dedekorkut1
Doçent
EVRİM TERS KÖŞE
SELİM GÜRBÜZER
Evrim teorisinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır. Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki, Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu doğrusu çok etkilemişti.
Evet, ortada birçok kuş türleri vardı var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:
-“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım” demek itirafında kendini alamaz da.
Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu anlaşılmıştır.
Darwin’in bio-teknolojiden yoksun tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir. Devrimle evrimin birbirinden farkı; birinin adına uygun davranıp devirmek manasına gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:
-Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa,
-Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya,
-Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye,
-En nihayetinde ise insana dönüştüğü şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp, bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen nokta itibariyle daha çok ateizmin arka bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum, tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte. İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
SELİM GÜRBÜZER
Evrim teorisinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır. Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki, Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu doğrusu çok etkilemişti.
Evet, ortada birçok kuş türleri vardı var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:
-“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım” demek itirafında kendini alamaz da.
Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu anlaşılmıştır.
Darwin’in bio-teknolojiden yoksun tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir. Devrimle evrimin birbirinden farkı; birinin adına uygun davranıp devirmek manasına gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:
-Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa,
-Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya,
-Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye,
-En nihayetinde ise insana dönüştüğü şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp, bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen nokta itibariyle daha çok ateizmin arka bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum, tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte. İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.