EVRİM TERS KÖŞE

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
EVRİM TERS KÖŞE
SELİM GÜRBÜZER
Evrim teorisinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir. Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır. Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki, Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu doğrusu çok etkilemişti.

Evet, ortada birçok kuş türleri vardı var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:

-“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım” demek itirafında kendini alamaz da.

Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu anlaşılmıştır.

Darwin’in bio-teknolojiden yoksun tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir. Devrimle evrimin birbirinden farkı; birinin adına uygun davranıp devirmek manasına gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır. Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:

-Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa,

-Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya,

-Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye,

-En nihayetinde ise insana dönüştüğü şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp, bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen nokta itibariyle daha çok ateizmin arka bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum, tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte. İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
EVRİM TERS KÖŞE-2
SELİM GÜRBÜZER
Evrimciler laboratuvarda cansız bir maddeden yeni bir canlı yaratabilir mi?


Alman Evrimci Heinrich Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeteri kadar zaman verilirse bir insan yaratabilirim” şeklinde iddiasında bulunmuş bulunmasına ama armut piş ağzıma düş misali hazıra konma ön şartını ileri sürmekten de geri duramamıştır. Hani oynamayan kız yerim dar demiş ya, aynen onun gibi hazıra konmanın ötesinde birde üstüne üstük işi zamana havale etmeyi de ihmal etmeyip haşa kendine yaratıcı rol biçmekte. Hadi diyelim ki cansız bir maddeden bir canlı ya da basit bir ilkel canlıdan daha kompleks bir canlı üretmeyi başarmış olacağını varsaymış olsak bile biyolojik nizamın öyle tesadüfen meydana gelmiştir iddiasına asla delil teşkil etmeyecektir. Hem kaldı ki hâlihazırda kullanılacak hammaddeyle ortaya ürün koymak asla yoktan ürün var etmek anlamında yaratıcılık olmayacaktır. Zira biz biliyoruz ki, yoktan var etmek ancak Allah’a mahsus yaratma fiilidir. Dolayısıyla yaratıcılık iddiasıyla yapılmaya çalışılan her türlü girişim biliniz ki Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Şu bir gerçek deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay bir iş gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky bile deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.

Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?

Canlılar arasında birbirine benzermiş gibi görünen (homolog) organlar aslında birbirinden çok farklı genetik kodlarla (DNA şifrelerince) belirlendiğinden, homolog organların (birbirine benzer organların) varlığı a evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Elbette ki Biyoloji bilim dalı farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tanımlamasına tanımlarda sonuçta adına uygun davranıp sadece benzetim tanımıyla sınırlı kalacaktır, asla bir türden başka bir türe geçiş anlamına gelen bir tanımlama olmayacaktır bu. Dolayısıyla evrimciler hiç boşa heveslenmesinler benzetme tanımlamasından evrim asla çıkmayacaktır. Hem kaldı ki birbirinin homoloğu olan canlılara ait ortada dünden bugüne daha henüz bulunmuş ortak ata fosil kayıtları veya delilleri yoktur ki, böylesi bir tanımlamadan evrim çıkabilsin. Bikere her şeyden önce bu tip canlıların genetik şifreleri birbirinden çok farklı olmanın yanı sıra embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Hakeza iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılığın balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çapta olduğu, yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında görülen bariz farklılıkların memeli hayvanlarla amfibiyeler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu gözlemlenmiştir. Anlaşılan dış görünüme bakaraktan yapılmaya çalışılan benzerlik hikâyeleriyle her ortaya atılan mızrak çuvala sığmamaktadır. Öyle ya, madem ortaya atılan mızraklar çuvala sığmıyor, o halde bırakın maymun maymunluğuyla kala kalsın, insan da insanlığıyla eşrefi mahlûkat olarak kalsın. Aksi halde dış görünüşe bakıp da şu şudur, bu budur dendiğinde sapla samanı birbirine karıştırılmış olacaktır. Dahası Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri” deyişinde olduğu gibi dış kalıbın ötesinde birde işin öz yanı vardır. Nitekim bilişim teknolojisiyle dış görünümce benzer yapıların işin özüne inildiğinde her bir canlı türünün kendine has farklı gen dizilimleriyle kontrol edildikleri belirlemiştir. İşte bu nedenledir ki yukarıda sunduğumuz soru cümlesine karşı verilecek tek cevap tereddütsüz hayır olacaktır. Çünkü Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için benzer yapılar yaratmıştır. Öyle ya her bir türün genleri kendine özgü olduğuna göre aynı canlı türünden farklı bir canlı türü meydana gelmeyecek demektir bu. Bu arada unutmayalım ki genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisnai arızı türden nükseden milyonda bir mutasyon kaynaklı ani değişikliklerde asla evrime delil teşkil etmeyecektir. Zira mutasyona uğramış genetik yapıdaki her herhangi bir değişiklik her hangi bir canlı türünün genetik yapısının bütününde bir değişikliğe yol açmayacağından ortaya farklı bir canlı türü asla çıkmayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla her canlı türün genetik yapısı kendine özgü olup tüm canlı hücrelerde biyolojik nizam söz konusudur. Hem nasıl biyolojik nizam söz konusu olmasın ki, baksanıza ahtapotun gözleriyle insanın gözü arasında da neredeyse yüzde yüz benzerlik var olmasına var ama neticede ahtapot ahtapottur insan da insan olarak vücut bulmuştur. Ne yani gözler birbirine benziyor diye şimdi bunlarda mı birbirinin atasıdır diyeceğiz? Hakeza kuşlar, yarasalar, sinekler, hatta geçmişte yaşamış uçan dinozorlar da kanat bakımdan birbirine benzer yapılardadır. Ne yani, şimdi kanatlar benzer yapılarda diye bunlar arasında evrim ilişkisi vardır mı diyeceğiz? Oysaki canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuş mağribi gibisine sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmekteler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisinin olması gerekmez miydi? Hatta bu da yetmez, kendi aralarındaki evrimsel geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığını gösterir bir delil ortaya koymak gerekmez miydi? Oysaki canlı âlemin taksonomi nizamına bir bakıyorsun belli bir tertip üzere yeryüzünde bir anda var ola gelmişlerdir. Dolayısıyla bu varoluş bütünlüğü içerisinde her bir canlı türleri arasında sınırlar kesin hatlarla belirlenmiş olup türler arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşluklar olduğu gibi bir türden diğer bir türe geçişleri gösterecek hiçbir ara formun varlığı da söz konusu değildir. Şu da bir gerçek benzerlik ne kadar geçerlilik arz eden bir kavramsa, farklılıklar da aynı ölçüde geçerlilik arz eden bir kavramdır. Dolayısıyla Biyoloji literatüründe farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikler homoloji veya homolog kavramıyla ifade ediliyor diye birileri kendince bu tanımdan vazife çıkarıp bunun neticesinde bir başka canlı türüne dönüşüm olacak dendiğinde hiç kuşkusuz insanların aklıyla alay edilen bir çıkış olacaktır bu.

Zencilerin çevre şartlarından dolayı siyah olduğunu söylerler doğru mu?

Evrimciler zencilerin tropik iklimler de yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bu yüzden yaratılış modelini savunanlar ırkların teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.

Embriyonun safhaları evrime delil olabilir mi?

Evrimciler bir zamanlar insan embriyonunun gelişim basamaklarının önce balığımsı yapıdan sürüngen yapıya, sürüngen yapıdan ise insan yapısına dönüşmekle kendilerince güya evrime delil olarak göstermişlerdir. Neyse ki gelinen nokta itibariyle embriyolojik safhaların evrimleşmenin bir özeti olmadığı anlaşılması üzere şimdilik bu sevdadan vazgeçildi diyebiliriz. Vazgeçilmesi de gerekirdi zaten. Çünkü embriyolojik süreç her canlıda farklı dönüşümlerle seyretmektedir. Kaldı ki gerek insan ceninin (fetus) anne karnında geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) olsun, gerekse diğer başka canlıların geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar olsun hiç fark etmez, her iki durumda da birbirine benzer safhalar geçirmiş olsalar da evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Öyle ya, madem embriyonik gelişim evreleri en küçük birimden en büyük birime doğru evrimleşmenin tekrarı denilmekte, o halde insan kalbinin önce bir odacıklı, sonrasında sırasıyla iki, üç derken en nihayetinde dört odacıklı bir yol takip etmesi gerekmez miydi? Oysaki embriyonik gelişim evrelerinde bir bakıyorsun insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir, daha sonra da dört odacıklı şeklinde teşekkül etmekte. Bu demektir ki embriyolojik gelişim evrelerinde öyle sanıldığı gibi alt birimden üst birime veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme denen bir sıralama söz konusu değildir. Nitekim insan embriyosunda sinir kordonundan önce beyin teşekkül ettiği gibi kalp ise kan damarlarından önce gelişim kaydetmekte. Derken böylesi bir durum evrimleşmenin tam tersi bir sıralama göstermektedir.

Şu da bir gerçek; anne karnındaki ceninde bir insan vücudunun temellerinin atıldığı ilk dört hafta sonunda geriye kalan sekiz aylık süreçte embriyonun morfolojik yapısı deniz kirpisi görünümündedir. İşte tamda bu noktada evrimcilere şimdi sormak gerekir, ne yani embriyonun dış görünümü böyle diye insan kirpiden türemiştir diyebilir miyiz? Kaldı ki insan embriyonunun ilk evrelerinde ortaya çıktığı ileri sürülen solungaç yapının aslında sırasıyla orta kulak kanalı, paratiroitler ve timus bezleriyle alakalı oluşumlar olduğu, yumurta kesesine isnat edilen bölümün aslında kan imal eden kese olduğu, kuyruk olduğu iddia edilen kısmın ise omurga kemiği olduğu belirlenmiştir. Hem yine kaldı ki orijin bakımdan birbirinden farklı ancak görünüş bakımdan birbirine benzer tohum çekirdekleri toprağa serpildiğinde birbirinden farklı bitkiler, birbirinden farklı çiçekler ve birbirinden farklı meyvelerle karşılaşacağımız muhakkak. O halde yine sormak gerekir şimdiye kadar toprağa buğday tohumunu ekip de arpa çıktığı görülmüş müdür? İşte bu ve buna benzer örnekler bize gösteriyor ki, evrim teorisi ta doğduğu günden beri çürümeye yüz tutmuş bir teoridir. Ama gel gör ki evrimciler insanı hayvan seviyesine indirmeye nede çok meraklıymışlar meğer. Düşünsenize çürümeye yüz tutmuş evrim teorisini kurtarmak adına anne karnında bebeği oluşturan embriyonun yapısını bir anda tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonlarına benzerliğinden hareketle kendilerine yeni malzemeler bulma hevesine kapılabiliyorlar. Hatta daha da hızlarını alamayıp insan embriyonik gelişim safhalarının birinde görülen solungaç yarıklarını andırır yapılardan hareketle hemen balıkla ilişkilendirme hevesine kapılabiliyorlar. Oysaki bu söz konusu yapıların hiçbiri gerçek anlamda solungaç olmadığı şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun insan embriyonunda teşekkül eden gırtlak keselerinin sırasıyla östaki borusu, timüs ve paratiroit bezlerine dönüştüğü belirlenmiştir. Malum, balıkta ise bu keselerin yerini solungaçlar alacaktır. Anlaşılan o ki, evrime delil olarak gösterilmeye çalışılan embriyonik benzetimler ortak atanın varlığına gösteren işaret deliller olmayıp tam aksine tüm canlı cansız mahlûkatın tek ortak yaratıcısına işaret deliller olduğunu göstermekte. O ortak tek yaratıcı da malum, eşi ve benzeri olmayan zamandan mekândan münezzeh Yüce Allah’tan başkası değildir elbet. Hem kaldı ki embriyolojik safhaların ilk aşamalarında görülen benzerlikler genetik yönden analiz edildiğinde her türden benzetimlerin evrime ölçü teşkil etmeyeceği ortaya çıkmakta. Hele genetik biliminin günden güne ilerleme kaydetmesiyle birlikte insan genomuyla hayvan genomunun birbirinden farklı oldukları artık ispatlanmış durumda. Dahası Yüce Yaratıcı tarafından her canlı türü için ayrı ayrı kodlanan embriyonik organeller yaratıp o şekilde dünyaya gelecekleri çok önceden levh-i mahfuza yazgısı kaydedilmiş bile. Bu demektir ki insan embriyonunun DNA’sıyla kertenkelenin ya da diğer canlı türlerinin DNA kodları birbirlerinden oldukça çok farklı şekilde çok önceden tayin edilmiştir. Amma velakin, gel gör ki, her canlı türüne has DNA kodlarının kader planında yazılıp var olduğu gerçeğini görmezden gelen evrimciler, bu söz konusu genom zincirinin karmaşık bir yapıda olduğunu bildikleri halde tüm canlıların tek bir ortak ata DNA’dan türedikleri iddiasında bulunabiliyorlar. Yetmedi bu kompleks yapıların oluşumlarını tesadüfen veya şansa bağlı olarak meydana geldiklerin büyük bir pişkinlikle yüksünmeden söyleyebiliyorlar da. Hâlbuki DNA’nın bizatihi başlı başına her türlü değişmelere geçit vermeyecek tarzda donatılmış kompleks yapının ta kendisi bir yapıdır.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
EVRİM TERS KÖŞE-3
SELİM GÜRBÜZER

Evrimciler insanda 180’e yakın işe yaramaz ve körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mudur bu?

Evrimcilere göre körelmiş organlar yeni türeyen canlılara atalarından miras kalmış güya. İşin daha da enteresan kılan yanı, körelmiş organları işlevsiz bir organ görmeleridir. Acaba gerçekten işlevsiz mi yoksa işlevinin daha henüz tespit edilememiş organlar mı olduğudur? Meseleye bu yönde sorgulayıp irdelediğimizde evrimcilerin daha şimdiden alınlarından boncuk boncuk ter döktüklerini görür gibiyiz. Malum bilim dünyasında teknolojik donanımla birlikte ilerlemeler kaydedildikçe evrimcilerin işe yaramaz olarak işlevsiz ilan ettikleri organların hiçte dedikleri gibi olmayıp bilakis her birinin işe yarar organlar olduğu belirlenmiştir.

Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar insan da pineal bezi, pitüer bezi, tiroit bezi, timüs bezi, epifiz bezi, bademcikler, hipofiz bezi, kulak kasları, apandisit ve kuyruk sokumu kemiği gibi organellerin okullarımızda biyoloji derslerinde işe yaramaz veya körelmiş yapılar olarak anlatılırdı hep. Neyse ki gelinen nokta itibariyle artık apandisit ve bademciklerin mikroplara karşı savunma görevi yapan organeller olduğu belirlenmiştir. Nitekim Pineal bezinin uyku paternini ve mevsimsi foto periyotları düzenleyen melatonini ve DMT salgılarının üretilmesinde etkin rol aldığı, pitüiter bezinin yani diğer adıyla hipofiz bezin ise homeostasis dengeyi düzenleyen endokrin bir bez olarak görev ifa ettiği, gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının gözün steril kalmasında önemli rol oynadığı, timüs bezinin T hücrelerini aktif hale getirerek vücudun savunma mekanizmasını güçlendirdiği, kör bağırsağın ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı kalın bağırsağa sıvı transfer ederek bulaşıcı hastalıklara karşı antikor görevi yaptığı, kuyruk sokumu kemiğinin kuyruğun kullanılmayan izleri değil tam aksine insana ait bazı kasların tutunma noktası olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Dolayısıyla kuyruk deyip geçmemeli. Mesela kuyruksuz bir kuş uçuş yapamamakta, yine kuyruksuz bir balık kıvrak bir şekilde manevra kabiliyeti gösterememektedir. Hatta kuyruk sayesinde sincap, fare ve kanguru gibi atletik hayvanların dengesi sağlanmakta. Yine, bir bakıyorsun tavşan kanguruları olarak bilinen Poltoroo’da serinletici yelpaze görevi sağlarken, mesela ağaca tırmanan hayvanlarda ise ağacın gövdesine sarılma işlevi kazandırmakta, hatta bazı hayvan türlerinde kuyruk silah olup düşmanını yanıltma aleti olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki maymun kuyruğu sayesinde fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabiliyor, yani bu demektir ki kuyruk gerektiğinde parmak görevi de yapmaktadır. Hakeza yukarıda sıraladığımız unsurlardan bir bakıyorsun apandisitin bir takım maymunlarda olmadığı, işi yaramaz dedikleri kör bağırsağın ameliyatla alındığında bakterilerin ürediği gözlemlenmiştir.

Fosiller evrimi destekliyor mu?

Yaşayan canlılar arasında bir takım benzerliklerin ve bir takım farklılıkların olabileceğinin fosiller içinde geçerliliğini sürdürmesi evrimcileri sükûtu hayale uğratır nitelikte bir durumdur. Üstelik jeolojik devirlere ait fosiller incelendiğinde ciddi manada canlılar arasında sistematik boşluklar göze çarpmaktadır. Öyle ya, madem canlılar arasında sürekli dönüşüm ve evrimleşmenin tekrarlandığından söz ediliyor, o halde sistematik sınıflandırmaya tabii tutulan tüm canlılar arasında hiçbir şekilde boşluklar bırakmaksızın değişime uğradığını gösteren fosil kayıtları ortaya konulması gerekmez miydi? Ama gel gör ki, görünen köy kılavuz istemez misali eldeki mevcut fosillere bir bakıyorsun hepsinin kendi yaratılış zaman dilimlerinde birden bire sahne aldıklarını göstermekte. Kaldı ki ortada fosiller arasında geçiş formlarının varlığını gösterecek herhangi bir delil de yoktur zaten. Ne diyelim, evrimcilik bu ya, hem canlı âleminin ölçülemeyecek derecede zengin ve karmaşıklığından bahsediliyor olunacak hem de fosil kayıtlarındaki derin boşlukların varlığı görmezlikten gelinecek. Peki, bu durumda dönüp adama sormazlar mı “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye?

Evet, Evrimciler habire evrimi kurtarmak adına onca çabalamalarına rağmen bir türlü bir punduna getirip de fosil kayıtların sunduğu boşlukları örtbas edememişlerdir. Hem nasıl örtbas edebilsinler ki, bikere bu boşluklardan mesela prekambriyen katmanlarında konumlanan tek hücreli mikroorganizmalar ile kambriyen katmanlarında konumlanan çok sayıda kompleks yapıda bulunan deniz omurgasızları arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşlukların varlığı söz konusu olup aralarında herhangi bir metazoa geçiş formunun varlığına asla denk gelinememiştir. Madem denk gelinememiş, o halde kambriyen fosillerinin atalarını prekambriyen (kambriyen öncesi) kayaçlarda aramak boşa kürek çekmek olacaktır. Keza omurgasızlar ile omurgalılar arasında da aynı bağlantıyı kurmaya kalkışmak boşa kürek çekmek olacaktır. Öyle ya, en azından boşa kürek çekmemek için balıkların ataları olduğu iddia ettikleri omurgasızlar arasında ki geçiş fosil formlarını da ortaya koymaları gerekmez miydi? Ne mümkün ki ortaya koyabilsinler, baksanıza bugüne dek tek bir geçiş formu fosili dahi olsun bulunamamıştır. Yetmedi saçmalardan seçmeler misali yine evrimciler bir bakıyorsun kurbağanın balıklardan türediği iddiasında bulunabiliyorlar. Oysaki şimdiye kadar tek bir tane olsun balık yüzgeçlerinin kurbağanın ayağına dönüştüğünü gösteren herhangi bir fosil geçiş formu izine rastlanılmamıştır. Üstüne üstük insanoğlunun en eski form olarak bildiği balık türlerinden Crossopterygii (saçak yüzgeçli balık) balığında olduğu gibi Coelacanth’lar da aynen evrimciler tarafından balıklar ile tetrapod’lar arasında epey bir zaman geçiş formu olarak ilan edilmiştir. İlan edildi ne oldu, Madagaskar yakınlarında bulunan Coelacanth cinsi bir balığın canlı bulunması heveslerini kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetmiştir. Böylece bulunan Coelacanth cinsi balığın milyonlar yıl öncesi balığın aynısı olduğu ortaya çıkmasıyla birlikte evrimciler bir kez daha sükûtu hayale uğramışlardır. Şimdi bu durumda şayet evrimciler akıllarını başlarına almayıp da hala balıkların kurbağaya dönüştükleri iddiasını sürdüreceklerse pes doğrusu. Bu iddialarını nereye kadar sürdürebilecekler bilinmez ama şu bir gerçek ne yapıp edip bir şekilde balıklara nasıl ayak ilave edilebilirliği telaşına kapılacakları malum. Elbette ki zırva tevil götürmez gerçeğinden hareketle bu iş balıkla sınırla kalmayıp, bu kez kurbağaların sürüngenlere ve oradan memelilere kadar evrimleştiği iddiasına kadar bu işi götüreceklerdir. Nitekim bir bakıyorsun evrimciler hızını alamayıp Arkeopteriks fosilinin ağzındaki diş ve bir kısım özellikleri bakımdan sürüngenleri çağrıştırması, tüy ve kanat vs. bakımdan da kuşlara benzemesi dolayısıyla hemen bu yaratığı sürüngenlerle kuşlar arasında ara forum ilan etme pişkinliğini gösterebilmişlerdir. Oysaki Arkeopteriks denen yaratık sonradan anlaşıldı ki yarı sürüngen bir yaratık değilmiş, meğer tam tamına yüzde yüz bir kuşmuş. Hem kaldı ki günümüz kuşların ağzında dişin olmaması geçmiş jeolojik devirlerde yaşamış olan kuşlarınkinde diş olmayacağı anlamına gelmez. Hadi diş durumundan vazgeçtik diyelim şayet Arkeopteriks bir geçiş formu ise o zaman pul ve tüy, ya da kol ve kanat arasında tedrici olarak kademe kademe değişiklerin varlığını gösteren ortada bir fosil delilinin olması gerekmez miydi? Kaldı ki nesli tükenmiş varsayılan canlıların hala hayatta olanlarına da şahit olmaktayız. Evrimciler buna rağmen nesli tükenmişler için indeks fosiller (başlangıç fosiller) tanımı geliştirmişler. Ama gel gör ki nesli tükenmiş sandıkları varlıkların birçoğunun yaşadığı ortaya çıkınca çark etmek zorunda kalmışlardır.

Öyle anlaşılıyor ki, sedimant denilen çökelmiş tortullar ve fosillerin çoğu kısa bir zaman periyodunda oluşmaktadır. Jeolojik katmanların her ne kadar uzun bir zaman diliminde meydana gelindiği söylense de büyük tufan hadisesinin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Maalesef evrimcilerin yaş tayini metotlarıyla da pek araları yoktur. Onlar için sınırları belirlenmiş herhangi rakamsal sayı ile karşılamaktansa ölçümden uzak ucu bucağı görünmeyen zaman tüneliyle karşılaşmak daha yeğdir. Böylece onlar için her şeyin muamma olduğu üstü sır perdeleriyle örtülmüş yalan ve dolanların arkasına gizlenmek çok daha kolay olacaktır. Onlar ucu bucağı görünen zaman tünelinden kaça dursunlar, oysaki bir şekilde fosilleşme denen hadise belirli bir zaman ölçeğinde kendine yol bulup sıkı bir gömülme ve kalıplaşmayla birlikte kemikler yerin katmanlarında muhafaza halde bulunabileceği gibi taşlaşma, donma ve kömürleşmeyle de fosilleşme gerçekleşebiliyor. Derken belirli bir zaman diliminde ortaya çıkan toplu dinazor mezarlarından çıkan fosiller, bitki fosiline ait yataklar (kömür rezervleri), kurbağa yatakları, memeli kalıntılarına ait yataklar evrimcilerin uykularını kaçırmıştır diyebiliriz. Hiç kuşkusuz en kapsamlı fosil yatakları deniz omurgasızların bulunduğu yataklar olup bu yüzden deniz omurgasız fosilleri yaş tayininde indeks fosil olarak tercih edilmekte. Bu demektir ki gerek jeolojik katmanlar, gerek volkanik, metamorfik ve sedimant kayaçlar, gerek kum taşları, kil taşları (şeyl), çakıl taşları (konglomeralar), kireç taşları ve dolomit taşları, gerekse evaporitler, kömür, petrol, metaller vs. belirsiz bir zaman diliminde değil, bilakis ölçülebilir bir zaman diliminde ortaya çıkmışlardır. Zira fosillerin belirli jeolojik zaman dilimi sütunu katmanında yer aldıkları şundan besbellidir ki; 135 milyon öncesine ait karides, 25 milyon öncesi at nalı yengeci, 22 milyon yıl öncesine ait kurbağa, 320 milyon yıl öncesine ait hamam böceği, 135 milyon yıl öncesine ait ıstakoz ve 60 milyon öncesine ait yengeç türünden fosiller tıpkı bugün ki yaşayanların aynısı olarak karşımıza çıkmaktalar.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
EVRİM TERS KÖŞE-4
SELİM GÜRBÜZER


İnsanın orjini gerçekten maymun mu?

Evrim teorisi insanı ruhi yönünü görmezden gelip ete kemiğe bürünmüş bir eşya gibi görmekteler. Düşünsenize Evrimciler, Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan ettiği insanı hayvan mertebesine indirmekten yüksünmezler de. Şayet onların lafına kanarsak aşağı yapılı varlıkların aşama aşama evrimleşerek en nihayetinde insan olarak türemişiz biz. Sadece biz mi? Buna kuyruksuz maymunlarda (apes) dâhil, günümüzden takriben 3 milyon önce ortak bir atadan birlikte türemişiz güya. Böylece fosil hominoidler; kuyruksuz maymun ya da insan olarak addedilirken hominoidler ise yarı insanlar olarak addedilirler. Oysaki bu tür tanımlamalarla insanı insanlıktan çıkarmış oldukları bu arada kendilerini de hayvanlaştırmış oluyorlar. Hem kaldı ki ortak atayı gösteren herhangi bir fosil kayıtta ortada yok gözüküyor. Bu gerçeğe rağmen hala inadım inat dercesine kuyruksuz anlamına gelen “pithecus” ekiyle ifade edilen Dryopitherus, Oreopithecus, Limnopithecus, Kenyapithecus gibi bulup buluşturabilecekleri ne kadar kuyruksuz nesli tükenmiş türden maymun benzeri fosil türleri varsa “işte bunlar bizim atamızdır” diyecek kadar pişkinlik gösterebiliyorlar. Örnek mi? İşte Ramapithecus’un (uzun kollu maymunun) kesici ön diş ve köpek dişleri günümüz kuyruksuz maymunlardan orangutan ve şempanzelerinkinden küçük olması hasebiyle hemen bunu insanla da ilişkilendirip örnek delil diye sunmaları bunun tipik örneğini teşkil eder zaten. Düşünsenize bu hangi akla hizmet etmekse Ramapithecus’un diş yapısı üzerinden hareketle insanı veya kuyruksuz maymunları temsil eden ata olarak takdim edebiliyorlar. Oysaki her canlının dişlerine ait yapısal özellikleri beslenme alışkanlıkları ve beslenme kaynaklarıyla doğrudan paralellik arz ettiğini unutmuş gözüküyorlar. Evrimciler yine günümüzden 2 ila 3 milyon arası bir zaman dilimi öncesinde yaşadığı, dik yürüyen, aynı zamanda birtakım aletleri kullanıldığı söylenilen ve güney maymunu olarak sunulan Australopithecus fosili içinde ata misyonu yüklemişlerdir. Ne var ki fosilleri bulan Lois Leaky’in oğlu Richard Leakey bu fosilin uzun kollu ve kısa bacaklı olup dik yürüyen değil, tam aksine eğik yürüyen bir varlık olduğunu dile getirerekten şimşekleri üzerine çekmiştir. Böylece beyin yönünden kuyruklu maymuna benzeyen bu varlığın tıpkı Ramapithecus gibi nesli tükenmiş bir maymun olduğu gerçeği evrimcilerin hesaplarını bir anda alt üs etmeye yetmiştir zaten. Australopithecus’un el, bilek, ayak, omuz, topuk ve leğen kemikleri üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde bu söz konusu yaratığın insan gibi dik yürüyemeyen ve aynı zamanda iki ayaklı olmayan, özellikle iskelet yapısının bugün yaşayan formlardan orangutana benzerlik gösterdiği belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki; delil diye sunulan yaratık ne insana ait geçiş formu ne de ileri yapılı maymunlara ait bir geçiş formudur.

Homo erectus’a ait; Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Neanderthal adamı dedikleri adam tiplemeleri neyin nesidir?

Bilindiği üzere evrimciler bir takım fosilleri Homo erectus adı altında tasniflemişlerdir. Bunlar Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Pekin adamı olarak nitelendirilir. Evrimciler insan tiplemelerini kendi kafalarına göre kategorize ede dursunlar, oysaki Java adamını bulan Dubois bile insan benzetmesi bir yaratık olarak gösterilmesine gönlü razı olmamıştır. Peki ya, şu Pekin adamı gösterimine ne demeli? Evlere şenlik, ona atfedilen kemiklerin ikinci dünya harbinden sonra kayıplara uğradığından söz edilmesi bir yana aslında Pekin adamı denen ucube yaratığın önce aslı kaybolmuş, sonrasında ise sadece alçıdan yapılmış modelleriyle ayakta kalınmaya çalışılan hayali bir sahte adam hikâyesinden başka bir şey değildir. Homo Heidelberg insanı dedikleri adama ait delil diye sundukları materyal ise sadece büyük bir çene kemiği parçasıdır. Meganthropus insanı dedikler adama ait sundukları delil ise malum 2 alt çene kemiği ve 4 dişten ibaret parçalardır. Parçaların bulunması neyse de, evrimcilerin bundan asıl beklentileri etraftan birkaç topladıkları parça delillerle Homo erectus’un evrimleşerek Homo sapiens’in (insan) türediğine kitleleri inandırabilmektir. Tabii kitleler bunu şayet yutarsa, bu kez evrimcilerin pek yakında Homo sapiens’ten de ‘Homo supremus’ (superman) türeyecek şeklinde bir tez ileri sürdüklerinde de kanmaları an meselesidir diyebiliriz. Ki, evrimciler bir gün bir sabah uyandıklarında kandıracakları kitlelere ‘Süpermen adam’ türeyecek derse de şaşmamak gerekir. Hani atalarımız körle yatan şaşı kalkar demişler ya, hiç yüksünmeden bunlar sakat bir insanı bile geçiş ata formu olarak gösterebilmişlerdir. Nitekim Neandarthal insan diye takdim ettikleri adamın yarı dik yürümesi ve insana benzemesi hasebiyle hemen delil olarak balıklamasına dalmışlardır. Oysa Neandarthal dedikleri adam bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insan olup, eğik kalması ise D vitamini eksikliğine bağlı kemiklerin iltihaplı ve sakat olmasından kaynaklanan bir durumdur. Gerçekte de zaten tıpkı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan insanın ta kendisi bir adamdır o.

Tüm bu iddiaları bir kenara koyup bir de ara geçiş formu ilan edilen şu Avustralya’da Homo erectus’a ait kafataslarının bulunmasıyla birlikte bulunan materyallerden çok daha öncesinde günümüz insanın hemen hemen aynısı tiplerin yaşayıp var oldukları belirlenmiştir. Üstelik bulunan kafatası içerisindeki beyin hacminin 900 ila 1100 c.c. arası ölçekte günümüz insanında farklılık arz etmesi bile Homo erectus’un ara geçiş form bir ata olduğu iddiasını tek başına çürütmeye yeter artar da. Anlaşılan o ki; gerek insan ve gerekse ileri yapılı maymunların ataları diye sunulan geçiş formların farklı devirlerde değil bilakis aynı devirlerde beraberce yeryüzüne çıktıkları daha akla yatkın bir görüş olarak ağır basmaktadır.

At serilerinin evrimle ilişkisi olup olmadığını nasıl açıklanabilir?

Jeolojik devirlerden günümüze kadar 8 farklı at tipi ortaya çıkmıştır. Üstelik bunlar farklı devirlerde ve birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla Evrimciler hayal dünyalarında tasarladıklarını gerçek tasarımlarmışçasına çizim haline getirdikleri at serilerinin kaburga sayılarına baktığımızda küçükten büyüğe doğru bir artış ya da tam tersi bir azalış kayd etmediği belirlenmiştir. Dahası bu at serileri incelendiğinde kaburga sayılarının inişli çıkışlı rakamlar üzerine seyrettiği göze çarpacaktır. Nitekim kaburga sayılarının gerçekte şu şekilde tasniflendiğini görürüz:

-Eohippus: Kaburga sayısı 18 çift.

-Orohippus: Kaburga sayısı 15 çift.

-Plıohıppus: Kaburga sayısı 19 çift.

-Eoous Scotts: Kaburga sayısı 16 çift.

Ne diyelim, işte sizlerde bu tasniften de görüldüğü üzere şayet her bir at serisinin biri diğerinden türemiş olsaydı bikere kaburga sayılarının küçükten büyüye bir tertip üzere gelişim kaydetmesi gerekirdi. Hele ki miyosen devrinde yaşamış olan 2 metrelik boyuyla ün salmış Moropus at fosilinin hem o devirde yaşamış Merychippus atından, hem de günümüzde yaşayan atlardan büyük olması dolayısıyla evrimleşme basamaklarını veya sıralamasını bir anda alt üst etmeye yetmiştir. Hem kaldı ki at serilerine ait her bir formun ansızın yeryüzünde görüldükleri fosil kayıtları ispatlamaktadır zaten.

Evrimciler hayal dünyalarında ileri sürdükleri bir başka iddiaları da, güya 50 milyon önce yaşamış dört tırnaklı bir canlıdan tek tırnaklı ata doğru kademeli bir evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasıdır. Hatta iddialarını pekiştirmek içinde at serilerinin ortak atasının güya Eosen devrine ait Eohippus cinsi (Hyracotherium) köpek benzeri bir canlı türü olduğunu ileri sürmeyi de ihmal etmezler. Oysa ata diye sunulan Eohippus, bugün Afrika’da yaşayan atla yakından uzaktan zerre miskal alakası olmayan Hyrax cinsi hayvanın ta kendisinden başkası değildir. Kaldı ki Pettigrew’e göre günümüzdeki tek tırnaklı at’ın bundan 120 yıl önce, yani mezozoik dönemde yaşamış olduğunu, atası olduğu iddia edilen dört tırnaklıların ise Eosen devrinde ortaya çıkmış ve nesilleri tükenmiş olduğunu belirterek evrimcilerin hevesini kursaklarında bırakmıştır. Tabii Evrimcilik bu ya, bu gerçekler karşısında hiç tınmayıp bu kez atın toynaklarındaki çıkıntıların lüzumsuz çıkıntılar olarak takdim ederekten hedef şaşırtacaklardır. Oysaki yapılan çalışmalarla lüzumsuz atfettikleri çıkıntılar atın ayağında mevcut birçok kasların tutunacağı dayanak noktaları olduğu ortaya çıkmıştır.
 

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,149
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
EVRİM TERS KÖŞE-5
SELİM GÜRBÜZER

Zürafanın boynunun uzun olması evrimle ilgisi var mı?

Lamarck; canlılar yaşadıkları ömür süreci içerisinde çevre şartlarının etkisiyle dışardan birtakım kazanımlar elde etmesiyle birlikte biriken kazanımların evrimleşmeye uğrayaraktan bir sonraki kuşağa aktarıldığı tezini ileri sürmüştür. Tabii işi zürafaların ceylan türü hayvanlardan türedi noktasına getirecek ya, çevre şartlarının etkisini misal olarak zürafaların boyunlarının uzamasına bağlayacaktır. Yani Lamarck evrimleşmenin ilk aşamasında zürafaların kısacık boyunlarıyla yüksek ağaçların yemişlerinden gıdalanmak için uzatayım derken uzamalar birike birike zaman içerisinde boyunlarının uzayıverdiği noktasına işi taşımıştır. Öyle ya, madem evrime delil olarak boyun uzamasını bu noktalara taşımış durumda, o halde sormak gerekir acaba aynı durumda keçinin boynu neden uzamamış haldedir. Anlaşılan çevre şartları filan bunların hepsi işin kılıfı, illa evrimleşmeyi destekleyecek bir delil ortaya konmak isteniyorsa bunun yolu her hangi bir canlı türünden bir başka türden canlıya dönüşümünü ve evrimleşmesini gösterecek ara geçit fosil formların bariz bir şekilde ortaya koyulmasından geçmekte. Amma velakin gel gör ki bugüne kadar çeşitli ebatlarda kısa boyunluktan uzun boyluluğa kademe kademe uzayan bir tane olsun ara geçit zürafa fosil formuna rastlanılmamıştır.

Hakeza uzamanın tam aksine kısalma içinde evrimleşme asla söz konusu değildir. Nitekim Weismann adında bir doktor farelerin kuyrukları üzerinde 20 nesillik diyebileceğimiz cerrahi operasyonla kuyruklarını keserekten denemelere girişmiş de. Peki, girişti de ne oldu, onca denemelerin neticesinde içlerinden bir tane olsun bir türlü kuyruksuz fare türememiştir. Hem kaldı ki böyle bir denemeye de gerek yoktur, Çünkü İslam’la müşerref olan Müslümanlar zaten 1400 yılı aşkındır sünnet olmaktalar, o gün bugündür sünnetli bir nesil türememiştir. Mesela yine Çinliler buna benzer bir uygulamayla ayaklar küçücük olsun diye kendi insanına demir ayakkabı giydirmişler giydirmesine ama belli bir sınıra kadar ancak küçültebilmişlerdir, sonuçta genetik kodlarda ayak küçülmesine yönelik herhangi kalıcı bir değişiklik olmamıştır.

Denilmektedir ki cansız atomlar ve moleküller tesadüfen bir araya gelerek sırasıyla proteinleri, RNA’yı, DNA’yı, en nihayetinde canlı türlerini oluşturmuştur güya. Ne dersiniz bu doğru bir iddia mıdır?

İşte böylesi iddiaların temel dayanağının olmadığı şundan besbellidir ki, basitten çok karmaşık bir yapıya ilerleyen bir süreçten bahsetmek fizikte entropi kanununu ile taban tabana zıt bir durumu ortaya koymakta. Ki, aslında bu durum evrimcilerin fizik kanunlarını bile görmezlikten geldiklerinin bir göstergesidir. Bilindiği üzere entropi kanunu mevcut sistemlerin evrimcilerin iddialarının tam aksine hayat iksirinin mükemmele doğru değil bozulmaya doğru yüz tuttuğunu gözler önüne sermekte. Hakeza termodinamiğin ikinci kanunu da evrimin savunduğu tezin tam tersi olarak hemen her şeyin mükemmel karmaşık bir yapıdan bozulmaya doğru yüz tutmuş basit bir yapıya doğru ilerlediğine vurgu yapan bir kanundur. Dolayısıyla düzensizliğin gırla gittiği böylesi bir hengâme içerisinde evrimleşme hadisesinden bahsetmek abesle iştigal bir tutum olacaktır.

Evrim konusu tek taraflı olarak neden medyada popüler durumda?

Hani bir zamanlar adından sıkça söz ettiren dünyaca ünlü şu DISCOVER dergisi vardı ya, ön kapağında “Darwin yargılanıyor” yazılı başlıkla çıktığında birçok ülkede tartışmalara yol açıp alaylı bir şekilde sorgulanmış da. Tabii dünya evrimle alay ederken bizim yerli evrimcilerde sorgulamak yerine tam aksine “İşte sudan karaya geçiş!” tarzında daha da işi farklı boyutlara taşıyıp allandırıp pullandıracaklardır. Öyle ki, yerli evrimcilerimizin anlatmalarına bakarsak nasıl olmuşsa ansızın balıklar bir sabah uyandıklarında kendilerini karada bulmuşlar, akabinde nasıl olmuşsa yüzgeçlerin yerini ayaklar, solungaçların yerini de nasıl olmuşsa akciğer almış güya. Oysa azıcık aklı başında olan bir insan şunu gayet net bir şekilde çok iyi bilir ki balık sudan karaya çıktığında 1-2 dakikaya kalmaz hemen oracıkta ölüverir. Öyle ya, şimdi böylesi anlık bir zaman diliminde ölümle burun buruna kalan bir balık nasıl oluyorsa evrimleşme geçirebiliyor, doğrusu şaşmamak elde değil. Söylemlerine yine bakarsak dört adet ayakları olan ve aynı zamanda kıllı memeli bir hayvanın yiyecek bulmak adına denize girmesiyle birlikte arka ayaklar yok olup, ön ayaklar ise yüzgece dönüşmüş, kıllar ise yerini yumuşak bir deriye bırakarak dev bir balina vücuda gelmiş güya. Ne diyelim işte sizler de görüyorsunuz ya, bu ve buna benzer hayali geçiş hikâyeleri o kadar çok ki, mesela karadan havaya geçişi pek çok sözde bilim adamını medya dünyasında bülbül gibi konuşturaraktan kitleleri yalan yanlış bilgilerle etkilemek pekâlâ mümkün. Nitekim bu güne kadar ‘yarı balık- yarı sürüngen’ ya da ‘yarı sürüngen-yarı kuş’ türler arasında ara geçit fosil formlar çıkmamasına rağmen sanki varmış gibisine bunu sözde bir bilim adamlarının ağzından yazılı ve görsel medyada söyletilmek suretiyle gerçekten de işin şekli şemalı bir anda değişip kitlelere inandırıcı gelebiliyor da. Dolayısıyla bu tür kara propagandaları hafife alıp yabana atmamak gerekir. Her ne kadar iç ve dış basında zaman zaman büyük puntolarla evrime delil diye sunulan birçok manşet haberlerin daha üzerinden bir gün geçmeden aslı astarı olmadığı ortaya çıksa da kitleler üzerinde izi kalıp iş işten geçmiş olmakta. Maalesef asparagas ve günü kurtarmaya yönelik yalan haberlerle kitlelerin zihinlerini bulandıranlar daha çok kendilerini çağdaş aydın olarak lanse eden bir takım aklı evveller tarafından yürütülmektedir. Nitekim 1996 yılında Milliyet yayınlarında yayınlanan bir kitapta bir taraftan Darwin'e övgüler dizen bir yayın anlayış sürerken diğer yandan da dine karşı fütursuzca hakaret yağdırmayı ihmal etmeyen materyalist bir zihniyetin varlığı söz konusudur.Kendi ifadeleriyle; Tanrı’nın rolünü devre dışı bırakıp materyalist tezleriyle insanlığı aydınlatacağını sanıyorlar güya. Belli ki materyalizm akımı bunu bu şekilde lanse etmeyi gerektiriyor. Zaten Karl Marx’ın yazdığı 'Das Kapital' kitabı materyalizmi meşale haline getirip bayraklaştırmak için vardır. Hatta Karl Marx bunla da kalmayıp Lassalle’ya yazdığı bir mektupta diyalektik materyalizmin bir gereği olarak sınıf mücadelesinde evrimi kendine ilham kaynağı olarak esas aldığını dile getirmiş de. Hatta Engels’te bu hususta benzer bir söylemlerde bulunaraktan “Bizim görüşlerimizin tarihi temelini oluşturan “Türlerin kökeni” adlı eser işte budur” demekten kendini alamamış bir teorisyendir. Öyle ki yazdığı ‘Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm’ adlı kitabında; “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak yürümektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Darwin ismi çok zikredilmelidir. Darwin metafizik tabiat görüşüne en ağır darbeyi indirdi” diye belirttiği ifadelerle materyalist evrime ayrıcalık bir şekilde bariz yer verilmiştir. Ne diyelim materyalist akımların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında hiç şüphe yoktur ki ilahi kanunları ve mutlak değişmez hesabı vardır elbet. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Gerçek şu ki biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar” (En’am, 111) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte zaten.

Vesselam.
 
Üst