdi ne bu adamın diye sorasım geliyor içimden.
Sonra arka balkonumdaki rengi solmuş haftalık bir gazetenin sayfalarına danışıyorum.
Ve vazgeçiyorum.
Ait olmak istediği yerlerde kaybediyor kendisini. Kendisini sahiplendiğinde ise kimsesiz kalıyor. Yeri geliyor babasından kalma hançerle göğsüne soru işaretleri çiziyor.
Yeri geliyor ölü bir tohum olduğunu haykırıyor.
Sözlerine uçurtma takıp eğlenmek istediği zamanlar oluyor ama hiç gökyüzü kalmayacak diye üstlerinde bundan da vazgeçiyor.
Sesine özgürlük bahşetse mesela duydukları inanılacak gibi değil.
Hayranlık
Hem yaşamaktan yorgun hem de ruhunun deli taylarını tehlikeli çayırlara salan… Saatini ısrarla hiç çalmayacağı zamanlara kuran ve öylece bekleyebilen… Evet, yüreğinin ve düşüncelerinin en gizli ve en onaysız yönlerini açık bir şekilde paylaşan adama hayranlığımı gizleyemiyorum.
Anlaşabildiği tek canlı olan kuşlarla bile konuşma yasağı getirilmiş.
Kravatını gevşetse yanlışlıkla, mahkemede ayaklarını uzatıp cigaraya abanabilir hiç abartısız.
İtiraf etmem gerekir ki güneşin doğduğu yerden doğmasıyla battığı yerden batması arasındaki zamanı içinde sükûneti bozmadan bağırmasını anlıyor gibi yapsam da balkonlardan hikaye silkelerken düşüncenin bıyığını burmasını hiç ama hiç anlamayacağım.
Tineri koklamanın hayatı koklamakla olan bağlantısını hem bilmek hem de sorulunca söylememek özgürlüğü ile açıklamaktan başka bir çarem kalmıyor ne yazık ki.
114232.jpg
Aykırı düşünceler ustası

Köprünün altından akan suları haraca bağlamak isteyen bir adamdan bahsediyorum size. Sokak lambalarını, sabaha kadar yandıkları için ceza vermek isteyen birinden.
İri ve siyah karpuz çekirdeğinin kavun tabağında ne aradığını sorabilen bir düşünce yapısına sahip insandan. Patlamış zavallı mısır taneleri için ağlayan bir yazar düşünün.
Burnunun kemiğindeki acıyı mendille silmek isteyen acayip biri işte.
Sırf yazısının düğmelerini ilikleyemediği için hayatla yakınlık kuramayan bir yazar.

Hala yaşıyor gibi mi yaşıyor bilmiyorum lakin benzer duygular hissedenleri Gökhan Özcan arşiv incelemesine davet ediyorum.

Mustafa Kadir Çelik ‘serçe parmağına’ da dokundu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
191817161514131210’dan tren yapalım


Bir Gökhan Özcan kitabı Altmışikiden Tavşan çocuk muhayyilemizde yer etmiş idi.



Su Kitapları: “Aç, iç, oku”

“Öyle bir dünyadayız ki ayakta durmak için kalbimize tutunmak zorundayız. Kalbimiz derinlerde. Derinliklere bir taş at ve gelecek sesi dinle. Bu kitabı aç ve okumaya başla. Bir ses duymadınsa kitabı kapattıktan sonra defterini aç ve sesini duyabileceğin bir kitap yazmayı dene.” Bu cümleler, Mevlâna İdris’ten. Kırkambar Yayınları’nın açılıp, içilip okunası dizisi Su Kitapları’nın ikincisinin başında, “Sevgili Okur” hitabının hemen altında yer alan sevilesi, anılası bir editör yazısından.

Sevgili bir okur olarak elime aldığım ve kendisini bağışlanacak kitaplar arasında görüp cebren kendime bağışlattığım bu kitap, 97 basımı bir Gökhan Özcan kitabı: “Altmışikiden Tavşan” Özcan, on tane öykü hazırlamış, Ersin Şahin de onları bir güzel resimlendirmiş.

Kitaba ismini veren ilk öykü, matematik ödeviyle cebelleşmeye hazır, hırpani bir mücadele için istemeye istemeye kollarını sıvamış bir çocuğun, duvar gibi önünde duran sayılarla n’edeceğini bilemeyedururken bir tutam içgüdü ve bir tutam zeka parıltısıyla 62’den küçük bir tavşan yapılabileceği bilgisinin ötesinde, içine düştüğü ve biteviye uzanan bir çizgisel serüveni, kalemiyle kapısını açtığı yepyeni bir dünyayı anlatır.

62’den neler yapılır?

62’den sadece tavşan yapılmayacağını keşfeden ilk çocuk benim ve üstelik sevimliyim, diye düşünen ve hakikaten de sevimli işler yaparak sevimliliğini ispat eden bir çocuğun rakamsal oynayışlarını görürüz. 62’den neler yapılabilir? Bir çiçek, bir saksı, bir yelkenli, bir köpek, bir zürafa, bir bahçıvan, bir gerdanlık, bir üzüm salkımı... Kısacası kocaman bir dünya ya da bir çiftlik kurulabilir mesela. 62 bir saplantı da değildir üstelik. Çünkü 14’ten bir küvet, 143’ten sabun fabrikası, 4687’den bir diş fırçası, 191817161514131210’dan bir tren yapılabilir. Zaten çocuğumuz da bunları teker teker çizmiş. Sonra da: 122’den kuyruğuna muslu takılmış bir deve, 75’ten akvaryuma düşmüş bir paket badem ezmesi, 9876’dan mavi gözlüklü küçük bir kız çocuğu, 060908070302’den şişmanlar için imal edilmiş körüklü bir otobüs...

Bunlar ne biçim renk?!

“Altmışikiden Tavşan”, herkese “Bu kitabı aç ve okumaya başla!” cümlesiyle beraber hediye etmek istediğim, bakış açımızı ve tasvir gücümüzü tasfiye eden ya da ters köşeye yatıran, bazen bütün ezberlerimizi bozan veya hallaç pamuğu gibi atan, dokunduğunda yüzümüzde bir tebessüme dönüşecek cümleleri haiz bir kitap.

Kitabı okurken kırmızı kalemle birçok yeri çizdim. (İlk defa bir çocuk kitabını altını çizerek okuyorum galiba!) Beraber gülelim diye de bazısını arkadaşlarıma okudum, mesaj attım... Dünyabizim ahalisi için de bir iki tanesini buraya almıştım ki... (GYY’nin usturasına takıldı. Umarız sevgili okurlarımız bu cümleleri kitaptan okurlar -editör notu-)

Bir çocuk kitabında çocuk kavrayışını görmek her zaman mümkün olmayabiliyor. Abidin’in Resmi hikayesinde renklerin isimleri hepimize kitap hakkında bir ipucu da verebilir: Eriyip akmış şeker rengi, kirli bisiklet tekerleği rengi, çürük armut rengi, leblebi tozu rengi, bağıran kız kardeş rengi ve ıspanak böreği rengi...

Faruk Amcanın Kamyonu

“Faruk Amcanın Kamyonu” bir taşınma öyküsüdür. Evin bütün eşyaları -kapsar bütün çiçekleri- yeşil tıslayan kamyona yerleştirildikten sonra şoför Faruk Amcadan destur alıp şarkıları, oyunları ve masalları için yer arayıp sonunda onları yükleyen bir çocuğu anlatır. Ancak ablasının da yardımını alarak şarkı ve oyunlarını koyar kamyona: “Kör olası çöpçüler”i, “Yağmur yağıyor seller akıyor”u, “Oo piti piti karamela sepeti, terazi lastik cimnastik”i ve “tin tin tinimini hanım”ı rüzgardan savrulup uçmasınlar diye korunaklı bir köşeye yerleştirir. Oyunları da itina ile ayrı bir kutunun içine toplar: Bakkalcılığı, doktorculuğu ve evciliği bir yana, askerciliği, polisçiliği ve kovboyculuğu bir yana, saklambaç, kovalambaç ve sek sek oyunlarını diğer yana... Eve döndüğünde çıplak tahtanın üzerinde mahzun mahzun ona bakan masalarını görür ve onları da yanına alır: Keloğlan, Yedi Cüceler, Peri Padişah, Zümrüdüanka Kuşu...

“Altmışikiden Tavşan”da, Yüzkilomürvet Teyze ve televizyonundaki Uzay Yolu’nu ziyarete gitmiş Kaçak Dr. Kimble, onunla hasbihal eden Kaptan Kirk ve Atılgan’ın mutfağında çay demleyen Mr. Spock, pek de uzakta durmayan Jetgiller, ağaçkakan Woody ile Ayı Yogi’yi de tebessüm ederek okuyun. Haydi selametle...

Suleyha Şişman açtı, içti, okudu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
114232.jpg


Zihnimizi ters köşeye yatırır Gökhan Özcan


Bir koşu gibi yaşadığımız ve durup düşünmeye imkan vermeyen kargaşada Gökhan Özcan’ın yazıları bize şunu hatırlatır: “Biz ölümlüyüz unutma, kendini kaptırma!”


Mektuplarımı ve eskiden kesmiş olduğum bazı gazete kupürlerini sakladığım çekmeceyi arada açıp düzenlediğim zamanlarda, çocuklar yavaşça yanıma süzülme gayretinde oluyorlar. Merakla, annelerinin itinayla bu kadar kıymet verdiği artık iyice sararmış gazete parçalarının ne olduğunu keşfetmeye çalışıyorlar.
Aslında babamın özenle kesip biriktirdiği gazete sayfalarını artık evde yer kalmayınca alt katımızdaki dairede kolilerde muhafaza etmeye başlayıp da kurtların yiyip tırtıkladığına şahitlik ettikten sonra fazla bir şey saklamıyorum. Dedim ya, bir çekmececik sadece. Ama o yazıları arada şöyle bir gözden geçirmek iyi geliyor.
Bu hayli sararmış gazete yazılarından çoğu Gökhan Özcan’ın “Ters Köşe” yazıları. Ben dalıp gitmişim yine ve yazarın matrak üslubu ile bezeli bir yazısına kendi kendime gülüp coştuğumu görünce çocuklar da koşup yanıma geldiler ve ne okuduğumu öğrenmek istediler elbette. Çocuklara, “size bahsediyorum ya ‘Gökhan Özcan’ diye, ‘ilerde mutlaka okumanızı arzu ettiğim yazarlardan’ diye, işte onun yazıları” diyorum. “Bakın size bir yazısını okuyayım da dinleyin.” Ve “Farzımuhal” başlıklı yazısını okuyorum. “Gözlerinde bozukluk olduğu saptanan kırmızı domatesler gözlük takmaya başladığı zaman Türkiye’de demokrasi olacak!” diye başlayan ve bir sürü muzip “-cak”larla devam eden matrak bir yazı. Çocukların çok hoşuna gitti tabi. Kıkırdayıp durdular yazı bitene kadar. Böylece ilk “Ters Köşe” tohumunu taze kafalarına serpmiş olduk inşallah.
Sınırsız bir hayal gücü var
Gökhan Özcan’ın Serçe Parmağı (April Yayıncılık) kitabını bitirdikten sonra onun muhayyilesinin sınırsız olduğuna iyice kani oldum. O kadar derin ve o kadar uçsuz bucaksız, kural tanımaz bir hayal gücüne sahip ki, bu öyküler başka türlü yazılamazdı herhalde. Kitaba da isim olan “Serçe Parmağı” hikâyesi mesela. Hiç daha önce serçe parmağının serçeler konabilsin diye bu ismi almış olabileceği gibi “kaçıkça” bir fikre sahip olmuş muydunuz?
Nasıl bir tutulmadır ki bazen hayal kurarken bile ciddiyetten ve katılıktan beri olamıyoruz. Belki de yazarın “Çatlak” isimli öyküsünde belirttiği gibi sert kelimeler kullanmaktan ve de duymaktan iyice sertleşmişiz de bu sertlik beynimizi bile kemikleştirmiş. Hayallerimize bile sirayet etmiş de farkında değiliz. Bütün naifliğimizi kaybetmişiz adeta. Yazar ise o çocuk saflığını ve masumiyetini hiçbir zaman kaybetmeden yazmaya devam ediyor.
Kafayı düzeltmek ters köşeyle mümkün
Zaten Gökhan Özcan demek, kaybettiklerimizi hatırlamak, bulmak, biraz olsun farkında olmak demek. O bizi tersten, tersinden düşünmeye sevk eden adam. Harflerin yerini değiştirerek yazdığı yazılarla kafamızdaki taşları yerinden oynatan ve adeta düzene çomak sokup, gıdıklayarak yere seren acayip güzel insan. Onu okumak arada ana yoldan çıkıp tali yola sapmak gibi. Bilmediğin bir sokağa dalıp yeni yollar bulmak, yeni çıkışlar keşfetmek gibi.
Ters köşe okuyarak büyüdük biz. Bu apaçık Rabbimizin bir lütfu. Niçin? Çünkü eğer şu zamanda biraz olsun düşünebilen, Müslüman olmanın sorumluluğunu taşıyabilen, olayları göründüğü gibi değil, bir de arka penceresinden yorumlayabilen, detayları önemseyen, cezbedici dünya hayatına çelme takmayı, hatta onunla kafa bulmayı becerebilen bir fert olabildiysek, bu, ters köşelerin toplamının kafamızın içerisinde meydana getirdiği tadilatların sonucudur.

untitled-1.jpg


Kelimelerle arkadaş olmuş

Her zamanki gibi yine ciddi bir meselenin gündemin ortasına düştüğü bir esnada, Gökhan Özcan olayları öyle bir ti’ye alır ya da alırmış gibi yapar ama esasında mevzunun bam teline parmak basar da bunu sadece onu okuyup bilenler farkedebilir.
Onun yazıları kıvrak bir zekâdan ve rakik bir düşünceden dökülen kelimelerden müteşekkildir. Her şeyi ortaya saçıp, kolaycılığa kaçmaz. Birazını sizin kafa yorup bulmanıza ve akletmenize zemin hazırlar. Öyle kelime gelsin, kafama girsin yok! Çünkü yazar kelimelere sanki yol arkadaşı gibi muamele eder, halden hale sokar da bildiğinizi zannettiğinizin bilmediğiniz olduğunu fark ettirir size. Acıtmadan, yumuşak harflerden bir araya gelen mütebessim kelimeleriyle.
Yazılarınıza ihtiyacımız var
İlk defa onun yazılarını okuduğumda nasıl bir heyecan ve merak duydumsa, bugün de yazılarının çıkacağı gün aynı şekilde hissediyorum. Üzerinden hayli aylar geçti, bir gün yazısının çıkması gereken sabahlardan birinde onun yazısını göremeyince nasıl telaşlandım anlatamam. Hemen gazeteye telefon ettim ve sordum. Meğersem bir yakınının cenazesi varmış, o yüzden çıkmamış yazısı. Fatihalar okudum, dualar ettim yazarımın yakınına. Ama sonra da şükrettim sadece cenazesi olduğu için yazamadığına. Ya yazmayı bıraksaydı. Ya bir daha onun yazılarından mahrum kalacak olsaydık.
Zira daha önce bu çok kereler başımıza geldi. Okuduğun bir yazarın aniden yazıları yayınlanmaz olur, dinlediğin bir radyocunun programı birden kesiliverir. Falan filan, buna kimsenin hakkı yok. Ve dahi yazarların da böyle bir lüksü yok. Siz yazmazsanız biz nasıl ayakta kalabilelim, nereden beslenelim, nerden nefes alabilelim.
Yazarlarım, size sesleniyorum, haftada iki, üç gün yazmak kolay olmasa gerek lakin bir gün bile olsa bizim için yazmanız elzem. Bildiklerinizin zekâtı babından hiç değilse.
Dua niyetine
Henüz Türkiye’de yaşayanların bile kıymetini layıkıyla bilemediği bir yazar olsa da Gökhan Özcan’ın bir gün tüm dünyada tanınıp okunmasını hayal etmek istiyorum. Ve kitapçılarda bugüne kadar hiç rastlamadığım bir şeyle karşılaşmak istiyorum. Raflarda yeniden basılmış bir sürü Gökhan Özcan kitabını görmek ve almak istiyorum. Çünkü ne kitapçılarda ne de internette kitaplarını bulmanız mümkün. Bakalım bu güzellik hangi yayınevinin nasibi olacak?

F.Kebire Gündüz Karaaslan bir yazarını daha yazmaya çalıştı
 
Üst