Fİravun'a Gİdeceksİn I

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
KUR'ÂN KISSALARINDA ZİKRİ geçen tarihî şahsiyetlerin her çağdaki, bu arada yaşadığımız zaman dilimindeki izdüşümlerini arama şeklinde bir zihnî alışkanlığımız, şükür ki, mevcut. İlgili kıssaların doğrudan bize ve kendi hayatlarımıza bir yol ve ışık sunması için de, böylesi bir paralelliğin izini sürmek zaten gerekiyor.

Bir yanda Nuh, İbrahim, Salih, Hûd, Lokman, Şuayb, Musa, Zülkarneyn, Tâlût ilâahir örneklerinden, öte yandan Nemrut, Firavun, Câlût, kavm-i Nûh, kavm-i Lût, Medyen, d, Semûd ve benzeri örneklerden hareketle hem iman-küfür, hidayet-dalâlet, hak-bâtıl mücadelesinin bütün insanlık tarihini kuşatan bir vâkıa olduğunun dersini alıyoruz; hem de, birinci listede alınanlar misali bir hayat yaşayabilmek için ikinci listede yer alanların timsali olanlar karşı bugün nasıl bir duruş sergileyeceğimizin cevabını buluyoruz.

Bu minvalde, Kur'ân-ı Hakîm'de en geniş biçimde anlatılan kıssa olarak Musa aleyhisselam kıssasının günümüze bakan izdüşümlerini de buluyoruz elbette. Onun mazhar olduğu asâ, yed-i beyzâ, denizin yarılması mucizeleri; Firavun karşısındaki tavrı; hem Firavun kavmi, hem de Benî İsrâil ile olan mücahedesi; Hâmân, sihirbazlar, Kârun, Sâmirî.. derken, Musa aleyhisselam kıssası özellikle şu enaniyet asrında muazzam dersler taşıyor hayatlarımıza.

Ve, bu dersleri almaya çalışırken, ehl-i dinin bir kısmı, özellikle 'radikal' diye tanımlanmaya yatkın olanlar, Musa aleyhisselam kıssasını, Firavun figürünü Musa (a.s.) figüründen de öne alarak okuyabiliyorlar. Musa (a.s.) kıssasından bugüne dair alınan dersler, vurgulu bir Firavun okumasıyla çıkıyor karşımıza. Öyle ki, bu okuma dahilinde, bizatihî Musa aleyhisselam dahi, vurgu itibarıyla ikinci sıraya düşebiliyor.

Daha açıkça konuşacak olursak, o günün Firavun'u ile bugünün muktedirleri arasında birebir eşlemeler kuruluyor; ve bu arada kendimiz--herhalde otomatik olara--Musa figürü ile özdeşleştiriliyoruz. Hariçteki Firavun timsallerine dönük bu okuma biçimi içinde, gerek Musa aleyhisselamın kendi iç dünyasındaki imanî arkaplan, gerek Firavun ve timsali kişilere karşı tavrındaki bu zamanın biz insanlarına dönük ders kaybolup gidiyor.

Musa aleyhisselam kıssasının en yoğun biçimde bildirildiği sûrelerden biri olarak, belagat incisi Tâ-Hâ'daki Musa-Firavun karşılaşması, bu okuma biçimi içinde bizim nazarımızda kayıp gidenleri görmek için mükemmel bir örnek olsa gerek. Bu sûreden alınan derse binaen, Musa aleyhisselamın ağabeyi Hârun ile beraber Firavun'a gittiğini hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla, her çağın Musa-misal kişilerinin o çağın Firavun-misal kişileri ile bir yüzleşme yaşama durumunda olduğunu da.

Lâkin, ilgili yüzleşmeden aldığımız dersi burada kapatıyor; ve kendimizi bir kere Musa-misal kişi (veya kişiler) olarak tanımlayıp, Firavun-misal kişi (veya kişiler) ile nasıl yüzleşeceğimizeÑsûrenin bu noktada aşikâr veya telmih sûretinde getirdiği ölçülere dikkat etmeksizinÑkendi aklımızca, daha da doğrusu, kendi hissiyatımızca karar veriyoruz. Ve, aklımızca verdiğimiz kararlardan daha ziyade tavizcilik ve gevşeme, hissiyatımızca verdiğimiz kararlardan ise ölçüsüz, hayırsız ve semeresiz öfke ve hiddet tabloları çıkıyor. Bu arada, özellikle şahsî hayatlarımız açısından vazgeçilmez öneme sahip iman ve marifetullah talimiÑkıssa bu dersi net biçimde içeriyor olmakla birlikteÑkesinlikle gözden kaçıyor!

Biraz daha açarsak:

Tâ-Hâ sûresinde iki kere, 24. ve 43. sûrelerde 'Firavun'a git!' emrini veren Kadîr-i Zülcelâl, her iki âyette de bunu 'onun tuğyana sapması' temeline dayandırıyor. Tuğyan ki, 'azma' şeklinde meal verilen bu hal--Kur'ân'ın genelinden aldığımız kavramsal derse binaen--küfrün en nihai ve mütecaviz aşamasını temsil ediyor.

Bu iki âyetten ilkinde yalnızca Musa aleyhisselama hitaben "Firavun'a git; çünkü o azmıştır" denilir iken, ikincisinde Hârun da ima edilerek "Firavun'a gidin; çünkü o azmıştır" denilmesi herhalde manidar. Çünkü, 24. âyette zikredilen, doğrudan Hz. Musa'ya yönelik bu ilk emir sonrasında, risalet ile henüz tavzif edilmiş bir kul olarak Musa aleyhisselamın ettiği meşhur ve muazzam dua var. Bu duanın çok hikmetlerinden bir hikmetini Kur'ân Okumaları'nin ikinci kitabında "Musa'nın dördüncü duası" başlıklı yazıdaÑanladığımız kadarıylaÑanlatmaya çalışmıştık. Şu kadarını özetle söyleyelim: Celâl vasfı öne çıkan, dilinde de tutukluk olan bir kul olarak, üzerine yüklenen risalet vazifesini hakkıyla ifa için, öncelikle "Sadrımı (göğsümü) genişlet!" diye dua eden Musa aleyhisselam, 'işini kolaylaştırma' ve 'dilindeki düğümü çözme' talebinden sonra, cemal vasfı öne çıkan ve meramını da çok iyi ifade eden ağabeyini kendine yardımcı kılmasını istiyordu Rabbü'l-âlemîn'den. Ki, bu duanın kabul edildiğini, 43. âyette net biçimde anlıyoruz: "Firavun'a gidin; çünkü o azmıştır."

Bu noktadan hareketle, birinci dersi peşinen almış oluyoruz. Firavun'a paldır-küldür gitmek değildir Rabbü'l-âlemîn tarafından istenen. Firavun'a, sırf bir celâl hâlesi içinde gitmek, yahut sırf bir cemal hâlesi içinde gitmek de değildir. Firavun'a gidilecektir; lâkin, maksat onu tuğyanından alıkoymak ise, aslolan celâl ile cemâli beraberce barındıran bir ruh hali ve üslup ile gitmektir. Yani bir yanda öfke ve hiddetten, öte yanda korku ve tavizkârlıktan azade biçimde, celâl-cemal muvazenesinin tezahürü olan bir vakar ve sükûnet içinde gitmektir.

Bugün dünyanın şu veya bu yerindeki ehl-i dinin büyük kısmının "Firavun'a git!" emrini, içerdiği bu boyuttan mahrum biçimde algılayıp uygulamaya koyduğu şeklinde bir gözlemim olduğunu belirtmekle yetiniyor; Musa aleyhisselamın "Firavun'a gidiş" bölümünden şu an için aldığım ders ve hissenin devamını bir sonraki yazıda sürdürüp, üçüncü yazıda tamamlamak istediğimi belirtmek istiyorum.

Rabbimizin bizleri öfke ve hiddetten de, tavizkârlık ve korkaklıktan da azade, Musa ve Hârun misali vakar ve sükûnetle kuşanmış mü'minler kılması duasıyla..

metin karabaşoğlu
www.karakalem.net
 

nurcan

Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
60
Tepkime puanı
0
Puanları
0
kardeşim eline diline sağlık ALLAHrazı olsun
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Fİravun'a Gİdeceksİn II

MUSA ALEYHİSSELAMA İLK vahiy anında "Firavun'a git" emrinin verilişini, Musa aleyhisselam'ın Hârun'un da bu vazifeye dahil olması yönündeki duasını, bu duanın kabulü ile beraberce Firavun'a gitmelerin emredilişini ve bu beraberce gidişteki bize dönük ders ve hikmeti aynı başlığı taşıyan ilk yazımızda anladığımız kadarıyla anlatmaya çalışmıştık.

Bu "Firavun'a gidin!" ilâhî emrinin mütemmimi olan unsurlardan ikisi ise, Tâ-Hâ sûresinin 42. âyetinde belirtildiği üzere, 'Allah'ın âyetleriyle'; ve, 44. âyette belirtildiği üzere, 'kavl-i leyyin' ile gidiştir.

42. âyetteki 'âyetlerimizle' kaydı ile bildirilen, kevnî âyetler midir, vahiyle gelen âyetler midir, yoksa her ikisi midir; bilmiyorum. Her hâlükârda, 'âyetlerimizle' kaydı, net bir biçimde, Musa ve Hârun aleyhimesselam ile Firavun arasındaki diyalogu yatay düzlemde bir diyalog ve mücadele olmaktan çıkarıcı bir mahiyet taşır. Yani, Musa aleyhisselam, Firavun'a kendi adına ve kendi aklınca bulduğu tezler ve iddialar ile gidiyor değildir; kendisinin ve Firavun'un Rabbi olan Allah-ı Zülcelâl adına gitmektedir. Bu yönüyle, 'âyetlerimizle' kaydı, bizlere de, yatay düzlemde ve şahıslar düzeyinde kalabilecek bir mü'min-kâfir mücadelesinden öte, bir iman-küfür mücadelesini ders veriyor olsa gerektir. Yani, Musa ve Hârun ile Firavun (dolayısıyla Musa ve Hârun'un yolundakiler ile Firavun çizgisinde olanlar) arasındaki mücadele, bir sen-ben mücadelesi değildir, olmamalıdır. Mücadele, esasen, şahıslar arasında değil, fikirler arasında yürümektedir ve yürümelidir.

44. âyetteki 'kavl-i leyyin,' yani 'yumuşak bir söz' kaydı ise, son derece manidardır. Firavun, küfrün en uç derekesi olarak 'tuğyan'a sapmış, bu meyanda kendi ilahlığını ilan etmiş biridir. Fakat, o güne kadar bir vahye muhatap olmuş da değildir. Böyle bir durumda, Kadîr-i Rahîm, Firavun için, peşinen "Firavun adam olmaz" gibi bir hüküm vermekten öte, resûlü olan Musa ve nebîsi olan Hârun aleyhimesselam ile onun kalbinin vahye muhatap olması için en elverişli ortamı yaratmayı murad etmektedir. Firavun, ancak vahye muhatap olması için en elverişli zemin yaratıldığı halde küfür ve tuğyanında ayak dirediği zaman, mutlak anlamla mesuliyeti yüklenecektir. Diğer bir ifadeyle, Firavun-misal insanlara dahi, eğer doğrudan vahye muhatap olmadan bu duruma düşmüşse, vahye muhatap kılmak suretiyle-tabir yerindeyse-'son bir fırsat' sunulmaktadır.

Vahye muhatap kılmanın bu âyette gösterilen usul ve üslubu ise muazzam derecede manidardır. Zaten mücessem enaniyet olmuş, öyle ki kendini ilahlaştırmış bir insana, damarına basarak, kafasına vura vura, hiddetini celbeden bir üslupla vahyi iletmek, onu gerçekten 'vahye muhatap etmek' midir? yetten anlaşıldığına göre, hayır! Firavun, vahye muhatap kılınacaktır; Firavun'un durumundaki bir kişinin vahye muhatabiyeti ise, 'damarına basmak' suretiyle değil, 'kavl-i leyyin' ile, 'yumuşak bir söz' ile hakikatin ifade edilmesiyle mümkündür. Ki, maksadın Firavun'u tahkir ve tahrik etmek değil, tuğyana bırakıp imana gelme yönünde 'son bir fırsat' sağlamak olduğu, "Ona yumuşak bir söz söyleyin" emrinin hemen ardından gelen kayıtla anlaşılmaktadır: ". . . Ola ki, hatırlar veya korkar."

Demek ki, hakikati temsil ediyor olduktan, söylediği söz ve davet ettiği mesaj hakikat olduktan sonra, bunu dile getirmek için öfkeye ve hiddete hacet yoktur. Zâtında hakikat olmanın gücünü taşıyan bir sözün, gücünü ziyadeleştirmek için, hiddet ve öfke boyutu taşımasına hacet yoktur. Hakikat, zâtında güçlüdür; onun vakur ama yumuşak, yahut yumuşak ama vakur bir üslupla söylendiği takdirde, Firavun-misal kişilikler dahi, eğer imana gelecek bir potansiyeli gene de taşıyor iseler hakikat olup fıtratına dercedilmiş bulunanı 'hatırlama'; yok böyle bir potansiyeli hepten yitirmiş ise, kendi yoluna ve çizgisine dokunan bu sözün gücünü ve hakikatini içten içe sezip 'korkma' durumuna gelmektedir. Lâkin, sözün söylenişindeki 'kavl-i leyyin' ile, bu söz karşısında üretilebilecek dahilî ve haricî savunma düzenekleri yıkılmaktadır. Açıkçası, Firavun'a gidip kendisine hakikat söylendiğinde, ama hakikat hakikatlı bir üslupla-yani, kavl-i leyyinle-söylendiğinde, Firavun ne iç dünyasında 'damarıma dokunuldu' türünden inat ve ısrar gerekçeleri üretebilecektir; ne de dış dünyada inat ve ısrarını başkaları nezdinde haklılaştırabilme imkânı bulacaktır. Keza, hakikat hakikatli bir üslupla söylendikten sonra, Firavun'un ve de Firavun-misallerin, bu hakikati söyleyen ve temsil eden kişilere karşı girişecekleri zecrî tedbirleri mazur ve mâkul göstermeleri de mümkün olmayacaktır.

O yüzden, ehl-i imanın, Firavun-misal kişilere ve zümrelerin kendi akıllarınca ürettikleri tezlere ve vehimlere karşı, ". . . âyetlerimizle gidin!" ilâhî fermanındaki ders mucibince, Rabb-ı Rahîm'in vahyinin rehberliğinde kavranan hakikatlerle muhatap olması icab etmektedir. Dahası, hakikatin bu tebliğinin, hakikatli bir biçimde-'kavl-i leyyin' ile, damara basmadan, tahrik etmeden, akla kapı açarak, nefse bahane bırakmayarak-yapılması icab etmektedir.

Evet, Firavun'a gidilecektir; ama, kendi aklımızca ürettiğimiz tezler ve usuller ile değil; vahiyde ve fıtratta yeri olan 'hakikat'ler ile gidilecektir, ve de hakikatli bir usulde gidilecektir.

Bu olmadan Firavun'a gidilmişse, aslında, "Firavun'a gidin!" emri yerine getirilmemiş demektir.

Metin KARABAŞOĞLU
KARAKALEM DERGİSİ
www.karakalem.net
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Fİravun'a Gİdeceksİn III

ÖNCEKİ İKİ YAZIMIZDA, Musa ve Hârun aleyhimesselamın Firavun'a gidişinin öncesine dair âyetlerden kabiliyetimiz nisbetinde anladığımız bazı hakikat ve ölçüleri aktarmaya çalışmıştık. Özetle, hakikatın celâl-cemal muvazenesi içinde ve hakikatli bir üslupla sunulmasıydı bize verilen ders.

Ve Musa ve Hârun aleyhimesselam, Firavun'a giderler. Ondan, Rablerinin emrettiği üzere, köleleştirilmiş Benî İsrâil'i tekrar Filistin'e götürmelerine müsaade etmesini isterler. Rablerinin, Firavun'un da Rabbi olduğunu açıkça ilan ederek, "Biz Senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâil oğullarını bizimle beraber gönder, onlara işkence çektirme. Biz, Rabbinden gelen bir mucize ile sana geldik" der ve hidayetle müjdeleyip azapla korkuturlar.

Buna karşı, Firavun, Rabbü'l-âlemîni kendi Rabbi olarak tanımadığını ima eder biçimde, "Ey Musa! Rabbiniz kim?" diye soracaktır.

Bunun üzerine, Musa aleyhisselam, "Rabbimiz o Zâttır ki; herşeye özel bir şekil veren, sonra (karmaşık yollar içinde) ona doğru yol gösterendir" buyuracak ve--Tâ-Hâ sûresinin yanında Şuarâ sûresini de okuyacak olursak--Rabbü'l-âlemîn'in göklerin, yeri ve aralarındakilerin Rabbi; Firavun ve kavmi ile atalarının Rabbi; doğunun, batının ve aralarındakilerin Rabbi olduğunu ders verecektir.

Rabb-ı Rahîm'in küllî ve mutlak rububiyetini ders veren böylesi bir tebliğ karşısında eli kolu bağlanan Firavun Rabbü'l-âlemîn'e güya acz izafe edip ahiret azabına dair uyarıyı da savuşturmak üzere "İlk çağların hali ne olacak?" sorusunu gündeme getirdiğinde ise, Musa aleyhisselam bir peygambere yakışan şu nefis ve beliğ cevabı verecektir:

"Onların hal bilgisi, Rabbimin kitabında mevcuttur. Rabbim ne şaşırır, ne de unutur. O Rabbim ki, yeri sizin için bir beşik kılmıştır. İçinde de sizin için yollar yaratmıştır. Ve gökten su indirendir." (Tâ-Hâ, 20: 52-54)

Bunun ardından ise, Firavun'a şu ilâhî vahyi okuyacaktır:

"Biz o su ile muhtelif bitkilerden çiftler çıkardık. Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın. Muhakkak bunlarda, akıl sahipleri için ibret alınacak âyetler vardır. Sizi yerden yarattık ve sizi ona iade ediyoruz. Yine bir daha sizi ondan çıkartacağız." (Tâ-Hâ, 20:54-55)

Tâ-Hâ sûresi kadar, Şuârâ ve Kasas gibi sûrelerde de değişik veçheleri ile aktarılan bu 'Firavun'a gidiş' hadisesinin her karesinde, her çağın mü'minleri için muhakkak ibretler vardır. Bu asrın mü'minlerinin bu görüşmede özellikle dikkat etmeleri gereken bir nokta ise, yapılan görüşmenin ve bilhassa Musa aleyhisselam tarafından söylenen sözlerin muhtevasıdır.

Dikkat edilirse, Firavun'la şahsî veya siyasî bir hesaplaşma sözkonusu olmamıştır. Yalnızca, köleleştirilmiş Benî İsrail'in Filistin'e dönmek üzere özgür bırakılması istenmiştir, o kadar. Bunun ötesinde ne iktidara talip olunmuş; ne de doğrudan Firavun'un şahsı hedef alınmıştır. Ve, uluhiyet ve rububiyet hakikati, Firavun'a, sergilediği olumsuz tavra ve geçmişte yaptıklarına rağmen, kavl-i leyyinle ve akla kapı açar biçimde anlatılmıştır. Bir noktayı bir kez daha vurgularsak, Firavun'a uluhiyet ve rububiyet hakikati anlatılmıştır.

Bu hususu zihnimizin bir köşesinde tutarak, bugünün ehl-i dininin, bu zamanın Firavun-misal şahsiyetlerine yönelik doğrudan ve dolaylı seslenişlerine bakalım: Acaba, kaç Firavun-misal şahsiyete Musa-misal bir muhteva, usul ve üslupla gidilmiştir? Veyahut, şöyle soralım: Bugünün Firavun-misal şahsiyetlerine Musa-misal bir muhteva, usul ve üslupla hitap edebilen kaç insan vardır? Bugünün Firavun-misal şahsiyetlerine karşı söylenen ve de yazılıp çizilen şeyler, celâl-cemal dengesini taşıyan, ne öfke ne de teslimiyet zaafı taşımayan, bir siyasî iktidar hesabı ile yaftalanması gayrıkabil, şahıslara yönelik özel bir tahkir boyutu da bulunmayan saf bir özgürlük talebi ve sağlam bir rububiyet ve uluhiyet dersi hükmünde midir? Yoksa, imanî bir talim ve ders hep gözardı edilmekte; hep yatay düzlemde, iktidar talebi yahut şahsî husumetlerle karışık bir biçimde mi Firavun-misal kişilere gidilmektedir?

Açıkçası, Firavun'a gitmek bir emr-i ilâhîdir. Ama emr-i ilâhî, Firavun'a, Allah'ın varlık ve birliğini, mutlak uluhiyeti ile küllî rububiyetini belgeleyen âyetler ve delillerle ve de 'kavl-i leyyin'le gitmektir--öfkeyle, indî hükümler ve arzî hükümlerle, doğrudan şahsını veya iktidarını hedef alarak gitmek değil.

Ve, "Firavun'a gittim ve hakkı tebliğ ettim" diyebilmek için, Musa'nın (a.s.) Firavun'a söylediğini, Musa'nın (a.s.) Firavun'a söylediği şekilde söyleyebilmiş olmak gerekmektedir.

Bugünün ehl-i dininin genel tavrı ve söylemi bu teraziye vurulduğunda ise, vaziyet murad-ı ilâhîye pek de mutabık gözükmemektedir.
 
Üst