Fatma Barbarsoğlu - Kalplerin karanlığı, karanlık kalplerin kararlılığı!

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Ev kadını" yok "evdeki kadın" var...

Bahar geldi. Bahar bize kaç vakittir tehdit ile geliyor. Ölüm ile geliyor. Umutlar her defasında başka bir bahara kalıyor.
Bahar gelince, yaz gelince ekranlar; ekran kamusallığını terasa, sayfiyeye taşır. Hayatın hakiki anlamına yalan dünyanın ufacık bir dokunuşudur açık hava ekranı. Lakin bu defa çetin geçen kıştan sonra açık hava CHP'lilerin iştahını kabarttı. Eylem dili ortaya koyar gibi yapacaklar Tandoğan Meydanı'nda. Grup toplantısı mı olur miting mi olur tartışmaları birkaç gündür aldı başını yürüdü. Yarın inşallah hoş görüntüler eşliğinde CHP'nin bu alandaki "ilk" oluşunu konuşuyor oluruz. Malum tüketim çağında ilk olmak, çocukların tabiri ile yepisyeni olmak çok önemli. Meclis dışı grup toplantılarının ilkini BDP'liler Diyarbekir üzerinden tescilleşmişlerdi ya... CHP grup toplantısını miting formatı üzerinden "ilk"leştirecek.
Bunca "yenilik", bunca gündem yoğunluğu içinde, biz kadim meselemize geri dönelim. Çünkü yarınlara sağlıklı aile yapısı içinde sağlıklı bireyler olarak yürüyebilmemiz için, kadınların çalışması meselesinde ortaya koyacağımız sağlam bakış açılarına ve ilkelere ihtiyacımız var.
Bir tarafta aman kadınlar çalışsın, ille de çalışsın, öbür tarafta zinhar kadınlar çalışmasın diyenlerin baskın sesi yüzünden, kadınların çektiği sıkıntılar giderek artıyor. Pek çok mektup aldım konu ile ilgili olarak. Ama iki mektubu özellikle dikkatinize sundum Cuma günü. Çünkü bu iki mektubun temsil değeri çok yüksek. Temsil değerinin yüksek olma sebebi şu: İkinci mektup çalışmak zorunda olan kadınların sıkıntılarını, bu sıkıntıların aşılmasına yardımcı olacak önerileri ortaya koyuyor.
Birinci mektup ise, eğitimli kadınların ontolojik duruşu ile bağlantılı olarak ortaya koyuyor çalışma azmini. İhtiyaç burada maddi değil, manevi. Kadınların çalışmasını sorunlu hale getiren durum tam da bu: Madem muhtaç değil niye çalışıyor?
Genç kızların, kadınların çalışmaması gerektiğini iddia edenlerin esasında kız çocuklarının eğitimine de karşı çıkması gerekiyor.
Kız çocuklarının eğitiminin sınırlanmasını ifade edenler var mı? Hayır!
İslami kesimde kız çocuklarının eğitimine bugün dindarlar karşı çıkmıyorsa, başörtüsü yasaklarına ve laikçilerin bu konudaki direnişine çok şey borçluyuz. Çok paradoksal bir durum gibi görünüyor. Ama vakıa bu. Başörtüsü yasakları başlamadan önce, İslami kesimde kadınların tek başına kaç kilometre yolculuk edeceği konusunda tartışmalar yapılırken; başörtüsü yasakları ve katsayı zulmü ile birlikte başörtülü kızların yurt dışı macerası için herkes gönüllü oldu. Gidilecek dendi gidildi. Ailelerin gözünün arkada olmaması için özellikle Avusturya'da muazzam bir örgütlenme gerçekleştirildi. Gitmek mi zor kalmak mı zor bir şarkı sözü olarak kaldıysa da; gidenler için dönmek mi zor kalmak mı sorusu yakıcı bir hakikat olarak her geçen gün varlığını hissettiriyor.
Durum bu merkezde olduğu halde; İslami kesimde kadınların çalışması meselesine sanki öyle bir sorun hiç yokmuş gibi yaklaşılmasını nasıl değerlendireceğiz?
Öncelikle şu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Kadınların çalışmasının iki sebebi var: Ya yokluktan ya varlıktan. Yokluk maddi yokluk. Varlık ise kız çocuklarının aldığı eğitim.
Hayatının on yedi yılını örgütlü bir zamanda ve örgütlü bir mekânda; ilk okul, orta okul, lise, üniversite'de geçirmiş genç kızların eve dönmesini beklemek onlardan annelerinin bile değil, hamin ninelerinin "hayat azmini" beklemek ne kadar anlamlı?
90'ların sonuna kadar İslami kesimde bazı cemaatler kızların liseden sonra eğitimine devam etmesine mesafeli durdu. Serbest meslek ile iştigal eden erkekler, lise mezunu kızlarla evlendiriliyordu. Dolayısıyla kızlarını okula göndermeyen bazı cemaatler için kadınların çalışması gibi bir sorun hiç gündemde yoktu. Ta ki ev kadını ile evdeki kadın ayırımını fark edinceye kadar. Üst gelir düzeyine sahip olan ailelerdeki kadınların konumunu "ev kadını" değil "evdeki kadın" olarak ayırmak gerekiyor.
Elektronik aksamın evleri işgal etmediği zamanlarda evler, kadınlar ve çocuklar için korunaklı mekanlar idi. Oğlu için gelin arayan kayınvalide adaylarının, talip oldukları genç kızın hiç otobüse binmemiş olmasını bir ölçü olarak ortaya koyması, bir taraftan meseleye ne kadar sınıfsal göstergeler açısından bakıldığını gösteriyor. Ki bunu ayrıca tartışmamız gerek. Ama bu kıstas, diğer taraftan, yabancılarla aynı mekânı paylaşmama titizliğine de işaret ediyor. Biz analizimize kriterin bu ikinci yönünü ele alarak devam edelim. Yabancılarla ortak zaman ve ortak mekân kullanmama hassasiyetinin, yani mahremiyet hassasiyetinin anlaşılmayacak bir yönü yok. Ama bugün ortak zaman ve ortak mekân artık "dışarıda" değil tam tersine, elektronik aksamın mihmandarlığında hanenin ortasında gerçekleşiyor.
"Helal internet" kavramı diye bir şey hayatımıza dâhil oluyorsa. Dünyanın dört bir tarafından kanat önderleri, dini liderler buna ön ayak olup gençler iyi vakit geçirsin diye böyle bir projeyi başlattıklarını "büyük bir mutlulukla" dile getiriyorsa. Bütün bunları dile getirdikleri programın sonunda; biri mağripten biri maşrıktan iki gencin birbirlerini internet üzerinden tanıyıp; tanışıklıklarını nikâhla noktalamış olmalarını "gurur verici bir tablo" olarak sunuyorsa... Zamanı ve mekânı başka bir yerden "okumak" zorundan olduğumuzu daha fazla direnmeden kabul etmek zorundayız. Sosyal hayatın değişimine direnme, bir aşama sonra mutlak teslimiyeti getiriyor. Değişime direnmek yerine, değişimin içinde ilkelerimizi muhafaza etmenin yöntemini bulmak zorundayız.
"Çalışan kadın"ın ailesini ihmal ettiği tezini seslendirmek yerine, erkeğin aile içindeki görevinin sadece para kazanmak olmadığını; kavvam sıfatına ancak Peygamber Efendimiz'in sünnetine uyarak sahip olabileceğini hatırlatmamız, hatta bunun hiç unutulmamasını sağlamamız gerekiyor.
Bu konu burada bitmez. Devam edeceğiz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kadınların derdi...

Onlara iki gün ara ile rastladım. Hikâyelerini ortak paydada toplama sebebim bu karşılaşma ânı mı? Belki.
Hastanede sıra beklerken tanıdım Saadet Hanımı. (Gamlanmayın hasta değilim. Bir arkadaşıma refakat ediyordum sadece.) Vakti bir türlü geçiremeyen insanlara mahsus bir can sıkıntısı içindeydi. Derdini sordum. Dertten açılan mevzu hayat dersi üzerinden devam etti. 57 yaşındaydı ama yıpranmış bedeninde bir kaç 57 yaşı birden taşımaktan yorgundu. Konuşmamız boyunca bana "Kızım" diye hitap etti. Oysa en fazla o liseye giderken ben ilkokula gidiyorumdur
"Sakın kendini yıpratma kızım" diye söze başladı, bankadan emekli olduğunu öğreneceğim Saadet Hanım. "Biz kendimizi çok hırpaladık. Mesai bir taraftan çocukların derdi bir taraftan, ev işi derken... Bir günden bir güne ne sırtım yastık gördü ne başım. Kayınvalide takazası ayrı dert. Şimdi gençlere bakıyorum da, ben de bileymişim canımın kıymetini diyorum. Gelinliğin zor olduğu zamanda gelin, kaynanalığın zor olduğu zamanda kaynana oldum."
Buraya yazamayacağım kadar çok şey anlattı. Ayrılırken "Biliyor musun" dedi "Hayatımda hiç kimse beni senin dinlediğin gibi dinlemedi. Onca yıl köle gibi çalıştım da bir kimse sen de haklısın Saadet diye takdir etmedi. Yaşadığım yıllardan bana yorgunluk kaldı başka da bir şey kalmadı".
Ne kalmasını bekliyordunuz diye soramazdım. Sormadım ben de.
İkinci hikâyemin kahramanını, telefon tellerinden tanıdım. "Size mektup yazmak istiyorum nereye yazacağım? Köşenizde yayınladığınız mektupları insanlar hangi adrese gönderiyor da size ulaşıyor?" diye sordu. Asistanıma gönderiyorlar dedim.([email protected])
Fakat adresi verip telefonu kapatmaya gönlüm el vermedi. Nereden arıyorsunuz dedim. Malatya dedi. Yaşını sordum: 47
Nikâh yaşınız dedim: 30'muş. Yani 17 yaşında evlenmiş. Dört kızı, bir oğlu ve dört torunu var.
Kimliğine dair sorular sordukça açıldı. Ev kadınlarına dair sizden tavsiye bekliyoruz dedi. (Okuyucularım ne yapmalıyız diye soruyor. Oysa yazılarını zevkle takip ettiğim Süleyman Seyfi Öğün'ün de ifade ettiği gibi ne yapmalıyız değil ne yapmamalıyız sorusunu sorarak başlamalıyız.)
"Ben çalışmak isterdim" dedi içini çekerek. "Hayatımda dolduramadığım bir boşluk var. Evin işini yapmak birkaç saatimi alıyor. Sonra gün boyu bir boşluk. Kitap okuyoruz filan. Geniş bir muhitimiz var. Ama bunlar değil benim istediğim. Tahsil görmemiş olmanın acısı her geçen gün daha fazla içimi yakıyor."
Uzun uzun anlattı Malatya'dan Y.Hanım.
Banka emeklisi Saadet Hanım ile Malatyalı Y.Hanım'ı ortak paydada eşitleyen şey saygı eksikliği. Aile bireylerinin bencilliği, arkada bıraktıkları yıllar hakkında "keşke" ahlanmasını yaşatıyor kadınlara. Kızlarının, torunlarının erkenden kurdukları "özel hayat" karşısında şaşırıyorlar. Bu şaşkınlığı çalışan kadın "Kendimi keşke bu kadar yıpratmasaydım, ne başım yastık gördü ne sırtım" diye özetlerken; "evdeki kadın" beş çocuk büyütmüş olmasına rağmen, kendini hayat karşısında verimsiz ve yenilmiş buluyor. Hiç olmazsa 47 yaşından sonra vaktini iyi kullanmak istiyor. İsteğini "Birisi beni eğitsin" diye ifade ediyor.
Tanık olduğum bu iki hayatı saygı paydası ile eşitlemeye çalışırken Teksas'tan mektup aldım. Sevgili Ü.R. şöyle diyor:
Yeni Şafak'taki yazılarınızı haftalara böldüm, bir oturuşta okuyorum. Bir haftanın yazılarını toplu olarak okumak bana çok iyi geliyor. Türkiye'yle ilgili politik, dini, kadınlara yönelik, topluma yönelik birçok farklı konuyu aynı anda öğrenmiş oluyorum. Gazeteleri internet sayfasından takip etsem de çok yüzeysel kalıyor. Televizyon da izlemediğim için ayrıntılara gizlenmiş önemli sorunları gözden kaçırıyorum. Sanki yazılarınızı okumuyorum da dinliyorum.
Türkiye'deyken çok daha farklı bir haleti ruhiye ile okuyordum yazılarınızı, ama şimdi okuma sebebim tamamen değişti. Daha bir hasretle ve merakla takip ediyorum. Kendimi Türkiye'ye biraz daha yakın hissediyorum.
Sizin en son kadınların çalışmasıyla ilgili yazınızı okuyunca düşündüm de Amerika'da bahsettiğiniz boşluk daha çok hissediliyor. Ya çalışacaksınız ya okuyacaksınız. Yoksa sadece çocuk büyütünce, özellikle anneler çok fazla kabuklarına çekilmiş oluyorlar."
Geride bıraktığımız yıllara ahlanmamıza sebep olan, hayatımızda bir türlü dolduramadığımız boşluk. Bu "boşluk" yüzünden, zengin- fakir, genç-yaşlı, evli-bekar bütün kadınlar "keşke"li cümleleri giderek daha fazla kurar hale geliyor.
İçimizde oluşan boşlukların pek çok sebebi var. Kişisel sebepler kadar toplumsal sebepler üzerinde de durmamız gerekiyor. Toplum olarak farkında olmadığımız en önemli sebebin saygı eksikliği olduğunu düşünüyorum. Saygı eksikliğine en fazla muhatap olan kesim ise kadınlar. Neden mi?
Cuma günü devam edelim...
Meraklısı için not: Banka emeklisi hanımın adını veriyorum da Malatya'dan arayan okuyucumun adını neden vermiyorum diye merak edenleriniz olacaktır büyük ihtimal. Malatyalı okuyucum adını mütereddit bir ifade ile bağışladı. Emekli banka memuru hanım ise iki cümlenin arasına, anam adımı Saadet koymuş da ne olmuş diye sora sora sürdürdü konuşmasını.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kadın savaşları

Belli bir yaştan sonra kadınlar arasında iletişimin ilk hamlesi "çalışıyor musunuz?/ev kadını mısınız" diye başlıyor.
Geçen gün bir durak gideceğim için minibüste ayakta durmayı tercih ettim. Fönlü saçları ile kendini dünya bakımlılar kraliçesi ilan etmiş olan hanım gayet buyurgan bir ifade ile. "OTUR " dedi. Oturdum. "Senin yaşında ayakta durulur. Bir de bunun devamı var. Benim yaşıma gelince..."diye başlayan bir diskur çekti.
"Kaç yaşındasınız?" dedim. Yaşını söylemeden önce "Eğitimciyim ben" dedi. "Emekliyim. İnsan çalışınca genç kalıyor. Dinç kalıyor.45 yaşımdayım."
Konuşmanın alt metni senin gibi ev kadını olunca (çünkü elimde sebze poşeti var) böyle bakımsız ve yaşlı olur insan. Kadına yaşımı söyleyip ürkütmedim tabi. Söz dinleyen küçük bir kız gibi başımı salladım.
Çalışan, yaşını göstermeyen, bakımlı dinç kadın, minibüs meydan muharebesini kazanmış yolcu olarak devam etti yoluna.
Dedim ya gündelik hayatın dili kadınlar arasında en ziyade çalıyor musun? Sorusu etrafında döner.
Alış-veriş yaparken ikna kapasitesini nereye kadar götürebileceğini merak eden tezgâhtar, ah pardon satış temsilcisi.
Henüz ilkokula başlamış çocuğun bütün yükünü anneye iade etmek isteyen öğretmen.
Kapı kapı ya da semt semt dolaşan anketörler.
Muhataplarını "daha yakından tanımak" için alt tarafı iki seçenekli bir soru soracaklardır, çalışıp çalışmadığını öğrenmek üzere.
Ama o iki seçenekli soruda önceliği hangi kelimeye verdiğine bakarak size karşı nasıl bir strateji belirlemiş olduğunu fark etmeniz zor değildir esasında.
"Ev kadını mısın?" diye başlatılan diyalog, ev kadınısın ve dünyada olup bitenlerden haberdar değilSİN . Benim görevim SENİN bu eksikliğini kapatmak. SEN sadece bana uyacaksın, komutuyla devam edecektir.
Çalışıyor musunuz? Şeklinde başlatılan tanışma sorusu, ekonomik özgürlüğünüz var o halde siz her şeyin en iyisine layıksınız muhtevalı terapotik bir konuşma olarak devam edecektir .(SEN ve sizzz ayrımına lütfen dikkat buyurunuz.)
Satış elemanları ev kadını olduğunu düşündükleri müşteriler için ikna turuna şöyle başlar: Bunun aynısını ben kullanıyorum. Kendisinden yaşlı olduğunu düşündüğü müşteri için çam devirdiğinin farkında olmayarak şöyle der: Aynısını anneme aldım. Çok beğendi. Pazarlama apartman sınırları içinde gerçekleşiyorsa ikna cümlesi: Alt komşunuz/yan daire bunu tercih etti.
Bu cümlelerin alt metni: "Sen ev kadınısın işte. Fazla direme. lemin yaptığını yap da bir şeye benze bari."
Evdeki kadınların çalışan kadınlardan "intikamı" öğretmen desteğinde alınır çoğu defa.
İlkokullarda başlatılan sınıf anneliği uygulaması ile birlikte annesi çalışan çocukların birinci sınıftaki hali içler acısıdır. Her vesile ile çocuğa "senin annen çalıştığı için" cümlesi kurulacaktır. Sanki anne çalışmıyor da yüz kızartıcı bir suç işliyormuş gibi. Öğretmenlerin kendisine bakıp çalışan kadınları ve çocuklarını anlayacağını zannedersiniz. Hayır, o sınıf annelerinin etkisi altındadır. Sınıf anneleri sahiden sınıftadır. Hiç dışarı çıkmazlar. Kendi çocuklarını el birliği ile çalışan kadınların çocuklarına karşı korurlar. Çalışan kadının çocuğunun "çalışan çocuk" olma ihtimali vardır ki, bunu sınıf adına oldukça tehlikeli bulurlar.
Öğretmenler kendi durumlarının ikircikliği sebebiyle ev kadınlarının her gün çocuklarını kurabiyelerle karşıladığını, hayat bilgisi kitabındaki "evimizde kış hazırlığı" ünitesini aynen uyguladığını zanneder.
Oysa ev kadını çalışan kadın ayrımı her zaman geçerli bir ayırım değil. İki maaş ile anca geçinen ailelerde, çalışan kadın aynı zamanda ev kadınıdır. Aylık geliri ortalamanın üzerinde olan ailelerin hanımı ise evde olduğu halde kocasının kendisine sunmuş olduğu imkânlar yüzünden hizmet satın alma konforuna sahiptir. Konfor kelimesinin altını çiziyorum. Huzursuzluğu mayalayan işte onların sahip olduğu bu konfordur. Onların sahip olduğu konfor hem kendilerine yüktür hem de cemiyete. Ne ki meseleyi pek buradan bakmayı göze alamıyoruz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Başörtülü kadının çalışma serüveni/ Anneler eve dönsün!"

Yıllar sonra karşılaştığım bir okul arkadaşım "Yazılarını okuyorum. Köşende yayınladığın mektuplar çok güzel. Sahiden o kadar güzel mektuplar alıyor musun?" diye sordu.
Sahiden "o kadar güzel mektuplar" alıyorum. Prensip olarak mektubun sahibinin ismini değil sadece baş harflerini veriyorum. Bunun iki sebebi var: Bazen okuyucunun mahrem alanını korumak için gerekiyor bu durum. İkincisi bazı kurum ve kişiler, "köşemi" "Madem kamuya açık benim şu mektubumu da yayınla" diye baskı kurmaya çalışıyor. İsimlerin sadece baş harfleri yayınlandığında bu baskıların azaldığını tecrübe ettim.
Aşağıda okuyacağınız satırlar bir okuyucuma ait yine. Okuyucu mektupları ile birlikte kadınların çalışması meselesini "şimdi ve burada" olarak ortaya koyuyoruz. 21. Yüzyıl'da sorunlarla başa çıkabilmek için o sorunlara muhatap olan kişiler olarak birbirimizin duygularını, tecrübelerini dikkate almamız gerekiyor
Mektubu özellikle erkek okuyucularımın dikkatle okumasını tavsiye ediyorum.
Eskişehir'de yaşayan ve otuz yaşında bir bebek annesi olan değerli okuyucumun mektubu şöyle:
"Çalışan bir bayan olan annem; bebeği ve kendi için işini bırakan ben; kadının çalışmasıyla ilgili yazı dizinizi merak ve ilgiyle takip ediyoruz. Üzerinde çokça düşündüğüm bir konunun böyle detaylıca ele alınması beni de şevke getirdi. Düşüncelerimi, sizinle, uygun görürseniz okuyucularınızla paylaşmak istedim.
Ekonomik özgürlük yönünden bakarsak iki uç noktanın altını çizmek istiyorum:
1- Bankamatikten para çekmeyi bilmeyen, maaşı eline geçmeyen kadınlar var.
2- Maaşı saçına, başına yetmeyen kadınlar var.
Ve bu ikisini arasında yüzlerce değişik profil var.
5 yıl boyunca kamuda çalıştım, kadınları gözlemledim. Gözünün çapağıyla soluğu kuaförde alan; poğaçayla kahvaltıyı geçiştiren; öğle ve akşam yemeğini dışarıda yiyen; neredeyse bir giydiğini bir daha giymeyen; çocuklarına ilgisini onlara pahalı kıyafetler almak olarak ortaya koyan; kadınların çalışması aile için kâr değil zarar getiriyor. Bakıcı, kreş ve gündelikçi ücretlerini saymıyorum bile.
Diğer taraftan da tarhanasını, turşusunu, makarnasını, kısacası kışlığını yazlığını kendi hazırlayan, evini kendi temizleyen, misafirini evde kendi yaptıklarıyla ağırlayan çalışan kadınlarımız var.
Başörtülü kadının çalışmasına gelince... Dindar kesim mesai saatlerinde başını açan kadını kâfir ilan ederken; iş arkadaşları yeni haliyle bile kadını kabullenmemekte, ötekileştirmekte.
Durum bu merkezde olunca ne yapmak gerekiyor?
1-Kızlarımız eğitimli olmak için okuma ama meslek seçerken iş hayatında nelere tahammül edeceklerini, hangi çalışma düzeninin kendilerine uygun olacağına dikkat etmeliler.
2-Özellikle kadınları ilgilendiren mesleklerde yer almalılar. Kadınlar eşitlik adına, feminizm adına "Biz de varız, her işi yaparız" diye çıktıkları arenada, fıtratlarını hiçe sayarak koşturdular. Yorulup da arkalarına dönüp baktıklarında, kadınlara ait mesleklerde erkeklerin hüküm sürdüğünü gördüler.
3-Seçtikleri meslekler kendilerini bir alana hapsetmemeli; kamu, özel, yarı zamanlı, evde çalışma imkânlarının olup olmadığını araştırmalılar.
Ben yarı zamanlıdan ziyade evde çalışmayı önemsiyorum. ABD'de "Baby at Work" uygulaması revaçta çünkü bebeği yanındayken çalışan annenin verimi daha yüksek oluyor. Ben "Mom at Home" uygulamasının başlamasını dilerim. Anneler eve dönsün! Nitekim teknolojik imkânlar sayesinde ofise gidip gelme kalkacak gibi gözüküyor. Günlerinin yarısı yolda geçen kadınlarımız için evde çalışmanın daha uygun olacağı kanaatindeyim.
Evde kocaya boyun eğmeyen, hoşgörü göstermeyen kadınlar, işyerlerinde patronların, amirlerin kölesi oluyor. Evde çalışmayla bu tezat ortadan kalkar diye düşünüyorum.
Çocukların gözünden bakınca...
Annem biz ortaokula giderken memuriyete başladı. Onun için ev hanımı ve çalışan anne arasındaki farkları çok iyi biliyorum.
İnsan kaç yaşında olursa olsun kapıyı annesinin açmasını, sıcak yemek kokularıyla kucaklamasını istiyor.
Annenin kendindeki cevheri fark etmesi ve iltifat görmesi de çalışma hayatıyla oluyor.
Bu ikisinden yola çıkarak;
Çocuklar büyüyene kadar annenin evde çalışması, çocuklar büyüdükten sonra da yarı zamanlı ya da haftanın 2-3 günü çalışmasını uygun olduğunu düşünüyorum.
Çalışan kadın zamanı kullanmayı biliyor, erken kalkıyor, planlayarak günü geçiriyor. Genelde de daha tutumlu oluyor şayet hak ederek ve alın teriyle parayı kazanıyorsa.
Evlenmeden ve çocuk sahibi olmadan genç kızlarımızın ve yeni evli bayanların mutlaka tam zamanlı iş hayatı tecrübelerinin olması gerektiği kanaatindeyim.
Yemek yapmak, bulaşık ve çamaşır yıkamak için evde oturmanın kimseye bir şey getirmeyeceğini herkes biliyor. Ev kadınlarının abarttığı gibi de değil artık ev işleri. Ekmek hazır, bulaşık-çamaşır makinede, tarla yok, hayvan yok. Geriye taş çatlasın 2-3 saatlik iş kalıyor. Ama yazınızda da vurguladığınız gibi 11'de kalkılırsa işler yetişmez. Müslüman kadın Bülent Akyürek'in ifadesiyle "öğle namazına nasıl kalkılır" ın derdindeyse vay haline...
16 yıl bu devletin sıralarında oturmuş, eğitim görmüş biri olarak özellikle tahsilli kadının çalışmasını önemsiyorum. Kendini ve ailesini yıpratmadan, kendine ve ailesine zaman ayırarak, gelişerek ve geliştirerek çalışmasını istiyorum.
Haftada 5 gün 8'er saat çalışırken bile kendime vakit ayırdım. Kitaplar okudum, radyo programları yaptım ve yazılar yazdım.
Şimdi bebeğimle de aynı şeylere devam ediyorum. İkinci kitabımı yazdım. Radyo programlarına devam ediyorum. Kızım ilk başlarda bilgisayarla oynasa da artık alıştı o yanımda oyuncaklarıyla oynuyor, ben yazılarımı yazıyorum. Akşamları eşim kızımla ilgilenirken ben gün içinde yazdıklarımı kontrol ediyorum. Bana çalışıyor musun diye soranlara "Evde çalışıyorum" diye cevap veriyorum.
Evde çalışan kadın da, evdeki kadın ve işteki kadın gibi saygıyı hak ediyor. Beylerin bu statüyü kabullenmelerinin fazla zaman almayacağını umuyorum."
F.B.Y.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"İyi bir iş" var mı? Her işsize bir danışman

Hafta başında başbakanımız her işsize bir danışmanın atanacağı yeni bir süreci başlattı: 'İnşallah bugün ataması yapılacak olan arkadaşlarımız, iş arayan kardeşlerimiz için bir rehber, bir yol gösterici, hatta bir yol arkadaşı olacaklardır. Artık İŞKUR'a kayıtlı her işsiz vatandaşımızın bir iş ve meslek danışmanı olacak. Bu danışman arkadaşlarımız iş arama safhasında bütün bu süreç içerisinde, her adımda vatandaşlarımızın yanında olacaklar. Böylece işsiz insanlarımız başvuru yaptıktan sonra ortada bırakılmadıklarını, daima yanlarında onlara destek verecek bir danışmanlarının bulunduğunu bilecekler. Gençlerimiz danışman arkadaşlarımız aracılığıyla ilgi ve kabiliyetlerine ve bu noktada bu kabiliyetleri istikametinde uygun kurslara yönlendirilecek ve doğru işlere inşallah yerleştirileceklerdir. Toptancı bir anlayışla hareket etmek yerine herkesin kişisel özelliğine, yeteneklerine, birikimlerine uygun iş alternatifleri sunulması, zaman ve kaynak israfının da önüne geçecek." Bulduğumuz ya da bir türlü bulamadığımız "iş" ler hayatımızı; hayata bakışımız ise işimizi etkiliyor. Bu karmaşadan geriye "ertelenmiş hayat"ların gerginliği kalıyor.
Eğitimli erkekler ve eğitimli kadınlar hayatı erteleyerek yaşıyor. Postmodern zamanların en önemli sorunu, bir önceki dönemde hayatın merkezinde yer alan hususların ötelenmesi. Aile kurmak, kurulan ailede çocuk cıvıltılarını duymak giderek daha fazla erteleniyor.
Ertelenmiş hayatlar hangi ummana yelken açıyor? Emeklilik sigortası reklamlarının vaat ettiği "güzel günler" karesi ile; kıyıdaki hayatın yorgunluğuna ufuk çizgisi, "mutlu emeklilik" günleri hayali üzerinden çiziliyor.
Çok değil daha yirmi yıl önce genç insanların evlenmesi ve bir an önce çoluk çocuğa karışması, erişilmesi gereken bir ideal olarak kabul edilirken; günümüzde ideal, iyi bir işe kavuşmak olarak ortaya konuyor. Ne ki iyi işin ne olduğu konusunda kafalar çok karışık.
Genç kızlara anneleri ve güngörmüş teyzeler evlenmesini değil kendi ayaklarının üzerinde durmasını öğütlüyor ilkokul çağından itibaren. Feminist söylemin en önemli cümlelerinden biridir kendi ayaklarının üzerinde durmak. Bir ideal olarak kendi ayaklarının üzerinde durmak zihne yerleşince, kadınların payına yorgunluktan başka bir şey düşmüyor. Eğitim gördüğü halde "kendi ayaklarının üzerinde" duracak kadar para kazanmayan kadınlar; "kendi ayaklarının üzerinde duran" durduğunu zanneden kadınlara özeniyor. Çünkü kendi ayaklarının üzerinde durmak, sadece meslek sahibi olmayı değil, başkalarının senin yerinde olmasını özendirecek kadar "iyi" bir hayatının olması anlamına geliyor. "Kendi ayaklarının üzerinde durmak" tüketim endüstrisinin en önemli muhatabı olmayı başarmaktan geçiyor çünkü.
Eğitim almış ama iş bulamamış genç kızlar, ayaklarının üzerinde değil dizlerinin üzerinde süründüğünü düşünerek; her yeni doğan güne, içindeki bir tutam karanlığı karıştırarak başlıyor. Saygın bir üniversiteden mezun olup, yurt dışında doktora yapmış genç kız "Hocam" dedi "her sabah güne iş yok eş yok diye başlıyorum. Annem kendi ayaklarının üzerinde durmalısın diyor. Ama benim gün boyu hangi ortamlarda, nelere katlanmak zorunda kaldığımı hiç düşünmüyor. Şimdiye kadar en fazla sekiz ay kesintisiz çalışmaya dayanabildim. İşten ayrılıyor, birkaç ay özgür kalıyor sonra annemin "kendi ayalarının üzerinde durmalısın" sloganlarına dayanamayarak yeni bir işe başlıyorum."
Bizim geleneksel kültürümüzde zanaat öğrenmek özendirilir. Halk arasında söylenen şekliyle "zanaatın en kötüsü saz çalmaktır. Onu da öğrenip duvara asmak gerek."
Geleneksel kültürümüzde meslek sahibi olmak altın bilezik olarak tabir edilir. Altın bilezik takılı olduğunda da kol bize aittir, takılı olmadığında da. Oysa ekonomik özgürlüğü "kendi ayaklarının üzerinde durmak olarak" kavramlaştırdığımızda, ya ayaklarımız fazla yoruluyor ya dizlerimiz. Çünkü çalışmayanlar kendilerini diz üzerinde herkese ve her şeye temenna eden pozisyonda görüyor. Çalışanlar ise başkalarının sahip olduğu "iyi iş" yüzünden hedefe varamamış olmanın yorgunluğunu taşıyor.
Sorun şu ki, küresel kapitalizmin bu son evresinde "iyi bir iş yok". Hayatın hızı, seçeneklerin çokluğu, insanların haline şükretmesini engelliyor. Diğer taraftan sermaye, emeğin kullanımını sınır ötesine taşıyarak arz talep dengesini kendi lehine sürekli esnetiyor.
Hayat şartlarına bakınca, bir önceki kuşaktan daha iyi imkânlara sahipmişiz gibi görünüyoruz. Ama bu durum bizim şükrümüzü arttırmıyor. Neden? Çünkü önceki hayatların zıddına, fakirler uzağımızda zenginler ise her an evimizin içinde. Zenginin malı züğürdün çenesini yormuyor artık. Zenginin malı/hayat tarzı, fakirin gönlünü yoruyor. Ne ki farkında değiliz.
Bir reklam var. İş bulma sitesi ile ilgili olarak halen çalıştığı yerde "mutsuz olan" elamana "Bekleme yapma" diyor." Yeni bir iş yeni bir umut."
Hayatın kıvamını bozan şey tam da bu "yeni" kavramında. Hayatımıza giren her şey girdiği andan itibaren hızla eskimeye başlıyor ve biz öteki yeni için iştahla bekliyoruz.
İŞKUR üzerinden henüz başlatılan proje,hayatımızın böyle bir "yenisi".İşsizler işsizlere koç olacak başlığı ile verildi "yeni durum". Danışmanlara "iş" bulundu. Darısı, danışmanların "hizmet vereceği" "işsiz"lerin başına.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mutluluğun resmi/ "Tamamlanmamış Devrim"

2005-2011 yıllarını kapsayan Dünya Mutluluk raporu yayınlandı. Türkiye 10 üzerinden 5 alarak 195 ülke arasında 78. sırada yer aldı. İskandinav ülkeleri olarak gruplandırdığımız Danimarka, Finlandiya, Norveç, İsveç dünyanın en mutlu ülkeleri oldu. Birincilik Danimarka'ya ait.
En mutsuz ülkeler dünyadaki gelişmelerin sadece külfetini çekmiş olan Afrika ülkeleri. Günde beş bin bebek ve çocuğun açlıktan ve ishalden öldüğü Afrika'nın mutluluk notunun düşüklüğüne şaşırmış gibi yapanlar; konuyu, Yeşilçam repliklerine getirip, Demek ki para ile saadet oluyormuş diyerek yor-um-la-dı-lar.
Sosyal hayatı ölçmek üzere ortaya koyduğumuz sorular açık ya da kapalı daima bir yoruma ve hedefe yöneliktir. Sosyal ölçümlerde nötr soru sormak pek kolay değildir. Başka türlü sorularla pek ala İskandinav ülkelerini "mutsuz insanlar ülkesi" olarak çıkarmak mümkündür. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Tek ebeveynli ailelerin, boşanma oranının, nikahsız birlikteliklerin, intiharların yoğunluğu açından da İskandinav ülkeleri birinci sırada.
Sorun şu ki soruları nasıl sorarsak soralım Afrika ülkeleri hiçbir zaman dünyanın mutlu ülkeleri arasında yer alamayacak. Necip Fazıl'ın muhteşem mısralarıyla: Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul/Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa/Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa.
Mutluluk izafi bir kavram. Ne var ki son yıllarda ülkemizde de yoğun olarak tükettiğin kadar mutlu olursun anlayışı ile tüketim ekonomisinin çarkları hızlandırılmaya çalışılıyor. Sizin de dikkatinizi çekiyordur muhakkak her hafta sonu, lüks tüketim ile ilgili olarak hazırlanmış haberler lüks tüketim kişinin mutluluk ihtiyacını karşılamak üzere vardır sloganı eşliğinde veriliyor.
İskandinav ülkelerinde kişi başına düşen milli gelir Afrika ülkelerinin 40 katı. Ortalama ömür Afrika ülkelerinde yaşayan insanlardan 28 yıl daha fazla.
İki haftadır kadınların çalışması üzerinden "yazıyoruz." Yazıyoruz dedim çünkü sizden gelen mektupların ışığında ilerliyor konu. Nitekim bir okuyucumuz şöyle yazmış:
Fatma Hanım,
O kadar kadınların çalışması üzerine yazı yazdınız ama çalışan kadının hayatını zorlaştıran en büyük unsurun kendi kocası olduğunu açıkça dile getirmediniz. Ben çalışan bir kadınım, eşim her işi benimle paylaşır (yemek yapmak, çamaşırlar, çocuk bakımı, vs.) Ve bu durum ikimizin de hayatını zor olmaktan çıkaran bir unsur. Çalışan kadının esas problemi kocasının evde padişah gibi davranması. Değilse sorumluluklar paylaşıldığı zaman hayat ve işler hiç zor olmuyor... Hayırlı günler dilerim. E. E.
Dünya mutluluk raporunda İskandinav ülkelerinin birinciliği almış olmasını okuyucumuzun mektubu eşliğinde incelemeye devam edelim. Değerlendirmemde mihmandarım Danimarkalı sosyolog Gosta Esping –Andersen'in iletişim yay. çıkmış olan "Tamamlanmamış Devrim/Kadınların yeni rollerine uymak" kitabı.
"Tamamlanmamış Devrim"in yazarı kadınların Sanayi İnkılâbından bu yana çalışma hayatındaki macerasını feminist söylemleri de eleştiren bir anlayış ile ele aldıktan sonra "kadın Devrimi"nin sadece İskandinav ülkelerinde tamamlanmış olduğunun altını çiziyor.
"Kadın Devrimi"nin tamamlanmasında iki kıstas önemli: Kadınların esnek çalışma saatlerine sahip olması ve erkelerin ev işlerine yardımcı olması.
Mutlu ülkeler sıralamasında birinci olan Danimarka üzerinden erkeklerin ev işine üstlenme oranlarına bakalım:
1980'lerde erkeklerin ev işi üstlenme oranı 31 iken, 21 yüzyılda rakam 41'e yükselmiş.
İspanya'da aynı durum 1980'lerde 23 iken 21. yüzyılda 32'ye yükselmiş.
ABD'de rakam 1980'lerde 32 iken 21 yüzyılda bir derecelik artış göstererek 33 olmuş.
Erkeklerin ev işini üstlenme oranına odaklanma sebebim erkeklerin çocuklarına ayırdığı vakte dikkat çekmeye yönelik: "ABD ve İsveç'te yapılan anketler hem kadınların hem de erkelerin çocuklarla ilgili faaliyetlerden aldıkları zevke 1'den 10'a kadar puan tablosunda en yüksek puanı verdilerini ve bu puanın boş zaman faaliyetlerinin birçoğundan daha yüksek olduğunu gösteriyor."
Son yıllarda medya aracılığı ile; ağlayan bebeğini öldüren baba haberlerine tanık oluyoruz. Türkiye'de kadınların en önemli sorunu ağlayan çocuğu susturmak, çocuğun başarısından, manevi eğitiminde mesul olmak olarak devam ediyor. Günümüzün erkekleri ne kavvam sıfatına sahip çıkıyor ne de modern hayatın gerektirdiği iş bölümüne.
21. Yüzyılın değişen kriterleri altında, sağlıklı aile ve huzurlu bireyler için Peygamber Efendimizin ahlakını içselleştirmemiz gerekiyor. Kendi söküğünü kendisi diken; hiç kimseden hizmet talep etmeyen; torunlarına ve bütün çocuklara şefkat ve itina ile muamele eden; kuşu öldü diye küçük çocuğa taziyeye giden Efendimizin ahlakına sahip oğullar yetiştirmek; erkeğin sahip olduğu en önemi zenginliğin şefkat, merhamet ve sabır olduğunu her vesile ile; eli kalem tutan kadınlar ve eli kalem tutan erkekler olarak dile getirmek asli vazifemiz olmalı diye düşünüyorum.
Velhasıl Tanzimat'tan bu yana "yeni kadın"ı konuşuyoruz. Oysa "yeni erkek" diye bir sorunu var Türkiye'nin.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Halkların isyanı /"Bir yanardağın üzerinde uyuyoruz"

Geçen haftanın en önemli gündemi İstanbul'da yapılan "Suriye'nin Dostları" Toplantısı idi. Toplantı ile ilgili olarak muhaliflerin kendi içlerinde bir lider çıkaramayışları ve söylemlerinin istikametindeki belirsizlik üzerinden konuşuldu yoğun olarak.
Tunus'ta bir gencin kendini yakması ile başlayan ardından Mısır ve Suriye'ye sıçrayan halk hareketlenmesine, Arap Baharı adı verildi.
Halk isyanlarına "bahar" adının verilişi bildiğim kadarı ile 1848 ayaklanması ile başlıyor.
1848 yılında Fransa'nın ünlü siyaset düşünürü Alexis de Tocqueville mecliste ayağa kalkarak şöyle demişti: "Bir yanardağın üzerinde uyuyoruz... Yerin bir kez daha titrediğini görmüyor musunuz? Bir devrim rüzgârı esiyor; ufuktan fırtına geliyor"
Tocqueville'nin sezgileri doğru çıktı. İki Alman sürgün otuz yaşındaki Karl Marx ile 28 yaşındaki Engels 24 Şubat 1848'de Londra'da Komünist Parti Manifestosu adıyla imzasız Almanca bir metin yayınladılar. Proleter devriminin ilkelerinin yer aldığı metin kısa sürede neredeyse dünyanın bütün dillerine çevrilecekti.
Metnin yayınlanmasından sadece birkaç saat sonra Fransa'da cumhuriyet ilan edildi. Bir hafta içinde Avrupa'nın bütün halkaları "bahar" dan etkilendi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'ndan yani Habsburg hanedanının hüküm sürdüğü topraklardan kısa sürede on devlet ortaya çıktı.
Hareketlenme sadece Avrupa ülkeleri ile sınırlı kalmadı. Brezilya ve Kolombiya'ya kadar sıçradı.
Avusturya -Macaristan İmparatorluğu sarsıldı/yıkıldı lakin "Halkların Baharı" yaza dönmedi. Habsburg hanedanının savaşarak değil "aşk" ile kazandığı topraklarda isyanlar ulus bilinci ile ortaya çıkarken Paris isyanı emekçinin isyanı anlamına geliyordu. Paris meydanını dolduranlar özellikle zanaatkârlardı. Seri üretimin baskısı altında hayatlarını idame ettirememe tehdidini en yoğun olarak yaşayan grup zanaatkârlardı çünkü. Zanaatkârlara eşlik eden diğer grup çalışma saatinin on saat ile sınırlandırılmasını talep eden işçilerdi.
"Halkların Baharı" neticeye varamadan kapitalizmin başarısı ile nihayetlendi.1860'larda dünyanın siyasi ve ekonomik dağarcığında kapitalizm diye bir kelime dolaşımdaydı artık.
Gelmekte olanı olağanüstü derin bir şekilde kavramış olan Marx'ın , Das Kapital'ini yayınlama tarihi 1867.
Avrupa'da "Bahar ateşi"ni tutuşturanlar fakir halk tabakası idi. Halkın içinde iki elin parmağını geçmeyecek kadar beyaz yakalı ve öğrenci bulunuyordu.
Kendi hikâyemize bakalım. 70'li yıllar boyunca teröre verdiğimiz can 6000'e yakın. Öldürülenlerin 5/4'ü gençler. Gençler, yani öğrenciler. Buna bir de 1980'den günümüze terörle mücadele ederken yitirdiğimiz emniyet güçlerini ve askerleri ilave edelim.
Çemberin birbirine en uzak noktası, esasında birbirine en yakın noktasıdır. Çember, çember olarak kaldığı sürece.
"1848 Halkların Baharı"ndan muzaffer çıkan kapitalizm oldu. O çok söylenen cümleyi tekrarlayalım: Fransız Siyasi Devrimi İngiliz Endüstri Devrimi'nin altında kaldı.
1848 Halkların Baharı isyanında kapitalizm zafer kazanmış olmasa idi bu gün çok başka bir dünyada yaşıyor olacaktık belki. Afrika'da günde beş bin çocuk açlıktan ölmüyor olacaktı. Dünyanın bir tarafı bolluktan ne yapacağını şaşırmış; depresyonun, intiharın pençesinde kıvranırken, beri tarafı yokluktan ölmüyor olacaktı.
12 Eylül yargılanırken... "Suriye'nin Dostları" Toplantısı'ndan sonra Suriye'den kaçıp Türkiye'ye sığınanların sayısı günde iki bin'i geçmişken... Ve 12 Eylül ile "hesaplaşılırken"... Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Her isyan, her ihtilal kapitalizmin başına bir taç daha konduruyor.
24 Ocak Kararları'nı düşünün lütfen. Ve 2000'li yıllardan itibaren her köşe başına dikilen AVM'leri düşünün.
Ne alaka mı? Alakayı kurmanıza yardımcı olayım. Bu günün AVM'lerinin ilk açıldığı yer Paris. Yıl 1852. Yani "Halkların İsyanı"ndan sadece dört yıl sonra "sermaye" insanların alma iştihasını asla düşürmemenin yolunu bulmuştu.
Konuya devam edeceğiz...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ulus devlet, dijital halk, zombiler...

1- Pazartesi kaldığımız yerden devam edelim. Hakların Baharı kavramının ilk defa 1848 ayaklanması ile başladığını kısa sürede bütün Avrupa'yı sardığını hatta Brezilya ve Kolombiya'ya kadar uzandığına değinmiştik. Hakların Baharı'ndan isyanı başlatanların hanesine zafer düşmedi ama kapitalizm birinci küreselleşmesini başarmış; 24 Şubat 1848'de isyanın başlamış olduğu Paris'e sadece dört yıl sonra bu gün içinde bulunduğumuz tüketim toplumun temelleri bonmarşelerle atılmıştı. Bonmarşeler kişilere ürünün yanında rüya ve hayal satıyordu. Sennet'in Paris'teki Boucicault mağazası ile ilgili satırlarını ödünç alalım: 'Farz edelim ki Boucicault yeni tür bir kavanozu satışa çıkarıyordu: Biliyordu ki, yüksek sürümlü satışlarda o malın satılmasını sağlamanın yolu onun nerede ve nasıl işe yaradığını ve ev hanımlarının nasıl kullanmaları gerektiğini vurgulamak değil, vitrininde onu bir Mağribi haremi ile kuşatarak, bu malın raflardan kısa sürede kalkacağı ve koleksiyonlar için aranan bir parça olacağı izlenimini uyandırmaktı.'
1848 'Hakların Baharı' Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu'nun batısında kalan bölümünde müthiş bir yıkıma sebebiyet vermiş pekçok ulus devletin ortaya çıkmasına öncülük etmişti.
1848 devrimi, Avrupa'nın ilk ve tek devrimi idi. Olanlara daha dikkatli bakarsak tek devrimin tek kalmamasının söz konusu olabileceği ihtimalini de düşünmemiz gerekiyor. Yunanistan'da yaşananlar 'komşide neler oluyor 'başlığı ile hep gündemimizde. Portekiz ve İspanya volkanı henüz patlamadı. Ama eli kulağında diyenlerin sayısı artıyor.
Tam da bu noktada Çin'in küresel,Türkiye'nin bölgesel kalkınması dünyanın dikkatini çekiyor. Ama esas dikkat çekici şeyin gelişmekte olan ülkelerde patlamış olan sosyal medya kullanımı ve hızı olduğuna bir mim koyalım.
Dünyanın birinci küreselleşmesi halkların isyanı ile başlamış bonmarşe ile hasatını toplayacağı harmanı oluşturmuştu. Harman, imparatorlukların sonu ulus devletin doğuşu heyecanı eşliğinde kuruluyordu.
Bugünden geriye gidelim. Bu gün 'Arap İsyanı' sosyal medya üzerinden yorumlanıyor. İsyanın gücünün twetter üzerinden toparlandığına dair yorumlar yapılıyor.
1848 İsyanı'nda hangi iletişim teknolojisi vardı? Ya da soruyu şöyle sormak daha anlamlı olacak.1848 yılına eşlik etmekte olan yeni teknoloji ne idi? Siyasi ve ticari faaliyetlerin dünyanın pek çok yerinde aynı anda yapılmasına imkan tanıyan dünyanın bir ucundan bir ucuna döşenen hatlar ile telgraf sistemi idi.
Avusturya ve Prusya 1849'da, Türkiye 1860'larda dahil oldu telgraf sistemine.
2- Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul'da uluslar arası iki kongre yapıldı. Birisi bizi online olmaya çağırıyordu. Dünya artık ikiye ayrılıyor online olanlar offline olanlar diyerek. Açılışını AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik yaptı. Sanayi öncesi dönemi kas, sanayi dönemini kasa, günümüzü kafa dönemi olarak kategorize etti Hüseyin Çelik. Kafa dönemine bir mim koyunuz.(İnternetin kafamıza neler yaptığına dair endişeleri Cuma günü ele almayı düşünüyorum.)
Toplantının ev sahibeliğini yapan Doğan Online Yönetim Kurulu Başkanı Hanzade Doğan Boyner'in konuşmasında geçen 'dijital halk' kavramına da bir mim koyalım. Çünkü yaşadığımız dönemin ruhuna dair bize katkı sağlayacak en önemli kavramlardan biri 'dijital halk' kavramı olacak.
Doğan online; hayatımızın her alanını nasıl internete taşırız konulu uluslar arası toplantıya ev sahipliği yaparken; İstanbul aynı zamanda internet bağımlılığını konu olan uluslar arası kongreye ev sahipliği yapıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı, Marmara Üniversitesi, Kültür, Toplum ve Aile Derneği ile Ümraniye Belediyesi'nin ortaklaşa düzenlemiş olduğu 1. Uluslararası Teknoloji Bağımlılığı Kongresi. Açılış konuşmasında Başbakanımız bir taraftan Fatih projesini anlatıyor bir taraftan da kendi çocukluğunun hakiki renklerine günümüz çocuklarının sahip olmayışının altını çiziyordu.
1848 Halkların Baharı'nda; birinci küreselleşme, bonmarşeler eşliğinde ulus devleti inşa etmişti. 2011'de Tunus'ta Yasemin Devrimi olarak başlayan Arap Baharı'na eşlik eden ticari durum, e -ticaret. E ticaret, ulus devleti atlayıp dijital halkı inşa ediyor. 'Dijtal halk' kavramını kutsayıcı bir ifade ile kullanan Hanzade Doğan Boyner'in Türkiye'nin internet üzerinden alış-veriş yapılan en önemli sitelerinin patroniçesi olduğunu hatırlatmakta fayda var.
Bütün bunlar olup biterken; Türkiye'nin ilk 'dijital halk' eylemi Gülhane Parkı'nda sergilendi. Dünyanın her tarafındaki zombilerle eş zamanlı olarak planlanan 'Zombie Walk İstanbul' etkinliği Gülhane Parkı'ndaki çocukların kâbusu oldu. Sarayburnu'nda toplanıp hortlak makyajı ve 'kanlı' kostümleri ile yürüyen yüzlerce kişi, korkmalarına sebep oldukları çocukların duygularını umursamadan, 'dünya ile aynı anda bir şeyler yapmanın' zevkini yaşadı.
Dijital halk tam da böyle bir şey. Bir kısmı bir elimde cımbız bir elimde ayna umurumda mı dünya havasında; bir kısmı elinden alınan özgürlüklerinin peşinde. Onları halk yapan; ait oldukları toprakların sanal, duygularının ise fazlasıyla adrenalin yüklü olması. Yakındakinin duygularına uzak, uzaktakinin duygularına fazlasıyla aşina bir birliktelikten büyüyor 'dijital halk'lar.


http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=31904&y=FatmaKBarbarosoglu
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Ramazan'la değişmek" mi "Ramazan'ı değiştirmek" mi?

1433 Ramazan-ı şerifine bir reklam ile başlıyoruz.
Yukarıda gördüğünüz "minyatür" THY'nin "Ramazan kampanyası. Ramazanda Tüm Türkiye Her şey dahil diye devam ediyor reklam.
Bu reklam kafa karışıklığımızı,vardığımız yeri, durduğumuz yeri çok iyi ifade ediyor.
Bu reklam "yaralı bilincimiz" i minyatür haline getirerek "Sevimli" kılmaya çalışmış.
Kes-yapıştır hakikat arzumuzu bütün renkliliği ile ele veriyor.
Kes yapıştır "hakikat" aruzumuzun birinci basamağı ekonomi, sonuncu basamağı ekonomi. Ne ki ekonomi insaların hayrına değil. İnsanlar ekonominin hayrına, dişlilerin arasında dişlenip duruyor.
Ortadoğu ülkelerine çıkarma yaptığımız pek matah Türk dizilerinin semeresini, Ramazan ayı içinde devşirmek istiyoruz.
"Ramadan in İstanbul" diye bir kapanyamız var. Kampanyayı düzenleyenler, "Ramadan İn İstanbul"la Ramazan'da ekonomiyi hareketlendirmeyi amaçladıklarını belirtiyor. EKONOMİ...
Ekonominin hareketlenmesi dedikleri şey, zaman ve mekanın turist açgözlülüğü,turist hoyratlığı ile tüketime sunulması demek esasında.
"Ramadan in İstanbul"un sponsoru olarak kimler yok ki...
(Saymayayım herbiri bir açıklama gönderir. Biz esasında diye başlayan cümleler...)
Maksat ekonomi şenlensin. Maksat zengin Arap turistlerin Avrupa'da harcayacakları para buraya çevrilsin.
"Ramadan in İstanbul" .
Fazla bir şey söylemeyeceğim.
Hatta çok istekli olmama rağmen minyatür reklamı bile yorumlamayacağım (Biraz önce aldığım bir telefon bütün tadımı kaçırdı).
Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Görmez'in Ramazan münasebetiyle düzenlemiş olduğu basın toplantısında söylediği cümlelere dikkatiniz çekerek huzurunuzdan ayrılayım. Sayın Başkanın cümleleri duygularımıza tercüman: Günümüzde İslâm dünyasında "Ramazan'la değişmek"le "Ramazan'ı değiştirmek" arasında gidip gelen yeni bir takdim formunun dikkat çektiğine işaret eden Diyanet İşleri Başkanımız, doğru olanın "Ramazan'la değişmek" olduğunu söylüyor.
"Ramadan in İstanbul" hangisine tekabül ediyor? Ramazan'la değişmeye mi? Ramazan'ı ekonominin "hayrına" değiştirmeyi mi?
Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun. İsrafın değil şükrün hakim olduğu iftar sofralarınızı benimle paylaşırsanız ben de buradan bütün okuyucularımla paylaşırım.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gençler için hayatın anlamı/AVM gençliği

I-

Sağımız solumuz imtihan. SBS sonuçları açıklandı. Üniversite sınavının sonuçları açıklandı. Esnaf çocuklarının başarısı, hikayeleriyle birlikte bir ibret bahsi olarak içimize kazındı.
Varlığın değil yokluğun içindeki mücadele kazanıyor.
Sınav neticelerini doğru değerlendirmek ailelerin en önemli meselesi olacak önümüzdeki günlerde.
Hayat bir imtihandır vecizesi acıdır ki içimizde metafizik bir ürperti uyandırmıyor artık. İmtihan değince aklımıza sadece çok seçenekli sorular bahsi geliyor.
Çok seçenekli sorularla geçtiğimiz sınav basamakları hayata verdiğimiz anlamı da değiştiriyor.
4+4+4 eğitim sisteminin mezuniyet kutlamalarına önümüzdeki yıllarda şaşkınlıkla tanıklık edeceğiz.
Sekizinci sınıf mezuniyeti olarak bu yıl son mezuniyet kutlaması yapıldı.
Mezuniyetler iki bakımdan dikkatimi daha çok çeker oldu son yıllarda. Küçücük kızlar topuklu ayakkabılar, kadınsı tuvaletler ile "mezun" oluyorlar. Neyden "mezun" oluyorlarsa artık.
Mezuniyet törenleri; baloları ile kostümleri ile eğlence sektörünü ihya ediyor. Mezuniyet harcamaları nişan, düğün harcamaları ile adeta yarışıyor.
II-
Elimde bir yıllık var. Sekizinci sınıf mezuniyetinin ürünü olan bir yıllık. Sorulardan biri sizin için hayatın anlamı.
Hayatın anlamı sorusuna çocukların verdiği cevabı dört kategori altında toplamak mümkün.
1.Gruptakiler çoğunlukta olan grup. Hayatın anlamını tükettikleri, iştahla yedikleri nesneler üzerinden tanımlayanlar. Severek içtikleri kolalı ya da kolasız içecekler, çikolata, hamburger ...Fotoğraflarından oldukça tombalak oldukları anlaşılan birkaç çocuk hayatın anlamını doğrudan yemek içmek, yemek yemek gezmek eğlenmek olarak yazmış.
2.Gruptakiler hayatın anlamını sahip oldukları elektronik eşyalar üzerinden tanımlamışlar. Cep telefonu markası, vidyo oyunları vs.
3 .Gruptakiler hayatın anlamını aile ve sahip oldukları el becerileri üzerinden yorumlamış: Hayatın anlamı ailem, gitar çalmak, keman çalmak, spor yapmak vs.
4.Gruptakiler ki bunlar yüzde olarak en düşük grup, hayatın anlamını idealler üzerinden tanımlamış: "Vatanıma ve milletime faydalı biri olmak", "Hayattaki tek sınavı başarılı bir şekilde geçmek."
Bahsettiğim yıllık, mütedeyyin ailelerin çocuklarının gittiği bir özel okula ait.
Seküler ailelerin çocuklarının gittiği bir özel okulda sizce tablo farklı olur muydu?
Hayatın anlamı Hz Adem'den bu yana cevaplamakta zorluk çektiğimiz sorudur. Yusuf Hemadani Hazretleri "Hayat teselli olmaktır" der. Neye dair teselli? "Dinle neyden kim hikayet etmede/Ayrılıklardan şikayet etmede/Der kamışlıktan koparıldığım günden beri ben/Ağlıyorum kederimden."
Sorun şu ki yeni kuşak teselli kelimesinin anlamını bile bilmiyor. Teselli içimizde hissettiğimiz boşluk ile başa çıkmak için müracaat ettiğimiz eylem ve dualardır.
Oysa yeni kuşağın çoğunda boşluğu hissedebileceği bir "iç" yok.Herşey "dışarıda" ve bize rağmen.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Bolluktan ölenler /yokluğun içinden hayat devşirenler

I-

Hayatımız sınav demiştim pazartesi günü. Sınavın içindeki sınav. Bir özel okulun yıllığına dikkatinizi çekmiştim. Sizin için hayatın anlamı ne sorusuna, bir eli yağda bir eli balda olan çocukların nesneler ve yiyecekler üzerinden verdikleri cevapları nazarınıza sunmuştum.
Özel okullarda baba parası ile değil, gayreti ile okuyan öğrenciler var bir de. Esasında özel okulları yozlaşmaktan bir dereceye kadar kurtaran da fakir ailelerin bu idealist çocukları oluyor çoğu zaman.
Lisans Yerleştirme Sınavı'nda MF-1 ve MF-4 puan türlerinde birinci olan Abdullah Coşkun böyle bir genç. 61 yaşında kamyon şoförü felçli bir babanın oğlu. Kendisinden 17 yaş büyük olan ağabeyi kardeşinin hayatı boyunca bir masasının olmadığını söylüyor:
'Abdullah, sınava hazırlandığı dönemde babamın sol tarafı felç oldu. Bu duruma üzüldü ama 'Allah'tan geldi, elimizden bir şey gelmez' diyerek kardeşimi teselli ettik. Abdullah'ın hiç özel bir odası ve çalışma masası olmadı. Hep yerde sırtını duvara dayayarak çalıştı. Yaşamı boyunca çok düzenli çalıştı ve çok hırslı bir çocuk oldu. Sınava hazırlanırken neredeyse hiç televizyon izlemedi. Bir ay öncesine kadar evimizde internet bile olmadı.'
II-
Kuşatıldığımız nesneler dünyası bizi olmaktan alakoyan tuzaklar diyarı.
Herşey o kadar fazla, o kadar süslü ve o kadar çeşitli ki.
Çok değil on beş yirmi yıl önce elbiseye dikilecek su taşları ne kadar kıymetli idi. Kadife bir kurdele, mineli su taşı ile süslenmiş bir elbise başlı başına zenginlik alameti sayılırdı. Şimdilerde halk arasında ucuzcu diye tabir edilen başlangıcı ne alırsan bir milyon(şimdiki para ile bir lira) tezgahı diye başlayan dükkanlarda her biri neredeyse sanat eseri sayılacak fistolar, su taşları incikten boncuktan geçilmiyor. Benzerini aristokrat kıyafetlerinde bile göremeyeceğimiz kadar fabrika işi bir kumaş süslemeciliği var.
Tokalar, taçlar her bir bir sanat eseri. Eserin sanatlığı sadece görselliğinde, yoksa dayanıklı ürünlerle karşı karşıya olduğumuzu söylemek pek mümkün değil.
Sadece süs eşyası değil, mutfak eşyasından avizeye kadar her türlü kullanım eşyası insanı şaşırtan ' a bunu da mı icat etmişler' dedirten pek çok nesne var.
Görür görmez alınan, ama eve gidinceye kadar alınışı bile unutulan ürünler dünyasında yaşıyoruz. Nesnenin bize ait olduğu an, sadece onu aldığımız zaman sanki. Bir kez alındıktan sonra onlarcasının bulunduğu nesneler dünyasında ürün eve gidinceye kadar sanki bizim için eskimiş oluyor.
İhtiyaçların sınırsızlığını test etmek üzere piyasa, sürekli yeni ürünler ortaya koyarken tüketici kendini ürüne yakınlığı açısından kıymetli görüyor.
Bolluğun baş döndürücü bir hızla arttığı bir çağda bütün mesele sunum kapasitesinde ortaya çıkıyor.
Piyasa çeşitlilik üzerinden üretme kapasitesini arttırırken ürünler daha eve varmadan eskimiş oluyor. Ürünlerin eskimesi için artık moda olması arkasından demode olması gerekmiyor. Ürünü başkasının gözü değil bizzat bizim kendi gözümüz eskitiyor.
Yaşadıklarımızı Raul Vaneigem efendisiz köle tabiri ile kavramlaştırıyor.
Dört bir yanımızı kuşatan nesneler dünyasında efendisiz köleler olarak dolaşıyoruz. Yunus Emre'nin 'Her gün yeniden doğarız bizden kim usanası' mısrasından olabildiğince uzak her gün yeniden köleliğimizi tescil ettiriyoruz.
Şu mübarek günlerde bolluk ile imtihan edilmekte olduğumuzu, bu bolluğun şükrünü eda edemediğimizi daha derinden tefekkür edelim.Abdullah Coşkun'un bir masasının bile olmadığını, onun hikayesinin tam da 'gayret bizden tevfik Allah'tan' duasının kabulu olarak idrak etmemiz gerektiğini önce kendimize sonra çocuklarımıza anlatalım.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kıvam tutturabilecek miyiz?

İtalyan şef Türk öğrencilerin karşısına çıktığında ilk derse şu soru ile başladı: "İtalya deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor?"

Ferari, pizza kulesi, pizza, spagetti, moda haftası.
Saydıkça saydı aşçı adayı öğrenciler.
İtalyan şef "Fark ettiniz muhakkak" dedi. "İtalya deyince hepinizin aklına tasarım geliyor. İtalya demek tasarım demektir. Biz herkesin kullandığı malzemeyi farklı kullanarak yeni tasarımlar yaparız. Yemek yaparken de mimaride de ortak nokta budur."
Bana bu hikâyeyi anlatan genç kıza "İtalya tasarım demek, Türkiye ise kıvam tutturmaktır" dedim.
"Nasıl yani?" dedi.
"Pizza üzerinden gidelim" dedim. "Pizzanın malzemesini azaltarak ve çoğaltarak yeni bir lezzet yakalar İtalyanlar. Pizza'ya bakarak anlayabilirsiniz. Oysa bizim en geleneksel lezzetimiz baklavada malzeme çeşitliliği söz konusu değildir. Baklava, un,yağ,su ve cevizden /fındık/fıstık tan ibarettir."
Dışarıdan baktığınız zaman iyi baklava ile çok iyi baklava ilk bakışta anlaşılmaz. Anlaşılması için damakta tutularak tatmak gerekecektir.
Baklavayı baklava yapan yufkaların açılmasından, pişirilmesinden, şerbetinin dökülmesine kadar kıvam tutturmadır. Bir kaç saniyelik bir gecikme ya da birkaç saniyelik öne alma ürünün lezzetini tamamen değiştirecektir.
Siyasi ilişkilerimiz, sosyal dengelerimizde daima kıvam tutturma etrafında şekillenir. Tarihimiz biraz da geç kalmaların tarihidir. Onun için geç gelen adalet adalet değildir sözü ciğerimizin bir köşesinde yazılıdır.
Fakındasınız muhakkak... Herşey çok fazla. Herşey çok bol. Herkes çok konuşuyor. Ama dost muhabbetinden arta kalan bir lezzet yok hayıtımızda.
Soru şu: Şikâyet ve endişe mi kıvam tutturmamızı mı engelliyor, kıvam tutturmaya dair bilinç eksikliği mi şikâyet ve endişeyi inşa ediyor?
Ramazan sofraları da kıvamsızlıktan ziyadesiyle nasibini alıyor. Sunumun, lezzetin önüne geçtiği, şov kültürünün hizmetin ruhunu öldürdüğü zamanlardayız...
Siyasete gelince... Başbakanımızın "Gerekirse Suriye'ye gireriz" cümlesi Ortadoğu'da pişmekte/taşmakta/ dibi tutmakta olan yemeğin kıvamını/kıvamsızlığını ifşa eden bir cümle olarak işledi müminlerin kalbine.Hayr olsun...
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ramazanlar mı değişti biz mi değiştik?

Bu gün Ramazan-ı şerifin 11. gününü idrak ettik hamd olsun. Medya bizi ibadetin neşvesine değil ama, şu kadar saat aç susuz kalacaksınız, şu kadar vakit yemek yemeyeceksiniz diyerek sanki kıtlık günlerine hazırladı. (Ramazan'da tatil indirimi reklamlarına girmiyorum bile.)

Medya değince bir zamanların 'boyalı basın' diye tabir edilen kısmını değil, şu an bendenizin de yazmakta olduğu gazete dahil bütün medyayı kastediyorum.
Mümin havf ile reca arasındadır malum. Yani ümit ile korku arasında. Ama ne olduysa oldu son on beş yılda müminler ibadetlerinin Allah indinde makbul olup olmadığına dair bütün endişelerden kurtuluverdi.
Havf ile reca arasındaki gerilimden kurtulunca her şeyin en iyisine layığız aldatmacası ile kibre ve israfa düştü. (Yanlış anlamayın bu satırları yazarken kendimi dışarıda tutmuyorum. Hepimiz geminin içindeyiz. Ne ki kimimiz kaptan köşkünde, kimimiz güvertede, kimimiz kazan dairesinde.)
İlk defa Temmuz ayında oruç tutacak olan gençler, çocuklar var muhakkak. Ama kırkını devirenlerin kaçıncı yaz orucudur bu.
Öyleyse nedir bu korku!
Bundan önceki Temmuz orucum 1984 yılına tekabül ediyor. Üniversiteden mezun olduğum, mezuniyet sınavlarına girdiğim yaz.
O günlerden bu günlere ne değişti? Önce değişmeyenlerden başlayalım: Ramazan klasiği olarak birileri bir yerde birilerini oruç tutmadığı için dövmüştür. Oruç tutmayanlar gün ortası Anadolu'da yemek yiyecek lokanta bulamadıkları için şikâyetlerini dile getirmiştir. Bunlar seküler zihniyetin değişmeyen öncelikleri. Unutuyordum bir de Ramazan ve hac mevsimi dolayısıyla kaldırılan mayo reklamları gündemi vardır onların.
Dindarların Ramazan gündemi değişti mi?
Acı ama değişti!
Mesela on beş yirmi yıl önce muhafazakâr kesime hitap eden gazetelerde yaz sıcaklarında oruç tutmanın sakıncalarını dile getiren haberler Ramazan'ın birincil gündemi olmazdı.
Refah Partisi ile başlayan 5 yıldızlı otel iftarları başlangıçta eleştiri konusu yapılsa da zaman içinde kanıksandı gitti.
Sofrasında fakir ağırlayan zenginler toprağa karıştı.
Fakirlerin ağırlandığı sofralar yerini, zenginlerin zenginleri ağırladığı 'açık büfe iftar' lara bıraktı.
Fakir sofralarına oturma sünnetini terk edenler, kendilerini seçkin mekânlarda 'sahur' yaparken buldu. (Kaybetti mi demeliydim...)
Zenginler ile fakirlerin karşılaşma mekânları neredeyse hiç kalmadı.
Zenginler ile fakirler bir sofranın etrafında buluşmaz ise, zenginler ile fakirler bir safta buluşmaz ise sabır ve şükür bahsi eksik kalır.
Sabır ve şükür gece ile gündüz gibidir, birbirini takip eder. Birinin layıkıyla ağırlanmadığı yerde öteki durmaz. Şükredenlerden olmayınca sabredenlerden olamayız.
Sabredenlerin hayatı bize şu an çok uzak. Çünkü postmodern kültür müsriflerin nazara verildiği müsriflerin rol model ilan edildiği bir kültür.Postmodern kültüre AK Partili belediyelerin yapmış olduğu katkıyı, Çarşamba günü çadır ramazanları üzerinden konuşalım.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Çadır Ramazanları...

İftar çadırları, ilk defa Refahlı belediyeler tarafından uygulanmaya başlandı. Uygulamanın başladığı tarihlerde, İsmet Özel, o zaman için oldukça sert bulduğumuz bir yazı kaleme aldı. Özetle, İsmet Özel 'çadır iftarlarını' çok yakışıksız buluyordu. O tarihte bendenizin de içinde bulunduğu grup, erken gelen iftar saati için ev ile iş arasındaki mekânlara kurulmuş iftar çadırlarını modern hayat için işlevsel bulmuştuk.

İftar çadırları, mesaisini tamamlayıp işinden çıkmış ama henüz evine vasıl olamamışlar için ara durak olduğu gibi, öğrenciler ve fakirler için iyi bir imkân hükmündeydi. Hastalar için evlere gönderilen paket servisler fakirler ile zenginleri iftar sofrasında eşitleyen bir umut olarak bize o vakitler iyi gelmişti. Onun için bir iken iki, iki iken yirmi iki olan iftar çadırlarına İsmet Özel'in bu kadar öfke duymasını anlamlandırmakta güçlük çekiyorduk. (Şair sezgisiyle patlamış olan erken öfkesinde ne kadar haklı olduğunu yıllar sonra görecektik nihayet.)
İftar çadırının önüne kocaman bir afiş olarak hazırlanmış olan bu iftarın sponsoru filan feşmekân kişi ve firmalardır ibarelerinden rahatsızlık duysak da; dile getirilen eleştiriler ile iftar çadırlarının aksayan yönlerinin zaman içinde giderileceğini düşünüyorduk. Çünkü Müslümanlar henüz istişare geleneğini yitirmediği için doğru yerden yapılacak eleştirilerin en hakiki müttefik olarak 'BİZ' i hedefe vasıl kılacağına inanıyorduk.
Sonra ne oldu?
Olanlar oldu!
Zenginler ile fakirleri aynı sofrada buluşturan çadır iftarları yavaş yavaş anlamını kaybetti. Bendenizin başından itibaren anlamsız bulduğu 'çadır konferansları', 'çadır panelleri' yerini çadır konserlerine bırakarak günümüze ulaştı.
Ramazan ve pop müzik konserleri ruh olara birbirine hiç de akraba olmayan iki farklı eylem iken; muhafazakar belediyecilik 'görgüsü', ikisini kes-yapıştır bir anlayış içinde bütünleyiverdi. Böylece idrak edilen gece ne Ramazan'ın ruhuna ne de müziğin ruhuna uygun olmasa da 'kitleler'i çadıra sığdırabildikleri oranda başarılı olduklarına kanaat getirdiler.
Sonun başlangıcı 'başarı' ile başladı.
Artık konuşmaya değer olan sadece rakamlardı. 'Ramazan çadırı' haberleri rakamlar üzerinden yer bulur oldu medyada. Rakamlar ve pop yıldızların verdiği konserler üzerinden.
Fakirler ve güçsüzler mi? Onlar kim ki!
Rakamların içine sığabildikleri oranda 'burada' idiler işte.
1980'li yıllarda 'nerede o eski Ramazanlar'nostaljisi yaygındı.
Nostaljinin sahipleri eski Ramazanların neşe ve eğlencesinden bahseder Direklerarası'nı anlata anlata bitiremezdi. Söylemeye gerek yok, geçmişi Direklerarası üzeriden yâd edenler Ramazan-ı Şerif'i bir ibadet ayı olarak değil eğlence ayı olarak görüyordu.
Soru/sorun şu: Ramazan eğlencelerini muhafazakâr belediyeler değil de, mesela CHP'li belediyeler başlatmış olsaydı; vur patlasın çal oynasın/ eğlencenin dibini görelim anlayışını dindarlar bu kadar şeksiz şüphesiz sahiplenir miydi?Öyleyse bu suskunluk, bu razı olmuşluk niye!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'Terakki'

'Yaz... Ramazan! Hava öyle sıcak ki... İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan, fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi'yle Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa canlı keyif heykeli gibi uzanmış, sigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar.'

Yukarıda okuduğunuz satırlar Ömer Seyfettin'in Terakki adlı hikâyesinden. Hikâye 28 Mart 1918'de Yeni Mecmua dergisinde yayınlanmış.
İki arkadaş yani Niyazi ile Neşet az zamanda ne kadar çok ilerlediklerini konuşuyor heyecanla. Sekiz on sene öncenin İstanbul'u ne kötüdür. Evleri, arabaları, tramvayları kıyafetleri ile.
Ama şimdi memleket ilerlemiştir. Telefonuyla, elektriğiyle, sinema ve otomobiliyle.
İstanbul'un hayatına girmiş değişiklikleri aşk ile konuşurken bir konuda kararsız kalırlar. Para azalmış mıdır çoğalmış mıdır? Bir türlü karar veremezler. Birisi paranın daha çok olduğunu söyler. Öteki paranın azaldığını.
Terakki edilmiş midir? Edilmiştir. Terakkinin bazı pot gelen taraflarını konuşacaklardır ki tam o sıra sokaktan bir ses duyulur:
'Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu...Bu ne haldir.'
Sokaktan gelen ses iki arkadaşı hayrete düşürür. Çünkü ses ahenkli ve latiftir. Ayni ses aynı letafet aynı belagat içinde devam eder:
'...Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.'
Arkadaşlardan biri yüzünü buruşturmuş öteki sesin sahibinin muktedir bir hatip olacağına odaklanmıştır.
Sokaktan gelen ses devam eder:
'Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden çelikten kaleler içine saklansak mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen nefsine uyan, yarınını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?'
Ramazanda oruç yiyen iki arkadaş sokaktaki sesin söylediği manaya değil sesin ahengine, belagatine hayran kaldıkları için sesin sahibini 'derin bir feylesof' olarak tanımlarlar.
Oysa sokaktan gelen ses tam da onların kalbini hedef almıştır ne ki ikisi de farkında değildir:
'...Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularında yatınız. Ah nerede fazilet.'
İki arkadaş adamın söylediklerinden onun 'sosyalist' olduğuna kanaat getirir.
'Güpegündüz sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek'liği karşısında iyice şaşırırlar.
Fakat belki de bir başına olmadığını düşündükleri için perdeyi aralayarak sokağa bakarlar.
O da ne! 'Sokakta, tek başına yavaş yavaş yürüyen üstü başı perişan omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek 'Allah rızası için bir dilim ekmek' der.
İki arkadaş adamın kimliği konusunda kararsız kalır. Dilenci, feylesoftan dilenci, yok dilenciden feylosof, hatip.'
Darülbedayi'de bile böyle bir hatip olmadığına karar verirler.
Oysa bir dilim ekmek isteyen sesin sahibi belagatla konuşmaya devam etmektedir:
'Gülün, gülün... Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicrandır... Yazın sonu hazan... İkbalin sonu zeval... Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız...'
'Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet'le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler.
'Sekiz on sene evvel İstanbul'da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?'
'Halbuki şimdi...'
'Bir dilencideki bu belagat!'
'...'
'Daha doğrusu bu küstahlık!'
'Olur iş değil.'
'Olur iş değil vallahi...'Bu hikayeyi niye naklettim? Anlayanlar anladı.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Camideki çocuk (I)I-

Bu hafta sizlerle cami ve çocuk, camideki çocuk meselesini konuşacağız inşallah.
Konuya önce bir mektup ile başlayalım. Mektubun sahibi Kilis'ten yazan hemşire Ş.B.
Altıncı sınıfa geçen kızını ve yeğenini balkonu olan bir camiye teravih namazına götürüyor değerli okuyucumuz. Çocuklar camii şerifin o küçük bölümünde namaz kılmayı çok seviyorlar. Camide çok boş yer olduğu halde yaşlı bir teyze çocukları iterek kendisi yerleşiyor ve çocukların hayal kırıklığına uğramasına sebep oluyor.
Değerli okuyucumuz bu durumu kul hakkı çerçevesinde değerlendirerek soruyor:
Ben çocuğuma namazı sevdirmek için tüm şartlarımı zorlayıp, gündüz çalışıp akşam yemek hazırlayıp mutfağı olduğu gibi bırakıp sadece onların gönlü olsun diye uzak bir camiye arabamla erkenden götürüyorsam... Büyüdüklerinde camiye, namaza dair olumsuz bir düşünce olmasın diye çabalıyorsam... Bu çabamı yaşlı kadınlar çocukları bulundukları yerden kaldırarak onları inciterek imha ediyorsa.... Müslüman bir sosyolog olarak size sormak isterim yaşlı olmak kendinizden daha aciz insanlara karşı haksızlık yapma lüksünü, hakkını verir mi? Namaza gelen bir küçüğe gerekirse en güzel yeri ayırması gereken, onların başını okşayıp güzel bir şey yaptıklarını hissettirmesi beklenen bir büyük onları yerinden edebilir mi?
II
Sevgili Ş.B. çocukların o an duymuş oldukları üzüntüyü daha da büyütmek ya da onlar için merhamete çevirmek çoğu zaman bizim davranışlarımızla alakalıdır. Burada okuyucularımla paylaşmadığım satırlarınızdan anladım kadarıyla o gün teravihte yaşadıklarınızı çok önemsemiş, çocukların hayal kırıklığını çok merkeze almışsınız.
Bir anne olarak kızınızın cami ile ilgili olarak olumsuz bir anısının olmasından tedirgin olmuşsunuz. Olgunluk beklediğiniz yaşlı hanımın davranışından üzüntü duymuşsunuz.
Siz benden bir sosyolog olarak cevap bekliyorsunuz ama ben size bir anne olarak cevap vereceğim. Benzer durumlar benim de başıma geliyor.
Mesela kızım henüz dört yaşında iken bizden iki durak ilerde oturan bir arkadaşıma geçmiş olsun temennisinde bulunmak üzere yola çıktık. Belediye otobüsüne bindik. Otobüste yaşlı bir hanımın karşısına oturduk. 28 Şubat döneminin etkisini en acı şekilde hissettirdiği yıllar. Yaşlı kadın benim başörtülü olmamdan yola çıkarak başladı sayıp dökmeye. Dikkatli bakınca kadının aklı dengesinin pek yerinde olmadığı anlaşılıyor. Yaşlı kadın bana küfrederken ben kızıma sessizce anneciğim yazık bu kadın çok zor durumda olmalı onun için dua edelim dedim. Evden çıkmadan önce de bak tatlım H. teyzen trafik kazası geçirmiş, şimdi onu ziyarete gidiyoruz hem onun sağlığı için duacı olalım hem de ona dünyanın en güzel tebessümünü sunalım demiştim.
Dört yaşındaki bir kız çocuğunun zengin dünyasını tahmin edersiniz. Anneciğim bu teyzeye de en güzel tebessümümü sunayım mı dedi. Sun anneciğim dedim.
Ben sukutumu muhafaza ettikçe yaşlı kadın sataşmanın şiddetini bir derece daha arttırdı. Otobüsteki yolcular benim adıma tepki vermeye hazırlanırken –başörtülü ve kadının karşısında bu kadar sessiz kaldığım için savunmaya ihtiyacım olduğuna karar vermişlerdi herhalde- otobüsün tartışma arenasına dönen ikliminden kızımı kurtarmak üzere bir durak önce indim.
Benim için o an en önemli şey kızımın zihninde başörtülüler ve başı açık kadınlar ayırımının oluşmaması idi.
Otobüsten indik. Sana bir sürprizim var dedim. Neden bana sürpriz hazırladın anneciğim dedi. Çünkü dedim o yaşlı kadına dünyanın en güzel tebessümünü sundun.
Dondurma aldık. Bir durak yürüdük. Yol boyu konuştuk. Ziyaret edeceğimiz arkadaşımın evine vardığımızda kızım, "Üzgünüm H.Teyze dedi. Sana dünyanın en güzel tebessümünü sunamayacağım. Çünkü onu otobüste yaşlı bir teyzeye sundum" dedi.
Bilmem derdimi anlatabildim mi sevgili Ş.Hanım.
Toplumsal olarak kul hakkını, adab-ı muaşereti konuşmalıyız. İkazlarımızı değerlendirmelerimizi yapmalıyız. Ama çocuklar söz konusu olduğunda yargılayıcı değil onların merhamet ehli olarak yetişmesini öncelememiz gerektiğini düşünüyorum.Çocuk ve cami, camideki çocuk meselesine devam edeceğiz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Camideki Çocuk (2)

Geçen sene hatırlayacaksınız Diyanet İşleri Başkanımız Prof.Dr Mehmet Görmez, çocuklara zaman ve mekan şuuru verilmesi bakımından cami ziyaretlerinin önemi konusunda Ramazan ayı boyunca çok güzel konuşmalar yapmıştı.

Hatırlayanlarınız var muhakkak, bendeniz de çocukların camilere götürülmesini ,cami cemaatinin namaza gelen çocuklara olumsuz muamelede bulunmaması gerektiğini yazmıştım.Cümleye dikkatinizi çekmek isterim.Namaza gelen gençlerin ve çocukların.
Çocuklar namaza alıştırmak üzere camiye götürülür ama camiye gitmeden önce orada bulunmanın adabına dair çocuklara nasihatlerde bulunulur. Çocuk bu nasihatlere uyduğu zaman ödüllendirilir.
Diyanet İşleri Başkanlığı çocukların camideki varlığına karşılık bir araştırma yapmış araştırmadan çıkan netice cami cemaatinin %70'inin çocukları camide istemediği olmuştu.
Bu köşede defaatle yazdım. Müslümanlar olarak modern hayattın dokusu içinde, zaman ve mekân kullanımına dair adab-ı muaşeret oluşturmak bakımından çok yetersiz kalıyoruz. Oysa mümin şuuru, zaman ve mekân kullanımı ile başlar.
Cami cemaatinin, camide çocuk istemezliğini 'Vay kalpleri çok katı' diye yargılamak yerine, neden istemediklerini camideki çocukların neler yaptığını bendenize gelen okuyucu mektupları üzerinden dikkatinize sunmak istiyorum.
'Fatma Hanım yazılarınızı merakla okuyorum. Hayatın içinden konuları ele aldığınız için çokça istifade ediyorum. Ben iki torun sahibi hukukçu bir kadınım. Mümkün olduğu kadar teravih namazlarını hatim ile kılınan yerlerde eda etmeye çalışıyorum. Camilerde çocukların olması gerektiğini yazıyorsunuz. Size katılıyorum.Ben de çocuklarımı camiye götürdüm, şimdi de torunlarımı camiye götürüyorum.Götürürken daima iki şeye dikkat ettim.Çocukları uzun namazlara götürerek sıkılmalarını engellemeye çalıştım,çocuklarımın cemaati rahatsız etmemesi için gayret sarf ettim.Fakat kadınlarımızın rahatlığı beni hayrete düşürüyor.Hatim ile namaz kılınan bir camiye genç bir anne iki çocuğu ile gelmiş.Hava sıcak,namaz uzun.Namaz boyunca çocuklar ağladı biz kıldığımız namazdan bir şey anlamadık dersem gerisini siz anlarsınız.O genç anne teravih namazını kılmasa çocuklarına ve bize o eziyeti yaşatmasa daha çok sevaba girerdi herhalde diye düşünmekten kedimi alamadım.' İ.K./Bursa
'Pazartesi günü Cami ve Çocuk yazınızı okuyunca ve konuya devam edeceğinizi görünce size birkaç satır yazmak istedim. Son yıllarda şehrimize gelen ramazanlar konusunda biraz tedirginim. Sanki Ramazan ayı ibadet ayı değil de bir festival ayıymış, ne kadar eğlenirsek o kadar yanımıza kâr kalırmış gibi bir hava.
Geçenlerde Süleymaniye Camiine gittik. Namaz kılmaya. Diyeceksiniz ki camiye herhalde namaz kılmaya gidilir bunu niye özelikle belirtiyorsunuz. Özellikle belirtiyorum çünkü oradaki kargaşa ve gürültüde namaz kılmak hiç kolay olmadı. Caminin bahçesinde bisiklete binen çocuklar; bisiklet kornaları; caminin içinde cemaat namaz kılarken oradan oraya koşan, kovalamaç oynayan, amuda kalkan çocuklar. Çocuk dediğime bakmayın. Yaşları 12-13'ü bulmuş bu çocuklar camide bulunarak ibadete alışmıyorlar. Tam tersi camiyi işgal ediyorlar.' B.T./İstanbulZaman ve mekân şuurunu sadece mimari açısından değerlendiriyoruz. Oysa bizim mekâna dâhil olma ve ait olma şuurumuzu merkeze almamız gerekiyor.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Camideki Çocuk (3)

Hatırlayacağınız üzere, Pazartesi günü bir okuyucumun mektubunu paylaşarak cami ve çocuk meselesini gündeme getirmiştim. Konuya yoğun ilgi gösterdiniz. Çok teşekkür ederim. Bazılarınız mektubunu yayınladığım kişinin kırılabileceğini dile getirdi. Yayınladığım mektupları ilgi ile okuduğunu mektuplar ve bendenizin verdiği cevaplar üzerinden 'sosyal terapi' aldıklarını söyleyenleriniz de oldu.
Öncelikle şunu bilmenizi istiyorum. Şimdiye kadar yayınladığım mektupların sahiplerinden asla bir şikâyet almadım. Nitekim Kilis'ten yazan hemşire Ş.B de mektubunun yayınlanmasından duyduğu memnuniyeti bakınız nasıl dile getiriyor:
Sevgili Fatma Hanım,
Öncelikle bir okurunuz olarak, özelde benim başıma gelen ama genelde tüm Müslümanları ilgilendiren bir konu üzerindeki hassasiyetiniz ve bunu diğer okurlarla paylaşıp dile getirdiğiniz için Rabbim sizden razı olsun.
'Toplumsal olarak kul hakkını, adab-ı muaşereti konuşmalıyız. İkazlarımızı değerlendirmelerimizi yapmalıyız. Ama çocuklar söz konusu olduğunda yargılayıcı değil onların merhamet ehli olarak yetişmesini öncelememiz gerektiğini düşünüyorum.'
Büyükler olarak çocuklarımızın içindeki nefreti de merhameti de şekillendirecek ve bu şekli büyütecek olan biz büyükleriz Bu konuda çok haklısınız.
Ancak bu gerçeği, hayatın içinde uygularken, ikilemlerimiz, arafta kalmamız söz konusu oluyor.
Çocuklarımıza aşılayacağımız merhamet, affetmek, büyüklük gösterme erdemini öğretirken, ya da öncelerken... Bu davranışımızla karşımızdakinin ibret alma,belki ders çıkarma, yaptığından hicap duyma olasılığının yanında; sükunetimizin, karşımızdakinin cesaretini arttırıp aynı yanlışı bir başkasına da yapma ihtimaline sebep olması ve bizim buna istemeyerek de olsa ortak olmamız arasında ikilem yaşayabiliyoruz.
Rabbim bizlere değiştireceğimiz şeyleri değiştirebilmemiz için cesaret.
Değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabul etmek için sabır.
Bu ikisini birbirinden ayırt edebilmek için akıl ve basiret versin.
En içten selam ve dua dileklerimle. Ş.B.
Değerli hemşire Ş.B'nin satırları esasında gündelik hayatta hepimizin zaman zaman başına gelen bir durum dile getiriliyor. Ne ki Ş.B sorunun farkında. Pekçoğumuz bu sorunu fark etmiyoruz. Şunu unutmamamız ve birbirimize sık sık hatırlatmada bulunmamız gerekiyor. Ameller niyetlere göredir ve bizim susarken ya da ikaz ederken sadece ve sadece Allah'ın rızasını gözetmemiz, tepkilerimizi ideolojik duruşlardan arındırmamız, sorunumuzun önemli bir kısmını çözecektir.
Diğer taraftan çocukların eğitimi söz konusu olduğunda aşırı pedagojik bir dil geliştirmiş olduğumuzu söylemek zorundayım. Çocuklarımızın/gençlerimizin, hep başkalarının, ötekilerin 'kötü davranışları' tarafından etkilendiğini düşünüyor, bu etkiyi sıfıra indirmek için çaba sarf ediyoruz. Oysa çocuklarımızı etkileyen esas bizim davranışlarımızdır. Nasihat ederken başka bir dil, yaşarken başka bir dil ortaya koyarak en büyük zararı bizzat biz kendimiz veririz.
Cami ve çocuk meselesinin esasında çocuklara ve camiye bakışımızın değişmesi yüzünden sorunlu bir alan olarak karşımıza çıktığını düşünüyorum. Peygamber Efendimiz'in omzuna çıkan torunları için secdeyi uzattığını hepimiz biliriz. Fakat bu bilgiyi değerlendirme biçimimizin giderek başkalaştığını fark ediyorum. Şöyle ki, bundan otuz yıl önce bu hadiseyi Efendimiz'in merhametini ve şefkatini anlayabilmek için naklederken günümüzde hiperaktif çocuk gerçeğine Peygamber torunlarından bir örnek sunmak vesilesiyle dile getiriyoruz. Hal böyle olunca da caminin içinde parende atan, cemaatin alnı secdede iken kazık gibi dikilen ergen fotoğraflarını internet ortamına yükleyip 'ne kadar sevimli değil mi?' ibaresi ile yayınlıyoruz.
Hayır, hiç sevimli değil! Çocuk çocukluğunu yapar amenna. Ama camiyi çocuğun çocukluğunu yapması için değil, çocuğun çocukluktan çıkıp ilahi mesaja muhatap olması için, cemaat şuurundan istifade etmesini sağlayıcı bir mekân olarak idrak etmesini gaye edinmeliyiz. Sevimlilik ile şımarıklık arasında epeyce bir mesafe olduğunu unutmayalım lütfen. Hal böyle olunca tıpkı Ş.B'nin kızının başına geldiği gibi başka çocukların azgınlıkları yüzünden bunalmış olan cami cemaatinin ihtiyar üyeleri, karşılarına çıkan ilk çocuktan hınçlarını alabiliyor.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Okullarımızda Arakanlı gençlere yer açalım...

Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ve Sayın Emine Erdoğan'ın Myanmar (Burma)seyahati ile ilgili olarak yapmış olduğu açıklamaları, söyleşileri ilgi ile okudunuz muhakkak.
Ramazan'a Arakanlı Müslümanların uğradığı zulüm haberleri ile girdik. Bugünden düne, dünden bu güne gittik-geldik.
Orwell'in Burma Günleri romanını bilirdim. Ama ne Burma'da yaşayan Müslümanlardan haberdar idim ne de orada yıllarca esir hayatı yaşadıktan sonra toprağın koynuna karışmış şehitlerden.
Küçük hikâyeyi büyük hikâyeye bağlamakta çok mahir olan Dışişleri Bakanımız'ın yüzlerce Osmanlı askerinin istirahata çekildiği Mektila'daki Türk Şehitliği'nde anneciğinden mektup bekleyen İsmail'i hatırlaması/hatırlatması çok manidar idi.
'Valideciğim hemen hemen üç seneyi geçen esaretimde sizlere birçok mektup gönderdim. Katiyen hiçbirinin karşılığını göremedim. Esir evladınızın böyle yabancı bir memlekette esarette bulunduğunu bilirken niçin bir kuru mektubunuz gelmesin? Gözden ırak olduysak gönülden de mi ırak olduk?
Herkesin anasından babasından mektup geliyor, ben de yollara bakıyorum mahzun oluyorum. Bu ana kadar mektupsuz kaldım. Anneciğim şimdi ve sonra sakın beni cevapsız bırakmayınız.
Mektuplarınızı gözlemekteyim. Ellerinizden öpüyorum. Evladınız İsmail.'
'Bana niçin cevap yazmıyorsun' diye soran İsmail'e cevabı yıllar sonra Dışişleri Bakanlığı yazdı.
En son Budapeşte'de üzeri karlarla kaplı Türk Şehitliği'ni gönlümdeki yangın ile ziyaret etmiştim. Şehitlik ziyaretleri beni çok etkiler. Bir şehre hangi kapısından girersiniz sorusunun cevabıdır benim için şehitlik. Varsa önce şehitlikten girerim. Şehitlerin doğum tarihlerine bakarım. Küçücük yaşları ile toprağın koynunda öylece bekliyor oluşları ile ürperirim. Çünkü bizim çocukluğumuz toprağın koynunda solmayan şehit bedenlerinin hikâyeleriyle boy atan bir çocukluktur.
Arakan Müslümanlarının halini okur, ahvaline gözyaşı dökerken 19.Yüzyıl'ı kaybedişlerimizin yüzyılı olarak boğazımda yumruk, kalbimde ağrı ile hatırladım. Hatırlayışıma 1999'un son ayları, son günlerindeki milenyum çılgınlıkları eşlik etti.
21.Yüzyıl'ın kaybedişlerin yüzyılı olmaması, rikkate, dikkate ve dahi herkesin canını kendi canımız kadar aziz bilmemize bağlı.
Batılıların Türk gibi başla Alman gibi bitir diye bir sözü var. Evet, başlamalarda mahiriz. Şevk ki kalbimizin bitmeyen ziyasıdır. Lakin o şevk hali ile başlayan hareketin bir bereket olarak nihayetlendiremediğimizi kabul etmek zorundayız.
Arakanlı Müslümanların sesini dünyaya daha etkileyici ve düzenli olarak bildirmenin yollarını aramalıyız. Resmi geziler önemli muhakkak. Resmi başlangıçlar sivil toplumun düzenli çalışmaları ile sürdürülmediği zaman magazinel bir boyuttan öte geçilememiş oluyor. Ve en kötüsü ilk karşılaşma anının sevinci zaman içinde bir yüke ve baskının biraz daha artmasına sebep olabiliyor.
Sabah gazetesinden Damla Karayerli, Arakanlı Ömer Tarık ile çok etkileyici bir söyleşi yapmış. Söyleşiyi lütfen okuyun. Ve en az on kişinin daha okuması için seferber olunuz. Yüksek eğitim alabilmek için Arakanlı Müslümanların Budist olmaya zorlandığını anlatıyor Ömer Tarık.
Sadaka ve zekât ayındayız malum. Müslümanlar Arakanlı gençlerin Türkiye'de eğitim imkânına kavuşması için seferber olmalı.
Unuttuğumuz, unutmak ne hiç bilmediğimiz Arakan'ın çocuklarını ve gençlerini eğitim seferberliği içinde 'burada' ağırlamanın yo-lunu, yöntemini bulmalıyız.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Terörle mücadelede geldiğimiz yer 'burası'!I-
Yanlış anlamazsanız bir şey soracağım dedi. Işıklı yüzü endişenin rengiyle harelenmişti. Ne sorun diyebildim ne de sormayın. Öylece kaldım. Sükûtuma sükût ile mukabele etti. Bir kaç saniyeden sonra sorarsam ne kaybederim ki yüreklendirmesi ile terliye terliye sorusunu sordu.
O kadın kim dedi.
Hangi kadın diyemedim.
O kadın deyince herkesin hemen bileceğinden ha o mu diyeceğinden adı kadar emin bir hali vardı.
Hani televizyonda dedi.
Televizyonda deyince rahat bir nefes aldım.
Televizyon seyretmiyorum onun için kimden bahsettiğinizi anlayamadım diyebileceğim bir alan açılmıştı işte.
Proje mi o yoksa dedi.
Proje derken bu kelimeyi bütün manaları ile kavramış biri gibi değil, duyduğu duyup öğrendiği, öğrenip sonuna kadar inandığı bir şeyi tekrarlar gibiydi.
Hangi kadından bahsettiğinizi bilmiyorum ki dedim.
Hep televizyonda olan o kadın işte dedi. Penceredeki kadın der gibi. Televizyonda takılı kalmış, orada unutulmuş birinden bahseder gibi.
Kimden bahsettiğinizi bilmiyorum dedim.
Deli cesareti olan kadın işte dedi.
Karşımda kötü bir habere maruz kalmış orta yaşlı bir adam vardı.
Evet, doğru kelime bu. Maruz kalmıştı. Toprakları yabancı bir ordunun askerleri tarafından işgal edilmiş bir köylünün şaşkınlığını taşıyordu boncuk boncuk terleyen yüzü.
Niçin yazmıyorsunuz Fatma Hanım dedi.
Neyi dedim...
Söyledim ya dedi. O kadını işte.
Post modern dönemin özelliği bu diyemedim. Ne kadar yazarsanız, ne kadar bahsederseniz maruz kaldığınız o şeyin o kadar esiri olmaya devam edeceksiniz.
Kasanın önünde kuyruk uzadı.
Kasiyer kız şikâyet etmek yerine sohbete katılmayı tercih etmişti. Siz yazar mısınız filan diye şaşırma bahsini geçip evet evet beyefendi haklı. Yazmalısınız. Ortalığı o kadar boş bulmasın herkes dedi.
Herkes...
Siz ilgilenmediğiniz zaman herkes diye bir şey kalmayacak ki dedim.
Kasiyer kız anlamadı.
Alnındaki boncuk boncuk terlerle kim o kadın diyen adam anladı.
II
O kadını yazmalısınız temalı bir siparişe maruz kalmış iken ben esasında en çok CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ün terör örgütü tarafından kaçırılışını yazmak istiyordum. Var bunda bir hayır dedim. Demek ki yazıyı tam da buradan yazmam gerekiyor.
III
CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ün seçim bölgesinde çalışma yaparken kaçırılmasını bir Milat olarak değerlendirmeliyiz.
Köşe yazarları, ekran yorumcuları son on yılda kurdukları cümleler üzerinden PKK'nın imajına ne kadar katkı sağladığına dönüp bakmalı. Bu katkıyı anlamak için gazetemiz yazarlarından Süleyman Seyfi Öğün'ün pazartesi günü yayınlamış olduğu Bir siyasal anjelizm eleştirisi başlıklı yazısını dikkatle okuyalım. Özetle araçların amaçları imha edişini anlatıyordu Öğün.
Söylenene değil söyleyenin kimliğine odaklanarak kulak kesilişimizin umutsuz sonucudur CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün'ün kaçırılması. Eğer söyleneni önemsemiş olsa idik bu gün CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ün adını kaçırılma hikayesinin öznesi olarak öğrenmemiş olurduk. Acıdır ki söylediklerini kaçırıldıktan sonra duyduk. Seçim bölgesinde terör örgütüne rağmen seçimi kazanmış bir vekil olarak Hüseyin Aygün'ün şu cümlelerine dikkat kesilmedik:
Örgüt silah bırakmayacağını söylemeli, 3 ay 5 ay bırakıp sonra tekrar kullanması, beni bile artık bu meseleyi anlayamaz bir noktaya sürüklüyor. Ben bile bunun artık taktik olduğunu ve samimi bir istek olmadığını düşünüyorum. Bir de örgütün sivillere yönelik yaptığı eylemle var. Bu yaz boyunca, Dersim'de beş kişiyi kurşuna dizdi örgüt. Örgütün, o bölgede siyaset yapan bütün figürlere uyguladığı şiddet var, Diyarbakır'da ve Dersim'de. Aydın vicdanı bunları da kınamayı, sorumlu olmayı gerektirir. Ama ben, Türk aydınlarında hiç böyle birşey görmüyorum. Orayı tamamen örgüte terk etmişler, örgüt istediğini yapıyor. Biz Dersim'de resmen, PKK terörü altında bir seçim kampanyası yürüttük, BDP terörü altında.
Hüseyin Aygün 'aydın vicdanı'ndan bahsediyor. Var mı öyle bir vicdan!
Bütünü kavrayamayan, kavramak için çaba sarfetmeyen sağdan soldan duyduğu sloganlar eşliğinde köşe yazıları kotaranların Türkiye'sinde, terör ile mücadele etmek mümkün değil. Soruların sorulduğu zemin değişmiş, hayatın anlamı ve değeri bağlamından koparılmış, seyrettiği kanala göre, seyrettiği kanalın sınırlarınca haberlerden haberdar olmaya razı bir 'seyirci' çıkmıştır ortaya.
Yazının ilk bölümü ile son bölümünü bağlamakta güçlük çekenler için mihmandarlık edeyim müsadenizle. Küçük hikayenin baskısı ile küçülmüş algıların sahibi olduk. Küçük hikayeyi büyük hikayeye bağlamak yerine toptan küçük hikayenin atmosferinde kilitli kaldık. Televizyonda gördüğü başörtülü 'bayan'ın söyleminden rahatsızlık duyan 'aile babası'; futbol takımının transferini gece gündüz konuşan,penaltının yanlışlığını/doğruluğunu günlerce tartışan hooligan; 'evlatçığını' en iyi okula göndermek için seferber 'en iyi anne ödülünün sahibi kadın'; hayatı erteleme rekorları eşliğinde sorumluluk almadan tüketmeye çalışan 'geç ergen'; yaşlanmamak için direnen ölümü başkalarına yakıştıran postmodern dede/nine.
Bir milletvekilinin PKK tarafından kaçırılışını hiç algılamadılar. Kaçırılışından haberdar olmadılar. Haberdar olmayışlarından endişe duymadılar. 'Neler gördük biz' tesellisi ile hayata kaldıkları yerden devam ettiler.
On yıl once böyle bir durum sözkonusu olduğunda sokakta, pazarda, markette insanların bu olayı dehşetle birbirine anlatır, tavrını ortaya koyardı.
Terörle mücadele konusunda geldiğimiz yer burasıdır. Yani ilgilenmemiz gerekenlerle ilgilenmiyor, ilgisiz kalarak imha edeceğimiz sorulara aşırı ilgi hamlederek büyütüyoruz.
 
Üst