Fikhî kavramlar

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
FIKHÎ KAVRAMLAR ALPEREN GÜRBÜZER
Istılah: Bir kelimenin sözlük anlamı dışında özel anlam yüklenmiş terim manasına gelen bir kavram.
Fıkıh: Sözlük anlamı derinlemesine bilmek manasına gelirken ıstılahı anlamı ise şer’i bilgiler içeren İslam Hukuku demektir. Hiç kuşkusuz İslam hukukunun oluşmasında müctehid âlimlerin katkı payı çok büyüktür. Nitekim fıkıh kaidelerini derleyip, toplayıp, bab’lara (bölümlere) ve fasıllara ayırmak suretiyle öğrencilerine takdim eden ilk bilge âlim zat İmamı Azam’dır. Öyle ki; bir rivayete göre Ebu Hanife’nin şer’i kaynaklardan çıkardığı fıkhî hükümlerin sayısı seksen üç bin olup, bu rakamın otuz sekiz bini ibadet oluştururken, kırk beş binini ise muamelat konuları kapsar. İşte İmamı Azam'ın bu çok yönlü bilgi donanıma sahip bir bilge şahsiyet olduğunu bilenler ona şu soruları sorma ihtiyacı duymuşlardır:
— Efendim, içtihat ettiğiniz bir hususta Allah'ın kitabına aykırı bir durum gördüğünüzde nasıl bir yol izlersin?
Ebu Hanife:
— Kendi görüşümü terk ederim.
Tekrar sormuşlar:
—Peki, Allah Resulünün sözlerine görüşün ters düştüğünde nasıl bir yol izlersin?
Ebu Hanife:
— Kendi içtihadımı hadis-i şerif için terk ederim.
Yine tekrar sormuşlar:
— Peki, beyan ettiğin görüş sahabenin görüşüne aykırı düştüğündü ne yaparsın?
İmam-ı Azam:
— Kendi görüşümü sahabenin fikri için terk ederim.
Ve en son şu soruyu sormuşlar:
— Peki, görüşün Tabiîn’in görüşüne aykırılık teşkil ettiğinde ne yaparsın?
Ebu Hanife:
— Tabiîn insansa bende bir insanım, o halde benimde görüş belirtmem gayet tabii bir durum diye cevap vermiştir.
İşte yukarı satırlarda geçen bu müthiş soru cevap diyaloğundan ister istemez bizimde aklımıza acaba fıkıh sahasında sadece İmamı Azam mı otoriter suali düşüyor. Hiç kuşkusuz İmam-ı Azam bu sahada yalnız değildir, en az onun kadar veya ona yakın düzeyde daha nice fıkıh otoriteleri var elbet. Mesela bu düzeyde imamlar arasında fıkıh konusunda ilk kitap ortaya koyma şerefine nail olmuş İmam Şafii bunun en tipik misalini teşkil eder. Malum, böyle bir şerefe nail olmak için fukaha (fakih) olmak gerekir. Ki; bu özelliğinden dolayı kendi adını taşıyan Şafii ekolünde mezhep doğar da. Hakeza bu vasıflara sahip İmam Hanbelî, İmam Maliki’de öyledir.
Şurası muhakkak İslam fıkhî başka milletlerin hukukundan kopya değil, tam aksine ilhamını edille-i şer’iyye ve istihsan, istishab, örf ve teamül gibi kaynaklardan alan hükümler dizisidir. Bakın, Peygamberimizde (s.a.v) kendi sünnetinin kayıt altına alınması hususunda bile Abdullah b. Amr’ı görevlendirmek suretiyle kaynak hamlesi başlatmış bile. İşte bu hamle ilerisi için örnek teşkil ettiğinden Hz. Osman (r.anh)'da elde ki mevcut tek Mushaf’ı çoğaltmak suretiyle sınırlar ötesine taşımıştır. Derken Halife Ömer b. Abdülaziz’de Tabiîn ulemasından Zühri ve Medine Valisi Ebubekir Muhammed b. Ömer b. Hazm’ı sünnetlerin tedvini hususunda görevlendirip hadis külliyatının doğmasına vesile olmuştur.
Asl: Kıyas edilen temel nitelikte kök kaynak manasınadır. Çoğulu ise ‘usul’ olarak anlam kazanır.
Fer': Asl kaynaktan ayrılan ikinci derece öneme haiz kıyaslanan şey veya şube manasına gelen tali yan dal kol olup çoğulu ise fürû olarak bilinir. Zira buğdaya göre darı ne ise asl'a göre fer’i de o dur.
Fer’i: Şer’i hükümler noktasında asl’ın zıddı bir kavram olmakla birlikte icma ve kıyas yoluyla açıklanabilecek meselelerdir. Bilhassa fıkhın fer’i kaynaklarından hüküm çıkarmak için tüm gücüyle çaba sarf eden âlim bir zat ‘müçtehit’ diye anılırken, şer'i hükme mevzuu olan her ne usûl bilgi var ise o da ‘müctehidün fih’ olarak ad alır. Elbette bir mesele hakkında hüküm çıkarmak her yiğidin harcı değil, tıpkı kuyudan su çıkarmak kadar çaba gerektiren bir iş olduğundan adına ‘istinbat’ denmiş bile. Her şeyden önce herhangi bir ilim talebesinin hüküm çıkarma ehliyetine erişebilmesi için Kur’an diline vakıf olması lazım gelir. İcabında bu da yetmez has, amm, mücmel, müfesser, mensuh gibi temel kavramların ana içeriklerini bilmek gerektiği gibi sünnet metni ve senedlerinin hangi aşamalardan geçerek aktarıldığına dair ana kaynağa esas teşkil edecek bilgilere de vakıf olmak gerekir. İşte bu vasıfta böylesi bir bilge zatın vereceği hükümde hata yapması ona bir sorumluluk yüklemez, tam aksine hükmün açıklığa kavuşması yolunda gösterdiği azami gayretten dolayı takdir görür de. Bu yüzden Rasulullah (s.a.v) Amr b. As’a hitaben; “Hüküm ver, isabet edersen on sevap, hata edersen bir sevap vardır” müjdesini vermiştir. Oldu ya yolunuz bir gün bir âlimin eşiğine düştüğünde ona arzuhalinizi arz ettikten sonra bir şey sorma ihtiyacı duyup sorduğunuzda şayet ‘bilmiyorum’ cevabını alırsanız sakın şaşırmayınız. Çünkü Şa’bi’nin dediği güzel bir söz var ki meramımız dile getirmeye yetiyor. Bakın, Şa’bi diyor ki, ‘Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.’ Evet, görüyorsunuz bu ifadede anlaşıldığı üzere bir müçtehit ister tevazu gereği, isterse bilmediğinden olsun fark etmez, onun “bilmiyorum” demesi bilge zatlığına gölge düşürmeyecektir. Kaldı ki İmam Şa’bi de bir gün kendisine yöneltilen sorular karşısında; bilmiyorum cevabı verdiğinde etraftan bir kısım insanlar şaşkın bakışlar arasında demişler ki:
— Yahu şu koskocaman Irak fakihi nasıl olur da bilmiyorum der, bu ona yakışır mı?
Ve İmam Şa’bi Kur’an diliyle şöyle karşılık vermiştir:
—Melekler Allah’a; Ya Rabbi! Senin bize bildirdiğinden başka bizim bilgimiz yoktur (Bakara–32).
Gerçektende Yüce Allah’ın (c.c) bir ayeti kerimede ; “Bilmediğin bir şeyin arkasına düşme, hakkında hüküm verme. Şüphe yok ki kulak, göz, kalp bunlardan her biri kendisinden, kendisiyle sahibinin işlediği şeyden sorumlu olacaktır” (İsra, 36) beyanıyla bu husus kendiliğinden açıklık kazanır da.
Tabii şu da bir gerçek, yukarıda adından söz ettiğimiz imamlar bizim bildik türden camii imamı değillerdir, tam aksine onlar gerektiğinde kimi zaman bir ayet, kimi zaman bir hadisle bile muhatabın sorularını bir çırpıda açıklığa kavuşturacak nitelikte imamlardır. İşte bu nitelikte şer’i hükümlere vakıf, fıkhın usul ve kaidelere hâkim İmamı Azam, İmam Şafii, İmam Malik gibi kendi tarzında fıkıh hüküm (mezhebi) ortaya koyan zatlar 'Müctehid-i fi’ş-şer'îa’ olarak adından söz ettirmişlerdir. Bunların rahle-i tedrisatından geçmiş İmam Yusuf, İmam Muhammed gibi, ya da İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi müntesip müctehid zatlar da 'Müctehid fil mezheb’ olarak anılırlar. Düşünebiliyor musun kendileri Müctehid derecede zat oldukları halde Müctehid-i fi’ş-şer’îa ehline tabii olmakta beis görmüyorlar. Ne mutlu işin ehline tabii olup yol alanlara. Keza yine bu kapsamda Tahavi, Kerhi, Halvani, Serahsi, Pezdevi, Kadıhan gibi mensup olduğu mezhebinde yer almayan yeni oluşmuş meseleler hakkında ictihad edebilecek zatlar da 'Müctehid fi’l mesail' ulema olarak altın halkada yerini almışlardır. Yine, müctehid olmamakla birlikte kapalı bir hükmü mezhebinin usul ve kurallarından çıkarabilen Ebu Bekr Ahmed Razi gibi bilge zatlarda 'Eshabı tahric veya Tahric ehli' ulema diye taltif edilmişlerdir. Yine, Ebul Hasan Kuduri ve Hidaye gibi bir mezhepte var olan değişik görüşleri analiz edip sahih olanı ya da evla olanları seçme tercihine muktedir zatlar hakkında ise 'Eshabı tercih veya Tercih ehli' ulema diye adını duyurmuşlardır. Bu arada Kenz, Muhtar, İhtiyar, Vikaye kitap yazmış kuvvetli, zayıf, zahir ve nadir haberler arasındaki en ince ayrıntısına kadar ayırt edebilecek düzeyde muktedir olmuş Nesefi gibi mukallid zatlarda 'Eshabı temyiz' ehli olarak ulema taifesi tablosuna adını altın harflerle yazdırmışlardır. Yetmedi ulemanın kitaplarından karşılaştırmalı bilgiler aktaracak düzeyde Alaüddin Haskefi, Tahtavi, İbn-i Abidin, Dürr-ül-muhtar sahibi ve aynı zamanda kendi mensup olduğu mezhebe ait hükümleri hıfz etmiş zatlar da Mukallid (ler) ulema olarak dikkat çekmişlerdir.
Deliller; malumun sıhhat derecesini ispat etmeye namzet rehber vasıta diyebileceğimiz akli ve şer’i delil olmak üzere iki kategoride incelenir. Şer’i deliller Edille-i şeri’ye kapsamında değerlendirilip bunlar kitap, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha başlıklarıyla tasnif edilir.
Burhan; Hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayıran şüphe götürmeyecek derecede kuvvetli delil demektir. Emare ise burhanın zıddına kesinlik kazanmayan ancak karine teşkil edebilecek ipucu nitelikte bilgi demektir.
Sünnet: Takip edilen yol, yani Peygamberimizin söz ve fiilî davranışlarını tümünü içine alan bir kavramdır. Ki, Peygamberimizin beyan buyurduğu malumat içeren sözler ‘hadis’ olarak tanımlanırken, hüküm içeren sözlerde ‘kavli sünnet’ olarak ad alır. Tüm hal ve hareketleri ümmete örnek teşkil eden fiili uygulamaları fiilî sünnet adını alır. Ancak Peygamberimiz (s.a.v)’in fiilen uygulamasını tam net olarak ortaya koymayıp da birtakım haberdar olduğu söz ve hadiseler karşısında red ve inkâr etmeksizin susma veya ikrar modun da kalması ‘Takrir-i sünnet’ olarak tanımlanır. Tabii bitmedi dahası var, mesela ameli açıdan sünneti Seniye'ye uyulması hidayet, terki delalet olan sünnet 'Sünnet-i Huda' olarak karşılık bulurken, uyulması hoş ve terki mubah olan Peygambere has ve adet hale gelmiş sünnet ise 'Sünnet-i Zevaid' diye karşılık bulur. Nitekim Rasulullah önceleri altından bir yüzük edinmişti, ama bir zaman sonra Resulü Ekrem (s.a.v); “Artık onu ben ebediyen takmayacağım” beyan buyurmasıyla birlikte erkeklerin gümüş yüzük takması sünnet-i zevaid olacağından bu sünneti terk etmeleri durumunda günah olmaz.
Haber kavramı sünnet ve hadisle eş anlamda kullanılsa da şu bir gerçek haberlerin doğru haber, yalan haber ve fasık kişilerce aktarılan haber türleri de söz konusudur. Tabii herkes yayınladığı haberin doğruluğunu tartışa dursun bizim için aslolan; ‘Peygamberin size getirip (haber verdiği) şeyleri kabul ediniz, nehy ettiği şeyleri de terk ediniz’ (Haşr/7) ayetinin mana ve ruhuna uygun olan haber kayda değerdir. Bu öyle kayda değer bir kriter ki, haberin doğruluk derecesine her hangi en ufak gölge düşmesin diye akıl baliğ olmamış çocukların, bunak ve gayrimüslimlerin aktardıkları haberlere itibar edilmez de. İşte bu ve buna benzer kriterler için fıkhın altın kuralları dersek yeridir.
Eser; Hadis usulü ilminde haberle aynı manada kullanılan bir terim olsa da daha çok sahabeden gelen mevkuf rivayetler manasınadır. Zaten Horasanlı fakihler haberle eser arasında karışıklığa meydan vermeyecek ayrımı yapmaları sayesinde; haber denildiğinde hadis akla gelir, eser denildiğinde ise selefin aktardığı söz anlaşılır.
Bir nesilde bir tek raviden sadır olan haber haber-i vâhid olarak addedilirken, birkaç nesil boyunca birer raviden aktarılmış haberler ya da sınırlı sayıda insanın yine sınırlı sayıda ki bir insan grubundan aktarılan haberler de 'Haber-i âhâd' olarak nitelenir. Tabii ki ravilerin sınırlı sayıda olması şüphe doğuracağından ister zahiren, ister ruhen olsun bu tip haberlere her daim ihtiyatla yaklaşılır. Ancak şu da var ki, ahad haber rivayet zinciri mütevatir derecede olmamak kaydıyla etki derecesinde çoğaldığında 'Haber-i meşhur' adını alır. Bir başka ifadeyle öncesinde aktarılan haber sınırlı sayıda bir iki kişi tarafından rivayet edilmişken sonrasında ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret derecesine ulaşıp asla yalan söylemesi ihtimal dışı topluluklar tarafından aktarılan haberler 'Haber-i meşhur' olarak hak kazanır. Hatta bu tür haberlerin meşhurluğu o kadar kendini belli eder ki, ümmetin büyük çoğunluğunca çokça dillendirildiği içindir ruhen şüphe duyulmaz da. İşte Peygamberimiz (s.a.v)'in; ‘ameller niyetlere göredir’ hadis-i şerifi ve mestin caizliği ile alakalı hüküm bunun tipik misalini teşkil eder.
Doğru haber vereceğinden şüphe duyulmayan topluluğun verdiği kuvvet derecesinde haberler 'Haber-i mütevâtir' diye tanımlanır. Zira Peygamberimiz (s.a.v)'in; ‘Mallarınızın kırkta birini zekât olarak veriniz’ hükmü, ‘Bana yalan yere bir şeyi isnat eden ateşten oturağını hazırlasın’ hadis-i şerifi ve namaz rekâtlarını sayısı ile ilgili beyanları mütevatir haber niteliğindedir. Adil, sözüne itimat edilir kimseler tarafından problem teşkil etmeyen, yine kendileri gibi güvenilir kimselerden tarafından bir ucu tâ peygamberimize kadar dayanan ardışık senedle aktarılan haberler 'sahih hadis' olarak bilinir. Bir başka ifadeyle ravilik şartlarına haiz baştan sonuna kadar pürüzsüz, bitişik (muttasıl) bir senetle rivayet edilen illetsiz haberler 'sahih hadis' adını alır. İşte sahih hadisin pürüz içermemesi, yani şaz ve illetten uzak olması bilhassa helal, haram ve muamelat konularında başvurulacak en birinci kaynak olmaya yeter artar da.
İlmiyle meşhur hadis imamlarımızdan veya tek bir ravinin aktardığı haber 'garip hadis' olarak tanımlanırken, iki veya üç ravinin aktardığı rivayet haber ise 'aziz hadis' olarak tanımlanır. Peki ya zayıf hadis! Malum, adı üzerinde zayıf, dolayısıyla, muhteviyatında birçok kusurları bağrında taşıyan, güvenilirlik yönünden adiliyetten uzak, ya da cehaleti koyu olan kimseler tarafından aktarılması muhtemel arızalar bu hadisin zayıf olarak nitelenmesine yeterli sebep teşkil edebiliyor. Bu yüzden ümmetin büyük çoğunluğunca bu tür haberlere itibar edilmez. Elbette itibar edilmez; bir kere ravinin her şeyden önce akıl baliğ İslam’la şereflenmiş adil ve haber zabt’ını hakkıyla yerine getirme ehliyete haiz biri olmalı ki, aktardığı haberden şüphe duyulmasın. Ki, bu özelliklere haiz olmakta kifayet etmeyebiliyor. İcabında böyle bir ravinin aktardığı haberin kendisinden önceki ravinin aktardığı haberle uyumlu olup olmadığı da araştırılır. Nitekim güvenilir bir ravinin kendinden daha güvenilir ravilerin naklettiği rivayetlere ters düştüğünde ya da uyum sağlamadığı durumda bu hadis 'şaz hadis' adını alır. İşte Musa b. Uleyy’in babasından, o da Ukbe b. Amir’den aktardığı; “Arefe günü ve teşrik günleri yeyip içme günleridir” hadisi, bütün rivayetlerde sadece teşrik günleri (Kurban bayramının ilk dört günü) yeme içme günüdür şeklinde geçtiğinden Uleyy’in naklettiği metin şaz adını alırken, diğer ravilerin ki mahfuz olarak değerlendirilir.
İkinci nesilden sahabe ile karşılaşmış ve onlardan ilim almış Tabiînden birinin senedinde sahabe adını anmaksızın isnadları atlayarak sanki kendisi dünya gözüyle Peygamberimizi görmüşçesine rivayet edilen haber 'mürsel hadis' adını alır. Emin güvenilir ravilerin aktardıkları haberlere tezat düşmese de, kendisinden günahkâr, yalancı diye bahsedilen zayıf bir ravinin tek başına aktardığı haber 'metruk hadis' adını alır. Hakeza sahabe, tabiin yahut sonraki nesillerin doğrudan Allah Resulüne nisbet etmek suretiyle ister bitişik olsun veya olmasın bir senetle dile getirilen haberler 'merfû hadis' olarak tanımlanırken, en son ravisinden en baş kaynağına inip sırasıyla senedini belirterek aktarılan kopuksuz haberler 'muttasıl hadis' diye tanımlanır. Değişik maksatlarla Rasulüllah (s.a.v) söylemediği halde o’na izafe edilerek takdim edilen uydurma türünden haberler ‘mevzu hadis’ adını alır. İşte burada izafe edilmişlik hadisin doğruluğunu ortaya koymaz, hatta mevzu haberlerde galip zan söz konusu olsa da öncelikle hadisin mevzu hadis olduğunu belirterek zikretmek gerekir. Kaldı ki bu tür mevzu hadislere hadiste denmez, dense de mecazî dir denmekte.
Hadisin senedinde veya metnin başına, ortasına ya da sonuna yapılan eklemeler 'mudrec hadis' olarak tanımlanırken, birbirine tezat teşkil etmekle beraber aralarında tercih imkânı bulunmayan yani sağ elin verdiğini sol el görmeyecek yerine, sol elin verdiğini sağ el görmeyecek türünden aktarılan bir haberler 'muzdarip hadis' olarak karşılık bulur. İsnadında yahut metninde ravinin adı açıkça belirtilmeyen 'bir adam bana nakletti' türünden haber 'mübhem hadis' olarak isimlendirilir.
Muhaddis: Hadis ilmine vakıf bilge insan demektir. Bir görüşe göre bin kadar hadis-i şerifi senetleriyle hıfz etmiş bilge şahsiyete 'hafiz’ül hadis' gözüyle bakılır. İşte İmam Buhari bu özelliğinden dolayı kendisinden hadis ilminde 'hakim’ül hadis' olarak söz ettirmiştir. Öyle ki, “Buhari’nin bilmediği bir hadis, hadis değildir” sözü âlimlerin ortak kabulü olmuş bile. Şu da bir gerçek; muhaddisler tüm ilmi gayretlerini hadisler üzerine yoğunlaştırdıkları içindir içtihat davasına kalkışmamışlardır, yani fetva kısmını fıkıhçılara bırakmışlardır. Nitekim meşhur Muhaddis Şa’bi'nin; “Biz fukaha değiliz biz ancak işitmiş olduğumuz hadisleri fukahaya ve işiteceği şeyler ile amel edecek kimselere rivayet etmiş bulunuyoruz” sözü bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Yani, hadisleri rivayet etmek bize düşer demekle hadisi şeriflerin ne manaya geldiğine dair içtihatta bulunmanın fukaha ehline ait olduğunu vurgulamıştır.
Hadis-i şerif rivayet eden ravilerin tümüne sened (dayanak) denilirken, hadis-i şerifleri ortaya koyan ravilerin isimlerini sırasıyla zikredip sened halinde sunulması ise ‘isnad’ diye tanımlanır. Bu yüzden ravi zincirinin Peygamberimize kadar uzanan halkasından gelen haberler; 'müsned' ya da 'muttasıl' (bitişik) olarak anlam kazanır. Şayet arada geçen ravilerin isimleri tamamı söylenmişse bu haber 'müsned', kısmi söylenmişse 'munkati' (kopukluk) haber diye ad alır. Dolayısıyla “Hepiniz çobansınız, hepiniz emriniz altındakilerden sorumlusunuz” diye zikredilen İbn-i Ömer haberi müsned hadis kapsamında değerlendirilir.
Ravi; hadis-i şerif rivayet edip aktaran (nakil) demektir. Şayet hadis rivayet eden ravi sayısı az ise bu haber 'al-i sened', çoksa 'nazil sened' adını alır. Bir başka ifadeyle ravi sayısı Rasulullah’a kadar uzanan halka da üç veya dört sayıya tekabül ediyorsa bu sened al-i sened olup rivayet edilen isnat ise 'al-i isnad' olarak karşılık bulur. Aksi takdirde 'cerh' adını alır. Malum cerh; ravinin rivayet ettiği isnadı inkâr etmek demektir.
İcma-i ümmet: Müctehidlerin şer’i konularda hemfikir ve mutabık kaldığı hükümlerdir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi; müctehid içtihat yapabilecek düzeyde âlim demektir. İşte bu özellikte ki bir müçtehidin ortaya koyduğu fikri ürün ise ‘içtihat’ diye tanımlanır. Burada unutulmaması gereken husus, içtihadın ameli konularda olabileceği, itikadı konularda içtihatta bulunulmayacağı hususudur. Elbette icma Allah Resulü hayattayken ihtiyaç duyulacak bir delil değildi. Nasıl ihtiyaç duyulsun ki, bir kere Peygamberimizin varlığı kaynak olmaya yetiyordu. Vatka ki Peygamberimiz (s.a.v) ahrete irtihal eyledi işte o zaman böyle bir kaynağı destekleyecek yeni bir kaynak ihtiyacı iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlar bile. Çünkü ortada asıl kaynaktan uzak kalış gerçeği söz konusudur. Derken icma Müctehidlerin ittifakıyla delil kaynaklar arasında yerini alır da. Dikkat edin icma ismini telaffuz ettiğimizde bilhassa 'Müctehid' vurgusu yapıyoruz, avam (halkın genel seviyesi) demiyoruz. Sebebi gayet net, bir kere ilim havas ehlinin kapsam alanına giren bir değer, dolayısıyla halk reyinin icma'dan sayılmaması gayet tabii bir durum. Anlaşılan içtihat akıl yürütmekle olmuyor, ilim gerektiriyor. Hele şer'i konular söz konusu olunca hüküm çıkarmanın hiçte kolay olmadığını idrak etmiş oluruz. Belli ki bu sahada söz sahibi olmak için müctehid olmak icab eder. İşte bu yüzden hükmü ortaya çıkarma işlemine ‘tahric’, hüküm çıkaran şahsa da ‘mahric’ denmiştir.
İcma adı üzerinde şer'i hususlarda ulemanın hemfikir olması demek, dolayısıyla müçtehitlerin bir kısmının ittifak ettiği, bir kısmının ittifak etmediği hususlarda icma gerçekleşmez. Keza çoğunluğun aldığı kararda bir iki kişinin aksi görüş bildirmesi de icma’ya engel değildir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v); ‘En büyük topluluğa tabii olunuz’ beyanı bunu teyid ediyor. Hatta icma hususunda bir başka dikkat çeken bir ayrıntı ise fıkıh âlimlerin büyük çoğunluğunca icma’nın tam teşekkül oluşması için üzerinden bir asrın geçme şartı aranmasıdır. Hatta yine bir husus daha var ki, o da önceki asır müctehidlerin ittifak etmediği bir meselede, sonraki asır Müctehidlerince itiraz etmenin uygun olmayacağı hususudur. Tabii önceden kabul görmüş icmâyı dışlamakta buna dâhildir. Peki, herhangi bir meselede hiçbir yorum yapılmayıp sükût halde karşılık vermeyince hüküm ne olur derseniz, bir kere sükût her halükarda kabul anlamına geldiğinden müctehidlerden bir kısmının ittifakla hüküm verip diğerlerinin sükût etmesi icma’dan sayılacaktır. Böylece sükût ikrardan sayılır sözü daha bir anlam kazanmış olur.
İcma’nın delil olduğunu inkâr etmek tercih edilen görüş gereği küfrü gerektirir. Fakat sükûtu icma'yı inkâr eden böyle itham edilmez. Tevatür yoluyla gelen icma'yı kabul etmemek bidattir. Ancak icma edilen meselenin sırf âlimlerce bilinenin inkârı söz konusu olduğunda küfrü gerektirmez, sadece o kişinin gafletine ve sapıklığına hükmedilir. İyi ki de icma gibi bir şer’i delilimiz var. Sonuçta böyle bir delilin birçok meselede Ümmet-i Muhammed’e kolaylıklar sağladığı muhakkak. Ki; Resulü Ekrem (s.a.v) bu hususta; “Ümmetim delalet üzerine birleşmez” beyan buyurmakla bu noktaya işaret etmiş bile. O işaret ederde icma oluşmaz mı elbette oluşur. Bakın şöyle tarihi süreç içerisinde nice yüz binlerce mesele icma sayesinde çözüme kavuşmuş ta. Bu gün geldiğimiz noktada ise icma’nın ortaya koyduğu o paha biçilmez külliyata baktığımızda ulemanın hangi hususlarda ittifak ettikleri ve hangi hususlarda ihtilaf ettiklerini analiz ederek ten pekâlâ kendimize rota çizebiliyoruz. Yeter ki o zengin külliyat kütüphanelerimizin tozlu raflarında kendi haline bırakılıp terk edilmesin, bak o zaman yeni içtihatlara pekte ihtiyaç hissetmeyiz de. Madem öyle böylesi mühim kaynağın ayet ve hadislerle taçlandırmakta fayda var. Malum, bu hususta ayet ve hadislere baktığımızda:
— “Her kim kendisine hak açıkça belli olduktan sonra Peygambere karşı bir tutum takınır ve müminlerin yollarından başkasına girerse biz onun kendi haline bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü gidiştir” (Nisa/115) ayette geçen ‘Müminlerin yollarından başkasına girerse’ ifadesi bir icmadır.
—“Sizler insanlar için çıkarılmış doğruluğu emreden kötülükten sakındıran en hayırlı ümmetsiniz” (Al-i İmran/110) ayetinde geçen ‘Kötülükten sakındıran’ ifadesi bir icmadır.
—“İşte sizi vasat bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız” (Bakara/143) ayetinde geçen ‘Şahitler’ ibaresi bir icmadır. Ancak şahitlik hususunda bir istisna durum var ki, o da Rasulullah (s.a.v)’in; “Huzeyme kime şahitlik ederse yeterlidir” beyanı şerifinde zikredilen durum Huzeyme’ye has bir ayrıcalıktır. İşte bu istisnai durum dışında İslam’da herhangi birinin tek başına şahitliği kabul görmez.
Maslahat: Bir işin hayırlara vesile olabilecek uygulaması manasınadır, bunun zıddı mefsedattır (bozukluk). Madem işin içerisinde hayırlara vesile olmak var, o halde söz konusu maslahatın ilerisinde fesat ve fitne oluşturmaya meydan vermeyecek milletin faydasına çözüm odaklı maslahat olması gerekir. Nasıl ki nikâh neslin devamını sağlamaya yönelik meşru bir maslahatsa cihadda dini koruma ve yüceltme açısından tercih edilebilir bir meşru maslahattır. Hakeza zihin dünyamızı her türlü hurafelerden arındırmakta öyledir. Hatta sosyal hayata çeki düzen vermeye yönelik girişimlerde bu kategoride değerlendirilir. Hele hele öyle zaruri durumlar var ki, ceza vermek bile maslahat olabiliyor. Bilhassa bununla alakalı aklı, dini, canı, soyu, malı korumak adına verilen kısas cezaları, tazminat ve ta'zir cezaları zaruri maslahat olarak karşılık bulur da. Bakın, bu hususta Ubade b. Es-Samit; ‘Evlenmemiş kimselerin işlemiş oldukları zinadan dolayı yüzer değnek ceza ve bir sene sürgündür’ hadisini rivayet etmiş, ancak dört halife bir senelik sürgün cezasına gerek görmeyip sadece yüz değnekle sınırlı tutmuştur. Hatta bir ara Hz. Ömer maslahat gereği zina eden bir kadını sürgüne göndermişse de sonrasında bunun getirdiği bir takım mahzurları dikkate alarak bu uygulamadan vazgeçmiştir.
Hırsızlıkla itham edilen birinin suçunu itiraf etmesiyle birlikte kendisine darp uygulanması ‘mürsel maslahat’ kapsamında değerlendirilir.
Avlanmanın maslahattan sayılması bir tür rızk kapısı olması hasebiyledir. Yine evcil hayvanların boğazlanmasında kesim işlemi uygulaması hayvanın vücudunda olaşan kirli kanı arındırdığından maslahat olarak addedilir. Hakeza Yüce Allah'ın beyan buyurduğu “Allah çirkin şeyleri haram kılar” (A’raf,157) ayetinden hareketle bilhassa haşerelerin yenilmesi yasak kapsamında maslahat addedilir.
Her insanın tek başına iş yapma becerisi sergileyememe durumuna binaen şirketleşmeye geçit verilmesi meşru görülmüş bir maslahattır. Hakeza yine sosyal hayatı kolaylaştırma yönüyle vekâletin, yardımlaşma yönüyle kefaletin, sadaka-i cariye yönüyle vakıflaşmanın, karanlıkta kalan birçok olayın aydınlığa kavuşması açısından şahitliğin vs. esas alınması beşeri hayatı kolaylaştırıcı maslahatlar olarak yerini alır. Zaten dinimiz beşeri münasebetleri kolaylaştıracak bazı örf ve geleneklere de maslahat gereği dokunmamıştır.
Mücmel: Özünde kapalılık olmakla birlikte ancak bir izah edenin açıklamasıyla anlaşılan nassdır.
Müteşabih: Özünde anlaşılması zor veya açık olmayan şifre niteliğinde mecazi ibareler diyebiliriz. Elif, lam, Mim, Yasin vs. başlayan ayeti kerimeler bunun en çarpıcı örneğini teşkil eder.
Sarih: Gayet açık, net ve apaçık anlaşılır ifadeler demektir. Mesela kira, hibe, vakıf gibi kavramlar açık ve anlaşılır sözcüklerdir. Nitekim ‘Şu buğdaydan yemem veya şu tencereden yemem’ demekle buğdayın un, tencerenin ise yemek olduğu anlaşılır. Ki; bu türden ifadeler sarih mecaz olarak karşılık bulur. Yine, şu adamın kapısı açıktır demekle misafirperver olduğu manasına gelen sarih mecazdır. Ancak ‘Falan falanla düşüp kalkmış, falan falana yaklaşmış’ ifadeleri şüphe oluşturması bundan istisnadır. Yine de bu tür ifadeler kullanan bir şahsa iftira cezası uygulanmaz, zira bu tip ifadeler zina fiilinden başka anlamları da çağrıştırmaktadır.
Beyan: İlan etme ve bildirme demektir. Şayet beyan edilen ilan sarih (açık) olmayıp kapalı ise bu beyan ancak açıklığa kavuşturulduğunda 'Beyan-ı tefsir' adını alabiliyor. Nitekim Kur’an’da ‘Zekâtınızı veriniz’ veya ‘Namazınızı kılın’ emri Peygamberimizin uygulamalarıyla açıklık kazanmıştır. Tabii beyanın da kendi içinde açılımı var. Şöyle ki, kullanılan ifadelerle neyin amaçlandığını diğer bir ifadeye dayanarak değiştirilip ortaya konulması 'Beyanı tağyir' adını alır. Bunun tam tersi durumda bir ifadeyi açıklarken diğerine gerek duyulmaksızın yapılan açıklamalardır ki, işte bu tip beyanlar 'Beyan-ı zaruret' olarak karşılık bulur. Mesela sadece hayatta annesi ve babası bulunan bir kişinin öldüğünde ardından bırakacağı malın 1/3’i annemindir demesiyle geriye kalan malın 2/3’ü babanın olduğu anlaşılır. Yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; ‘Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayınız’ (Maide, 6) ayetinde geçen 'dirsekler' ibaresi kol olarak görüldüğünden burdaki yıkama fiili dirseklerin bitimiyle sınırlandırıldığı anlaşılır. Hakeza yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Muhakkak Allah katında din İslam’dır” (Al-i İmran, 19) ayeti kerimesinde geçen ‘katında’ ibaresi hüküm manasınadır. Hiç kuşkusuz Allah her türlü zaman ve mekândan münezzehtir.
Nehiy: Yasaklama, engelleme, men etme manası taşıdığından her Müslüman’ın “emri bil maruf nehyi anil münker”in gereğini yerine getirmesi şarttır.
Farz-ı ayın: Allah'ın emrettiği her ne varsa Müslümanım diyen her kulun yerine getirmesi gereken vecibelerdir.
Farz-ı kifaye: Öyle yerine getirilmesi gereken vecibeler vardır ki, Müslümanlardan bir kısmının yapmasıyla diğerlerin üzerinden bu sorumluluğun kalktığı amellerdir. Mesela bir belde de ölen bir insanın cenaze namazı kılınmasıyla diğerleri üzerinden bu farziyetin düşmesi bunun en güzel misalini teşkil eder.
Vacip: Farz kadar kesin olmamakla birlikte ulema tarafından Allah tarafından emredildiği kuvvetli zanna dayalı yapılması gereken amel manasınadır. Mesela namazda Fatiha okumak bunun en güzel misalini teşkil eder.
Mubah: Yapılmasında ve yapılmamasında mahzur görülmeyen dinen eşit sayılan fiillerdir. Buna misal olarak haram olmayan bir yiyeceği yemek ve yememek verilebilir. Yani her iki alternatif durum mubah olarak karşılık bulur. Zaten Yüce Allah'ın; ‘O bir yaratıcıdır ki, yerde bulunan her şeyi sizin için yaratmıştır’ (Bakara, 29) ayeti yaratılan birçok nimetin mubah olduğunu teyit ediyor. Ancak şu var ki, başkasının mülkünde bulunan altın ve gümüş gibi ziynetlerden faydalanmak nimet sayılmaz, tam aksine hak ihlali söz konusu olduğundan haram olarak nitelenir.
Mekruh: Hakkında kat’i haram hükmü bulunmamakla birlikte bizden yapılmaması ikaz edilen fiiller olup kendi içinde ‘tenzihi mekruh’ (harama yakın mekruh) ve ‘tahrimi mekruh’ (helala yakın) olarak tasnif edilir. Örnek: ayakta tuvalette bevl etmek tahrimen mekruhtur.
Azimet: Allah'ı yapılması ve yapılmamasını istediği hususlarda titizlik ve kararlılıkla uymak manasına ıstılahı fıkhı bir kavramdır. Mesela Ramazan orucunu yolculukta tutmak bu kapsamda değerlendirilen bir azimet ameldir. Malum, azimetle amel yapmayı bilhassa takva sahibi zatlar düstur edinmişlerdir hep. Zaten öyle olmasalardı gönülleri fethedemezlerdi.
Ruhsat: İhtiyaç olmaksızın caiz niteliğinde birtakım sıkıntıları bertaraf etmek ya da bir takım özre bağlı olarak kolaylık sağlanan ameller manasınadır. Ramazan orucunu seferi durumda tutmama yönünde izin verilmesi bu kapsamda değerlendirilir. Zira sıkıntı kolaylığı getirir bir fıkhı kuraldır. Kaldı ki; ‘Hak Teâlâ size dinde bir zorlukta kılmamıştır’ (Maide,6) ve ‘Allah Teâlâ sizin için kolaylık diler sizin hakkınızda güçlük dilemez’ (Bakara,185) ayeti kerimeleri ile ‘Şüphe yok ki din bir kolaylıktır, dininizdeki işlerin en hayırlısı en kolay olanıdır’ ve ‘Kolaylık ve adalet olan bir şeriatla gönderildim’ hadis-i şerifleri ruhsatla amel edilebileceğinin iznidir. Ancak bu ruhsata rağmen yinede bir kısım ulema bilhassa tasavvuf ehli azimetle amel etmeyi tercih etmiştir.
Akit: Mukavele ya da sözleşmek manasınadır. Şayet usulüne uygun akit gerçekleşirse bu akit sahih akit adını alır. Mesela nikâhlı evliliği zinadan ayıran tek unsur akdin varlığıdır. Dahası icap ve kabul şartın vuku bulması bir nikâhtır. Şayet dinimiz nikâhın helal, zinanın haram olduğunu belirtmeseydi, her ikisi arasındaki ayrımı yapmak veya ikisi arasındaki farktan söz edemeyecektik. Anlaşılan o ki, nikâh hem dinen, hem de dünyevi maslahat içerdiğinden bir tür ibadet sayılır da. Bu yüzden nikâh; hüsn (güzel) olarak kabul görürken zina ise kubh (çirkin) fiil olarak karşılık bulur. Zinanın çirkin bir eylem olduğu o kadar net ve açık ki, bu konuda asla taviz vermeksizin zina yapana bedeli ağır cezai işlem uygulanmaktadır. Böylece verilen bu ağır cezanın toplum üzerinde caydırıcılık etkisi yaptığı gibi bu arada soy ve namus gibi değerlerde korunmuş olur.
Cihat kavramı özü itibariyle değil de sırf yalın haliyle bakıldığında savaşı çağrıştırdığından ilk etapta çirkin (kubh) bir fiilmiş gibi görülebiliyor. Oysa hiç kimse durduk yere kan dökülmesini istemez, ama dinin yaşatılması ve vatan söz konusu olduğunda yücelik kazanır bile. İşte bu ve buna benzer örneklerden hareketle kendine has çirkinlik içeren olgular kabih liaynihi, başka nedenlere bağlı olarak oluşan kerih ise kabih ligayrihi olarak tanımlanır. Mesela oruç tutmak Allah’a yakın olmak bakımdan çok güzel bir amel omasına amel ama haram aylarda bilhassa Ramazan bayramının birinci günü ve Kurban bayramı tamamı süresince tutulmasına sıcak bakılmaz, yani nefse kerahetlik addedilir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; bir insan Ramazanda nafileye niyetlenmiş olsa da o ayda oruç tutmuş olması farz olarak karşılık bulur.
Nisap: Dinimizin belirlediği mülk sahibi birinin uhdesinde bulundurduğu malın zekât değerine ulaşıp ulaşmadığını gösteren bir şer’i ölçüdür. Mesela kırkta bir mala sahip olan bir insanın edindiği mülk üzerinden bir yıl geçmesi zekât için bir nisap müddetidir. Ancak yine de edinilen mülkün üzerinden bir sene üzerinden az bir zaman geçtiğinde zekât vermekle de maksat hâsıl olur, yani gecikmeden dolayı kaza gerektirmez. İşte bu yüzden, farz ve vacip olan her ne amel varsa şartlarına riayet edilene 'kâmil eda', eksik yerine getirilene de 'kasır eda' denmektedir. Keza namazı cemaatle kılmayıp tek başına kılmakta kasır eda olarak nitelenir.
Amir: Emir veren, memur ise adı üzerinde emre amade olmak demektir. Ancak duada emir kipi kullanmak bundan istisnadır. Mesela dua ederken; Ya Rabbi! Bizi affeyle, türünden dualar emir kipi olarak düşünülemez, sadece yalvarma, yakarış dilek ve temenni olarak değerlendirilir.
İllet: bir şeyin vuku bulmasına ya da değişmesine etken sebep manasınadır. Örneğin satış akdiyle mülkiyetin başka şahsın tasarrufuna geçmesi bir illettir. Çünkü buradaki etken sebep satış akdidir. Keza bazı hadislerde geçen ifadelerin arka planında yatan sebebini ortaya koyulduğunda o hadisin gerçek anlam kazanmış olur. İşte bu çerçevede ortaya konan illet içeren hadisler 'ilel'ül-hadis' olarak addedilir. Nitekim ‘Kedi murdar değildir. Çünkü o ev içerisinde dolaşıp duranlardandır’ hadis-i şerifte geçen kedinin necis addedilmemesinin illeti (sebebi) onun ev içerisinde dolaşıyor olmasıdır. Mesela çocuğa ait malın velayetini üstlenmek nedeni buluğ çağına erişmemişliği ve ehliyetsiz olmasıdır. Yine ‘Âlimlere ikram ediniz’ beyanının arak planında yer alan illet âlimin ilmiyle amil olma özelliğidir. Hakeza; ‘Hanımlarınıza temizlenecekleri zamana kadar yaklaşmayınız’ (Bakara, 222) ayetinde 'yaklaşmayınız’a karşılık gelen illet temiz olmamama durumudur. Yüce Allah'ın “Zinaya yaklaşmayın” emrin arak planında yer alan illetin açıklaması ise bir başka buyrukta “O bir fahiş suçtur” ifadesinde karşılık bulan illettir. Buradan şu anlaşılıyor ki, bir nass tek başına da açıklık kazanamıyor, icabında tüm isnatlar tarandıktan sonra illet nedeni açıklık kazanabiliyor.
Hıyar: Karşılıklı anlaşmayla serbest kalma halidir. Mesela akdi dilediği günde kabul veya bozma konusunda özgür olmak bunun en tipik misalidir.
Bey’i: alışveriş demektir.
Amm: Canlı cansız fark etmez geneli kapsayan bir kavramdır. Örneğin; ‘Erkek ve kadın hırsızların ellerini kesiniz’ (Maide,38) ayetinde geçen genelleme çeyrek dinarın altında hırsızlık yapanların kapsamayacağı bir hadisle sınırlandırılmıştır. Hakeza yankesicilik ve kefen soyuculuğu aynı hırsızlık kapsamında olup olmadığını ayırmak için şöyle bir yol izlenir; yankesicilik kişinin kapsam alanında malını almak büyük bir maharet gerektiren bir iş olduğundan hırsızlık olarak nitelendirilir, ama kefen soyuculuğu böyle değildir, çünkü mezarda karşı koyacak durum söz konusu değildir. Amm için bir başka misal ise ‘Savaşta küffarın hepsini öldürmek’ emri ilahisidir. Tabii bu ayette emận dileyenler (Müstemin-güvence isteyenler) vurgulanan genellemenin dışındadır. Çünkü emận dileyenler için kesinlik kazanmış belirlenmiş hüküm vardır.
Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı” (Bakara, 275) ayetiyle faizsiz olmak şartıyla alışveriş helallik kayıt altına alınmıştır.
Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Allah her şeyin yaratıcısıdır” (Ra’d,16) ayeti kerimesindeki genelleme (amm) Rabbül Âlemin dışındaki yaratılanlar için bir genellemedir.
Bir kişi yemin billâh edip; ‘Ben baş yemem’ dese serçe başı yemekle yeminini bozmuş olmaz, buradan ancak örf adet gereği koyun başı eti yenen hayvanları kapsayan bir genelleme olduğunu anlarız.
Yine bir kimse meyve yememeye yemin etse üzüm yemekle yeminin ihlal etmiş sayılmaz, zira üzümün meyve olmanın yanı sıra besleyici gıda özelliği de söz konusudur.
Genellemeler (amm) çeşitlidir, mesela; Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Ey insanlar Rabbinizden korkun” (Nisa,1) ayetinin muhatabı inananları kapsayan genelleme olduğundan bu genelleme ‘kendileriyle sınırlama amaçlanan ammlar’ olarak değerlendirilir.
Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Ölü eti haram kılındı” (Maide, 3) ayeti celilesi hayatta kalmakla kalmamak arasında durumlarda hayatta kalacak kadar yemekle; ‘sınırlandırılmış amm’ kategorisine dâhil olur, böylece bu fiil haramlık teşkil etmez.
Resulü Ekrem’in ‘Meçhul alışverişten sakınınız’ hadisi havadaki kuş ya da denizdeki bir takım canlıları satmak bu kapsamda yer alır. Hakeza; ‘Allah insanlara zulmetmez’ ayeti de ‘sınırlandırılmayacak ammlar’ olarak değerlendirilir.
Cariye: Köle kadın demek, hatta gemi manası da içerir. Kölelik bir kişinin geçmişte ki küfür hayatına karşılık bir bedel ödeme olarak düşünüldüğünden meşru bir uygulama addedilir. Bu yüzden kölelik bölünme kabul etmez. Bir kişi ya köle ya da değildir, asla kısmi köle, kısmi hürlük diye bir tasnif söz konusu olamaz. Kaldı ki kölelik mal mülk edinmeye de engeldir, ama ameli konular öyle değildir, namaz ve oruç gibi ibadetlerin yerine getirilmesi lazım gelir. Hatta bir köle efendisinin iznine bağlı olarak Hacca gidebilir. Keza kölelerin cihada katılıp katılmaması da sahiplerinin iznine bağlıdır. Bir köle iki kadından fazlasını nikâh edemez, bu kapsamda bir cariye hür bir kadın üzerine nikâh edilemez. Yine bu kapsamda köle ve cariyelerin diyetleri hür insanın diyetlerinden eksiktir. Hakeza cezalarda öyledir. Bu yüzden bir insan köle de olsa ve cariye de olsa haksız yere kasten öldürene kısas uygulanır.
Bain: Hem duygusal anlamda, hem de fiziki olarak yani nikâh bağından ayrılık demektir. Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Boşanmış kadınlar üç kuru (üç iddet, üç temizlik, üç aybaşı) beklerler” (Bakara, 228) ayetinde geçen ‘kuru’ ifadesini Hanefiler ay olarak tanımlamışlar, Şafiiler ise temizlik olarak adlandırmışlardır. Mesela Allah Resulünün; “Zamanlarının yarısını evlerinde oturarak geçirsinler, namaz kılmasın, oruç tutmasınlar” beyan buyurduğu hadis-i şerifte geçen 'yarı' ifadesi bayanların ayın on beş gününde adet göreceklerine işarettir. Nitekim hayız en az 3 gün, en fazla 10 gün ile sınırlandırılmıştır.
Talak: Boşama anlamına karşılık gelen bir kelimedir. Ancak bu ifade edilen kelime yoruma açık kapı bırakmayacak kadar net olmalıdır. Öyle ki bir kimse eşine; “Sen benden boşsun” dediğinde bu söylemden ‘ben seni boşamışımdır’ ya da ‘bu yüzden sen boşsun’ gibi kapalı anlam çıkabiliyor. Dolayısıyla talakta şer'i hüküm gereği net ifadeler kullanılması şartı aranır. Mesela bu hususta fıkhı kaynaklarda geçen örneklere bir göz attığımızda;
Bir kimse hanımına ‘Sen boşsun’ demekle üç boşamaya niyetlenmiş olsa da bir boşama gerçekleşir.
Bir kimse eşine ‘Sen bir kere boşsun, 999’u hariç’ dese bir boşama gerçekleşir. Zaten 1000 boşama tarzı bir şer’i kural söz konusu olamaz. Dolayısıyla ‘Sen her gün boşsun’ sözüyle ancak 3 gün içerisinde her bir boşamaya karşılık gelen üç boşama gerçekleşir. Bu arada üç talak ile boşanan bir kadın iddet süresince nafaka ve barınmadan mahrum edilemez.
Hani derler ya bir binayı yapmak zor, ama yıkmak kolaydır. Ama aileyi yıkmak öyle kolay değildir, zira boşama fiili hata ve şaka kabul etmez. Dolayısıyla bir insan şakayla karışık eşini boşadığına dair ağzından bir kelam çıkarmamalıdır, aksi takdirde telafisi zor bir sürece girmiş olur. Dahası hata yoluyla meydana gelen boşama sahih boşama gibidir.
Bir kimse hanımına ‘Eğer bana kin besliyorsan boş ol’ derse hanımı da buna karşılık; ‘Evet’ cevabı verirse boş olur. Çünkü bu sözle bir şekilde kalbindeki düşmanlığı izhar etmiş olur.
Bir erkek hanımına ‘Filan kişiyle görüşürsen benden boş ol’ dese, o da görüşmüş olsa boş olur.
Bir adamın büyük karısı henüz çocuk yaşta hanımına süt emzirse iki eşi de haram olur.
Mecaz: Gerçeğin tâ kendisi olmasa da varisi diyebileceğimiz ifadelerdir. Herhangi bir kişiye ‘Aslanım benim’ demekle o kişiye hayvan muamelesi yapılmış anlamına gelmez, bilakis bu ifade de güçlülük iltifatı vardır. Keza Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Kadınlara yaklaştığınızda..” (Nisa/43) ayeti celilede geçen yaklaşma fiilinin Arapça karşılığı lems olduğundan elle dokunmak manası içermez, ilişki manasınadır.
Müteşabih: Açık olmayan hüküm manasınadır. Mesela; “Allah’ın eli onların elleri üstündedir” ayetinde geçen el’ ilahi kudret anlamında olup, hâşâ Yaratıcıya “el” isnat etmek manasına değildir. Zaten böyle düşünülmesine izin verilmez de. Çünkü O her şeyden münezzeh, eşi ve benzeri olmayan tek yaratıcıdır.
Salât: sözlük anlamı dua olup şer'i anlamı ibadettir. Nitekim Allah'ın, ‘Salât edin, zekâtı verin’ hükmü, ‘Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle kılın’ hadisi şerifin ışığında salâtın namaz olduğu açıklık kazanır.
Mücmel: Açıklamaya ihtiyaç duyulan sözcüklerdir. Nitekim salât, zekât ve riba sözcükleri bunun tipik misalidirler. Belki de bu tip kavramların her biri âlimlerce açıklanmasaydı her biri müzelik sözcük olarak geçiştirilecekti. İyi ki de bilge âlimlerimiz var, onlar sayesinde her bir sözcüğün bir kitap dolu bilgi hazinesi içerdiğini fark etmiş olduk.
Nass: Mutlak kelam manasına, yani Kur’an ve hadis'in orijinal halidir. Bu yüzden müfesser nassdan daha açık bir kelamdır. Nitekim Allah'a aşkla vecle teslim olmuş bir mü'min “Bütün meleklerin hepsi secde ettiler” (Hicr, 30) ayet-i kerimesini okuduğunda zihninde “acaba ayrı ayrı mı secde ettiler” kuşkusu doğurmuyorsa bu demektir ki bu müfessir bir ayettir.
Muhkem: Müteşabihin tam zıddı manada bir kavramdır. Mesela; Yüce Allah'ın beyan buyurduğu ‘cünup olursanız temizlenin’ (Maide/6) ayeti ağza su alıp alamama noktasında muhkem (kapalılık) içerdiğinden açıklamaya muhtaç bir husustur. Dolayısıyla ulema bu tip durumlarda müteşabih verilerden hareketle ağza alınan suyla orucun bozulmayacağını hükmettiği gibi gusül abdesti alırken de yine ağız içine su almakla bedenle aynı eşdeğer vacip olduğu hükmünü çıkarmıştır.
Nasıl ki müfessir nass’dan daha net ve açık bir kelamsa muhkem de müfessir’e göre daha açıklayıcı bir kelamdır. Nitekim Yüce Allah'ın beyan buyurduğu;“İçinde sonsuza kadar kalacaklardır” (Yunus, 26) ayeti uzun süre kalınacak ihtimalini bile düşündürmeyecek kadar sonsuzluk vurgusu bir muhkem bir ayettir. Kelimenin tam anlamıyla cennet inananlar için ebediyen yaşayacağı bir mekân olduğu şüphe götürmeyecek kadar muhkemdir. Zaten insanın özünde sonsuzluk duygusu kodlanmış bile. Bu yüzden Bediüzzaman; küçüklüğümde şöyle hayal ettiğimde kendi kendime sordum:
Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra âdemi ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa baki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?”. Tabii bu soru karşısında ruhuma baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.
İşte bu sözlerden de anlaşıldığı üzere insan cehennemde olsa sonsuzluğu vurgundur.
Yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu;; “Cihat kıyamete kadar zaman zaman devam edecek” hadis-i şerifi de öyledir. Hakeza yine; “Allah her şeye Kadirdir” (Tegabün, 1) buyruğu ile “Allah sizi ve yaptıklarınızı yaratandır” (Saffat, 96) beyanlar da Allah Teâlâ’nın sıfatlarını ortaya koyan en net muhkem ayetlerdir.
Yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “İçinizden adil olanları şahit tutun” (Talak, 2) ayeti nass olmasına nass ama bir bakıma müfessir bir ayettir. Bu nedenle Yüce Allah'ın beyan buyurduğu ‘İffetli ve namuslu kişilere zina suçlamasında bulunup, sonra dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun, onların şahitlikleri ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir’ (Nur, 4) ayeti nass’a göre öncelik arz ettiğinden, talak ayetinde geçen hükmü sınırlamıştır. Öyle ki, zina isnat edenler ancak tövbe ederek fasık olmaktan kurtulabiliyor. Malum, şer'i meselelerde şahitlikte en az iki şahit geçerli olmakla birlikte, gayri meşru durumlarda bu sayı dörttür.
Yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Ondan başka bir eşle nikahlanıncaya kadar..” (Bakara, 230) ayeti de tıpkı “kocasından ayrılan kadının velisinden izin almaksızın evlenebileceği” hükmü kadar gayet net ve açık bir kelamdır.
Yine Yüce Allah'ın beyan buyurduğu; “Ulu'l-emr gayrimüslimlerin mallarına saldırmamalıdır” hükmüyle bu mesele sadece Ulu’l-emri ilgilendiren bir hüküm olduğundan Müslümanların mallarına saldırılabileceği anlamı çıkmaz, tam aksine zimmîlerin haklarına riayet esastır.
Had: Bir takım şer’i hükümleri ihlal edip haddi aşanlara yönelik dönüşü olmayan ağır cezayı müeyyidedir. Had cezaları ancak şüpheyle düşer. Nitekim bir Müslüman’ı hatayla öldürene had cezası uygulanmaz, sadece kefaretle yetinilir. Derken bu kefaret bir köleyi azat etmek, buna gücü yetmiyorsa ardı ardına iki ay oruç tutmakla giderilir. Zira “Kim mümin bir kişiyi hatayla öldürürse Müslüman bir köle azat etsin ve öldürülenin velilerine diyet ödesin” (Nisa/92) ayeti bu babtandır. Hakeza; “Kim bir Mümini kasten öldürürse onun cezası cehennemdir” (Nisa, 93) ayeti diyete tabi olmadığına delalettir. Birkaç kişi bir şahsı hata sonucu öldürse her biri için ayrı ayrı diyet gerekmez, bir diyet kâfidir. Belli ki, kısas haksızlığı giderici sen nihai cezai müeyyide olduğu içindir Yüce Allah; ‘Kısasta hayat var’ (Bakara, 179) buyurmuştur. Şöyle ki; ister adam öldürme olsun, ister fuhuş olsun, ister içki içmek olsun, ister iftira etmek olsun, ister hırsızlık olsun ve isterse yemin ihlali olsun tüm bu suçların kabarmaması açısından en caydırıcı ceza ancak had cezasıyla mümkün olmaktadır. Aksi halde suçların biri bin edip toplum nizam bulamayacaktır.
Nesih: Bir hükmü hükümsüz kılmak veya değiştirmek manasınadır. Dolayısıyla bir sonraki delil nasih (nesh eden) adını alırken, iptal edilen hüküm ise mensuh (nesh edilen) adını alır. Belli ki, Allah Teâlâ kullarını bir dönem için başka hükme diğer bir dönemlerde farklı hükme tabi tutmaktadır, gerektiğinde kulunu sınar da. Elbette mülk O’nundur dilediğini yapmak yaratıcıya has bir haktır. Bu yüzden tüm müminler hikmetinden sual olunmaz der. Bakın, Hz. Âdem (a.s) döneminde kız kardeşle evlenmek caizken, sonraki dönemlerde yasaklanmıştır (nesih edilmiştir). Hz. Yakub (a.s) döneminde iki kız kardeş nikâh edilebiliyordu. İşte bu ve buna benzer hükümler İslam'ın doğuşuyla birlikte nesh edilmiştir. İlginçtir Hristiyanlar neshi reddetmezken, Yahudiler tam tersi tutum sergileyip inkâr etmektedirler. Yahudiler inkâr ede dursunlar şu bir gerçek sadece akli ve itikadı mevzularda nesh olunmaz. Mesela Ateş yakıcıdır” akli bir delildir, dolayısıyla aksi durum düşünülemez. Kaldı ki neshin kendine has belirli kuralları var. Her şeyden önce neshin kitap ve sünnetle teyit edilip sabit olması gerekir. Bu da yetmez nesh eden delilin nesh edilenden sonra olması icap eder. Şurası muhakkak; kitap sünnetle, sünnet sünnetle, ya da sünnet kitapla, kitapta mütevatir ve meşhur sünnetle nesh edilebiliyor. Ancak sünnetle nesh sadece kitabın hükmüne uygulanabiliyor, metnini asla nesh edemez.
Nesh konusunda fıkhı kaynaklarda geçen örneklere baktığımızda:
Birinize ölüm geldiği zaman vasiyet etmesi size farz kılındı” (Bakara, 180) ayeti celilesi, “Allah çocuklarınız hakkında size şöyle vasiyet eder” (Nisa, 11) ayetiyle nesh edilmiştir.
Rasulüllah (s.a.v) önceleri kabirleri ziyareti yasaklamıştı, sonrasında ise; “sizi kabir ziyaretinden men etmiştim, şimdi ziyaret edebilirsiniz. Çünkü o ölümü hatırlatır” hadisiyle nesh etmiştir.
Malum namazlar önceleri Mescid-i Aksaya doğru kılınıyordu, bu hususta Mescid-i Kıbleteyn de namaz kılma esnasında nüzul olan “Yüzünü Mescidi Harama çevir (Bakara, 140) ayetiyle birlikte fiili sünnet nehy edilmek suretiyle değişmez kıblemiz Kâbe olmuştur.
Yüce Allah'ın “Zina eden kadınlara dil ile eziyet etme ve evlerine hapsedilmeleri” hakkında nüzul eylediği ayetin hükmü nesh edilip sadece metni kalmıştır.
Hz. Ömer'den (r.anh) rivayetle Yüce Allah'ın; “Erkek ve kadın zinada bulunurlarsa ikisine de Allah Teâlâ tarafından bir ceza olarak recmediniz” ayeti celilenin hükmü esas alınıp metni nesh edilmiştir.
İslam'ın ilk evrelerinde Ramazanda uyuduktan sonra sahur vaktine kadar yemek içmek ve cinsel ilişkide bulunmak yasaktı, sonrası malum sahur sonuna kadar mubah addedilip bir önceki hüküm nesh edilmiştir. Hakeza yine ilk önceleri inananlar oruç tutmakla fidye vermek arasında tercih yapmakta serbestiler, daha sonra oruç tutmak farz olunca bir önceki uygulama nesh edilmiştir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Yüce Allah'ın beyan buyurduğu “Orucu geceye kadar tamamlayınız” (Bakara,187) ayette geçen 'geceleyin' ifadesinden gece oruç tutulacağı anlamı çıkmaz.
Yüce Allah'ın beyan buyurduğu “Başlarınızı mesh ediniz” (Maide, 6) ayetinde geçen 'mesh ediniz” hükmünün tüm başı içermeyeceği manasına gelen bir neshdir.
İslam'ın ilk evrelerinde meninin gelmesiyle gusletmeme ruhsatı vardı, fakat ilerleyen dönemlerde şehvetle gelen meni için gusül alınması farz kılındığından bir önceki uygulama nesh edilmiştir.
Hicri 8. yılında Şeddad’dan rivayet edilen; ‘Kan alan da veren de iftar açmıştır’ hadis-i şerifi, daha sonra İbn-i Abbas’ın rivayetle Allah Resulünün Veda haccında hicri 10. yılında söylediği bildirilen oruçken kan aldırmanın orucu bozmayacağı hükmüyle nesh edilmiştir.
Tabii neshle ilgili hususlar bu kadarla sınırlı değil elbet. En son şunu diyebiliriz ki; Fahrettin Razi gibi nice büyük bilge âlimlerin çalışmaları neticesinde nasih ve mensuh ayetlerin yekûn sayısı 20-21 arasında olduğu tespit edilmiştir.
Müddei: İddia makamı (sahibi-davacı) müddei demek olurken, aksini iddia eden makamsa müddeialeyh (dava edilen) adını alır.
Demagog: Konuşma adabına aykırı davranarak tan, sadece karşısındakini susturmak maksatlı lafebeliği yapan şahıs manasınadır. İşte böyle bir şahsın ortaya attığı içi boş ifadeler ise demagoji (lafazanlık) adını alır. Oysa Selef demagogun (laf ebesi) tam aksine her türlü laf ola beri gele türü ifadelerden uzak, gerçeğin ortaya çıkması için konuşurdu. Kaldı ki sahabe döneminde istisna kabilinden de olsa lüzumsuz sarf edilen sözlere meydan verilmezdi. Nitekim bir gün Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.v);
—Bu gün bana her ne soracak olursanız cevabını açıkça alacaksınız.
Cemaatten biri:
— Ya Rasulüllah! Benim babam kimdir?
Resulü Ekrem (s.a.v):
— Senin baban Hüzafe dedi.
Tabii bu tür sorulara canı sıkılan Hz. Ömer (r.anh):
—Fitnelerin şerrinden Allah’a sığınırım, bu gibi sorulardan dolayı af dileyerek tepkisini ortaya koymuştur. Derken bu olay üzerine ayet nüzul olur da:
“Size açıklanacak olursa fenalık verecek olan birtakım şeylerden sorup durmayınız” (Maide, 101).
Nikâh-ı fasıt; Sıhhat derecesi düşük geçersiz nikâh demektir.
Nikâh-ı batıl; Muvakkat zaman için yapılan ve kat’i hükümleri bulunmayan nikâhtır.
Nikâh akdi- Tarafların icab ve kabulüyle gerçekleşen akitleşme işlemine denir.
İcabı nikâh; Velinin 'kızımı seninle evlendirdim', kocanın da 'kızını nikâhladım' ifadesinde evlenme teklifinin yerini bulmasıdır.
Kabul-ü nikâh; Evlilik teklifine evet ya da olumlu karşılık vermekle nikâhın tamamlanması demektir.
Bikr; el sürülmemiş bekâr kız demektir.
Seyyib; kadın görmüş erkek demektir.
Seyyibe; erkek görmüş kadın demektir.
Eyyim; dul anlamındadır.
Mahrem; nikâhı haram olan, yani nikâh düşmeyen evlilik yoluyla(sıhrî) akraba, kan bağı akraba ve süt yoluyla akraba ve üç talakla boşanmış kadınlar vs. demektir.
Hürmet-i musahare; meşru evlenmekle ya da gayri meşru münasebetle meydana gelen haramlık demektir. Yani meşru evlenmenin dışında bile bir başkasına şehvetle dokunmakla ön avret yerine bakmakla da haramlık hâsıl olur.
Hürmet-i raza; sütlükten dolayı haramlık demektir.
Taaddüd-ü zevcat; çok evlilik demek olup, ama sınırı dörttür.
Mihir; nikâh akdi ile kazandığı bir nevi evlilik tazminatı demektir.
Akir; hamile kalmayan kadın demektir.
Duhul; kocanın eşiyle cinsel birleşmesi demektir.
Velhasıl; Hanefi ekolü fıkhı kitaplardan özetle kendi üslubumca fıkhı kavramları açıklamaya çalıştım, sürçü lisan olduysa affola.
Vesselam.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/fikhi-kavramlar-makale,7012.html
 
Üst