dedekorkut1
Doçent
FIKHÎ KAVRAMLAR
SELİM GÜRBÜZERFıkhı kavramların tümüne vakıf olmak elbette kolay bir iş değil. Yinede fıkhı meselelerde en çok karşılaştığımız kavramların karınca kaderince aşinalık kazanmak bakımdan bilinmesinde fayda var düşüncesiyle fıkıh kitaplarında yer alan bu kavramların bazıları ne anlama geliyor hep birlikte bir göz atıp neymiş bir görelim:
Istılah: Bir kelimenin sözlük anlamı dışında anlamı olan bir terimdir.
Fıkıh: Adı üzerinde fıkıh, yani sözlük anlamı derinlemesine bilmek, yani anlayış derinliği manasına bir şeyi tam bilmek olarak kullanılan bir kavram olup ıstılahı olarakta şer’i bilgilerin tümünü içeren İslam hukuku anlamına gelen bir kavramdır. Hiç kuşkusuz fıkhın İslam hukuku çerçevesinde gün yüzüne çıkmasında müctehid âlimlerin katkı payı çok büyüktür. Nitekim fıkıh kaidelerini derleyip, toplayıp, bab’lara (bölümlere) ve fasıllara ayırmak suretiyle talebelerine takdim eden ilk bilge âlim zat İmam-ı Azam’dır. Öyle ki; bir rivayete göre İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin şer’i kaynaklardan çıkardığı fıkhı hükümlerin sayısı seksen üç bin olup, bu rakamın otuz sekiz bini ibadet oluştururken diğer kırk beş binini ise muamelat konularını kapsar. İşte merak bu ya İmam-ı Azam'ın bu çok yönlü bu bilgi donanımına sahip bir bilge şahsiyet olduğunu bilenler ister istemez o’na şu soruları sormadan da edememişlerdir:
- Efendim, içtihat ettiğiniz bir hususta Allah'ın kitabına aykırı bir durum gördüğünüzde nasıl bir yol izlersin?
İmam-ı Azam Ebu Hanife:
-Kendi görüşümü terk ederim.
Tekrar sormuşlar:
-Peki, Allah Resulünün sözlerine görüşün ters düştüğünde nasıl bir yol izlersin?
İmam-ı Azam Ebu Hanife:
-Kendi içtihadımı hadis-i şerif için terk ederim.
Yine tekrar sormuşlar:
-Peki, beyan ettiğiniz bir görüş sahabenin görüşüne aykırı düştüğünde ne yaparsınız?
İmam-ı Azam:
-Kendi görüşümü sahabenin fikri için terk ederim.
Ve en son şu soruyu sormuşlar:
-Peki, görüşünüz Tabiûn’un görüşüne aykırılık teşkil ettiğinde ne yaparsın?
İmam-ı Azam Ebu Hanife:
-Tabiûn insansa bende bir insanım, o halde benimde görüş belirtmem gayet tabii bir durum diye cevap vermiştir.
İşte yukarı satırlarda geçen bu müthiş soru cevap düellosundan ister istemez bizimde ‘acaba fıkıh sahasında sadece İmam-ı Azam mı otoriterdir’ suali aklımıza düşmekte. Hiç kuşkusuz İmam-ı Azam bu sahada tek değildir, en az onun kadar veya ona yakın düzeyde daha nice fıkıh sahasında söz sahibi otoriterlerimizde var elbet. Mesela bu düzeyde imamlar arasında fıkıh konusunda ilk kitap ortaya koyma şerefine nail olmuş İmam Şafii bunun en bariz örneğidir zaten. Malumunuz böyle bir şerefe nail olmak için fukahâ (fakih) ehlinden olmak gerekir. Ki; bu müthiş donanıma sahip özelliğinden dolayı da ismiyle müsemma Şafii mezhebi doğuverir. Tabii bu kervana İmam Hanbelî ve İmam Maliki kendi isimleriyle müsemma mezheb imamları da buna dâhildir.
Şurası muhakkak İslam fıkhî başka milletlerin hukukundan kopya değildir, bilakis edille-i şer’iyye kapsamında istihsan, istishab, örf ve teamül gibi kaynaklarla birlikte gün yüzüne çıkıvermiş hükümler dizisidir. Bakınız Peygamberimiz (s.a.v) bizatihi kendi risaleti döneminde sünnetinin kayıt altına alınması hususunda bizatihi Abdullah b. Amr’ı görevlendirmek suretiyle kaynak hamlesi başlatan Gül Nebimizdir. İşte bu hamle ileriye örnek teşkil ettiği içindir ki, Hz. Osman (r.a)'da elde ki mevcut tek Mushaf’ı çoğaltmak suretiyle kendi sınırlarının ötesine taşıyacak bir hamleyi başlatmasına yetmiştir. Keza Emevi Halifesi Ömer bin Abdülazìz ise sünnetlerin tedvini yönünde ilk hamlesini Medine Valisi Ebu Bekir bin Muhammed bin Hazm’a yazdığı mektupla emir buyurarak başlatacaktır. Derken o da bu emrin gereğini yerine getirilmesi noktasında tüm valilere haber salaraktan bu hususta maksat hâsıl olur da. Hele bilhassa Tabiûn devri ulemasından Ebu Bekr Muhammed b. Müslim b. Ubeydillâh İbn Şihab ez-Zührì bu duyuru karşısında üzerine vazife bilerekten derhal kolları sıvayıp hadis külliyatının doğmasında öncü isim olarak adından söz ettirir bile.
Asl: Bir şeyin temeli, dayandığı kök manasına bir kavram. Çoğul olarak kullanıldığında ‘usûl’ olarak ifade edilir.
Fer': Asli delillere bağlı kalmakla birlikte tali kol veya yan dal şube diyebileceğimiz birinci derecede gerekli olmayıp ancak ikinci derece öneme haiz delil manasına bir kavramdır. Bu kavram çoğul olarak kullanıldığında fürû olarak karşılık bulur. Öyle ki ulemamız bu kavramı ‘buğdaya göre darı ne ise asl'a göre fer’i de o dur’ şeklinde kıyas bir ifadeyle açıklık kazandırır da.
Fer’i hüküm: Şer’i hükümler noktasında aslı hükmün aksine ictihad gerektiren kapalı hükümleri ifade eden bir kavramdır. Malum aslı hükümler imana esaslarını kapsadığından bu tür hükümler üzerinde tevile ve ictihada gerek duyulmayan açık ve net hükümlerdir. Ama fer’i hükümler öyle değil, malum daha çok icma ve kıyas yoluyla açıklanabilecek türden hükümleri kapsamaktadır. Nitekim fer’i yönden fıkhın şer’i hükmünü açığa kavuşturmak amaçlı çaba sarf ederekten hüküm çıkarma kabiliyetine erişmiş ilim ehline isim olarak ‘müctehid’ denirken içtihada konu olan şer’i hükme de ‘müctehidün fih’ denmektedir. Elbette bir mesele hakkında hüküm çıkarmak her baba yiğidin harcı değil, tıpkı bu kuyudan su çıkarmak kadar çaba gerektiren bir iş olduğundan gizli bir şeyi açığa çıkarmak manasına adına ‘istinbat’ denmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, ilim tahsil eden bir talebenin hüküm çıkarma ehliyetine erişebilmesi için bikere her şeyden önce Kur’an diline vakıf olması lazım gelir. İcabında bu da yetmez has, amm, mücmel, müfesser, mensuh gibi temel kavramların ana içeriklerinin bilinmesinin yanı sıra sünnet metni ve senedlerinin hangi aşamalardan geçerek aktarıldığına dair ana kaynağa esas teşkil edecek bilgilere de vakıf olunması lazım gelir. İşte bu vasıfta böylesi tam tekmil donanımlı âlimin vereceği hükümde hata yapması ona bir sorumluluk yüklemeyeceği gibi hükmün açıklığa kavuşması yolunda gösterdiği onca azami gayretinden dolayı takdir görür de. Nitekim Rasulullah (s.a.v) bu hususta Amr b. As’a hitaben “Hüküm ver, isabet edersen on sevap, hata edersen bir sevap vardır” diye beyan buyurması bunun bariz bir delilidir. Oldu ya, bir gün yolumuz bir âlimin eşiğine düştüğünde ona arzuhalinizi arz ettikten sonra bir şey sorma ihtiyacı duyup sorduğumuzda şayet ‘bilmiyorum’ cevabını alırsak sakın ola ki şaşırmış olmayalım. Çünkü Şa’bi’nin dediği bir güzel söz var ki meramımızı ziyadesiyle dile getirmeye yetmiştir. Bakınız Şa’bi diyor ki: ‘Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.’ Evet, görüyorsunuz bu ifadede anlaşıldığı üzere bir müçtehit ister tevazu gereği bilmiyorum demiş olsun, isterse gerçekten sorulan bir hususu bilmiyor olsun hiç fark etmez, âlimin “bilmiyorum” demesi bilgelik şahsiyetine asla gölge düşürmeyecektir. Kaldı ki, İmam Şa’bi de bir gün bizatihi kendisine yöneltilen sorular karşısında ’bilmiyorum’ cevabı verdiğinde etraftan bir kısım insanlar şaşkın bakışlar arasında demişler ki: