Fatma Barbarsoğlu - Kalplerin karanlığı, karanlık kalplerin kararlılığı!

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Fatma Barbarsoğlu - Kalplerin karanlığı, karanlık kalplerin kararlılığı!

66 yıl önce bugün...

66 yıl önce bugün Fransa 45 bin Cezayirliyi katletmişti; 1432 Ramazanında Suriye kendi vatandaşlarını katlediyor, İslam âlemi adına Arap Baharı dedikleri, yasemin isyanı dedikleri isyanlarla çalkalanıyor.
İsyanlara ad koyanlar yazıyor tarihi.
Fransa'nın Sarkozy'isi Arap Baharından rol çalmak için ne kadar gayret gösterdi.
Arap haklarına özgürlük her şeye ve herkese Fransız olanları pek ilgilendirdi.
Fransa'nın Cezayir katliamını hatırlayalım öyleyse bugün. Çok değil sadece 66 yıl önce yani 1945 yılında Fransa Cezayir'de 45 bin insanı katletti.
Bilimde geri kaldık. Kabul.
Ama sanatta niye bu kadar geriyiz!
Acılarımızı anlatmadıkça tarihi yazan olmayacağız.
En İsrail karşıtı olanımızın bilincinde bile Yahudi soy kırımına dair kaç tane film, roman, hikâye var bir düşünün.
Hitler'in yaptıkları daha dün kadar taze ve dumanı üstündeyken; Fransa'nın Cezayir'e uyguladığı soy kırım sanki milattan önce! O kadar uzak. O kadar müphem.
Sanatta karşılığı olmayan soy kırımları tarih yok mu sayıyor!
Katliamın filmi yapılacaksa onu da Fransa yapıyor pek âlicenap bir şekilde. "İçimizdeki Düşman" mesela.
Cezayir halkı iki ateş arasında gösteriliyor. Bir tarafta isyancılar bir tarafta Fransız askerleri.
Fransız ordusunun içindeki Cezayirliler Fransızlardan daha Fransız kendi halkına karşı. Çünkü onlar artık hiçbir yere ait olmayanlar.
Vicdanı devreye sokan aidiyetlerimiz çoğu defa.
"İsyancılarla" savaşmak için yeni bir teğmen gelir "kampa".Tasarım mühendisi bir teğmen. Kaldığı yere oğlunun resimleri ile süsleyen bir teğmen. Aile babası. Ne ki emrindeki erler ve çavuşlar onu "sorunlu" biri olarak görecektir.
"Sorunu," vicdan sahibi olması.
Vicdan sahibi teğmeniyle Fransa kendi sağaltımını yapıyor. Sütten çıkan ak kaşık oluyor ortaya koyduğu kahramanlarla.
Ya biz ne yapıyoruz!
Biz yani üst kimliğini Müslüman olarak "tescilleştirmiş" olanlar.
Beşar Esad'ın yaptıklarını okumaya yüreğiniz dayanıyor mu?
Müslümanların kutsal ayı diye batılı bir despot bile imaj savaşında yenik düşmemek için böyle bir katliamı göze almazdı Ramazan ayında.
Mısır'ın Mübarek'ini gördük kafeste.
Beşar'ı bakalım ne zaman ne halde göreceğiz!


Fatma Barbarosoğlu
 

uykusuz

Kıdemli Üye
Katılım
18 May 2011
Mesajlar
7,798
Tepkime puanı
1,236
Puanları
0
"Bilimde geri kaldık. Kabul.
Ama sanatta niye bu kadar geriyiz!
Acılarımızı anlatmadıkça tarihi yazan olmayacağız."
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Fatma Barbarosoğlu - İnsanlığımızı Ramazan ayına mı erteliyoruz?

Kapitalist ayinlere ram olan kalbimiz ve ölen binlerce çocuk

Aynaya düşen aksimiz bu mudur Allah'ım! Aynaya ve dahi Ramazan-ı şerif'in burcuna!

On altı saat aç kalışımızı dakika dakika saniye saniye hesaplayıp.

Sonra kuş sütü eksik sofralara oturunca; bir yerlerde imsak ile iftar vakti değil, kronik açlık çekenleri idrak edecek düzeye ancak gelen gafiller miyiz Allah'ım!.

Biz bu muyuz Allah'ım!

29 bin çocuk sanki iki gün içinde ölmüş gibi nasıl da kederleniyoruz. Kederlenir gamlanır gibi yapıyoruz.

Sanki on bir yıldır açlık çeken bir ülke değil bebeklerini, çocuklarını kara toprağın kara bağrına, ot bitmeyen bağrına yatıran annelerin diyarı.

On bir yıl durup durup da şimdi on bir ayın sultanında biraz açlık duydu diye bedenimiz, acından ölenleri görüyoruz öyle mi?

11 ay boyunca Sudanlı korsanları haber yapıp, bir ay boyunca açlıktan ölenleri "görerek" vicdanımızı temiz tutabilecek miyiz?

Roma tarihini okurken, daha çok yemek yiyebilmek için kendini kusturanları okurken şaşırıyoruz.

Garip olanı, ancak tarihin sayfaları arasında algılayabiliyoruz.

Oysa bu gün dünyanın yarısı aşırı yemekten, tıksırıncaya kadar patlayıncaya kadar yemekten ölüyor, diğer yarısı açlıktan.

Amerika oburlukla mücadele ediyor, Afrika açlıkla.

Yemekten ölenler bir kuru ekmeği bir avuç suyu bulamayanların haklarını da yedikleri için ölüyor ya!

Oysa en hararetli "insan hakları savunucuları" en tombalak ülkelerin nüfusuna kayıtlı.

Obama'nın babası Kenyalıydı değil mi?

Obama'nın babasının memleketi açlıktan ölüyor, annesinin memleketi aşırı yemek yemekten.

BM'den Somali için acil yardım çağrısı çıkıncaya kadar binlerce çocuk ölüyor.

Biz insanlığımızı Ramazan ayına erteliyoruz.

Hayırda yarışmak için Ramazan ayını bekliyoruz.

Bekliyoruz kelimesi yanlış oldu esasında.

Hayırda yarışmayı Ramazan ayına erteliyoruz olmalıydı cümle.

Çünkü biz, kapitalist ayinlerimizin kazasını yapmakla meşgulüz.

Tatil yapılacak faturası en kabarık olanından.

Her ürünün en son modeline ram olunacak.

Yeni kutlamalar için tema bulunacak.

Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır düsturu ile FARKKKK yaratılacak!!!

Ölmeden önce kalınacak yedi yıldızlı oteller için, ölmeden önce yenilecek yemekler için, ölmeden önce verilecek lüks mekân resimleri için geldik ya biz bu hayata.

Fakirleri, sadece fakirlerin gördüğü bir gezegen artık dünya, "yeni" Müslümanlarıyla.

İnanmazsanız çevrenize bir bakın. Somali için sms gönderenler ya öğrencilerdir ya da dar gelirli aileler.

Bu mudur ahvalimiz?

Budur!

Oysa Efendimiz bize nasihat eder: "Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz. Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından; yaptığı işleri ne maksatla yaptığından; malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden; vücudunu, sıhhatini nerede ve surette yıprattığından."

Fatma Barbarosoğlu
Yenişafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Lüksün pençesinde kıvranan müminler olarak...

Ömrümüzü ve servetimizi nerede harcadığımız, harcamakta olduğumuz konusunda pek kafa yormayız. Kendimizin değil başkalarının ömrünü ve servetini nasıl harcadığı üzerinden fikrimizi yorarız.
Zenginin malı fakirin sadece çenesini yormaz gönlünü de yorar velhasıl.
İslam âlemi hem bireyler olarak hem de devlet politikası olarak lüks tüketimin, konforun pençesinde debeleniyor.
Lüks tüketim had safhada olduğu için zengin ile yoksul arasındaki mesafe gittikçe büyüyor.
Oysa lüks tüketimden en çok kaçınması gerekenler üst kimliğini Müslüman olarak ifade edenler olmalı.
Çünkü, lüks tüketime göz dikerek Allah Teala'nın murat ettiği dünya düzeninin gerçekleşmesine engel oluruz.
Lüks tüketimin sakıncaları nelerdir? İnsanı daha çok kazanmaya, hırsa teşvik eder.
Lüks tüketim gösterişe dayalı bir tüketimdir. Lüks tüketimin peşinden gidenler, konforun peşinden gidenler bu hallerinin başkaları tarafından görülmesini ister. Böylece üstünlük taslayabileceklerdir. Üstünlük taslamak Efendimiz'in bir tarağın dişleri gibi birbirinizin aynısınız sözüne isyandır.
İnsanlar malları mülkleri ile üstünlük kurmamalıdır. Mal bize bir emanettir. Dünyada sahip olduğumuz her şey öbür dünyanın sınavını kazanmaya bir vesiledir. Mal mülk, ata- evlat, sıhhatimiz, vaktimiz hepsi bize emanettir. Bu emaneti asli vatanımızı kazanmak için en doğru şekilde kullanmak zorundayız.
Konfor ve lüks mümini bozar.
Ancak burada dikkat çekmemiz gereken husus şu: İsraf, lüks, konfor konusunda bizi uyaran Efendimiz'in ve Rabbimiz'in ayetlerini kendi kalbimize indirmekten mesulüz.
Bu gün Müslümanlar arasında maalesef nesneleri, konforu kendisi için ihtiyaç başkası için lüks olarak adlandırma hatası var. Hatta kendisi için fetvayı, başkaları için takvayı uygun gören bir anlayış var.
90'lı yıllarda şöyle bir anlayış vardı: Erkek yazarlar panel ve sempozyumlarda günümüzün kadınlarının ne kadar kötü bir durumda, imani olarak ne kadar zayıf olduklarını ispat edici unsur olarak kadınların çamaşır makinesi ve bulaşık makinesi kullandıklarından (ki o dönem için bulaşık makinesi çok yaygın değildi-bulaşık makinesi istemelerinden) bahsediyorlardı. Bu beyler kendi kullandıkları otomobil ya da bilgisayarı hiç söz konusu etmeden Hz.Fatıma'nın bulaşık makinesi mi vardı çamaşır makinesi mi vardı türünden anakronik bir yaklaşımda bulunuyordu.
Şimdilerde ise durum başörtüsü üzerinden sınıf çatışması örgütlenmesi şeklinde ifade ediliyor.
"Başörtülü cip kullanan kadın."
Seküler zihniyete sahip olan insanlar, vay başörtülüler o kadar kafasız değilmiş cip bile kullanıyor diyerek küçümseme edası eşliğinde bu cümleyi dillendirirken; dindarlar hem başörtülü hem de cipli. Yani takvaya uygun davranmıyor şeklinde yargılamak üzere kullanıyor.
Müslümanlar son yıllarda iş bölümü kısmını maalesef çok yanlış yorumlamaya başladılar. Fetva erkekler için takva bahsi kadınlar için oldu. Giyim kuşamdan başlayan bu "iş bölümü" (Müslüman erkeklerin giyim kuşamı, hal ve hareketleri bahsinde erkek yazarın kaleminden en son okuduğunuz yazının tarihini bir düşünmenizi tavsiye ediyorum)nesneler dünyasına doğru yayıldı.
Dolayısıyla lüks deyince gündelik hayatın hep kadınların kullandığı nesneler üzerinden tanımlamaları yapılır oldu.
Çarşamba günü lüks ve konfor meselesine devam edelim.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Zenginleri her an, fakirleri bir an düşünmek...

Her Ramazan ayında infak ile başlayıp lüks üzerinden devam eden tartışmaların/gündemlerin içinde oluyoruz.
Yardım, dayanışma, güçlülerin güçsüzlerden mesul olma bilincini geliştirmesi için bize yol gösteren bir hadis-i şerif üzerinden gitmek istiyorum.
Muaz b.Cebel'i(r.a), Rasullulah (SAV) Yemen'e (Vali olarak) gönderirken şöyle buyurmuştur: "Konfora dalmaktan sakın. Zira Allah'ın (has) kulları lükse göz dikmezler."
Lüks nedir?
Lüks konusunda yaşadığımız zamanın etkisinden dolayı kafalarımız bir hayli karışık. Çünkü tüketim kültürü, her türlü yeni nesneyi ihtiyaç sıfatının boyasıyla boyayarak bize takdim ediyor. Ve reklamların çarpıcı dili yüzünden insanlar her şeyi ihtiyaç olarak algılıyor. Evler nesnelerle dolup taşarken, çöplükler kullanılabilir ürünlerle dolu iken bizim ihtiyaçlarımız hiç bitmiyor. Yoksul değiliz ama hepimiz yoksunuz.
Bir şeyin ihtiyaç mı yoksa lüks mü olduğunu nasıl anlayacağız?
Bir nesne ile kurduğumuz ilişki o nesneye sahip olma biçimimiz o nesnenin ihtiyaç mı lüks mü olduğu konusunda zengin ipuçları verir. Lüks doğrudan gösteriş kültürü ile alakalıdır.
Bir şeyi göstermek istemek ne demektir?
İhtiyaç ile lüks arasındaki farkı anlatması bakımından cep telefonu iyi bir örnek olma özelliği taşıyor. Cep telefonu ilk çıktığı zamanlarda aletin kendisi lüks ürünler kategorisinde idi. Yanlış hatırlamıyorsam bin dolar civarında belki de daha yüksek bir fiyat ile satılıyordu. Ve cep telefonu sahibi olmak başlı başına sınıfsal bir konumu ifade ediyordu.
Bugün cep telefonu ihtiyaç durumunda. Köyden kente, fakirinden zenginine herkes cep telefonuna sahip neredeyse. Sınıfsal durumu cep telefonu sahibi olmak belirlemiyor artık. Ya ne belirliyor? Cep telefonunun modeli belirliyor. Herkesin ulaşamayacağı kadar yüksek bir ücret ile her sene yeni bir model piyasaya sürülerek sınıfsal konumunu yenileme imkanı sunuluyor insanlara.
Piyasaya yeni sürülen cep telefonunun özellikleri bazıları için derhal ihtiyaç haline gelebilir. O ihtiyacı karşılamak için yeni model telefon alması onun lüks müptelası olduğu anlamına gelmez. Lüks müptelası olanlar nesneleri kullanmak üzere değil, sahip olmak üzere alırlar. Nesneye sahip olurken, yüksek bir toplumsal konuma geçtiğini düşünür ve bu düşüncesini herkese sirayet ettirebilmek için nesnesi üzerinden gösteriş yapar.
Gösteriş yapmasının sakıncası nedir? İki boyutlu bir sakıncası var. Birincisi, benliklerini gösteriş tüketimi içinde idrak edenler İslam'ın asli unsurunu reddetmiş olurlar. Bu dünya gelip geçicidir. Esas vatan ahiret hayatıdır. Dolayısıyla biz bu dünyada bütün yatırım ve emeklerimizi ruhun kanatlanması için harcamak durumundayız.
Gösteriş tüketimi ve konfor içinde ruh kilitli kalır. Beden ile ruh birleşik kaplar gibidir. Birinin zevk aldığı şey öteki için yorgunluktur. Birisi artarken öteki azalır.
Lüks ve konfor düşkünlüğünün ikinci sakıncası şudur: Lüks ve konfora kapılmış kişiler toplumun zayıf kesimlerini görmezler, algılamazlar. Lüks ve konfor algıyı bozar, bakışı zayıflatır basireti öldürür.
Başka bir hadisi şerifte Efendimiz "Zayıfların hakkı kuvvetlilerden alınmadığı sürece bir millet temizlenemez" buyuruyor.
Lüks peşinde koşanlar zayıfları değil önünde gitmekte olan güçlüleri görür. Kendisini onlarla mukayese eder. Hâlbuki bir başka hadisi şerif bize: "Kendinizden yukarıda olanlara bakmayın. Sizden aşağıda olanlara bakın. Allah'ın nimetleri için şükredebilmeniz için bu daha doğru bir yoldur" diye mihmandarlık eder hakikat yolunda.
Günümüzde insanlar daha aşağıda olanlara bakamıyor. Çünkü medya üzerinden daima bizden uzakta ve yukarda olanların hayatına odaklanıyoruz.
Diyeceksiniz ki Somali'deki çocukları düşünüyoruz. Düşünmekle kalmadık onlar için mesaj bile gönderdik.
Söylemek istediğim tam da bu. Zenginleri, bizden yukarıda olanları her an, fakirleri bir an düşünüyoruz.
Bir de post modern kültürün etkisini ilave edelim bu duruma. Post modern kültürün hayat algısı "yaşam kalitesi" kavramında kendisini aşikar kılar. Nedir yaşam kalitesi. Barınma, yeme, sağlık, aile kurma, çoluk çocuk sahibi olma bütün bunlar her zaman insanların meselesi idi. Ve bunları en genel şekliyle hayatta kalma kavramı üzerinden değerlendirmek mümkün idi. Günümüzün kavramı yaşam kalitesi. Ne demek yaşam kalitesi. Şu demek diyemiyoruz. Çünkü müphem bir şey. Çünkü postmodern zamanın dokusu müphemlik üzerine kurulu.
Tüketim kültürü varlığını müphemliğe borçlu. Herşey bu kadar müphemleşince insanlar mutlu olmak istiyor. Mutluluk bugüne bu ana dair bir şey değil oysa. Ya dünde kalan ya henüz gelmemiş olan bir şey mutluluk.



Yeni Şafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ne çok ev var ama bizim "yuva"mız neresi?

Gazeteleri internetten takip ediyorsanız bilirsiniz. Ana sayfada bir magazin kutusu olur daima. Ünlü kişilerin, yediklerine- içtiklerine, yaşadıkları mekânlara götüren.
Tam bir zenginin malı züğürdün çenesini yorar durumudur . Ne ki gençler, kadınlar bu "slayt gösterisinden çok etkilenir. Mekan, fotoğraflarda daima olduğundan daha geniş, daha güzel, daha estetik görünür.
Hal böyle olunca kendi yaşadığı yeri dar görmeye başlar insanlar. Türkiye'nin okuma yazma oranı ile gazetelerin takip edilmesi arasındaki oran hiçbir zaman sağlıklı bir gelişme göstermedi. Bunun olumsuz yanları kadar olumlu yanlarını görmeye dikkat ettim.Ta ki diziler hayatımızı ele geçirinceye kadar. Dizi filmlerin "muhteşem ev" mekânlarından sonra evlerimiz yuva olmaktan çıktı. Evler eşyaların nice zamandır.
Şeylerin dünyasında nefes almaya çalışıp ruhumuzun kanatlarını kırıyoruz.
Ruh ile beden bileşik kaplar misalidir. Biri azalırken diğeri artar. Bedenin hazzı azaldıkça ruh sıkılır. Bedensel hazlar ruhun kanatlarını kırar çünkü.
Ev bahsine Muhammet Esed'in Doğunun romantık olmayan yüzü adlı kitabında beni çok çarpan bir örnek üzerinden devam etmek istiyorum. Bilenler bilir ama bilmeyenler için önce, Muhammed Esed kimdir ansiklopedik bir bilgi sunalım.
1900 yılında o zamanlar Avusturya –Macaristan İmparatorluğunun sınırları içinde olan İvow şehrinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor Leopold Weiss. 20 Şubat 1992'de vefat ettiğinde ardında çok önemli eserler bırakmış bir mümin olarak cenaze namazı kılındı. 1926 yılında Ezher şeyhi Mustafa el –Meragi ile tanışmış ve Ezher'de Arapça öğrenmiş ve eşi ile birlikte Müslüman olmuştu.
Biraz önce bahsettiğim gezi notları kitabı Müslüman olmadan önceki iki yılını kapsıyor. Gazeteci-yazar, gezgin olarak çok çarpıcı bilgiler veriyor. Bu bilgileri okurken ne kadar özgür bir ruha sahip olduğunu hemen fark ediyorsunuz.
7 Ağustos günü fakir bir Arap evinde misafir oluşunu şu satırlarla anlatıyor : "Arap ailesi ve ben yani yaklaşık bir düzine insan aynı odada uyumak için yattığımızda gözlerim tavandaki sayısız kahverengi ağaç kirişlere takıldı,duvardaki sayısız girintiye baktım ve kendi kendime "kendi yerim" de buradan daha çok kendimi evimde hisseder miydim diye sordum,garip Arapların misafiri olarak.Ve aniden bizi Araplardan uzaklaştıran şeyin ne olduğunu fark ettim:Gam eksikliği.Gam nedir bilmiyorlar." (s.123)
Esed'in "kendi yerim" dediği cümle bana büyükannemi getirdi. Rahmetli büyük annem ev kelimesini kullanmazdı. Yuva derdi. Hadi vaktiyle yuvanıza kavuşun diye uğurlardı öyleden sonra oturmasına gelmiş misafirlerini. Hayırlısı ile bir yuva kur diye dua ederdi çeyizine iğne batıran genç kızlara.
1980 öncesinin geceye karışan silah sesleri arasında burnu cama dayalı henüz eve gelmemiş olan ağabeyimi beklerken, kuşlar bile yuvasına döndü sen nerede kaldın a oğlum diye seslenirdi sanki bir yerlere sesini duyurabilecekmiş gibi.
Muhammed Esed'in fakir arap evinde onca Kalabalığın içinde kendini yuvasında buluşu olarak okudum yukarıda alıntıladığım satırları. Orjinal metinde gam kelimesi değil de belki kaygı kelimesinin geçiyor olabileceğini düşündüm. Müminin gamı ve kederi olur. Ancak kaygısı az olur. Gam ve keder ile kaygıyı ayıran nedir? Mümin esas vatanının, ötelerin sesini ve özlemini daima hisseder. Melal burcunda gezinir. Bu dünya hayatının gelip geçici oluşu öbür dünyayı kazanacak gayrette bulunmayış mümini kederlendirir, gamlandırır. Yani hüznü ile öte aleme bağlanır mümin. Oysa kaygı sebepsiz bir korkudur. İnsanlar modern hayatın içinde hüznü değil kaygıyı yaşarlar daha ziyade.
Kaygılarımız, korkularımız nesneler dünyasına bağlılıktan beslenir çoğu zaman.
Ev bahsinden başlamıştık yazıya. Ev bahsi ile nihayetlendirelim.
Ne çok ev reklamı var farkında mısınız? Olanların bir değil birkaç evi var. Ev bir yatırım aracına dönüştüğünden beri insanlar kendisini artık hiçbiryerde "yuva"da hissetmiyor.
"Yuva"sına varamayan insanlar kaygının ve korkunun esiri oluyor.
Başbakanımız verim ekonomisi için araba almayın ev alın diye yol gösterdi vatandaşlara. Bundan on beş yirmi yıl öncesine göre toplu konut sayesinde dar gelirli vatandaşlar daha kolay ev sahibi oluyor.
Ama kaçımızın "yuva"sı var?


Yeni Şafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Somali'ye magazin figürleri değil şairler götürülmeliydi...

İstanbul Belediye Başkanı olduğundan bu yana her Ramazan-ı Şerif'te fakirlerin sofrasına oturarak halka muhabbetini ve dahi halkın muhabbetini tazeleyen bir Başbakanımız var.
Geçen sene Sayın Emine Erdoğan milletvekilleri, sivil toplum örgütü temsilcileri, iş kadınları ve medya mensupları ile birlikte Ramazan-ı Şerif'te sel felaketinden mağdur olmuş Pakistanlıları ziyaret etmişti.
2011 Ramazan-ı Şerifi'nde Başbakanımız maaile ve sayın Dışişleri Bakanımız ve eşi, milletvekilleri, iş adamları ve şarkıcı-türkücülerle birlikte Somali halkını ziyaret etti.
Ümmet bilincinden uzak, insanlık dairesinden nasibini almamış olanlar için "buradaki" fakirler varken "oraya" gitmek anlaşılabilir bir durum değildir.
"Buradaki fakirler dururken" diye höykürenler acaba kaç defa "buradaki fakirler" için kalbinde ince bir sızı hissetmiştir!
Afrika'nın açlıktan kaburgaları sayılırken obez Avrupa ekonomik krizin pençesinde.
Dünya 1928 bunalımını aratmayacak bir dar boğazın eşiğinde. Avrupa başkentleri isyancıların ateşiyle "aydın"lanıyor.
Kürt meselesinde az gittik uz gittik bir arpa boyu yol gittik. Arpa boyu yol bu defa tehlikeli dönemeci barındırıyor. Devlet ile bölge arasındaki sorun vatandaş ile vatandaş arasında patlayacak şiddet eylemlerine dönüşmek üzere.
Bütün bu hengâmede, hükümet bir taraftan krizin Türkiye'ye teğet bile geçmeyeceğini söyleyerek psikolojik direnci diri tutmaya çalışıyor, diğer taraftan bizzat Başbakan tüketim ekonomisinden verim ekonomisine geçmek üzere halkta bir bilinç oluşturmaya çalışıyor.
Verim ekonomisi kavramı üzerinde bütün dikkatimizle durmamız gerekiyor. Çünkü verim ekonomisinde bizi lüksün tuzağından kurtaracak anahtar mevcut.
Lüks mümini bozar.
Başbakanımız'ın verim ekonomisi açıklamasını sadece dar gelirli vatandaşların değil özellikle siyasilerin, yöneticilerin dikkatle uygulaması gerekiyor. Devlet harcamaları tekrar gözden geçirilmeli, her vesile ile hayran kaldığımız Alman tasarrufu gündelik hayatımızın bir parçası olmalı.
Verim ekonomisi için seferber olmalıyız. Lüks tüketimi özendirici reklamlara bir sınırlama getirilmeli. Daha ev daha araba, her şeyin en iyisi hep bana hep bana zihniyeti ile mücadele edebilmek için "ekran"ı daha "verimli" kullanmamız gerekiyor.
Somali ziyareti ekranın nasıl verimli kullanılamadığına çarpıcı bir örnek teşkil ediyor. Taş yerinde ağır. Ajda Pekkan kişiliği ve kimliği ile "Somali'de olmaktan keyif alışı " ile ziyaretin verimini düşürdü.
Bir tanıklık söz konusu ve bu tanıklığın dünya kamuoyuna duyurulması gerekiyorsa gördüklerini kelimelerin ateşi ile anlatabilecek yüreklere ihtiyaç var. Kameralar karşısında nasıl resim vereceğine kafasını takmış, Somali'de bulunmaktan keyif alan şarkıcı neyin tanıklığını yapacak! Onun bu tanıklığını kim ciddiye alacak. Nitekim alan olmadı. Somali'den insan hikâyeleri yerine, şarkıcının eksik Türkçesi yüzünden "keyifli" cümleleri doldurdu medyayı.
Somali'ye magazin yıldızları değil şairler, romancılar, tiyatrocular ve yönetmenler davet edilmeliydi. Tanıklıkları üzerinden dünyaya köprü kurabilecek kelimelere sahip olanlar yani.
Resmi heyetlerde şarkıcılar türkücüler yer alırken neden sanatın diğer kollarından birer temsilci davet edilmez? Tarihe dip not düşmek isteyenler bu sorunun cevabını itina ile düşünmek zorunda.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yasa koyucular ve yorumcular/Yorum yorgunu Türkiye

Yazının birinci başlığı ömrüne ömür olası Bauman'ait Sezen Aksu erken söyledi. Yaz umduğumuzdan güzel geçer belki diye.
Yaz yorumlarla geçti.
Bir hakikat var ortada, bir de bu hakikati bazen açan bazen örten yorumlar.
Her yorumdan haberdar olunca bünyeye düşen bıkkın bir yorgunluk oluyor.
Herkes her şeyi yorumluyor. Herkes herşey hakkında fikir sahibi. Sokağa çıkan herkes kendi meşrebine uygun olarak bir gizli kameraya takılmayı bekliyor. Ağdan kurtulmayı gaye edinen balığın tam aksi bir durum söz konusu. Ağa takılmayı bekliyoruz her birimiz. Ağa takılınca ne olacağını sanıyorsak artık.
Etrafınıza kulak kesilin. Kimisi şanslı masanın ağına takılınca annesini, babasını, en yakın arkadaşını kameralar eşliğinde nasıl harcayacağının hayali ile hemhal.
Kimisi ne olacak bu Fenerbahçe'nin hali bahsinde, en yakası açılmadık görüşlere sahip yegâne kişinin kendisi olduğunu düşünüyor.
Kimisi transfer sezonunun en orijinal en hakiki yorumlarının kendisinden çıkacağından adı kadar emin.
Kimisi PKK meselesini tereyağından kıl çeker gibi bitireceğini anlatıyor.
Bir özgüven patlaması, bir yorum obezliği ki, sormayın gitsin.
Ama beni bu yazı için esas ilgilendiren Pazartesi günü yayınlamış olduğum Somali'ye magazin figürleri değil şairler götürülmeliydi yazısına gelen "yorumlar".
Üst kimliğini Müslüman olarak ortaya koyan kişiler arasında yalan söylemekten, iftira atmaktan,hakaret ve küfür etmekten çekinmeyen insanlara rastlayınca ne yazık ki artık şaşırmıyoruz . Peygamber Efendimizin "Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim" ilkesinden hızla uzaklaştığımızı bize kim hatırlatacak!
Fakat acı olan şu ki, iftira atmaktan, hakaret etmekten korkmayan insanlar eleştiriden özellikle de hükümetin eleştirilmesinden çok rahatsızlık duyuyor.
Oysa uzun vadede hakikat en büyük müttefiktir. Hakikate giden yolun taşları eleştirinin aydınlığında döşenir.
Göz herkesi görür kendini göremez. Hükümetin şu an ihtiyacı olan en büyük destek eleştiri. Evet yanlış okumadınız. Hükümetin şuan ihtiyacı olan en büyük destek eleştiri. Övgü ya da sövgü değil.
Uzun süren İktidar ile birlikte İslami kesimin içine düştüğü yozlaşmadan bahsediyoruz. Bu yozlaşmanın tek müsebbibi olarak da siyasileri görüp kendimizi sütten çıkmış ak kaşı olarak ayırıyoruz. Oysa yozlaşmadan bahsediliyorsa iktidara karşı sağlıklı eleştiri getirememiş aydın sapması da merkeze alınıp tetkik edilmeli.
AK Parti karşıtları sağlıklı ve sağduyulu bir eleştiri dili geliştirmektense önce iktidarın yaptığı her eylemi aşağılama girişiminde bulundular sonra da "Korkuyorum anne" söylemine yaslandılar.
İslami kesimin aydınları ise, iktidarın dilini iktidardan evvel sahiplenme yoluna gitti.
Pazartesi günü yayınlamış olduğum yazıya internet üzerinden yapılan yorumları sizlerle paylaşmak isterdim. Her birini tek tek analiz de etmek isterdim. Ancak gazete üzerinden bunu yapmak çok sağlıklı değil. Belki bir vesile ile İslami kesimde olmayan ve onmayan eleştiri dili üzerine bir ders yapmayı düşünebilirim.
Ama tadımlık olması açısından İHL sözlükteki şu yorumu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Onca hakaret içeren madde arasından benim açımdan en dikkat çekici olan şu:
"Ya kardeşim bir şeyden de geri kal, evde otur enişteye bir iftar hazırla."
Bu cümle İslami kesimde neden eleştirel bir bakışın olmadığını, olamayacağını çok iyi ifade ediyor. Bu satırları yorumlamamı bekliyorsunuz. Hayır, tam tersine bu "yorum" hakkında yorumu size bırakıyorum. Sadece şunu görmenizi istiyorum. Eleştirel dil bir kadının kaleminden çıkınca nasıl da aşağı çeken, mahrem alanın talan edilmesine yönelik bir itiraz ile karşılaşıyor. Bu satırları yazan şahıs bacı ilan ettiği bendenize karşı ihtimal dedikodu dilini kullandığının farkında değil: "Evde otur enişteye yemek hazırla." Bu cümle bütün gün sokaklarda geziyorsun bir kaşık yemek pişirmiyorsun anlamını barındırıyor.
Diğerleri arasından özelikle bu maddeyi seçtim. Çünkü diğerlerinde kraldan fazla kralcı bir yaklaşım var. Her hadiseye bir PR çalışması olarak bakanlar bendenizi konunun cahili ilan etmişler. Bu tür maddeleri önemsemiyorum. Çünkü onlar kendilerini ifade ediyor. Basiret sahipleri bu ifadeler üzerinden yorumunu yapar. Ama buraya alıntıladığım madde kamusal ile özelin dilini ayıramayan; suizan üzerinden dedikodu dili üreten bir bakışı yansıtması bakımından dikkatle üzerinde durulması gerekiyor. Sözlüğün adı İHL sözlük olduğu için, "emri bil maruf nehyi anil münker" hatırlatmasının sözlük dili olarak talan edilmesine gönlüm razı olmadığından bu yazıyı kaleme aldım.
Ancak İHL sözlük hakkında yanlış izlenim edinmenizi istemem. Yazımı doğru bir yerden okuyan, sağduyu ile değerlendiren arkadaşlara buradan selamlarımı sunuyorum.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yaralarımızın tarihine şifa bahsi olarak Wonder I-
Hikâyeyi Eduardo Galeano'nun Aynalar kitabından aynen aktarıyorum.
Ana Fellini küçükken anne babasının bir trafik kazasında öldüğünü zannediyordu. Dedesi ve ninesi ona böyle söylemişti. Dediklerine göre, Anna'yı almaya gelirken bindikleri uçağın düşmesi sonucu ölmüşlerdi.
On bir yaşındayken, birisi ona anne babasının Arjantin'deki askeri diktatörlüğe kaşı savaşırken öldüklerini söyledi. Hiçbir şey sormadı, hiçbir şey söylemedi. Eskiden çok konuşkan bir kız olmasına rağmen, o günden itibaren ya çok az konuştu ya da sustu.
On yedi yaşındayken öpmekte zorlanıyordu, çünkü dilinin altında bir yara vardı.
On sekiz yaşındayken yemekte zorlanıyordu, çünkü yara her geçen gün daha da derinleşiyordu.
On dokuz yaşındayken onu ameliyat ettiler.
Yirmi yaşındayken öldü.
Doktor onu ağzındaki bir kanserin öldürdüğünü söyledi.
Dedesiyle ninesi onu gerçeğin öldürdüğünü söylediler.
Mahallenin büyücüsüyse çığlık atmadığı için öldüğünü söyledi.
II-
Başka türlü Anna'larız hayatın içinde. Dindarların devlet ile ilişkilerindeki sorunlu alan dindar bireylerle seküler bireyler arasında mayalanıp kabarsın diye manşetler ne atıldı bu ülkede. Ne yorumlar yapıldı. Ne hakaret cümleleri kuruldu el bombası niyetine.
Başörtülü kadınlar en olmadık sorunlarla karşılaştı. Ama sadece bazı başörtülüler her sıkıntıyı başörtüsü üzerinden anlattı. Başörtülü olduğum için diye başlayan cümlelerin arkasına sadece "bazı" başörtülüler saklandı.
III-
Başörtülü kadınlarla devlet arasındaki gerilim bireylere yansımasın diye ne çabalar verildi ne gayretler kuşanıldı.
Bunca mutsuz ve tedirgin başörtülü genç kıza rağmen çatışmanın mayası tutmadıysa gayret bizden tevfik Allah'tan düsturu ile yol almamızdandır.
IV-
Şimdi çatışma Kürt bireyler ile Türk bireyler arasında kurgulanmaya çalışılıyor. Dindar Kürtlere bu süreçte çok işi düştüğünü yazmıştım "açılım mevsimi"nin başında.
Bütün yük, bütün sorumluluk bölgenin dindar Kürtlerinin omzundadır. Çünkü Türkiye'nin "geri kalanı" ile ortak dile sahip tek gurup kimliği onlara ait.
V-
Alınganlık biriktiren profile; karşılaştığı her zorluğu "başörtülü olduğum için diye başlayan" cümleler eşliğinde, mağduriyet psikolojisine yaslanan kadınlar üzerinden aşinayım.
Bir mağduriyet psikolojisine yaslananları var her meselenin, bir de sahiden mağdur olanları.
Mağdur olanlar ateşin içinde çözüm derdiyle hemhal.
VI
Viyana'da, Wonder'in o kardeşlik,dayanışma dolu atmosferinde gül yüzlü gençlere nereden geldiklerini soruyorum .Aldığım cevaplar küçük şehirlerin, adı haritada görünmeyen beldelerine dair olunca, üstelik bu beldelerden gelenlerin sayısı ikiyi üçü geçince içime bir huzur doluyor.Bak diyorum N.ye kendini kurtaran geriye dönüp iki kişiyi daha kurtarmış.
Büyük şehirlerden gelenler değil, adı duyulmamış beldelerden gelenleri tanımak üzere soruyorum "nereden geldin? Nerelisin ?"sorusunu.
Hikâyeleri umut üzere mayalamaya çalışırken, nereden geldiniz soruma isyan ile cevap veriyor Muş Malazgirt'ten geldiğini söyleyen delikanlı. Ayırımcılık yapmak ile suçlayıp terk ediyor salonu.
Oysa ben ayırmanın değil, hikâyeyi bütünlemenin derdindeyim. Birimizin acısını hepimizin yapmanın derdindeyim.
VII
Wonder bu sene ilk defa iftar davetini İstanbul'da gerçekleştirdi. Muhteşem bir akşamdı.
Wonder başkanı Yusuf Kara ve değerli Eşi Nadire Hanım onlarca çocuğu olan bir ebeveyn. Bir metefor olarak söylemiyorum. Onlar Viyana'daki gençlerin sahiden anne-babası.
Yaralarımızın tarihinden şifa bahsi çıkarma azmini gösterdikleri için kendilerine minnettarız.
Viyana'ya ilk gidenlerin hikâyesi bir sinema filmi olmalı muhakkak.
Wonder'in başarı hikâyesinde bizi birleştirecek köprüler kayıtlı çünkü.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kömürlükte dost arayan "eşekgöz" yurdum insanı I-
Haberlerden haberdar olmak için açtığım radyonun bana bir sürpriz hazırladığının farkında değildim.
Ocağa yemeği koyarken haberlerden haberdar olacaktım.
Oldum nitekim.
Ama başka haberlerden. Bir Türkiye gerçeğinden. Hatta bir gezegen gerçekliğinden.
Ağzını yaya yaya bağıra bağıra konuşan sunucu kız talipleri birbirine tanıştırmak ile meşguldü.
Derken biri bağlandı telefona. Saat sabahın 8.50 si. Durun hele bir. Radyo ile yatan radyo ile kalkan bir kitlemiz var da. Sabah sabah kısmetini radyoda aramak. Tövbe tövbe.
Katlanacağız çaresiz.
Günaydın.
Günaydın
Bize kendini tanıt
Adım Sümeyye. Bir elli beş boyunda, çağrı merkezinde çalışıyorum. En büyük özelliğim iri gözlerimin olması.
Eşek göz yani.
Aynen öyle.
Devam Sümeyye seni dinliyoruz.
Özü sözü bir, ayakları yere basan birini arıyorum. Kadın da olabilir. İki lafın belini kıracağımız bir dost arıyorum. Kapalıyım bu arada. (Başörtülü olduğunu belirtme ihtiyacı duyması enteresan.)
Tamam duydunuz Sümeyye'yi. Ben de çağrı merkezinde çalışmıştım. İnsanı sesinden tanırız biz değil mi Sümeyye!
Aynen öyle.
Sesinden tanırız ama kibar da olmak zorundayız değil mi?
Evet.
Duydunuz Sümeyye'yi çağrı merkezinde çalışıyor!
Kendine dost arıyor!
Bir elli beş boyunda ve eşek gözlere sahip!
Bekliyorum telefonlarınızı. (Lafını belini kıracak dost ile boyun bosun ve dahi eşek gözün alakası? The What yani.)
İlle de erkek arkadaş aramıyor Sümeyye. Kadın da olur diyor. Benim gibi kendi ayaklarının üzerinde durabilen. Öz güveni yüksek. (Niye ki kariyer mi tokuşturacaklar karizma mı?)
Sunucu başı kapalı, çağrı merkezinde çalışan eşekgöz Sümeyye için henüz allama pullama faaliyetine başlamıştı ki... Aranan kan bulundu.
Adının Zeynep olduğunu söyleyen biri. Sunucu Zeynep'i tanıyor. Stüdyoda konuk etmişliği var. Ben talibim dostluğuna diyor Zeynep. Beklerim diyor.
Ah evet harbiden Zeynep tam senin istediğin gibi biri diye tanıtıma geçiyor sunucu.
Bir şarkı ile ara veriyorlar "muhabbet"e. Şarkı mı? Gud gud beni yala yut diye iğrenç sözleri olan tuhaf bir şey.
II-
Dost arıyor insanlar? Nerede? Kömürlükte. Kömürlük neresi? Hoca Nasrettin'in yüzüğünü kaybettiği yer.
Ki merhum Hocamız bile kendi yüzüğünü kömürlükte değil gün ışığında aramayı tercih etmişti.
Telefon ile bağlanan da bağlananın talebine cevap veren de diyelim ki başlangıçta kurmaca. Sunucu böyle bir "konsept" belirledi. Eşini dostunu da yardımcı rollerde oyunun içine yerleştirdi.
Öyleyse duruma sosyolojik vaka olarak bakmanın bir anlamı yok.
Keşke öyle olabilseydi.
Evvelinde kurmaca olarak başlayan nice inanılmaz olay zamanla hayatın hakikati olup başköşeye yerleşiveriyor.
Onun için sabahın köründe fiziki özelliklerini radyo üzerinden ortaya saçan başörtülü olduğunu söyleyen Sümeyye'nin durumu başörtülüleri temsil etmiyor ama kendi zamanını temsil ediyor. Başının açık ya da kapalı olmasının önemi yok.
Önemli olan insanların bir tutku halinde "yeni insanlar tanımak" için dağları aşacak Ferhadvari bir enerjiye sahip olması.
Yeni insanlar tanımak. Ama yeni insanları tabiî bir iklimde değil ille de teknolojik bir arenada tanımak önemli.
Dostu teknolojik destek ile bulmak.
Birbirine öteki üzerinden ulaşmak.
Sabahın köründe radyo aracılığı ile dost arayan bu kız her türlü iddiasına varım ki bayramda en yakın akrabalarını ziyaret etmemiştir. Geçtim ziyaretten ziyarete gelenlere çıkmamıştır. Meşgulüm deyip ekran karşısında göz süzmüştür.
Günahını almayalım o kızın. Hepimiz üç aşağı beş yukarı öyle değil miyiz? En yakınımızdan esirgediğimiz ilgi ve alaka gün boyu kimlere nasip oluyor!
Ben dost yüzü görmez isem bu gözlerim nemdir benim.
E hepimizin gözü nemli. Ekran nemi lakin.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Endam aynası olarak pijama bahsi...

Yaz gelince yaşadığınız şehre bir ressam gibi baktığınız olur mu? Ya da yaşadığınız mahalleyi bir beste olarak en çok ne zaman düşünürsünüz?
Yaz gelince, fikir yazıları, siyasi yazılar yazmakta zorlanıyorum. Hayat elimden kaçıyormuş gibi geliyor. Karpuz sergileri ya da ayşekadın fasulye üzerine yazmam gerekirken vazifemi yapmadığım duygusuna kapılıyorum yazın. Ayşekadın fasulye ne alaka demeyin. Refik Halit Karay'ın muhteşem bir yazısı vardır en meşhur kadınımız başlığı altında ayşekadın fasulyeye dair.
Geçen gece tıkış tıkış raflardan kitap ararken "Evimizin Ressamı" kitabı düştü yere. Eyvah dedim. Komşuyu uyandırmış olmanın tedirginliği ile. Sonra tatile gittiklerini hatırlayarak rahatladım.
Bazı kitaplar vardır tam da zamanına doğar. Siz de tam sizin için uygun olan zamanda rastlarsınız bu kitaplara. Benim için Beşir Ayvazoğlu'nun Kaleminden çıkan Evimizin Ressamı Malik Aksel kitabı tam da böyle bir anın içine doğdu.13 yaşındaki yeğenim Resim hocasının verdiği ev ödevine isyan ederken Milli Eğitim Bakanı duy sesimizi diye söyleniyordu. Hangi sesinizi dedim. Türklerden ressam mı çıkmış. Boşuna çaba, kaldırsınlar okullardan resim dersini diye cevap verdi öfkeyle.
Türklerden ressam çıkmadığını nereden biliyorsun diye sordum. Var mı bir Picasso'muz dedi. Sanatçı muhiti ile birlikte doğar dedim. Ne ressamlar çıktı bizden. Ama onları yorumlayacak sanat eleştirmenlerimiz çıkmadı asla. Hani dedi yeğenim. Söz dedim sana bir ressamın biyografisini bulacağım.
Ben bu sözü vereli üç gün olmamıştı ki Beşir Bey kitabını takdim etti. Gündemde Ucube tartışmaları varken "Evimizin Ressamı Malik Aksel" kitabını çölde kalmış yolcu hararetiyle içtim. Kitap çok çarpıcı. Kitabın yazılış hikayesi ve Ayvazoğlu'nun Malik Aksel'in peşine düşmesinin; Malik Aksel'in Osmanlı coğrafyasının hüzünlü yüzünü yazılarına aksettirişinin lezzetini anlatmayacağım size.
Tadımlık bir bahis açacağım sadece.
Malik Aksel benim dünyama "İstanbul'un Ortası" isimli kitabı ile girmişti. Ama başka bir ortak yolumuzun olduğunu keşfettim Ayvazoğlu'nun satırlarından. Malik Aksel ile Almanya'ya eğitim görmeye gidenlerin arasında İsmail Hakkı Uludağ da varmış. Kim bu diyeceksiniz? Bendeniz İlkokulu İsmail Hakkı Uludağ İlkokulu'nda tamamladım. İlk üç yılı Beşyol Baraka İlkokulu'nda okuduktan sonra barakanın yerine yapılan modern okula taşındığımız günü hayatım boyunca unutmadım. Tepesi akan bir sınıfta, soba nöbeti sırasında naylon önlüğünü yakan bir öğrenci olarak yeni okulun varlığına inanamamıştım. O kadar inanamamıştım ki derste dalar dalar giderdim. Yeni mekân yeni masallar kurduğum bir yer olmuştu. Nerede okuyorsun diyenlere Baraka değil İsmail Hakkı Uludağ İlkokulu diye güvenle söyleyeceğim bir okul. Göğsümüzü o kadar çok kabartırdık ki muhatabımız sorardı kim ki bu İsmail Hakkı Uludağ. Okula ismini verenler hayat hikâyesini asmayı akıl etmemişlerdi demek ki. Zengin bir adam diyorduk. Hayrına yaptırmış. Devletin yaptırıp da adını verdiği bir öğretmen olduğunu hiç bilmedik.
Ben yeni öğrendim. Evimizin Ressamı kitabı vesilesiyle. Meğer Malik Aksel ile birlikte Almanya'ya gönderilenler arasında bizim "zengin" İsmail Hakkı Uludağ öğretmen de varmış.
Kitap sosyolojik açıdan çok kıymetli.
Bu yazı için pijama bahsini alıntılamak istiyorum.
Hatırlar mısınız sanki bin yıl kadar önceydi. TSK, medya mensuplarını Güneydoğu'ya götürmüştü. Bir sürü gözlem ve duygu paylaşımı arasında en çok merhum Yavuz Gökmen'in askeriyenin dağıttığı uyku tulumunun içine ipek pijamalarını giymesi üzerinden muhabbet çevrilmişti.
Pijama meselesi modernliği test eden bir durum olarak kalemine dolandı bazı yazarların. Mesela Ertuğrul Özkök, sevdiği aktörün pamuklu pijama ile vermiş olduğu söyleşiden yola çıkarak pijama üzerine bir yazı yazdı birkaç ay önce. Pijama giyenlerle nasıl alay ettiğini anlatıyordu.
Pijama sanki muhatabın alaturkalığını sembolize eden bir şey gibi anlaşılıyor bu gün.
Hatta bir zamanların Sümerbank işi çizgili pijamaları "Türk usulü piknik"in en önemli kostümü olarak Levent Kırca parodilerinde epey yer tutmuştu.
Oysa geleneksel olarak bizim uykunun dinginliği için seçtiğimiz kıyafet gecelik entarisidir. Nitekim Malik Aksel ve arkadaşları okul yatakhanesinde Nurettin Sevin'in pijama ile yatağa girmesini garipseyerek setre pantolonla yatağa giriyor diye bir hayli alay etmişler.
Pijama ile ilgili son değini Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'dan geldi, internet gazeteciliğini "pijamalı gazetecilik" kavramı üzerinden eleştirdi.
Pijama deyip geçmeyelim. Pijamaya olan mesafemiz zihniyetimizin kodlarını ele veren bir ayna.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Başörtülü kızlar nereye gitti!!!


Her şey yekpare bir bütünlük içinde akarken; akışın ritmini duymayacak kadar kanıksamışken hatta, bir şey olur.
O sabah biraz sonra okuyacağınız mektup posta kutuma düşmemiş olsaydı başlıkta gördüğünüz soruyu hiç sormamış olacaktım belki de.
Biraz sonra okuyacağınız mektubun sahibi 1996 yılında eğitimine Sivas Cumhuriyet Üniversitesi'nde başlıyor.
Başörtüsü yasağı olmayan şehirlere doğru sefer eylerken sonunda Viyana'ya kadar varıyor. Ve tam on beş yıl sonra diplomasına kavuşuyor.
E. bu çileyi çekenlerden sadece biri. Ne ki çileyi çekenlerin acılarına aşina değiliz.
Bu mektubu okuyup evden çıktığımda ve o gün randevulaşmış olduğum kurumlara gittiğimde evet kurumlar İslami kurumlardı. Ne demekse! Artık öyle bir şey var mı?! Hepimiz para kardeşiyiz. Evet o kurumlar 28 Şubat sürecinden önce başörtülü genç kızlar ve kadınlar ile dolu olurdu. Ki o zamanlar gazeteye verilen başörtülü, prezantabl tezgahtar aranıyor, sekreter aranıyor ilanlarına kızar, can havli ile yazılar yazardım. Üst düzey konumlar başörtülülere kapanırken tezgahtar kimliği ile vitrin oluşturulmasına karşı elimle, dilimle mücadele verirdim.
Şimdi "İslami kurumlar" suyu çekilmiş değirmen gibi. Başörtülü genç kızlardan geçtim. Daracık kıyafetler, minicik etekler seküler bir holding atmosferinde bile pek kolay rastlanmayacak iş kıyafetleri ile dolaşan "prezantabl" kadınlarla dolu.
E. okulunu bitirmiş. On beş yılını vermiş.
Geldiğinde ne görecek dersiniz...
Sizi onun satırlarıyla baş başa bırakıyorum.

Merhaba arkadaşlar,

Size duyduğunuzda;
Kiminizin çok şükür elhamdülillah diyeceği...
Kiminizin sen hâlâ öğrenci miydin, senin okul bitmemiş miydi diye soracağı...
Kiminizin aaa ne güzel deyip sevineceği...
Kiminizin vay bee ne inatçı kız, helal olsun ceht etti bitirdi üniversiteyi diyeceği...
Kiminizin neye yarar ki bu vakitten sonra ömrün yarısı gitti be kardeşim diyeceği...
Kiminizin eee ne olacak simdi son 15 yıldır hayata dair en büyük bahanenden /en büyük alışkanlığından yani "öğrenci olmaktan" mahrum kaldın simdi bahanesiz kalacaksın sen ne edeceksin bacım?! Diye soracağı...
Kiminizin her şeye rağmen mutlu olacağı bir haberim var arkadaşlar...
Okulum bitti... Sonunda ben de üniversite mezunu oldum...
1996 senesinde Cumhuriyet Üniversitesi'nde başlayan üniversite hayatım 11.07.2011 tarihinde Viyana Üniversitesi'nde encamına erdi...
Bölüm sekreterimiz az evvel kağıt üzerinde bugünün tarihini gösterip bu senin bitirme zamanın dedi ve diplomamı 19 Temmuzda üniversitenin fakülte ana sekreterliğinden alabileceğimi ekleyip beni tebrik etti...
Alles gute ...
Her şey senin için iyi olsun ...
Evet her şey benim için iyi olacak... Nedeni belli bir huzur var içimde... Üniversite bitirmenin sevinci değil -o sevinci kıvamına uygun yasamanın zamanını kaçırdım biliyorsunuz - içimdeki huzur bir kez daha başladığım bir işi bu sefer biraz uzun da sürse; Allah'ın izni ve inayeti ile bitirmiş olmanın sevinci. En güzeli de geçmişte 2 üniversitemi de başarılı olmama rağmen sırf başörtüsü yasağı sebebi ile bırakmak zorunda kalmış olmamın bana verdiği huzur ...
Bugün Viyana Üniversitesi Genetik & Mikrobiyoloji Bölümü'nden mezun oldum arkadaşlar...
Uzun, yorucu ve dolu dolu gecen bir 15 yıl yaşadım bu diplomaya varıncaya kadar... Üç başkentte Sivas-İstanbul ve Viyana'da öğrenci oldum...
Yaşadım... yaşlandım ...
Aslında ben bu gecen yıllarda sadece yaşadım, hayatı dolu dolu, ıskalamadan, ne olup bittiğini bilerek, erdemle, öğrenerek, düşünerek ve kendimi yetiştirmeye çalışarak yasamaya çalıştım ve bir taraftan da öğrenci oldum...
Rabbim'e bana bahşettiği her şey için sonsuz şükrediyorum...
Bundan sonrasında ne olacak bilmiyorum...
Bildiğim tek şey; Allah'ın yeniden başlayanların her zaman yardımcısı olduğudur...
Ben de yeniden bir Besmele çekip başlayacağım hayata...
Fakat bu sefer öğrenci olmayarak...
Vira Bismillah...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Dünya Okuma Yazma Günü ve kızların "okullu" olması

8 Eylül'ü gösteren takvim yaprağında, "Dünya Okuma Yazma" Günü olduğu bilgisi var.
Takvimin gündemi ile uyumlu bir haber vardı dün gazetelerde: Okula gitmeyen öğrencilerin velayetini devlet alacak.
Okuma ve yazma modernleşme tarihimizin endam aynası. Özellikle kadınların okuma ve de yazması merkeze alındığında geçmiş ve geleceğin minyatür bir resmi, olanca berraklığı ile ortaya çıkıyor.
Tanzimat'tan itibaren Osmanlı aristokratları kızlarının konaklarda eğitim almasına büyük önem vermiş; onların bu uğraşları Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigar Hanım, Makbule Leman gibi öncü isimlerin toplumun üst kesimlerinde "yeni kadın" anlayışının tartışılmasına, anlaşılmasına, bazı örneklerde ise reddedilmesine vesile olmuştur.
Tanzimat ile birlikte eğitim sisteminin modernleşmesi ve bu modern sistem içinde kızların da eğitim alması gerektiği fikrini Kemal Efendi ilk defa 1850 yılında dile getirmiş, 1858 yılında kız rüştiyelerini kurmuştur.
Kız rüştiyelerinde; buluğ çağına giren öğrencilere erkek hoca tarafından ders verilmesinin İslami duyarlılıklara ters düşeceği anlayışından hareketle kız okullarında hanım öğretmenler tarafından ders verilmesi amacıyla Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından Darülmuallimat açılmıştır.
Osmanlı kadın modernleşmesi, aristokrat ailelerde konak eğitimi anlayışı içinde devam ederken; devletin, kız rüştiyelerine öğrenci bulabilmek amacıyla yoksul kız çocukları için burs vermesi, eğitim aracılığı ile toplumun alt ve üst kesimlerinin eş zamanlı modernleşmesine zemin hazırlamıştır.
Nitekim Darulmuallimatı birincilik ile bitirmiş olan bir "Hocanım", Ahmet Cevdet Paşa'nın büyük Kızı Fatma Aliye Hanım'a ders vermesi için tutulmuş, fakat eğitim konusunda çok iddialı ve hırslı olduğu sonradan anlaşılacak olan Aliye, "hanım" öğretmeni beğenmeyerek erkek hocalardan ders görmeye devam etmiştir.
Kız öğrencilere hemcinsleri tarafından eğitim verilmesi için Darulmuallimatların açılmış olması üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Çünkü bu anlayış ailelerin ve öğrencilerin dini duyarlılığına çözüm bulmaya çalışırken; Cumhuriyet modernleşmesi eğitim, özellikle de kız çocuklarının eğitimi konusunda baskıcı bir tutum geliştirmiş; ebeveyne rağmen, dini duyarlılıklara rağmen kızları "okullu" yapmaya cehd ettiği için kızların okur-yazarlığını engellemiştir.
Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinin kız öğrenciler ve ailelerinin İslami duyarlılığına Cumhuriyet rejimi sahip çıkmış olsa idi bu gün çok başka yerde olacağımızı söylemeye sanırım gerek yok.
Peki, Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle de kırsal kesimde kız çocuklarının eğitimi nasıldı?
Eğitimin nasıl olduğunu anlamak için Tanzimat döneminde başlayan modern ile geleneksel olanın köy şartlarlında eğitim üzerinden nasıl karşı karşıya geldiğini bilmemiz gerekiyor.
Cumhuriyet, eğitim politikasını Osmanlı'nın "hoca mektebi"ne karşı cumhuriyetin "muallim mektebi" olarak konumlandırmıştı.
Yeşilçam fimlerinde bu konu şablonist bakış açısı ile tepe tepe kullanıldı, onların tüketip bitiremediğini 1990 sonrası beyaz/İslamcı sinema devraldı. Mehmet Tanrısever'in "Sürgün", İsmail Güneş'in The İmam filmi bu bakımdan en dikkat çekici örneklerdir.
Sürgün ve The İmam Yeşilçam sinemasının yerden yere vurduğu "İmam" tipini "öğretmenleştirerek" temize çekiyordu.
Şablonist bakış açısından kurtulmak için küçük hikâyenin teferruatlarına yoğunlaşmamız gerekiyor.
1930'lı yıllarda gelenek ve modernin, köy ilkokulu çerçevesinde nasıl yaşandığını hiç düşündünüz mü?
Birlikte yol alalım. Ben izini sürdüğüm örneklerimi anlatayım. Sizler de aile tarihinden bildiklerinizi yeni asistanımız Simge Yardım'a ([email protected]) göndererek bana ulaştırın. Özellikle sosyal bilim öğrencileri ile ortaklaşa bir çalışma yaparak cumhuriyet döneminin köydeki öğrencilere dair uyguladığı "politika"yı küçük hikayeler üzerinden gün ışığına çıkaralım.
Mektuplarınızı bekliyorum.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Cumhuriyet'in köylü kız öğrencileri/Mareşal Fevzi Çakmak'ın seyisinin kızı olmak...

Birkaç yazı öncesini okuyamamışlar için bir özet yapalım. İnternetten okuyanlar için özete gerek yok. İki yazı öncesine dönebilirler. Ama internet okuyucusu olmayan okuyucular için aşağıdaki yazıyı anlamlı kılmak üzere hülasa edecek olursam, 1936-1937 yılarına ait Afyon'un yayla köylerinden bir diploma defteri geçti elime.
Başbakanımız'ın Mısır'daki muhteşem karşılanışı ve dünya basınının "Türkiye Çağı" başlıyor başlığı ile verdiği haberler üzerine fikr eylemek elbette daha çok ilgi çekerdi. Lakin, Cumhuriyet'in baskıcı politikalarına dair sözlü tarih çalışabileceğimiz son kuşak Hakk'a yürümeden önce, yaşananları harflerin gövdesine yüklemeye çalışıyorum. Gayret bizden tevfik Allah'tan. Cumhuriyet'in ilk "okullu kuşağı" üzerinden köy merkezli iz sürmeye bugün de devam edeceğiz velhasıl.
Tanığım, Fatma Ö.'nün doğum tarihi 1928. Köyde kızların çoğunun okula gönderilmediğini söyleyerek babasının kendisini özellikle okula gönderdiğini belirtiyor. Özellikle gönderilme sebebi üzerinde dikkatle durulması gerekiyor. Çünkü Fatma Ö.'nün okula gönderilme sebebi, diğer kız öğrencilerin okula gönderilmeme sebebi ile aynı. Yani sülaler/aileler/dedeler/babalar kızlar okuma özelikle de yazma öğrenirse sevdiğine name gönderir korkusu ile okula göndermez iken; Fadime Ö'nün babası "Benim kızım okusun, yazsın yarın kocası askerden mektup gönderirse mahremini elaleme okutmaya lüzum olmasın" diyerek kızını okula gönderiyor:
"Babam kocası askerden mektup gönderdiğinde kendisi okuyabilsin dedi. Eline senet sepet geçtiğinde bu da neymiş diyerek sobaya atmasın. Eksiğini, gediğini kendi bilsin dedi."
Mekânın ve zamanın aynı olduğu bir durumda, kız öğrenciler ile ilgili olarak ortaya konan bu iki farklı tutumu nasıl analiz edeceğiz? Fatma Ö.'nün babası "Kızım okula gitsin. Kocası askerden mektup gönderdiğinde ellere (yabancılara) okutmak zorunda kalmasın. Eline senet sepet geçtiğinde ocağa atmaya kalkmasın" diyerek kızını okula gönderiyor. Kızını okula göndermeyenler ise "kızlar okuma-yazma bilirse sevdiğine name yazar" diyerek karşı çıkıyor.
Fatma Ö.'nün kendisi bu durumu "ninem öğretmenin hanımı ile çok yakın görüşürdü" diye açıklıyor. Lakin bu açıklamada bizim sorumuza doğrudan cevap olabilecek bir özellik bulunmuyor. Çünkü başka örneklerde rastladığımız gibi, öğretmen ile öğretmenin hanımı ile yakın görüşmenin okula kayıt olmak için değil tam tersine okula kayıt yaptırmamak üzere "kullanılması" söz konusu.
Sosyal bilim öğrencilerinin okullarda öncelikle öğrenmesi gereken şey doğru soruları sorabilmek olmalı. Fatma Ö'nün babasının köydeki güçlü aileler kızlarını okula göndermez iken Fatma'yı göndermesini sağlayacak bilince nasıl ulaştığını bulmamız gerekiyor. Çünkü diğerleri kızlarını okula göndermemek için "geleneksel söylemin" peşi sıra yol alırken -ki bu gelenek sadece Müslümanlara ait olmayıp Yahudi ve Hıristiyanlarda da görülen bir gelenektir- babası kime güvenerek, neye dayanarak geleneğin dışında bir yola girmişti?
Fatma Ö.'nün kendisinin bile bilmediği ya da okullu olmasında önemli olduğunu bilmediği husus babasının Mareşal Fevzi Çakmak'ın seyisi olması idi.
Fatma Ö.'ün tanıklığından 1930'larda bir yayla köyünde öğrenci olmanın izini sürmeye devam edeceğiz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Başımızın örtüsünü çıkarıp duvardaki çivilere asıyorduk..."

Hikâyemiz devam ediyor... 1928 doğumlu, Fatma Ö.'nün dönemi ile kendisinden hemen sonra gelen kuşağın okul macerası karşılaştırıldığında, kız çocuklarının okula gitmesi konusunda devletin ilk yıllarda daha "kararlı" olduğunu tespit etmek mümkün.
Ard arda gelen savaşlardan yorgun ve takatsiz kalan köylünün, devletin otoritesi karşısında boynunun kıldan ince olması; devletin kararlılığını ve otoritesini pekiştirici bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Fatma Ö.'nün sınıf arkadaşları arasında kendisi gibi babasının bizzat okuma öğrenmesi için gönderdiği kızlar yer almıyor. Bazıları fakirlikten (fakirler devletten daima daha fazla korkar), bazıları bir gün git beş gün gitme şeklinde gerçekleşen "devleti idare etmek lazım" anlayışı içinde okula gönderiyor kızlarını.
Fadime Ö. okuma -yazma, hesap öğrenirken onunla aynı dönemde okula gitmiş arkadaşlarının okuma yazma öğrenememesi; okula devam etmemeleri ve ailelerinin "Okula git ama sakın öğretmeni dinleme! Yap dediklerini yapma" tembihatını uygulamış olmaları ile ilişkilendirilebilecek bir durum.
Cumhuriyetin ilk yıllarında okula giden çocukların "talebe kıyafeti" olarak giydikleri özel bir kıyafet yok. Gündelik hayatta giyilen kıyafetler erkekler için pantolon, gömlek ve başta kasket; kızlar için şalvar, gömlek (yöresel adı sıkma), ve başta tülbent(yöresel adı çember/çemberimde gül oya).
Sokaktaki çocuğu okullu yapan tek unsur başlarının açılması. Okula girer girmez duvardaki askılara (çivilere) erkek öğrenciler başlarındaki kasketi çıkararak asıyor, kız öğrenciler ise çemberlerini çıkararak asıyor.
Yatarken bile başlarında tülbent/çember ile uyuyan bu çocuklar için başlarını açmak zor olmuş muydu? Fatma Ö.ve ondan bir yaş küçük olan 1929 doğumlu Ayşe S. "Başınızı açmanız zor olmuş muydu?"sorusunu zorluk üzerinden cevaplandırmamayı tercih etti:
"Zor, kolay devletin emri. Ne yapabilirsin ki!"
Okul hayatı ile ilgili olarak kendisine zor gelen sahneyi şöyle anlattı Fatma Ö.:
"Öğretmenimiz sıraya geçin saçınızı keseceğim dedi. Bit salgınından ötürü(herhalde). Hepimizin saçını tango etti. O zaman ağlayacağım geldi."
Ağlamış mıydı peki?
"Ağlamadım. Arkadaşım Sıdıka, güle oynaya sıranın başına geçti. Saçını kestirdi. Güle oynaya evine gitti. O öyle yapınca ben de ağlamadım. Ama bir arkadaşımız vardı. Onun saçının keretere (odun, saman taşınan büyük sepet) yığılışı hâlâ aklımda. Pek gür, pek uzun saçları vardı. Onun saçı koca kereteri doldurdu."
Fatma Ö.nün okuma yazma ile ilişkisi nasıl devam etti?
"Okumayı sökmüştüm. Birden başlayıp 100'e kadar sayabiliyordum. Kerrat cetvelini bilmeye başladıydım. İkileri üçleri ezberlediydim. Nişanladılar beni. Nişanlım dokuz on yaş büyüktü. Nişanlanınca okuldan kaydım silindi. O zaman öyleydi. Kızlarını okula göndermek istemeyen aileler kızımız nişanlı derdi. Sahiden de nişan yapılırdı. Nişan dediğin de ne? Kızın başından üç dört tane çember çevirince bunun adı nişan koymak olurdu."
Hakikaten de Fatma Ö.'nün diploma defterinde "boyu uzun ve nişanlı olduğu için" kaydının silindiği bilgisi var.
Beş on yıl öncesine kadar okuma ile alakasını, takvim yapraklarını okuyarak sürdürüyor. Takvim yapraklarını ve "yeni yazı üzerinden Yasin-i Şerif" okuyarak.
Beş on yıl önce ne mi oluyor? Az gören gözünü "iyi bir hastanede" ameliyat ettiriyor. İyi hastane dediği Türkiye'nin önde gelen Tıp Fakültelerinden biri. Ameliyat neticesi bir gözünü tamamen kaybediyor.
Pazartesi devam edeceğiz...
Not: Okul hayatı ile ilgili olarak günümüze dair hikayeler gönderiyorsunuz. Oysa ben sizlerden aile büyüklerinizin hikayesini bekliyorum. 1920-1930 tarihleri arasında doğmuş olanların talebelik hikayesinin peşindeyim.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Türk tipi laikliğe köy ölçeğinden bakmak
http://www.addthis.com/bookmark.php?v=250&username=xa-4caf2d9a752ef9b9 http://www.ihvanforum.org/http://www.ihvanforum.org/http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0http://www.addthis.com/bookmark.php...1&pre=http://www.timeturk.com/tr/makale/&tt=0




9 Eylül tarihli gazetelerde (bkz. Yeni Şafak) İmam Hatiplere Alevilik dersi konulduğuna dair bir haber vardı. İmam Hatip liselerine Alevilik ile ilgili olarak ders konulmasını hafızamıza kayıt ederek, geçmişin yollarından yürümeye devam edelim.
Okullara ilk din dersi, müfredata ne zaman girmişti? Bu soruya köy ölçeğinden cevap bulmaya çalışalım.
Kızlarını okula göndermek istemeyen ailelerin/babaların/dedelerin tutumu ile ilgili olarak üç kategori olduğunu söylemiştim hatırlayacağınız üzere.
- Devlet karşısında boynu kıldan ince olan fakir aileler. Onların fakirliği bir mazeret teşkil ettiği için, öğretmen kızlarını okula kaydını yapıyor fakat devam konusunda fazla zorlayıcı olmuyordu.
- Kızlarını okula bir gönderip üç göndermeyen bir tutum sergileyen devleti "idare etmeye" çalışan tutum.
- Kızlarının kaydını yaptırmamak için devletin pozitivist yüzü ile her türlü mücadeleyi göze alan aileler.
Bugün Başbakanımız, Türk tipi bir laiklikten dünya ölçeğinde bahsedebiliyor ve bu bahsediş her kesim tarafından ciddiye alınıyorsa; bunu devletin baskıcı yüzüyle mücadele etmeyi göze alan köylülere de borçlu olduğumuzu unutmamalıyız.
1950 yılından sonra DP'nin sahneye çıkışı ile birlikte aileler öğretmenin baskıcı tutumuna karşı istikrarlı bir direniş göstermeye başlıyor.
Direniş derken neyi kast ediyorum?
Olayı D.B'nin hayat hikâyesi üzerinden naklediyorum.
"Babam beni önce ablamın yerine okula gönderdi. O akil baliğ oldu. Okulda başını açtıracaklar onun yerine sen git dedi. Gittim. Öğretmen Ben bunu ne yapayım okulda? Bu çocuk dedi. Ben beş yaşında okula gitmeye başladım. Her gün babam tembihliyordu: Öğretmenin yap dediğini yapma. Çok üstüne gelirse deli numarası yap."
İki yıl ablasının yerine okula giden D. babasının tembihatını yerine getiriyor. Arkadaşları tülbentlerini okula girer girmez çıkarıp çiviye asarken D. iki eli ile sıkı sıkı örtüsünü tutuyor. Öğretmen, söylediklerini dinlemeyen öğrencisinin eline vuruyor. Tırnaklarına çarpan cetvel D'nin elini kanatıyor. D. ağlayarak eve gidiyor.
Köyün ileri gelenleri ne yapıp edip öğretmenin bir açığını yakalayarak onun köyden uzaklaştırmanın yolunu arıyor. D'nin kanayan elleri bu açığı yakalamanın hiç de zor olmadığının kanıtı olarak kabul ediliyor.
1952 yılında 4. ve 5. sınıflar için din dersi konur müfredata. Köylüye karşı son derece baskıcı bir tutum sergileyen B. öğretmen okulun eğitim zamanını ayarlamak konusunda inisiyatif kullanmaktadır. Devlet din dersi koymuştur ama öğretmenin din dersi yapmak gibi bir niyeti yoktur. Ders programında din dersini Çarşamba günü öğleden sonra olarak belirler ve din dersi yapmak yerine okulu tatil ederek çocukları evlerine gönderir.
D'nin babası köyün ileri gelenlerinden yakın arkadaşı Ü.K. İle birlikte Çarşamba öğleden sonraları öğretmenin ne yaptığını yakın takibe alır. Nihayet beklenen gün gelir. Okulda olması gereken öğretmen komşu köylerden birine öğütmek üzere hububat götürmüştür. D'nin babası şahitler huzurunda, öğretmenin okulda olması gereken saatlerde kendi şahsi işinin peşinde olduğunu tespit ettirir.
Bu olay öğretmenin eğitim hayatına nokta koymasına vesile olur.
Ahir ömründe D.'nin babası kızlarını okutmadığı için çok pişman olacaktır. D. babasının pişmanlığını şöyle anlatıyor: "Babam sonradan çok pişman oldu. Hele benim kızlarımın yani torunlarının, dinini diyanetini hiç unutmadan üniversite bitirdiğini görünce ne olurdu ben de seni okutmuş olsaydım dedi. Babam benim zekam ile, gayretim ile gurur duyardı."
Sizlerden mektuplar gelmeye başladı nihayet. Bakınız değerli okuyucum Zeynep Sancar, kendi köyleri ile ilgili olarak dedesinin ve annesinin hikayesini nasıl anlatıyor:
"Annemin babası olan Kazım Hoca, Kastamonu'nun Devrekâni ilçesinde ve civar köylerde 1940'lı ve 50'li yıllarda hocalık yapmış. Belli zaman aralıklarıyla kaldığı köylerde okuttuğu çocuklar hafızlığını tamam edince başka bir köyün yolunu tutmuş. Annem de bu görev sırasında zaman zaman dedeme eşlik etmiş. Dedem hoca durduğu köylerde köylünün hediye ettiği erzaklarla günlük maişetini karşılamış. Annemin çocukluğundan hatırladığı ve bize o yıllara ait aktardığı en net fotoğraf, Kazım Hoca'nın İsmet İnönü'nün hükümet olduğu zor zamanlarda çocukları nasıl gizli gizli okuttuğuna dairdir. Dedemin çocukları ahırlarda okuttuğunu, o sırada minarede bir gözcünün beklediğini, kasabadan biri gelecek olursa hocaya haber verdiğini o kadar çok dinledim ki... Çocukları okutmak için bu kadar zorluğu göze alan dedem neden bilmem annemi ilkokula yazdırmamış. Annem, işlerin çokluğundan ihmal edildiğini, bu yüzden kendi kendine gidip okula kayıt yaptırdığını söyler. Tabii köy yeri, yapılacak bir sürü iş onu beklediğinden üçüncü sınıfa kadar okuyabilmiş. Bir de şöyle bir şey var aklıma gelen: Ailemizin en yaşlı okur yazarlarından biri de babamın halasıydı. Çocukluğumda bir türlü anlam veremezdim Kur'an harfleriyle yazılı bir kitap okuduğu halde duyduğum kelimelerin neden Türkçe olduğuna. Büyüdüğümde anladım ki hacı halam Osmanlıca dua kitapları okurmuş. 1991'de 80 yaşını geçmişken vefat eden hacı halamın ne zaman, nasıl ve nerede Osmanlıca öğrendiğini bilmiyorum ama öğrenmeye çalışacağım."
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Terör ile mücadele/Önce herkes kendi yerini doldursun hele!

PKK'nın sonu gelmeyen saldırılarından birine daha gözümüzü açtık Çarşamba sabahı. Eskiler Allah bu acıyı unutturmasın diye dua ederdi. Lakin otuz yıldır; BİZ, her acıyı unutmaya hüküm giymiş vaziyetteyiz.
PKK ile mücadele konusunda "yetersizliğimizin" sebebini konuşalım.
Otuz yıldır atılan manşetlere, her eylemden sonra ekranı dolduran "uzman" görüşlerine bakalım.
Yazımızın teması başlıktan da anlaşılacağı gibi, herkesin önce kendi yerini doldurmasına dair.
Otuz yılın sonunda geldiğimiz nokta "müzakereler devam etsin."
Kim kiminle müzakere ediyor bilen var mı?
"Müzakere " diyenler; bir klişe, bir moda olarak kullanıyor kelimeyi.
Ne, ne kadar; kim, kiminle müzakere edebilir bu konuda bir fikirleri olduğu için dillendirmiyorlar müzakere kelimesini. Herkes söylüyor ben de söyleyeyim kolaycılığı ile; fikrin endişesini taşımadan, okuma yazmayı yeni öğrenmiş öğrenci edasıyla cümle içinde kullanıyorlar. Bir yazının içinde "müzakere" kelimesi geçiyorsa yazı "çok şey söylemiş" oluyor.
Müzakere konusunda bu satırların yazarının bir fikri var mı? YOK. Ama en azından bilmediğim konularda rüzgâr böyle esiyor diyerek yelkenlerimi şişirmeye kalkmıyorum. Bilmediğim konularda gözümü ve gönlümü dört açıp mıh gibi yerimde duruyorum. Ekran davetlerini kabul etmiyorum mesela. Ben ne anlarım ki diyorum.
Dün sokaklar protesto eylemleri ile doldu. Şehit aileleri ile empati kuranlar eline Türk bayrağını alıp içindeki kırgınlığı, kızgınlığı bayrağın gölgesinde dindirmeye çalıştı.
Eylem yapamayanlar gün boyu, gece boyu aile meclislerinde, twitter ortamlarında "görüş beyan etti".Duygalandı, duygulanamayanlar duygulanmış gibi yaptı.
En olmayacak yorum, meseleye Fransız Kemal Kılıçdaroğlundan geldi. Yangın yerine elinde çiğ tavuk koştu. Belki kızartabilirim diye: "Hükümet istifa etsin"
İŞ bölümüne tuhaf bir mantıkla inanmış bir ülkenin vatandaşları olarak; kendi yerimizde olmayı red edip; askerin, komutanın, siyasi iradenin yerine derhal kurularak; gazetecisinden vatandaşına, doktorundan öğretmenine, işçisinden memuruna, öğrencisinden ev kadınına herkes fikir beyan etti.
Bu fikirler beyan edilirken; BİZİ, BİZE tüm çıplaklığı ile gösterecek fotoğraf Tokat'tan geldi.
Önce gelen habere buyurun:
TOKAT'ta bir devlet bankası şubesinde bir memurun sırada çok sayıda bekleyenler olmasına rağmen, işlem yapması için açık olan bilgisayarında internet üzerinden okey oynarken çekilen görüntüleri internetteki sosyal paylaşım sitelerine yüklendi. Emekli maaşlarının ödendiği bir banka şubesinde bir kişinin cep telefonu ile memurun okey oynarken çektiği görüntüleri kaydetti. Bazı sosyal paylaşım sitelerine de yüklenen videoda yaşlı emeklilerin oturarak sıra beklediği ve bazı banka müşterilerinin de sıra beklediği dikkat çekti. 30 saniyelik görüntülerde önünde işlem yapmak için bekleyenlerle ilgilenmek yerine okey oynamaya devam eden banka memuruna ilişkin banka yetkilileri açıklamada bulunmadı.
O banka memuru da, akşam evine gittiğinde PKK 'nın kanlı saldırıları ile ilgili olarak ahkâm kesmelere doyamamıştır. Ben filanın yerinde olsaydım ben feşmekanın yerinde olsaydım diyerek cümleler kurmuştur. Yani hepimizin yaptığını yapmıştır o da. Gün boyu görevini iyi yapıp yapmadığına dair bir hesaplaşmaya hiç girişmemiştir.
Sorun şu ki herkes başka birinin yerinde. Oysa önce, herkesin kendi yerini doldurmasına ihtiyacımız var.
Türkiye'yi dev bir bünye, kendi görevimizi de o bünyeyi ayakta tutacak organ olarak kabul etmeden, terör ile mücadele edemeyiz. Edemiyoruz nitekim. Terör saldırıları sonucunda şehit sayısı bir elin parmaklarını geçince şimdi ağlama vakti deyip "zamanlı kederlere" bürünüyoruz. Oysa her şehidin yeri tek, biricik.
En tehlikelisi de "zamanlı kederlerin" empati kurmayları tarafından dile getirileni. Hamas ile PKK'yı eşitleyen medya kurmaylarından bahsediyorum...
Otuz yıldır terör ile mücadele konusunda bir arpa boyu yol alamadık. "Bölge"ye dair hiçbir bilgisi olmadığı halde, Diyarbakır'dan ağabeyim gelmiş bilgiçliği ile yorum attıranlar; hayatlarında bir defa olsun harfleri bu kadar kolay yan yana diziyorum, "kanat önderi " olarak "meli,malı" cümleler kuruyorum.Benim cümlelerim gerçeği ne kadar görüyor?" diye endişe etti mi!
Herkes başkasının yerinde. Herkes "başkasının" görevini iyi yapmayışının resmini çekiyor.
Yaptığımız işi en iyi şekilde yapmadan, söylediğimiz sözün,kurduğumuz cümlelerin,kamusal empatilerimizin diyetini ödeme sorumluluğunu sahiplenmeden terör ile mücadele etmemizin imkanı YOK!
Hepimizin hayatında Tokatlı banka memurun "okey sahnesi" gizli.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Sözün bittiği yerde değil sözün çoğaldığı yerdeyiz

19 Ekim 2011 sabahı, otuz yılın ağırlığını tek bir sabahta yeniden yaşamak tecrübesinde bulundu Türkiye.
Bu kaçıncı tecrübe!
Lakin ünlü sosyologun dediği gibi, tecrübe bizim başımıza gelenler değil başımıza gelenler ile ne yaptığımız.
Başımıza gelenler ile ne yaptık?
Hiç de fena bir halk değiliz.
Hiç de fena insanlar değiliz.
Kötülerimiz çok kötü. Ama iyilerimiz de çok iyi.
İyilerimizin iyiliğidir bizi bu günlere getiren.
Başka bir memlekette, dağların yüklenemediği dert olurdu başımıza gelenler.
İyimiz sahiden iyi. İyilerimizin yüzü suyu hürmetine şafağını gördüğümüz sabahlar.
Ama 19 Ekim sabahı iyilerimiz iyi olmaktan vazgeçti bir an.
Onların vazgeçişini perçinler gibi oldu, devlet büyüklerinin "sözün bitişini" haykırdıkları konuşmalar.
İnsan tükenmediği sürece söz tükenmez.
Sözün bittiği yerde değiliz sözün çoğaldığı yerdeyiz.
"Asayişin berkemal" olduğu zamanlarda sözün çoğalması iyidir. Söz çoğaldıkça kelimeler nüans kazanır.
Nitekim 90 yılların "Siyaset Meydanı" sözü çoğalttığımız ekran kamusallığı olarak, birbirimizi gördüğümüz, "tanıdığımız" bir "yer" idi.
Lakin, şiddetin bütün duyarlılıkları esir aldığı zamanlarda; sözün çoğalması kelimelerin nüansını artırmaz. Sözün çoğalması manayı çoğaltmaz. Söz birbirimizin başına attığımız taş, sırtına sapladığımız hançer, boynuna doladığımız urgan olur.
Ateşin alazı gökyüzünü dumanlarıyla ele geçirdiğinde, çoğalan söz ateşe atılan yeni odunlardır sadece.
Şiddet değince aklınıza sadece terörün ateşi düşmesin.
Başbakanımız, medya yöneticileri ile toplantı düzenleyerek kullanılan "dil" in BİZİ, dilim dilim dilmemesi için itinalı habercilik anlayışına davet etti.
İtinalı dil. İtinalı dil. İtinalı dil.
PKK ile sadece terör silahları ile mücadele edemeyiz. Türkiye büyük bir organizma, organizmanın bağışıklık sistemini diri tutmak hepimizin vazifesi.
Üçüncü sayfa haberleri bağışıklık sistemini felç ediyor. Şiddet haberleri yeni şiddetler doğuruyor.
Kadınlar, genç kızlar en yakınları tarafından hunharca öldürülüyor. Onların öldürülüşü; en hızlı gazeteci, EN gazeteci benim edalarında manşetlerden veriliyor. Maktul üzerinden ölüm pornografisi en ince detaylarına kadar hanelerimize servis ediliyor.
Ben bu yazıyı bitirmemiştim ki Van'dan gelen deprem haberi düştü kalbimize. Allah beterinden korusun.
Kötüler ne kadar kötü olmaya ceht ederse etsin; iyilerin iyiliği çoğaltmaktan başka şansı yok. Şimdi hepimiz Van için seferber olmalıyız.
Sözü çoğaltmayalım. Hizmeti çoğaltalım, muhabbeti çoğaltalım. Söylemeye değil önce dinlemeye niyet edelim.
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Medeniyetler Diyalogu/Yenilgiden Dönerken
I-


Bir Pendik akşamı. Akşam yanlış oldu. Gecenin bir vakti. Ne okuyalım diyenlerin aceleci sorularına henüz cevap vermiştim. Ne okuyalım sorusundan önce nasıl okuyalım sorusuna cevap aramalıyız demiştim, "Sizin gibi zihnimizin berrak olması için neler okumamız gerekiyor" diye soran nur yüzlü imam hatip delikanlısına.

İyi bir sosyolog olmamız için ne okumalıyız diye sabırsızca araya girmişti 30- 35 yaşlarındaki kıvırcık saçlı adam, ben imam-hatipli gence nasıl'ın yolunu tarif ederken. Tahsiliniz diye sordum bisiklet yaka kazağının kollarını dirseklerine kadar sıyırmış olan kıvırcık saçlı adama.

Nereli olduğunu sormadım. Adım kadar emindim Kuzey'in çocuğu olduğuna.

Lise mezunuyum dedi iki kitap okuyarak sosyolog olunacağını sanan Kuzey'in oğlu. Bakın dedim lakin getiremedim cümlenin arkasını. o sırada dirseğine kadar kolunu sıvamış olan kıvırcık saçlı adamdan daha çok sesime ve bedenime hançer niyetine göz atan kızların varlığı, kelimelerimin yolunu kesti ansızın. Bakın dedim tekrar gözlerim kızlara takılı. Bana hangi anatomi kitaplarını okursam doktor olabilirim sorusunu sormayacağınız gibi, hangi kitabı okursam sosyolog olabilirim sorusunu da sormamanız gerekiyor. Önce sorularda anlaşalım.

Tamam dedi kolları sıvalı Kuzey'in oğlu. Ne okuyayım siz onu söyleyin. Okuduğunuz kitabın size ne vaat etmesini istiyorsunuz dedim sabırla. Kitaplar ilaçlar gibidir. Kime ne tavsiye edeceğinizi bilmez iseniz muhatabınıza büyük zarar verirsiniz.

Hayatı anlamak istiyorum dedi kıvırcık saçlı aceleci Kuzey'in oğlu. Tamam dedim. Size bir kitap önereceğim. Kitap tavsiyesi bekleyen diğerleri de kağıdı kalemi çıkardılar derhal. Türkçe öğretmeni olarak atamasını bekleyen şair delikanlı, zihnini berraklaştırmak isteyen imam-hatipli delikanlı, teknik okudum ama ruhumu eğitmek istiyorum diyen yorgun adam. Hepsi çıkardı kalemini. Garaudy'nun Medeniyetler Diyaloğu'nu okuyun dedim. Size bir ay müddet. Yavaş yavaş ve döne döne okuyun. Bir ay sonra burada tekrar buluştuğumuzda nasıl okuduğunuzun izini süreriz.

II-

Kiminle nerede karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Elimde süt yoğurt kapları. Lahana almak için tezgâhın başında bekliyorum. Bir genç kız gülüşüne güller kurban bir edada: "Sizi çok bekledik geçen gece dedi. Ama yanlış kapıda beklemişiz. Siz öbür kapıdan çıkıp gitmişsiniz..."

Hayırdır dedim bir taraftan kızın ağzından çıkacak sözlere kulağım ayarlı. Bir taraftan o koca lahananın yarısını almak istediğimi söylemeye çalışıyorum satıcıya. Bir türlü anlaşamıyoruz. Lahana iki lira. İki lira vereceğim ama yarısını alacağım. Yarısını isteyen birine verirsin diyorum. Bize fazla gelir bir top. Ben aldığım lahananın yarısını bırakmaya uğraşırken gayet iyi giyimli bir kadın tezgâhtan bir muz alıp, hakkını helal et diyerek uzaklaşıyor. Adamın helal edip etmediğini umursadığından değil. Civardaki okullardan birinde öğretmen olmalı. Çalmadım, bak aldım ve gidiyorum diyor.

Satıcının yüzündeki ifade. Ah o ifade. Kadının arkasından koşup yarısına kadar ısırdığı muzu elinden almak istiyorum. Ben hangi cümle bu adamı teselli eder, hakkını aramaya ikna eder diye düşünürken bu defa bir genç kız iki avucuna ikişer tane mandalina sıkıştırmış gidiyor. Mandalina aldım bak. Geçen gün de almıştım. Çok güzeldi. Helal et.

Adamın yüzü yerde. Bakmaya utanıyor. Tezgâhını tarumar eden bu kadınlardan utanıyor. Helal et diye diye ailesinin rızkını gasp eden kadınlardan, Mardinli bu adam utanıyor. Utancından gözünü yerden kaldıramıyor. Mağdurun, mağrur yüzüne söyleyecek kelime bulamıyorum.

Neden sonra, bu kadınların tezgâhını sömürmelerine izin verme diyorum seyyar satıcıya. Mahcup boynunu büküyor. Ben konuştukça konuşuyorum.

Aramızda dağlar denizler, bir hayal olarak oğlum geliyor. Anne hâlâ mı korsan konferans!

Hayat bana bunu bahşetti ey oğul! Şikâyet niyetine değil hikâyet niyetine. Değil çalışma ofisi kendime ait bir odam bile olmadı bildiğin gibi. Değil kendine ait bir oda, kendime ait bir masam bile olmadı. Gündelik hayatın her köşesini Rabbim kürsü niyetine karşıma çıkarıyorsa suçlusu ben miyim ey oğul.

III-

Ansızın oğlumla karşılaşmış da kendimi ona izah edercesine cümleler kurduğum sırada, gülüşüne güller kurban kız ardımdan yetişti. Yüklerinizi taşımaya yardım edeyim hocam dedi. Yolun ne tarafa dedim. İstikametlerimiz tersti. Hocam dedi yüklerinizi vermiyorsunuz. Elinizde yüklerle sizi yoruyorum ama... Yok dedim. Yorgunluktan değil titreyişim, hasretten. Bu yağmurlu sabaha hasreti kavi bir anne olarak karıştım.

Tez hazırlıyorum dedi. Tarihi romanlara dair. Siz ne düşünüyorsunuz. Benim ne düşündüğümden daha önemli şu satırlar dedim. Poşetleri yere koydum yavaşça. Bir haftadır markete giderken bile yanımda taşıdığım kitabı çıkardım: Yenilgiden Dönerken

Alış-veriş için sokağa çıkmadan önce okuduğum satırlara buyur ettim genç kızı. Tarih eğitimi almış yazarın "tarihe imansızlığı" üzerinden akan satırlarına. Kız okudukça şaşırdı. Rüzgâra rağmen alnında boncuk boncuk terler birikti. Kendisini terleten cümleyi yüksek sesle okudu: "En çok acı çeken çocukların muhafazakârların çocukları olmasının bir sebebi de budur." Bir kere daha tekrarladı cümleyi. Bir kere daha. Bir kaç tane minibüs durdu bekledi bizi. Hayır, niyetine kaldırdım başımı. İnat ettiler eninde sonunda minibüse bineceğimden emin bir edada.

Siz ne düşünüyorsunuz dedi gülüşü acı bir meraka evrilmiş olan genç kız. Benim ne düşündüğümün önemi yok dedim. Bu cümle sana mihmandarlık edecek mi?

Ayrıldık.

Eve döndüğümde yemek yapacak dermanım yoktu. "Yenilgiden Dönerken". Ne ki "yenilgiden" dönemedim henüz.

Yenişafak
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Aşkımıza reklam aldım"

3 Şubat 2012/11 Rebiulevvel 1433 Pendik Meydanı. Her bir kar tanesi ile göklerden yere inmiş melekler şehri yıkarken içimizi yıkamış mı?

Meydanda dev bir ekran. Boynumuzu kanırtarak bakacağımız yükseklikte.

Ne zaman göğe merdiven kuran reklam panolarını görsem, çocukluğumun Mıstık masalı çıkıp geliyor. Bir fasulye tanesinden yedi kat yukarıdaki devin kapısına varan Mıstık.

Hava latif. Hava temiz. Efendimiz'in dünyayı teşrif ettiği bir geceye hazırlanıyor akşam.

Romantik bir müzik sesi geliyor dev ekrandan. Dönüp bakıyorum

Başörtülü genç bir kadın yanında delikanlı. Değişik zamanların değişik görüntüleri sıralanıyor arka arkaya. Ne olduğunu anlayamadan bir hastane reklamı alıyor romantik karelerin yerini. Yakında başlayacak olan bir dizinin reklamı herhalde diye düşünüyorum.

"Dizilerde türbanlı kadın niye yok sorunsalına" cevap vermek üzere acele kotarılmış bir dizi film. HERHALDE!!!

Hastane reklamının ardından benim "dizi"nin reklamı tekrar dönmeye başlıyor. İnsanlar yavaş yavaş meydanda toplanıyor. Bir iken iki, iki iken dört oluyoruz. On, yirmi, otuz, kırk, elli.

Dev ekranın dibine bir masa konuyor. Masanın üzerinde ahşap bir kutu. Kutunun bir yüzünde kalp şeklinde bir pencere var. Pencerede başörtülü genç kız ile delikanlı.

Balonlar şişiriliyor. Kalp şeklinde kırmızı balonlar. Trabzon ağzı ile konuşan bir kadının heyecanı dikkatimi çekiyor tam o sıra. Başörtülü. Mantosu yere kadar uzun. Yanında siyah bereli 30-35 yaşlarında genç bir kadın. Gözünü dev ekrandan ayırmadan cep telefonu ile konuşuyor. 55-60 yaşlarındaki başörtülü kadın heyacanla soruyor siyah bereliye. "Nerdelermiş, geliyorlarmıymış. Tamam de."

"Tamam" kelimesinin üzerine gitmek gerektiğini düşünüyorum. Soruyorum daha sonra müstakbel kayınvalide olacağını öğrendiğim Trabzonlu kadına. "Ne oluyor? Nedir bu hazırlıklar?"

Hazırlık ya. İki fotoğrafçı, ayaklı kamera. Herşey tam tekmil.

"Oğlum" diyor "biraz sonra burada sürpriz evlilik teklifi yapacak."

Evlilik teklifini anlıyorum da, bu meydanda hazırlanmış "sürpriz" sahnesini anlamakta güçlük çekiyorum.

Meydanda biriken insanlara bakıyorum. Onlar da benim kadar şaşkın mı? Yoksa necip halkım tüketim çarklarının dişlileri arasında yüzüne yapıştırılan "romantik maske"yi fark etmeyecek kadar ânı yaşa temposunda sallanıyor mu?

Siyah mantosunun yakasını leylak rengi kaşkol ile kapatmış, kestane renkli saçlarını atkuyruğu olarak toplamış genç kadına bakıyorum. Onun gökyüzüne merdiven kurmuş dev panoyu seyredişini seyrediyorum bir müddet. Berrak yüzündeki şaşkınlığı harf harf okuyorum. Yaşasın. Bu meydanda benim kadar şaşırmış ikinci bir kişi daha var.

"Ne düşünüyorsunuz?" diye soruyorum kestane rengi saçlı genç kadına. "Şaşırdım " diyor. "Evlilik mahrem bir şeydir."

O sıra söylene söylene giden bir kadın gözüme çarpıyor. Dışarıdan bakınca oğlunun sürpriz evlenme teklifinin heyacanını bütün hücreleri ile hisseden Trabzonlu kadın ile bu söylene söylene giden kadını kategorik olarak aynı tarafa koyuverirsiniz politikacıların, sosyal bilimcilerin, medya mensuplarının her gün her dakika yaptığı gibi. İkisi de başörtülü. Biri Gümüşhaneli biri Trabzonlu.

Söylenerek giden, ki adının Ayten olduğunu öğrendim, "Bu ne ya diyor. Bu ne! Irak parça parça. Filistin kan ağlıyor. Suriye nereye gidiyor. Başımızdan bela eksik değil. Bu ne !"

Müstakbel gelinine yapılacak evlenme heyecanını bütün hücreleri ile yaşayan Trabzonlu kadına gidiyorum tekrar. Oğlun ne iş yapıyor diyorum. İşsiz diyor. Kız ne iş yapıyor. Öğretmenmiş.

Gemi mühendisi işsiz oğlun bu kadar masraf ile evlenme teklifi yapmasına dair bir iki soru sormak istiyorum. Trabzonlu kadın "Çocuklar istemiş. Çocuklar öyle uygun görmüş " diyor Karadeniz kadınının her daim racon kesen ifadesi ile.

"Çocuklar öyle uygun görmüş."

II-

Merak ediyorsun ey okuyucu.O mübarek akşamda ne yapıyordun orada. Hikaye avlamaya mı çıkmıştın. Hikâye avlamaya çıkmamıştım. (Hikaye Avcıları, Acı Deniz kitabımdaki öykülerden birinin adı.)

Lakin tanığı olduğum hikâye beni avladı.

Her ayın ilk Cuma akşamı saat 19:00'da Pendik Mehmet Akif Kültür Merkezi'nde Sosyoloji okumaları yapıyoruz. Her ders tam zamanında vasıl olurken, kandil akşamı tam kırk beş dakika önce vardım. Kader bu ya. Kader ve keder bu ya diye düzeltmeme izin verin cümlemi.

Oysa her şeyi çok iyi idare etmiştim. Meydanda gazeteci olarak sorular sormuş Mehmet Akif Kültür Merkezi'nde pek sosyolog cümleler kurmuştum. Katılımcıların bir kısmının sabrını bile zorlamıştım vaaz vermeyip sosyolojik analiz konusunda ısrar ettiğim için. Bilmiyorlardı ki huzurlarında sosyolojinin mesafesini muhafaza ede ede tasvirler analizler yapan bu kadın, eve gidince ağlayacak. Ben öyle sanıyordum. Bu kederden eve gidince kurtulurum sanıyordum. Ağlar, ağladıkça açılırım sanıyordum.

Ağlayamadım.

"Aşklarına reklam alan" gençlerin hikayesi, bir migren atağı olarak bünyeye dahil oldu.

Haftayı "dindar gençlik istiyoruz/istemiyoruz" tartışmaları ile geçirmiştik.

DİNDAR GENÇLİK Mİ İSTİYORUZ!

Oysa gençleri dindarlar ve dindar olmayanlar diye ayıramayacağımız günlerdeyiz. Gençleri bıraktım. Orta yaşlıları ve yaşlıları bile kıyafetine bakarak anlayamayacağımız günlerdeyiz.

Sayın Başbakanımız ve Sayın Ana Muhalefet Partisi Liderimiz.

İlle ayırmak istiyorsanız gençliği.

İlle "yumurtayı hangi ucundan kıralım" diye münaza-ralar yapmak hevesindeyseniz....

Size sokağın kalbinden, meydanın reklam panolarından haber vermek isterim. Bu haber ile en elverişli, en hakiki en acıtıcı kategoriyi dikkatinize sunarım:

Gençlik ikiye ayrılıyor EVET!

Aşkına reklam alanlar ve aşkına reklam almayanlar.

CHP bindiği araba stop edince ilk İmam Hatipleri biz açmıştık diyor.

AK Parti arabası stop ettiğinde ne diyecek! İlk tesettür moda dergisi bizim zamanımızda çıktı. Bir iken iki oldu. Şehri bir baştan bir başa AVM'ler ile donattık. Gençleri sokaklardan kurtardık vitrinlere bağladık.

Her sokağa bir üniversite açtık. Böylece üniversite mezunu olan ile olmayan arasında fark kalmadı.

Mı diyecek!

Beyler ve dahi hanımlar! Uzun vadede en hakiki müttefik kalpten yapılmış eleştiridir.

Kalbinize dönün.

Bu konu burada bitmez. Devam edeceğiz...
 
Üst