wertherinleşkanı
Üye
- Katılım
- 18 Tem 2012
- Mesajlar
- 90
- Tepkime puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 85
Fatih Tezcan son yazısında Ümmet'in sırtındaki yıllanmış kambura, Mezhebler Sorunu'na değindi.
Bir Ramazan gününü daha idrak ettik…
Bugün ABD Afganistan'da 19 müslümanı öldürürken, müslümanlar Irak'ta 107 müslümanı öldürerek bazen Emperyalizm'den ‘daha hızlı müslüman katili olabildiklerini’ yine kanıtladılar.
Keza bazılarının 'müslüman' dediği Esad'ın Suriye'de kaç müslümanı öldürdüğünü bilmiyoruz ama genellikle 100 civarındadır. Arakan’daki vahşi Müslüman katliamı bile, istikrarlı olarak birbirini öldüren Müslümanların yanında geçicidir, tepkilerle durdurulabilir bir formdadır.
Müslümanların birbirine kıymasında ilk neden bilindiği ve üstü örtüldüğü üzere ‘mezhebler’ ve bağlı konulardır.
Müslümanlar için 'Mezheb' denilen olgu ise, düşmanlarının ve sömürgenlerin dilediği zaman uyandırabildiği bir fitne ve apaçık bölücülüktür.
Ortaya çıkışları ne kadar masumane gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, günümüzde her iki siyasî mezheb üzerinden tartışmalarda insanların zaman kaybettikleri, birbirlerinin psikolojilerini tahrib ettikleri, kan döktükleri, menfaat elde ettikleri, her iki tarafın cahillerinin sarf ettiği saçmalıkların dillere dolanarak gençlerin mezheb saflarına toplandığı ve ümmetin umutlarının tüketildiği, kısacası farklı iki mezheb değil de ‘Düşman iki Din’miş’ gibi davranıldığı ortadadır.
Oysa, Şiilik/Şia ve Sünni’lik/Ehl-i Sünnet ve’l Cemaa, tarihsel ve tarihte kalması gereken iki siyasi partiden ibarettir.
‘Mezheb sahibi olmak’ yani bu partilere oy vermek Kur’an’ın ve İslam Peygamberi Hz.Muhammed’in emretmek bir yana, kesin olarak men ettiği, safları bölen bir seçimdir.
Kur’an, özü, manası ve maksadı itibariyle muhkem ayetlerde de beyan ettiği gibi, Mezheb’lere yani Hizib’lere yani Taraflara geçmeyi değil tek Saf’ta buluşmayı ön görür ve kesin olarak emreder.
Burada derinlemesine girmeyi düşünmediğim Sakife’deki İlke ve Maslahat İkilemi’nde maslahat’ı tercih edenlere karşılık Şia, Ali bin ebi Talib’in yanında duranlardır. Ancak o maslahat arayışı olmasaydı, çıkacak olası İç Savaş sırasında “Kur’an toplanabilir miydi? Geriye yaprakları kalır mıydı? Kimler ölür kimler sağ bırakılırdı?” gibi onlarca ağır sorunun cevabı da, Sakife’deki atışmaya atıf yapanların, üzerine akl-ı selim ile düşünmeleri gereken bir sorunsaldır.
Bütün bu derin geçmişten günümüze gelirsek Şiilik, artık Neo-Aryanizm’in devlet aygıtı olan İran’ın kadim Fars İştihası’na dayanan ‘devlet bekâsı’ için yürüttüğü politikalarının yüzüne taktığı oportunist bir maske olmuştur.
20 bin insanın katledildiği ve 300 bin insanın sürüldüğü Suriye örneğinde ortaya çıktığı haliyle ise Kerbela ve Aşura, İran için maalesef gayet kullanışlı sosyo-psikolojik aforizmalardan başka bir şey değildir.
Peygamberimizin torunu Hz. Huseyn Ehl-i Beyt’tendir, Ehl-i Beyt’i mühim kılan şey inmekte olan Kur’an ayetlerine şahidlik etmeleridir ve Kur’an ise Suriye’de katledilen on binlerce insanın da Rabbi olan Allah’ın insanlara indirdiği bir kitaptır ve 1 insanın öldürülmesini bütün insanlığın ölümü kabul eden hassasiyeti yükleyen İslam’ın manifestal metnidir. İran’ın Şii’liği nasıl sömürdüğü işte bu formulasyonda saklıdır.
Ehl-i Sünnet ise, Şii’liğe karşı mevzi kazanmak üzere tesmiye olmuş bir kamptır ve adından da görüleceği üzere ‘Ali taraftarlarının Sünnet’e bağlı olmadıkları’ gibi bir intiba’ vermeyi amaçlamıştır.
Ancak bu kampın temellerine bakıldığında, İslam Peygamberi’nin Kur’an’a saygılı yakınlarına karşı açık cephe alarak oğlu Yezid’i başa geçiren ve Saltanat’ı başlatan Muaviye’nin, mazlumlara yardımı ‘temel iyilik tanımı’ olarak esas alan İslam’a karşı, Saray’dan tahakkümü ve kibri yükselten baskı metodunu fark ederiz. Bununla beraber Kur’an’ın ‘suçun şahsiliği ilkesi’ni ayaklar altına alan bir yaklaşımla, hiçbir eleştirel akıl sorgulamasına fırsat vermeksizin Sahabe’nin ‘hepsini’ aklamayı ve hatta sanki Peygamber Kur’an’a muhalif söz söyleyebilirmişçesine ‘Hadis’ denilerek ‘gökteki yıldızlar’ nitelemesiyle karşı tarafı (Şia) pasifize etmeyi ve susturmayı, maalesef ‘temel mezheb politikası’ olarak analiz edebiliriz.
Yine günümüze gelecek olursak Ehl-i Sünnet, İran’a karşı pozisyon alan Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok ülkenin ve grubun, tıpkı Şiilik/İran örneğinde olduğu gibi sosyo-teolojik bir tahakküm aletinden başka bir şey değildir.
Ayrıca Ehl-i Sünnet markasının, Türkiye başta olmak üzere bazı yerlerde de, Allah’la insan arasına kurulan Tarikat isimli Barikatlar’ın insanların gözünde legalizasyonu için kullanıldığını ifade etmek gerekebilir. Yani bu kavram ve kamp, Merkez Ehl-i Sünnet’e göre dâhi açıkça Şirk unsuru olan yapıların, kendilerini Sünni’liğe yaslamaları ve insanlara hoş görünmeleri için telaffuz ettikleri bir akreditasyon aracı olarak farklı bir biçimde de sömürülebilmektedir.
Siyasi mezhebleri çok kısaca böyle özetledikten sonra İtikadî mezheb’lerden(?) söz edilebilir ki, bunlar Maturidî’lik ve Eş’ariye’dir.
Yüzlerce sene önce ortaya çıkan ve son derece gereksiz kelamî tartışmalar sonucunda beliren saflara, önemine(?) daha bir dikkat çekmek için ‘kelamî mezheb’ yerine ‘İtikadî mezheb’ denilmiştir ki tam anlamıyla bir laf-ı güzaftır.
İtikad yani ‘inanma ve bağlanma’ konusunda İslam Dini’nin varlığı, Kur’an’ın açık ve anlaşılır ayetleri, Peygamber’in örnek alınabilir güzel tercihleri ve hayatı ortadayken, ‘İtikad’da Mezhebler’ -Türkçesiyle ‘İnanma’da Taraflar’- ortaya çıkarmanın manasızlığı, gayet açıktır.
Din zaten, insanların inanma biçimlerindeki farklılıkları kaldırmak ve kendi arasında bölünmeksizin tüm insanlığı Merhametli ve Adaletli bir Allah’a kul olmak üzere rehber edinilsin diye indirilmiştir ve bu gerçek, Kur’an’ın sayısız ayetinde altı çizilerek tekrar tekrar vurgulanmıştır.
Yaşadığımız zaman dilimine kadar olanları bir kenara koyacak olsak bile, yaşanan tüm siyasî, kültürel, ekonomik, askerî ve stratejik gelişmeler, mezheblerin var oluşlarındaki yanlışlığı ortaya koyduğu gibi, ‘Tek Ümmet’ olmakla emrolunan bir topluluğun Emperyalizm tarafından sömürülmesine nasıl elverişli hale getirildiğini de, olabilecek en üzücü ve acıklı biçimde ispat etmektedir.
Bir Emperyalist’in, İslam Ümmeti içinde ‘mezhebler’ meselesinden daha büyük bir umut kaynağı yoktur ve olamaz. Din’in birleştiriciliğini bir yana koyup ‘Mezheb’in ayrıştırıcılığını kuşanmayı dindar’lık zan eden bir müslümanın, gönüllü veya gönülsüz olarak sömürülmeyi kabul ettiği, tarihsel ve güncel olarak kanıtlanmış bir realitedir.
Maalesef, sömürüye karşı başkaldırısını, 23 senelik bir Risalet ile ortaya koyan Alemler’e Rahmet Allah Resulu Muhammed’in dinine tabi olanların, sonradan uydurulan mezheblerle bölünüp, her birisinin diğerini işbirlikçilikle suçladığı ve böylece her ikisin de ironik bir biçimde Emperyalizm’e zemin hazırladığı gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Dini ve insanları bölen mezheblerin durumunu bu şekilde özetledikten sonra bakarsak,
“İbrahim Yahudi ve Hıristiyan değildi. Lakin Hanif Müslüman idi, müşriklerden de değildi.” şeklinde gelen Ali İmran Suresi 67.ayetini, günümüzde,
“Muhammed Şii veya Sünni değildi. Lakin Hanif Müslüman idi, bölücülerden de değildi.”
versiyonuyla da beslememek için, Kur’an’ı çöle saplanmış pasif bir metin sanmak gerekir ki, hayır, Kur’an, birlik ve iyilik namına sınırsız aktiviteyi emreden yapısıyla dipdiridir, ‘şimdi ve burada’mızda bağrımıza basılacak sıcaklıkta ve hayatımıza ışık tutacak kapasitededir.
İnsanları birleştirerek Kur’an Devrimi’ni gerçekleştiren bir Lider’in takipçileri olduğunu iddia edenler, gerek aileleri gerek dinci ağabeyleri/hocaları/şeyhleri veya gerekse de devletleri tarafından kendilerine yüklenmiş mezhebî bilgi, kültür, kin, hased ve farklılıkları, tam anlamıyla ‘Allah Rızası İçin’ en yakın zamanda terk etmeden, bu iddialarında mantık ve tutarlılık barındıramazlar. ‘Mezhebe iman’ İslam’ın hiçbir yerinde mevzu bahis olmadığı gibi, Bölen Mezheblerden Birleştiren Din’e geçiş, güncel bir farz olarak karşımıza almamız gereken sorumluluğumuzdur.
Aslına bakacak olursanız, bunları en açık dille söylemesi gerekenler de âlimlerdir.
Ancak insanların 'âlim' sıfatı yakıştırdıklarını iki kısım olarak görürsünüz:
Birinci kısım 'Şii veya Ehli Sünnet âlimi'dir ve mezheblerin varlığını savunur.
Bunlar ya cahil ya da populist ya da menfaatperesttirler. Kur'an ve Sünnet'e bağlı bir
Hak Arayışında değil, düpedüz Devlet ve Halk yalakalığındadırlar.
İkinci kısım ise 'Mezhebli olun ama mezhebçi olmayın' der.
Bu kısım ise takiyyecidir ve doğrunun ne olduğunu çok iyi bilir fakat tastamam söylemez ki kalabalıkların sözlerine kulak vermesini ister, hakikati saklamakta maslahat arar. Allah'tan korktuğundan daha fazla kalabalıklardan yani yalnızlaştırılmaktan korkar.
Kimi gereksiz konuları mufassal anlatıp cambaza bak'çılıkla ümmeti oyalarken aynı klişelerle malı götürür, kimiyse sual gelse bile topu taça atarak hayatını âlim'miş gibi konuşmakla ve gerçeklerden uzak insanlardan methiye almakla geçirir.
Ümmet mezheblere, kamplara bölünmüşken bunların hiçbirisinin yatacak yeri yoktur, halk anlamaz ama onlar işin iç yüzünü çok iyi bilirler ve ne ki Allah herkesten daha bilen ve görendir, O hesab gününde bu sorumsuzluğun bedelini isteyecek olandır.
Eski tartışmalara dönmek istemeyenler için söylemek gerekir ki, Ümmet'in ve özellikle yeni nesillerin Siyasî ve İtikadî Mezheblere ihtiyacı yoktur.
Fıkhî mezhebler ise zaten kolayca bir uzlaşmaya bağlanabilecek durumdadırlar. Her ne kadar fıkhî mezhebler de aslında siyasî çekişmelerin gölgesinde tebarüz etmişlerse de, kaşınmazsa kavga çıkmayacaktır. Diğer yandan ‘Fıkhî mezheblerin dinin yaşanmasına yardımcı olduğu’ iddiası ise klasik bir illüzyondur. Zira peygamberin zamanında da çok farklı yerlerden, farklı sosyal tabaka ve ekonomik klasmanlardan insanlar İslam’a girmiş ama hiçbirisi için bu derece devasa yorum farklılıkları getirilmemiştir. Kur’an’ın bağlamına ve aydınlatıcı maksadına istinaden, günümüz dünyasındaki sual ve sorunsalları ele alacak ehil bir heyetin bir kaç aylık çalışması dâhi, konuyu çözmeye kâfi gelecektir. İnsanları, peygamberden 200 yıl sonra ve günümüzdense 1200 sene önceki şartlarda sorulmuş sorulara o zaman verilen cevaplarla oyalamanın bir manası kalmadığı gibi, artık geniş halk kitleleri de bunları okuyor ve yaşıyor değillerdir.
Önemli olan Allah'ın indirdiği Kur'an'a uygun erdemli bir hayat yaşamaksa, Allah'ın indirmediği ama insanların yorumlarından oluşan ve sonradan Din'leştirilen mezheblere mecburiyet kesbetmenin nasıl dev menfaatlere araç edildiği açıktır.
Mezheb, Emperyalizm'in İslam Ümmet içindeki bedava ve en kullanışlı sömürü ve güdüm aracıdır.
Altını çizmek lazımdır ki, ağızlara pelesenk edildiği haliyle, MezhebÇilik değil, bilakis MezhebLilik, İslam Ümmeti için bir sapma açısı, fitne ve bölücülüktür.
Mezheblerin yakınlaştırılması ve zamanla ortadan kaldırılması sonucu tüm Ümmet’in tek Ümmet olarak sapasağlam ve taş gibi ayakta durması, günümüz itibariyle Allah taraftarı olmanın ilk ve temel sosyolojik şartıdır. Ne Ehli Sünnet’in benmerkeziyetçi duruşu ne de Şia’nın Ehl-i Beyt üzerinden üstünlük taslaması veya hak talebi, bu birleşmeye mani olmamalıdır.
Allah'ın emretmek bir yana yasakladığı bir kamplaşmayı önemsemek, Hucurat Suresi 16.ayette de ifade edildiği üzere, Allah'a dinini öğretmektir, hadsizliktir, kaş yapayım derken göz çıkarmaktır.
Allah'ın indirdiği tüm sahifelere ve kitaplara ve Allah'ın Hz.Âdem’den Hz.Muhammed'e kadar tüm elçilerine göre İslam'da tek mezheb vardır ki o da hususen Kur’an’ın Mücadele Suresi 22.ayetinde de görüleceği üzere şaşmaz, şaşırtılmaz ve geri döndürülemez bir 'Allah Taraftarlığı'dır. Bunu bir Şii’nin ne de bir Sünni’nin de “Ben Allah taraftarı değil miyim? Ben Şeytan taraftarı mıyım?” şeklinde cevaplayacağı malumdur ama konu, tamamen Kur’an’ın özüne, manasına ve maksadına uygun hazırlanacak Hanif bir eğitim metoduyla, maksimum 4 nesil veya 1 yüzyıl içinde aşılabilecek çaptadır.
Kınayanların kınamasından korkmadan tüm bunları özellikle gençlerle konuşmak ve yüzlerce yıllık bu yükü omuzlamak sorumluluğu ise, Geleneği Din'leştirmiş olan âlim etiketli ihtiraslı tiplerin veya bunların coşkuyla konuşarak kandırdıkları saf, cahil ve aslında iyi niyetli kalabalıkların değil, İbrahim'in yolunu ve ‘insanların çoğunun hakikatleri anlamak istemeyeceği’ mesajını unutmayan, Hanif Müslümanlardır.
Bir Ramazan gününü daha idrak ettik…
Bugün ABD Afganistan'da 19 müslümanı öldürürken, müslümanlar Irak'ta 107 müslümanı öldürerek bazen Emperyalizm'den ‘daha hızlı müslüman katili olabildiklerini’ yine kanıtladılar.
Keza bazılarının 'müslüman' dediği Esad'ın Suriye'de kaç müslümanı öldürdüğünü bilmiyoruz ama genellikle 100 civarındadır. Arakan’daki vahşi Müslüman katliamı bile, istikrarlı olarak birbirini öldüren Müslümanların yanında geçicidir, tepkilerle durdurulabilir bir formdadır.
Müslümanların birbirine kıymasında ilk neden bilindiği ve üstü örtüldüğü üzere ‘mezhebler’ ve bağlı konulardır.
Müslümanlar için 'Mezheb' denilen olgu ise, düşmanlarının ve sömürgenlerin dilediği zaman uyandırabildiği bir fitne ve apaçık bölücülüktür.
Ortaya çıkışları ne kadar masumane gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, günümüzde her iki siyasî mezheb üzerinden tartışmalarda insanların zaman kaybettikleri, birbirlerinin psikolojilerini tahrib ettikleri, kan döktükleri, menfaat elde ettikleri, her iki tarafın cahillerinin sarf ettiği saçmalıkların dillere dolanarak gençlerin mezheb saflarına toplandığı ve ümmetin umutlarının tüketildiği, kısacası farklı iki mezheb değil de ‘Düşman iki Din’miş’ gibi davranıldığı ortadadır.
Oysa, Şiilik/Şia ve Sünni’lik/Ehl-i Sünnet ve’l Cemaa, tarihsel ve tarihte kalması gereken iki siyasi partiden ibarettir.
‘Mezheb sahibi olmak’ yani bu partilere oy vermek Kur’an’ın ve İslam Peygamberi Hz.Muhammed’in emretmek bir yana, kesin olarak men ettiği, safları bölen bir seçimdir.
Kur’an, özü, manası ve maksadı itibariyle muhkem ayetlerde de beyan ettiği gibi, Mezheb’lere yani Hizib’lere yani Taraflara geçmeyi değil tek Saf’ta buluşmayı ön görür ve kesin olarak emreder.
Burada derinlemesine girmeyi düşünmediğim Sakife’deki İlke ve Maslahat İkilemi’nde maslahat’ı tercih edenlere karşılık Şia, Ali bin ebi Talib’in yanında duranlardır. Ancak o maslahat arayışı olmasaydı, çıkacak olası İç Savaş sırasında “Kur’an toplanabilir miydi? Geriye yaprakları kalır mıydı? Kimler ölür kimler sağ bırakılırdı?” gibi onlarca ağır sorunun cevabı da, Sakife’deki atışmaya atıf yapanların, üzerine akl-ı selim ile düşünmeleri gereken bir sorunsaldır.
Bütün bu derin geçmişten günümüze gelirsek Şiilik, artık Neo-Aryanizm’in devlet aygıtı olan İran’ın kadim Fars İştihası’na dayanan ‘devlet bekâsı’ için yürüttüğü politikalarının yüzüne taktığı oportunist bir maske olmuştur.
20 bin insanın katledildiği ve 300 bin insanın sürüldüğü Suriye örneğinde ortaya çıktığı haliyle ise Kerbela ve Aşura, İran için maalesef gayet kullanışlı sosyo-psikolojik aforizmalardan başka bir şey değildir.
Peygamberimizin torunu Hz. Huseyn Ehl-i Beyt’tendir, Ehl-i Beyt’i mühim kılan şey inmekte olan Kur’an ayetlerine şahidlik etmeleridir ve Kur’an ise Suriye’de katledilen on binlerce insanın da Rabbi olan Allah’ın insanlara indirdiği bir kitaptır ve 1 insanın öldürülmesini bütün insanlığın ölümü kabul eden hassasiyeti yükleyen İslam’ın manifestal metnidir. İran’ın Şii’liği nasıl sömürdüğü işte bu formulasyonda saklıdır.
Ehl-i Sünnet ise, Şii’liğe karşı mevzi kazanmak üzere tesmiye olmuş bir kamptır ve adından da görüleceği üzere ‘Ali taraftarlarının Sünnet’e bağlı olmadıkları’ gibi bir intiba’ vermeyi amaçlamıştır.
Ancak bu kampın temellerine bakıldığında, İslam Peygamberi’nin Kur’an’a saygılı yakınlarına karşı açık cephe alarak oğlu Yezid’i başa geçiren ve Saltanat’ı başlatan Muaviye’nin, mazlumlara yardımı ‘temel iyilik tanımı’ olarak esas alan İslam’a karşı, Saray’dan tahakkümü ve kibri yükselten baskı metodunu fark ederiz. Bununla beraber Kur’an’ın ‘suçun şahsiliği ilkesi’ni ayaklar altına alan bir yaklaşımla, hiçbir eleştirel akıl sorgulamasına fırsat vermeksizin Sahabe’nin ‘hepsini’ aklamayı ve hatta sanki Peygamber Kur’an’a muhalif söz söyleyebilirmişçesine ‘Hadis’ denilerek ‘gökteki yıldızlar’ nitelemesiyle karşı tarafı (Şia) pasifize etmeyi ve susturmayı, maalesef ‘temel mezheb politikası’ olarak analiz edebiliriz.
Yine günümüze gelecek olursak Ehl-i Sünnet, İran’a karşı pozisyon alan Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok ülkenin ve grubun, tıpkı Şiilik/İran örneğinde olduğu gibi sosyo-teolojik bir tahakküm aletinden başka bir şey değildir.
Ayrıca Ehl-i Sünnet markasının, Türkiye başta olmak üzere bazı yerlerde de, Allah’la insan arasına kurulan Tarikat isimli Barikatlar’ın insanların gözünde legalizasyonu için kullanıldığını ifade etmek gerekebilir. Yani bu kavram ve kamp, Merkez Ehl-i Sünnet’e göre dâhi açıkça Şirk unsuru olan yapıların, kendilerini Sünni’liğe yaslamaları ve insanlara hoş görünmeleri için telaffuz ettikleri bir akreditasyon aracı olarak farklı bir biçimde de sömürülebilmektedir.
Siyasi mezhebleri çok kısaca böyle özetledikten sonra İtikadî mezheb’lerden(?) söz edilebilir ki, bunlar Maturidî’lik ve Eş’ariye’dir.
Yüzlerce sene önce ortaya çıkan ve son derece gereksiz kelamî tartışmalar sonucunda beliren saflara, önemine(?) daha bir dikkat çekmek için ‘kelamî mezheb’ yerine ‘İtikadî mezheb’ denilmiştir ki tam anlamıyla bir laf-ı güzaftır.
İtikad yani ‘inanma ve bağlanma’ konusunda İslam Dini’nin varlığı, Kur’an’ın açık ve anlaşılır ayetleri, Peygamber’in örnek alınabilir güzel tercihleri ve hayatı ortadayken, ‘İtikad’da Mezhebler’ -Türkçesiyle ‘İnanma’da Taraflar’- ortaya çıkarmanın manasızlığı, gayet açıktır.
Din zaten, insanların inanma biçimlerindeki farklılıkları kaldırmak ve kendi arasında bölünmeksizin tüm insanlığı Merhametli ve Adaletli bir Allah’a kul olmak üzere rehber edinilsin diye indirilmiştir ve bu gerçek, Kur’an’ın sayısız ayetinde altı çizilerek tekrar tekrar vurgulanmıştır.
Yaşadığımız zaman dilimine kadar olanları bir kenara koyacak olsak bile, yaşanan tüm siyasî, kültürel, ekonomik, askerî ve stratejik gelişmeler, mezheblerin var oluşlarındaki yanlışlığı ortaya koyduğu gibi, ‘Tek Ümmet’ olmakla emrolunan bir topluluğun Emperyalizm tarafından sömürülmesine nasıl elverişli hale getirildiğini de, olabilecek en üzücü ve acıklı biçimde ispat etmektedir.
Bir Emperyalist’in, İslam Ümmeti içinde ‘mezhebler’ meselesinden daha büyük bir umut kaynağı yoktur ve olamaz. Din’in birleştiriciliğini bir yana koyup ‘Mezheb’in ayrıştırıcılığını kuşanmayı dindar’lık zan eden bir müslümanın, gönüllü veya gönülsüz olarak sömürülmeyi kabul ettiği, tarihsel ve güncel olarak kanıtlanmış bir realitedir.
Maalesef, sömürüye karşı başkaldırısını, 23 senelik bir Risalet ile ortaya koyan Alemler’e Rahmet Allah Resulu Muhammed’in dinine tabi olanların, sonradan uydurulan mezheblerle bölünüp, her birisinin diğerini işbirlikçilikle suçladığı ve böylece her ikisin de ironik bir biçimde Emperyalizm’e zemin hazırladığı gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.
Dini ve insanları bölen mezheblerin durumunu bu şekilde özetledikten sonra bakarsak,
“İbrahim Yahudi ve Hıristiyan değildi. Lakin Hanif Müslüman idi, müşriklerden de değildi.” şeklinde gelen Ali İmran Suresi 67.ayetini, günümüzde,
“Muhammed Şii veya Sünni değildi. Lakin Hanif Müslüman idi, bölücülerden de değildi.”
versiyonuyla da beslememek için, Kur’an’ı çöle saplanmış pasif bir metin sanmak gerekir ki, hayır, Kur’an, birlik ve iyilik namına sınırsız aktiviteyi emreden yapısıyla dipdiridir, ‘şimdi ve burada’mızda bağrımıza basılacak sıcaklıkta ve hayatımıza ışık tutacak kapasitededir.
İnsanları birleştirerek Kur’an Devrimi’ni gerçekleştiren bir Lider’in takipçileri olduğunu iddia edenler, gerek aileleri gerek dinci ağabeyleri/hocaları/şeyhleri veya gerekse de devletleri tarafından kendilerine yüklenmiş mezhebî bilgi, kültür, kin, hased ve farklılıkları, tam anlamıyla ‘Allah Rızası İçin’ en yakın zamanda terk etmeden, bu iddialarında mantık ve tutarlılık barındıramazlar. ‘Mezhebe iman’ İslam’ın hiçbir yerinde mevzu bahis olmadığı gibi, Bölen Mezheblerden Birleştiren Din’e geçiş, güncel bir farz olarak karşımıza almamız gereken sorumluluğumuzdur.
Aslına bakacak olursanız, bunları en açık dille söylemesi gerekenler de âlimlerdir.
Ancak insanların 'âlim' sıfatı yakıştırdıklarını iki kısım olarak görürsünüz:
Birinci kısım 'Şii veya Ehli Sünnet âlimi'dir ve mezheblerin varlığını savunur.
Bunlar ya cahil ya da populist ya da menfaatperesttirler. Kur'an ve Sünnet'e bağlı bir
Hak Arayışında değil, düpedüz Devlet ve Halk yalakalığındadırlar.
İkinci kısım ise 'Mezhebli olun ama mezhebçi olmayın' der.
Bu kısım ise takiyyecidir ve doğrunun ne olduğunu çok iyi bilir fakat tastamam söylemez ki kalabalıkların sözlerine kulak vermesini ister, hakikati saklamakta maslahat arar. Allah'tan korktuğundan daha fazla kalabalıklardan yani yalnızlaştırılmaktan korkar.
Kimi gereksiz konuları mufassal anlatıp cambaza bak'çılıkla ümmeti oyalarken aynı klişelerle malı götürür, kimiyse sual gelse bile topu taça atarak hayatını âlim'miş gibi konuşmakla ve gerçeklerden uzak insanlardan methiye almakla geçirir.
Ümmet mezheblere, kamplara bölünmüşken bunların hiçbirisinin yatacak yeri yoktur, halk anlamaz ama onlar işin iç yüzünü çok iyi bilirler ve ne ki Allah herkesten daha bilen ve görendir, O hesab gününde bu sorumsuzluğun bedelini isteyecek olandır.
Eski tartışmalara dönmek istemeyenler için söylemek gerekir ki, Ümmet'in ve özellikle yeni nesillerin Siyasî ve İtikadî Mezheblere ihtiyacı yoktur.
Fıkhî mezhebler ise zaten kolayca bir uzlaşmaya bağlanabilecek durumdadırlar. Her ne kadar fıkhî mezhebler de aslında siyasî çekişmelerin gölgesinde tebarüz etmişlerse de, kaşınmazsa kavga çıkmayacaktır. Diğer yandan ‘Fıkhî mezheblerin dinin yaşanmasına yardımcı olduğu’ iddiası ise klasik bir illüzyondur. Zira peygamberin zamanında da çok farklı yerlerden, farklı sosyal tabaka ve ekonomik klasmanlardan insanlar İslam’a girmiş ama hiçbirisi için bu derece devasa yorum farklılıkları getirilmemiştir. Kur’an’ın bağlamına ve aydınlatıcı maksadına istinaden, günümüz dünyasındaki sual ve sorunsalları ele alacak ehil bir heyetin bir kaç aylık çalışması dâhi, konuyu çözmeye kâfi gelecektir. İnsanları, peygamberden 200 yıl sonra ve günümüzdense 1200 sene önceki şartlarda sorulmuş sorulara o zaman verilen cevaplarla oyalamanın bir manası kalmadığı gibi, artık geniş halk kitleleri de bunları okuyor ve yaşıyor değillerdir.
Önemli olan Allah'ın indirdiği Kur'an'a uygun erdemli bir hayat yaşamaksa, Allah'ın indirmediği ama insanların yorumlarından oluşan ve sonradan Din'leştirilen mezheblere mecburiyet kesbetmenin nasıl dev menfaatlere araç edildiği açıktır.
Mezheb, Emperyalizm'in İslam Ümmet içindeki bedava ve en kullanışlı sömürü ve güdüm aracıdır.
Altını çizmek lazımdır ki, ağızlara pelesenk edildiği haliyle, MezhebÇilik değil, bilakis MezhebLilik, İslam Ümmeti için bir sapma açısı, fitne ve bölücülüktür.
Mezheblerin yakınlaştırılması ve zamanla ortadan kaldırılması sonucu tüm Ümmet’in tek Ümmet olarak sapasağlam ve taş gibi ayakta durması, günümüz itibariyle Allah taraftarı olmanın ilk ve temel sosyolojik şartıdır. Ne Ehli Sünnet’in benmerkeziyetçi duruşu ne de Şia’nın Ehl-i Beyt üzerinden üstünlük taslaması veya hak talebi, bu birleşmeye mani olmamalıdır.
Allah'ın emretmek bir yana yasakladığı bir kamplaşmayı önemsemek, Hucurat Suresi 16.ayette de ifade edildiği üzere, Allah'a dinini öğretmektir, hadsizliktir, kaş yapayım derken göz çıkarmaktır.
Allah'ın indirdiği tüm sahifelere ve kitaplara ve Allah'ın Hz.Âdem’den Hz.Muhammed'e kadar tüm elçilerine göre İslam'da tek mezheb vardır ki o da hususen Kur’an’ın Mücadele Suresi 22.ayetinde de görüleceği üzere şaşmaz, şaşırtılmaz ve geri döndürülemez bir 'Allah Taraftarlığı'dır. Bunu bir Şii’nin ne de bir Sünni’nin de “Ben Allah taraftarı değil miyim? Ben Şeytan taraftarı mıyım?” şeklinde cevaplayacağı malumdur ama konu, tamamen Kur’an’ın özüne, manasına ve maksadına uygun hazırlanacak Hanif bir eğitim metoduyla, maksimum 4 nesil veya 1 yüzyıl içinde aşılabilecek çaptadır.
Kınayanların kınamasından korkmadan tüm bunları özellikle gençlerle konuşmak ve yüzlerce yıllık bu yükü omuzlamak sorumluluğu ise, Geleneği Din'leştirmiş olan âlim etiketli ihtiraslı tiplerin veya bunların coşkuyla konuşarak kandırdıkları saf, cahil ve aslında iyi niyetli kalabalıkların değil, İbrahim'in yolunu ve ‘insanların çoğunun hakikatleri anlamak istemeyeceği’ mesajını unutmayan, Hanif Müslümanlardır.