Evliyadan yardım istemek

H

hiç

Guest
alıntı- mhrmh"O zaman yapılması gereken bu durumu ve bu yanlışı anlatmaktır!!! "

ilk cümlenden sonraki yazdıkların tümüyle içinde biriktirdiklerini dökmenden ibaret mhrmh..Hak razı olsun yine de..
yalnız bir ricam var Allah'ını seversen "ünlem" işaretlerini azalt karşındaki ile aynı seviyeye düş,ki karşılıklı münazaramız belli seviyede gitsin..

"akıl vermiş Yaradan ayırd-edebilsin bize ne..?" demene şaşırmadım desem yalan olur keza benim adıma endişeleniyorsun da kendi yolundakileri akılsızlık ile itham edip kendi hallerine bırakabiliyorsun demek..ilginç..
belki de yalnış anladım hakkını helal et..
 

UBEYDUN

Ordinaryus
Katılım
16 Ara 2006
Mesajlar
2,548
Tepkime puanı
286
Puanları
0
Konum
göçmen
defi mefasid celbi menafiden evladır
bir kişinin imanı konan yasak sebebi ile kurtarılacaksa
bence yasak yürürlükte olmalı ta ki insanlara bu işin hakikatı ulaşana kadar bu nezaman olur vahdetin sağlandığı ümmetin başına biri geçtiği zaman kanaatimce
 

MiHRiMaH

Son gülen... :/
Katılım
6 Ara 2006
Mesajlar
2,752
Tepkime puanı
769
Puanları
0
Konum
İstanbul...
alıntı- mhrmh"O zaman yapılması gereken bu durumu ve bu yanlışı anlatmaktır!!! "

ilk cümlenden sonraki yazdıkların tümüyle içinde biriktirdiklerini dökmenden ibaret mhrmh..Hak razı olsun yine de..
yalnız bir ricam var Allah'ını seversen "ünlem" işaretlerini azalt karşındaki ile aynı seviyeye düş,ki karşılıklı münazaramız belli seviyede gitsin..

"akıl vermiş Yaradan ayırd-edebilsin bize ne..?" demene şaşırmadım desem yalan olur keza benim adıma endişeleniyorsun da kendi yolundakileri akılsızlık ile itham edip kendi hallerine bırakabiliyorsun demek..ilginç..
belki de yalnış anladım hakkını helal et..

Önyargılı okuyorsun demek yazılarımızı...

Neyse... Ben öyle bir cümle kurmadım, ama yazıda sen ne anlamışsın kardeşim... Benim kasdım "Allah bu aklı yaptıklarımızdan mesul olalım, birilerinin peşine takılıp, ömrümüzü karatmayalım diye de vermiştir!"... Yani kişi kendi yaptığından mesul... Onu o yola götüren vebal alıyormu... Hem de o kişi o şekilde yaşamaya devam ettiği müddetçe... Akıl bize yaşamımızı idame ettirebilecek donanımı ve dinin emir ve yasaklarını uygulayacak idraki bulalım diye verildi birde... E ben de bunu kasdettim... "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın"cı değiliz yani!... Bildiğimizi anlatırız, ama ilerisi bizi bağlamaz çünkü Allah'tır "mukallibel kulub" olan... Cahil bir kimseyi aydınlatmak ne büyük sevap, ama o cahil kişi bir de inatçı ve sabit fikirliyse o vakit senin yapabileceğin çok da birşey kalmıyor duadan başka... Tekrar söylüyorum!!! Kimseyle bir işim yok!... Herkes gittiği yolu üzere haşrolunacak... Doğru bildiğimi yazarım gerisinde şahıslarla(fitne çıkarmadıkları ve de yanlışa sevketmedikleri müddetçe) işim olmaz!!! Kendi yolumdakiler dediğin herhalde türbede saçma işler yapanlar, çünkü benim yazımda kasdettiğim o kişilerdi?! Ki öyle bir izlenimmi verdim ki türbeden çıkmaz gibi algılıyorsunuz?! Keşke gidebilsek türbe ziyaretine ama maalesef...
Şimdi başkası olsa, burda seni oturaklı cümlelerle yerden yere vururdu, "cümleleri anlamadan sui zanla ne konuşuyorsun" diye ama gene sen bana denk geldin fazlaca birşey demiyeceğimi bilirsin ...
 
H

hiç

Guest
defi mefasid celbi menafiden evladır
bir kişinin imanı konan yasak sebebi ile kurtarılacaksa
bence yasak yürürlükte olmalı ta ki insanlara bu işin hakikatı ulaşana kadar bu nezaman olur vahdetin sağlandığı ümmetin başına biri geçtiği zaman kanaatimce

"fenalıgı,bozgunculugu def etmek ,menfaati kazanmaya çalışmak dan daha iyidir.." bu cümle ile anlatmak istediginiz nedir?
anlayamadım ben msjınızın içerigini..


:eek:fftp: mhrmh önyargılı okumuyorum yalnış anladım özür dilerim..:shake2[1]:
 

UBEYDUN

Ordinaryus
Katılım
16 Ara 2006
Mesajlar
2,548
Tepkime puanı
286
Puanları
0
Konum
göçmen
"fenalıgı,bozgunculugu def etmek ,menfaati kazanmaya çalışmak dan daha iyidir.." bu cümle ile anlatmak istediginiz nedir?
anlayamadım ben msjınızın içerigini..


:eek:fftp: mhrmh önyargılı okumuyorum yalnış anladım özür dilerim..:shake2[1]:
ilk mesajınızda belirttiğiniz türbelere gidenlerle alakalı idi oralara gidenlerin oralara gidenleri müdafa edenler kadar bilgileri olduğunu sanmıyorum imanla şirk arasında ise ince bir çizgi vardır
şimdi tekrar edelim
defi mefasid yani insanların buralara gidip şirke bulaşmalarını önlemek eğer buralardan bir menfaat elde edilecekse !bu menfaatten vaz geçmekten hayırlıdır
selamun aleyküm
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 1 ::..

Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir. Allâh'a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur. Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur'ân-ı Kerîm, sâlih ameller, peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh'tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O'na duâ ve ilticâda bulunmak demektir.
Mâide Sûresi'nin 35. âyet-i kerîmesinde:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ

"Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!.." buyurulmaktadır.
Âyet-i kerîmede "vesîle" kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir. Bu itibarla Allâh'a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri sâlih amellerdir. Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir "vesîle" olduğunu ifâde etmişlerdir.
Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir. O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hristiyanlıkta ruhbanlık vardır. Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır. İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz. Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O'na ibâdet edebilir.
Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak, onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir. Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunamamasıdır. Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe, râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz.
Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir. Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler. Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan, tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır. Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet, kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse, bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir. Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz. Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm'ı mes'ul tutamaz.
Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın, zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler. Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh'a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir. Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür'atle terakkî ederek, bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir. Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi. 1
Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler.
Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek, ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır. Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk'ın sevdikleri hürmetine O'na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ'nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.
İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:
"Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i vesîle edininiz!.." buyurur.
İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da:
"Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!.." buyurmaktadır.
Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Bir âmâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek:

____________________
1.Nitekim Hazret-i Mevlânâ'nın rûhunda meknûz bulunan mânevî okyanusu keşfeden Şems-i Tebrizî, âdetâ bir petrol denizini tutuşturmak için beklenen kıvılcım idi. Onun memuriyet ve salâhiyeti bundan ibâretti. Nitekim bu denizi ateşlediğinde öyle büyük bir mânevî infilâk ile karşılaştı ki, kendisi de bu alev ummânı içinde kaldı.



osman nuri topbaş
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 2 ::..

"- Yâ Râsûlallâh! Allâh'a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!.." dedi.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu.
Âmâ ise:
"- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!" deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"- Git abdest al! Sonra iki rek'at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:
"Allâh'ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed'le (O'nun hürmetine) Sen'in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum... Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh'ım! O'nu bana, şefaatçı kıl!.."" (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138)
Hâkim'in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)
Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in de kendi duâlarında çoğu zaman:

بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالاَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِى

"Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)" cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir. (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 257)
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:
"- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen'den beni bağışlamanı istiyorum." dedi. Allâh Teâlâ:
"- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım 1 hâlde Muhammed'i sen nereden bildin?" buyurdu.
Âdem -aleyhisselâm-:
"- Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde "Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü'r-Rasûlullâh" cümlesinin yazılı olduğunu gördüm. Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!" dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
"- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!" buyurdu." (Hâkim, Müstedrek, II, 672)
Diğer taraftan İslâmî an'anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir. Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk'a bir duâ ve niyâzdır. Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur. Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır. Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak, onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir.
Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh'a hamdetmeden ve O'nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü. Bunun üzerine:
"Bu adam acele etti." buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ etsin, sonra Peygamber'e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin." (Tirmizî, Deavât, 64)
Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi, Allâh Teâlâ'nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir. Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ'yadır. Bu yüzden duâda Allâh'ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ'dan istemelidir. Duâda Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh'a yapılan duânın kabulüne sebep olması için mürâcaat edilen bir usûldür.

___________________
1.Ezelde yalnız kendisi var olan Cenâb-ı Hak insanlar ve cinlerin idrâkleri seviyesinde bilinmeyi murâd ettiğinden mâsivâyı yâni kendisinden gayrı olan her şeyi yaratmıştır. Bu yaratışta ilk olan "Nûr-i Muhammedî"dir. Bu sebepledir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Âdem rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim." (Tirmizî, Menâkıb, 1) buyurmuştur. Buna göre Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın cevheri demek olan Nûr-i Muhammedî'nin yaratılışta ilk olmasına mukâbil, bedene büründürülüp ba's olunması (gönderilmesi) enbiyâ silsilesinde en sondur. Yukarıdaki ifâdede Nûr-i Muhammedî değil, beşer sıfatı ile ba's olunan "Zât-ı Muhammedî" kastedilmektedir.



osman nuri topbaş
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 3 ::..

Ayrıca, fazîlet sâhibi sâlih zâtlarla tevessül de, hakîkatte onların sâlih amelleri ve üstün meziyetleriyle tevessül etmek demektir. Çünkü onların Hak katındaki yüksek mertebe ve yüce kıymetleri bu salih amelleri sebebiyledir.
Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bile, Allâh'tan zafer ve yardım taleb ederken muhâcirlerin fakîrleri vesîlesiyle niyâzda bulunur 1 ve şöyle buyururdu:
"Bana zayıfları çağırınız. Çünkü siz ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz." (Ebû Dâvud, Cihâd, 70; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 198)
Zîrâ toplum nezdinde îtibâra medâr olacak bir makâm ve varlıkları olmayan, boynu bükük, kalbi kırık fakat kanaat ve takdîre rızâ ile gönlü zengin olan bu sâlih insanların tevessülüyle yapılacak duânın kabule daha lâyık olduğu muhakkaktır.
Kırık ve mahzun kalbleri vesîle edinerek rızâ-yı ilâhîye vâsıl olabilmek sadedinde Mâlik bin Dinar'ın şu rivâyeti oldukça mânidârdır:
"Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk'a bir ilticâsında:
"- Yâ Rab! Seni nerede arayayım!" dedi.
Allâh Teâlâ buyurdu ki:
"- Beni, kalbi kırıkların yanında ara."" (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Enes -radıyallâhu anh-'tan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, devr-i hilâfetinde vâkî olan kuraklıkta, Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in amcası Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh-'ı yanına almış ve yağmur yağması için Cenâb-ı Hakk'a O'nu vesîle ittihâz ederek:
"Allâh'ım! Peygamberimiz ile Sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimiz'in amcası ile Sana tevessül ediyoruz. Bize yağmur ver!" derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu. (Buhârî, İstiskâ, 3)
Bir başka rivâyete göre Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
"- Allâh'ım! Bulut da, su da Sen'in katındandır. Bulutu gönder ve bize yağmur indir." diyerek tevâzû ve gözyaşları içerisinde uzun ve duygu yüklü bir duâ ile yalvarmıştır. Bu duânın ardından rahmet bulutları gökyüzünde hevenk hevenk kümelenmiş ve bereketli yağmurlara nâil olmuşlardır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu ilâhî ikrâm üzerine:
"Ey insanlar! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir çocuğun babasını sevdiği gibi amcası Abbas'ı sever, ona hürmet gösterir ve onun yeminini kendi yemini sayardı. Ey insanlar! Amcası Abbas hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in gösterdiği bu saygı ve hürmete siz de riâyet edin! Onu, başınıza gelen her türlü musîbette Allâh'a (duâlarınızda) vesîle edinin!" (Hâkim, Müstedrek, III, 377) buyurmuştur.
İbn-i Abdi'l-Berr'e göre şu rivâyet de bu hususta aydınlatıcı bir mâhiyet arz etmektedir:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- istiskâda bulunmak üzere Abbas'ı da yanına alarak (musallâya) çıktı ve şöyle duâ etti:
"Allâh'ım! Biz Peygamberimiz'in amcası ile Sana yaklaşıyor (takarrub) ve onun şefaatçi olmasını diliyoruz (istişfa'). Peygamberin için onu gözet! Nitekim Sen, ana-babasının iyilik ve salâhı yüzünden iki (yetim) çocuğu gözetmiştin.2 Biz istiğfar ederek ve şefaat dileyerek Sana geldik!"
Sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, insanlara yönelerek şu âyet-i kerîmeleri tilâvet buyurdu:
"Rabbinizden mağfiret dileyin! Çünkü o çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsân etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!" (Nûh, 10-12)
Sonra da Abbas -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak duâ etti. Hazret-i Abbas'ın gözleri pınar gibi yaş akıtıyordu. (Bu vesîleyle Allâh'ın yağmur ihsân etmesinden sonra) halk:
"- Seni tebrîk ediyoruz, ey Harameyn sâkîsi!" diyerek Abbas'a dokunmaya başladı. (İbn-i Abdi'l-Berr, İstîâb, II, 814-815)

________________________
1.Bkz. Buhârî, Cihâd, 76; Taberânî, Mûcemu'l-Kebîr, I, 292.
2.Bu sözüyle Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hızır -aleyhisselâm-'ın Hazret-i Mûsâ'ya müdâhalesinden bahseden şu âyete işâret etmektedir:
"Duvara gelince bu, o şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazîne vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, o iki yetim çocuk rüşd çağlarına erişsinler ve definelerini çıkarsınlar. (Bu) Rabbimden bir merhametti. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin içyüzü budur." (el-Kehf, 82).
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 4 ::..

Bu hâdise, sahâbenin bir başka sahâbeyle tevessülünü gösteren apaçık bir delildir. Ancak bu hâl, bâzılarınca tevessülün yalnız sâlih kimselerin hayatta oldukları zaman için mümkün olduğu, vefâtlarından sonra ise kendileriyle tevessülde bulunulamayacağı şeklinde iddiâlara mevzu olmuştur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tevessülü yalnızca vefâtlarından öncesine tahsîs etmek, hakîkati yansıtmayan indî bir görüştür. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın; "Yâ Rabbî! Biz sana peygamberimiz ile tevessül ederdik." şeklindeki ilticâsı, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in yalnız vefatlarından öncesine değil, vefatlarından sonrasına da şâmildir. Zâten Hazret-i Abbas -radıyallâhu anh- ile tevessülleri de onun -başka bir kimsenin değil- Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in amcası olması sebebiyledir. Yâni onun Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir yakını olması dolayısıyla tevessülün nisbet edildiği makâm, vefât etmiş de olsa yine bizzat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmaktadır. Bunun gibi evliyâullâhın büyüklerinin bâzıları hakkında da ölümden sonraki tevessül imkân ve îcâbı vâkîdir. 1
Bunun en açık misâllerinden biri şudur:
Âlimler ve ihtiyaç sâhipleri, selef-i sâlihînin büyüklerinden İmâm-ı Âzam'ın kabrini ziyârette bulunurlar ve onunla tevessül ederek faydasını görürlerdi. Nitekim bunlardan biri olan İmâm Şâfiî Hazretleri şöyle anlatır:
"Bir ihtiyacım olduğu zaman iki rekat namaz kılardım. Sonra Ebû Hanîfe'nin mezarına gider ve orada Allâh'a duâ ederdim. Onun bereketiyle ihtiyâcım derhal karşılanırdı." 2



Öte yandan, sâlih ameller de müşkillerden kurtuluşa bir vesîledir. Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geçmiş ümmetlerden yolculuğa çıkan üç arkadaşın hâlini şöyle bildirir:
"Yolculuk esnâsında yağmura yakalanan üç arkadaş geceyi geçirmek için bir mağaraya girer. Derken dağdan bir kaya parçası düşer ve mağaranın girişini kapatır. Bunun üzerine onlar:
"Sâlih amellerimizle Allâh'a duâ etmekten başka çâremiz yoktur; bizi buradan Allâh'tan başka hiçbir şey kurtaramaz." derler.
Onlardan birisi, ana babasına olan itaatini vesîle kılar. Kaya biraz yerinden oynar fakat mağaradan çıkılacak gibi değildir. İkincisi, Allâh korkusunu, hayâ ve iffetini vesîle kılar. Kaya biraz daha aralanır ama yine çıkılacak gibi değildir. Üçüncüsü de, kul hakkına olan riâyetini vesîle kılarak Allâh'a yalvarır. Bunun üzerine kaya mağaranın ağzından tamâmen kayar ve dışarı çıkarlar." 3
Duânın makbûliyyetine ve müstecâb olmasına vesîle olan diğer bir müessir de esmâ-yı ilâhiyyedir.
Esmâ-yı ilâhiyyenin çokça zikredilmesi sûretiyle de Cenâb-ı Hakk'a bir kısım taleplerin kabulü yolunda ilticâda bulunmak da çok yaygın bir tevessül yoludur.
Âyet-i kerîmede:
"En güzel isimler (esmâ-i hüsnâ) Allâh'a âittir. O hâlde bu isimlerle O'na duâ edin!" (el-A'raf, 180) buyurulur.
Nitekim Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şöyle duâ ettiklerini bildirir:
"Allâh'ım! Ben senin tâhir, tayyib, mübârek ve sana en sevimli olan isminle (o ismin hürmetine) Sen'den diliyorum. O isim ki, onunla sana duâ edildiğinde icâbet edersin, Sen'den istendiği zaman verirsin, Sen'den merhamet taleb edildiğinde rahmet edersin ve sıkıntıdan kurtulmak için onunla Sen'den yardım dilendiği zaman çıkış yolu ve genişlik verirsin."
Bu hadîs-i şerîfin devâmında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-'ya:
"- Yâ Âişe! Hangi ismiyle duâ edildiğinde, Allâh Teâlâ'nın, o duâyı kabul edeceğini bana öğrettiğini biliyor muydun?" diye sormuş, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
"- Anam, babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Onu bana öğretiniz!" deyince de; -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"- O isim sana öğretilmemeli yâ Âişe!" buyurmuşlardır. Bunun üzerine Hazret-i Âişe vâlidemiz oradan uzaklaşıp bir müddet oturmuş ve sonra gelip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in başını öperek:
"- Yâ Rasûlallâh! Lütfen onu bana öğretiniz." demiş; Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tekrar:
"- O ismi sana öğretmemeliyim yâ Âişe! Çünkü o isimle senin dünyâlık bir şey istemen (hiç de) uygun düşmez!" buyurmuşlardır. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- sonrasını şöyle anlatıyor:

_________________
1.Mevzû hakkında teferruatlı mâlumât için bkz. Zekeriya Güler, "Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri", İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı 1, s. 83-132.
2.el-Heytemî, el-Hayrâtü'l-Hisân, s. 94.
3.Bkz. Buhârî, Edeb, 5, Enbiyâ, 53; Zikir, 100.


osman nuri topbaş
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 5 ::..

Bunun üzerine ben de kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk'a şöyle yalvardım:
"- Yâ Rabbî! Ben Sen'i "Allâh" diye çağırıyor, duâ ediyorum. "er-Rahmân", "el-Berr" ve "er-Rahîm" diye çağırıyorum. Bildiğim ve bilmediğim bütün esmâ-i hüsnâ ile Sen'i çağırıyorum. Beni bağışlaman ve bana merhamet etmen için sana duâ ediyorum!"
Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz sözlerine devâmla diyorlar ki:
Ben bunları söyleyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- güldü ve şöyle buyurdu:
"- Şüphesiz o isim, senin duâda bulunduğun isimler içindedir!" (İbn-i Mâce, Duâ, 9)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet eder:
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir adamı:
"- Allâh'ım! Ben, "Hamd sana mahsustur. Senden başka ilâh yoktur. Sen ortağı olmayan teksin. Sen bol nîmet verensin (Mennân). Gökleri ve yeri yaratansın (Bedî'). Sen celâl ve ikram sâhibisin!" diyerek Sen'den istiyorum!" şeklinde duâ ederken işitti. Bunun üzerine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"- Vallâhi bu adam, Allâh'ın ism-i âzamı ile istedi. O isim ki, Allâh Teâlâ, onunla istendiğinde verir ve onunla duâ edildiğinde icâbet eder." (İbn-i Mâce, Duâ, 9; Nesâî, Sehv, 58) buyurdu.
Bu ve benzeri hadîs-i şeriflerden anlaşılacağı üzere, esmâ-i hüsnâ ile tevessül etmek de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sünnet-i seniyyesindendir.

Bâzı âlimler, genelde tasavvufî ıstılahlar olarak zikredilen "tevessül, istiâne, istigâse, istişfâ, teşeffu', teveccüh ve teberrük" lafızları arasında muhtevâ bakımından bir fark olmadığını söylemişlerdir. 1
Yardım istemek mânâsına gelen bu kelimeler, tasarruf salâhiyetine sâhib Hak dostlarından gerek huzurlarında ve gerek de gıyablarında himmet taleb etmeyi ifâde eder. "Himmet taleb etmek" mânen üst derecede olduğuna inanılan sâlih zâtlardan, maksûda vâsıl olma yolunda vesîle olmalarını istemektir. Bu ise, onların duâ, teveccüh, yakın ilgi ve alâkaları ile gerçekleşir.
Himmet kelimesi, ekseriyetle Allâh'ın velî kullarının yardımı hakkında kullanılır. Allâh'ın yardımından ise, "nusret" ve "tevfîk" gibi kelimelerle bahsedilir.
Esâsen, yardım edecek olan yalnız Allâh Teâlâ'dır. O'na yapılan duâlarda vesîlelere tevessül etmeyi, sanki Allâh'tan başkasından yardım talep etmek şeklinde telakkî etmek, muvâfık değildir. Zîrâ, tevessülde kendisine yönelinen zât, ancak Hak Teâlâ'dır.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

وَمَا النَّصْرُ إِلاَّ مِنْ عِندِ اللّهِ

"... Yardım (nusret), sâdece ve sâdece Allâh katındandır…" (el-Enfâl, 10)
"Allâh size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Artık müminler ancak Allâh'a güvenip dayansınlar." (Âl-i İmrân, 160)
Abdullâh ibn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- anlatır:
Birgün, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in terkisinde bulunuyordum. Bana:
"Evlâdım! Sana birkaç söz belleteyim. Allâh'ı (yâni O'nun emir ve nehiylerini) gözet ki Allâh da seni gözetip korusun. Allâh'ı(n rızâsını) her işte önde tut ki, Allâh'ı önünde bulasın. Bir şey isteyeceksen Allâh'tan iste. Yardım dileyeceksen Allâh'tan dile! Ve bil ki bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allâh'ın senin için takdîr ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün insanlar, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allâh'ın senin hakkında takdîr ettiği zararı verebilirler..." (Tirmizî, Kıyâmet, 59)
Bu hakîkati bütün müminler böylece kabul ettikleri gibi namazların her rekatında tilâvet edilen Fâtiha Sûresi'ndeki:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

"(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız Sen'den yardım dileriz." âyet-i kerîmesiyle de bu gerçeği ikrar hâlindedirler.
Nitekim Bedir Harbinde düşmana karşı yaşanan ilâhî yardım üzerine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e:
"Attığın zaman sen atmadın fakat Allâh attı..." (el-Enfal, 17) buyurmuştur. Yâni yaşanılan her türlü mânevî yardım ve lutuflarda gerçek ve mutlak fâil, yalnız Allâh Teâlâ'dır.

___________________
1. Bkz. Sübkî, Şifâü's- Sekâm fi Ziyârati Hayri'l-Enâm, s. 133-134.



osman nuri topbaş
 

kays

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eki 2006
Mesajlar
9,264
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
Kayseri
TEVESSÜL

..:: 6 ::..

Bâzı müminlerin -hiçbir şirk ve küfür kasdı taşımaksızın- Allâh'a yakınlaşma arzusuyla yaptıkları hâlisâne duâlarında, sâlihlerin mânevî yardımlarını ummaları, onların yâd edilmesiyle inmesi ümid edilen rahmetten bir teberrük mâhiyeti taşır. Bu, bir tür mânevî iklîmin, feyiz ve bereketin hâsıl olması içindir. Her şey, ancak ve ancak Allâh'ın dilemesiyle olur. Zâten kendisi vesîlesiyle istiğâse edilen zât, mutlak fâil değildir ve hakîkatte yardım eden sâdece Allâh Teâlâ'dır.
Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; "Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!" gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım te'viller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh'tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır. 1

_________________
1.Bu tür ifâdelerin kullanılabileceğini söyleyenler, bu sözlerin belâğat ilmindeki "mecâz-i aklî" nev'inden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Mecâz-i aklî, fiilin gerçek fâil ve müessirine değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnâd edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre meselâ, "Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman." (ez-Zilzâl, 2) âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allâh olduğu hâlde, fiil hakîkî fâile değil, fiilin mekânına isnâd edilmiş, ancak Allâh murâd edilmiştir.
İşte sûfîler de kendisiyle istigâse edilen zâtın hakîkî fâil değil, hakîkatte yardım edenin Allâh olduğuna inandıklarını ve O'ndan istediklerini söylemektedirler. (Aksi hâlde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul eder.)
Bu konuda Muhammed Ebû Zehrâ şöyle demektedir:
"Avâmın ve câhil müslümanların sözleri, en yakın olanıyla te'vil edilir... Onları Rasûl-i Ekrem'in kabrini ziyâretten engellemek değil, irşâd etmek güzel olur. Onları tekfir veya şirke nisbet etmek değil, anlatmak ve öğretmek uygun olur. Şüphesiz Allâh Teâlâ tevhidi kıyâmete kadar muhâfaza edecektir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhir ömründe, şeytanın bu beldede kendisine ibâdet edilmesinden ümidini kestiğini bildirerek müminleri müjdelemiştir. O hâlde, artık İbn-i Teymiyye tevhidden endişe etmemelidir." (Ebû Zehrâ, İbnü Teymiyye, s. 326).
Dînî edebiyatta çeşitli vesîlelerle sıkça tekrâr edilen "Meded yâ Rasûlallâh!" nidâları da Rasûl-i Ekrem'in âhiretteki şefaatini umarak kendisine mürâcaat mânâsındadır. Bazı insanların buna da şirk gözüyle bakması yersizdir. Çünkü her mümin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in şefaatinin bile sırf Cenâb-ı Hakk'ın dilemesiyle gerçekleşebileceğine zâten peşînen inanmaktadır.



osman nuri topbaş
 

gecekuşu

Üye
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
46
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kocaeli/Derince
TEVESSÜL
Zâten kendisi vesîlesiyle istiğâse edilen zât, mutlak fâil değildir ve hakîkatte yardım eden sâdece Allâh Teâlâ'dır.
Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; "Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!" gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir.
osman nuri topbaş
Allah c.c. razı olsun kardeşim
Açıklama yeteri kadar olmuş.Eğer iyi okunursa , objektif göz ile bakılırsa durum ortaya çıkacaktır.
Burada ince ayrıntıyı da alıntı yaparak tüm tasavvuf ehline isnad edilen gerçek yapılmıştır.
Elbette ki yok değil bu tür işleri yapanlar.Var fakat tasavvufta bu hataya devam etmek daim olanlar yoktur.Çünkü hatası , ki yapıyorsa derhal bir şekilde uyarılır.
Fark burada işte
Selamet ile
 

HÜRADAM

Paylaşımcı
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
117
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
RÛHÂNİYET VE CİSMÂNİYET

Öteden beri işitiliyor ki bazı veliler bir yerde, iki yerde, birkaç yerde aynı anda bulunabiliyor. Bunun içyüzünü size arzedelim.
Geçen gün bir arkadaş geldi. “Dünürüm çok hasta, yanından geliyorum. Bana sizden bahsederek ‘Şimdi yanımdaydı, şurada namaz kılıyordu.’ dedi. Halbuki siz buradasınız. Bunun hikmeti nedir?” diye sordu.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu kudsî ruhla destekler. Rûhâniyet O’nun yürütüp kullandığı bir ruhtur. Onu yalnız O bilir ve kullanır. Onun rûhâniyetinden lâtifeler halkeder. O lâtifeler onun mânevî askeridir. O askerleri Allah-u Teâlâ dilediği yerde yürütür, çalıştırır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” (Fetih: 4)
Dilediği şekilde işlerini yönetir.
Bu lâtifelerden bazen kişinin haberi olur, bazen haberi bile olmaz. Bir yerde değil, kırk yerde, dilediği yerde bulundurabilir.
O rûhâniyetin askeri olduğu için, kılına varıncaya kadar herşeyi ona benzer. Kesinlikle ayıramazsınız.
Rûhâniyet aynı bir arkadaş gibi, kişinin yanında bulunur, gelenlere mukabele eder. Onu ziyarete melekler gelir, huriler gelir, gayb âleminden Allah-u Teâlâ’nın murad ettiği kimseler gelir. Neler neler, kimler gelir, akıl almaz.
O kişinin keşfi açıksa onları görür, karşılar, uğurlar. Keşfi açık değilse onları rûhâniyeti karşılar, onlarla konuşur ve onları uğurlar. Allah-u Teâlâ kimi kapalı yürütüyorsa, rûhâniyet onlara mukabele eder. Onun vazifesini o yapar.
Allah-u Teâlâ dilediği kadar tecelli eder, o lâtifeleri çalıştırır. Burada şu hususu arzetmek istiyoruz ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, Mürşid-i kâmil ise bir maske olmuş oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ’nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana.” buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ’nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.“O Lâtif’tir, Habir’dir.” (En’âm: 103)Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ’nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Mürşid-i kâmil’in gerçekten de bir maske olduğu apaçık anlaşılmış oluyor.
Fakir der ki:
“Ben değersiz ve hükümsüz bir mahlûkum. Bütün değer ve hüküm Hazret-i Allah’a âittir.”
Bu arzettiğimiz beyanlarla Mürşid-i kâmil’in hükümsüz, değersiz ve bir maskeden ibaret olduğu anlaşıldı.
Diyeceksiniz ki; “Peki Mürşid-i kâmil’in değeri nerededir?”
Allah-u Teâlâ yalnız o maskededir. İşte Mürşid-i hakiki dediğimiz Hazret-i Allah budur.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde:“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu Âyet-i kerime’nin sırrı da bu noktada açılmış oldu. Zavallı insan “Ben, Ben, Ben” der benlik putuna tapınır durur. Özünde nefis, sözünde “Ben!”.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:“O Zâhir’dir.” (Hadid: 3)
Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş, meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş, meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O’nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O’nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ’nın yanında değişmez.
Madde ile mânâ arasındaki fark:
Cismâniyet âlem-i halk’tan, rûhâniyet ise âlem-i emir’dendir.
Cismâniyet zulmânidir, rûhâniyet nurânidir.
Cismâniyet hayvânidir, rûhâniyet melekîdir.
Cismâniyet yer, içer, gaflete düşer; rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez.
Cismâniyet varlık benlik iledir, rûhâniyet Allah-u Teâlâ’nın emrindedir.
Cismâniyet şeytanın oyununa düşer, rûhâniyet daima uyanıktır.
Cismâniyet halk iledir, rûhâniyet Hakk iledir.
Cismâniyet zevk sefâ iledir, rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.
Hakikat ehlinde rûhâniyet ve cismâniyet ayrılmaktadır.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun ruhâniyetinden lâtifeler halkeder. Ne kadar halkettiğini O bilir ve o latifeleri O çalıştırır, bazen kişinin haberi bile olmaz. Bu gizli bir ilimdir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın ruhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Bu gibi kulların rûhâniyetleri daima uyanıktır.
Cismâniyetin uyuması veya uyanık olması rûhâniyeti etkilemez. O daima uyanık olduğu için Allah-u Teâlâ o rûhâniyetten lâtifeler halkeder ve onları hareket ettirir.
Allah-u Teâlâ’nın lütuf izniyle kendisinden mânen istimdat edenlerin yardımına yetişir, ister yakın ister uzak olsun.
Gerek ziyaretine gelen meleklerle, veyahut gayb âlemindeki insanlarla görüşür ve konuşur. Tıpkı insanın yanında başka bir insan bulunuyormuş gibi, rûhâniyet onlara mukabele eder. O kulun bundan haberi bile olmaz, Allah-u Teâlâ ona isterse bildirir, isterse bildirmez.“Gözlerim uyur kalbim uyumaz.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inde rûhâniyet ile cismâniyet arasındaki farklılığı gayet güzel olarak öğrenmiş oluyoruz.
Hayatta da olsa, âhirete intikal ettikten sonra da olsa izn-i ilâhi ile kendisinden istimdat edenlerin imdadına yetişir.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın rûhâniyetle, kudsî ruhla desteklediği kullarda olur, başkasında tecelli etmez.
Rûhâniyet nurlar çeşidinden olduğu için güneş ışığı gibi yakınlık ve ıraklık tesirinden uzaktır.“Eğer Yemen’de olsan, benim ile isen yanımdasın. Yok bensiz isen, yanımda da olsan, Yemen’de gibisin.”
Farsça şiiri dahi bu hakikatı izah için âdil bir şâhittir.
Rûhâniyet dünyada seninle olduğu gibi, kabirde de seninle, mahşerde de seninle, cennet-i âlâ’da da seninle arkadaştır.
Bunun delili şu Âyet-i kerime’dir:“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)
Ahlâk-ı zemime ile meşgul olanlar, nefis ve şeytana uyanlar, dünyada o kötü arkadaşla oldukları gibi, kabirde de, mahşerde de, cehennemde de onunla arkadaştırlar.
ÖMER ÖNGÜT(K.S)
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Acluni Hadis hafızıdır.. Ama, Müçtehid derecesinde bir Hadis alimi değildir.. O nedenle bir hadise mevzu kaydını düşmesi Müçtehid derecesindeki Hadis alimlerine göre bir kayıt değildir; Hadis İmamları bu Hadis'i mevzu olarak görmemişlerse Acluni'nin mevzudur demesi bir delil ifade etmez.. Kendisine göre mevzu kabul edilmiştir denilir; yani Acluni, kendi ölçütlerine göre bu Hadis'in sıhhat derecesini bilememiştir denilir..

İkincisi bilinen yaygın bir yanlış: Keşful Hafa, Mevzu (uydurulmuş) Hadisler kitabı değildir.. Bu kitaptaki her Hadisteki kayıt önemlidir: "Mevzudur", "Değildir", ya da "mevzu ama mana olarak sahihtir" gibi ayrı ayrı kayıtlar düşülmüştür.. Onlara dikkat edilmeden, kitap tamamiyle mevzu hadislere ayrılmıştır demek yanıltıcı olacaktır..
 

erdost

Üye
Katılım
5 Şub 2007
Mesajlar
44
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
ANKARA
Web sitesi
www.erdost-koc.av.tr
Iza Câ El-kaderi, Umiyel-basar

Sebebler tahtında vücuda gelen hadiseler, o sebeblerin halis malı değil. Belki asıl o hadisenin hakiki sahibi KADERDİR. Kader ise Hikmet-i İlahiye ile hükmeder. Bu tip meselelere yanlış, hatalı, bidat ..vs gibi diyerek şiddetli itaraz edenlerin HAKSIZ VE MÜFRİTANE itarazlarını bütün bütün onlara vermeyeceğiz.Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Ehl-i Sünnete musallat olmuşlar. Onlar zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne hareket ettikleri için cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:
1-Hadîs-i sahîh ile sabit olan kabir ziyaretine ve evliyalara karşı vaziyette lazım olan hürmet-i şer'iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşru hâdiseler ortaya çıktı. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâyı ismî derecesine çıktı. Onlara hürmet ancak MANAYI HARFİ cihetiyle kalmalıdır. Yani bizzat, zatları itibariyle onlara bakılmaz. ONLAR MASDAR DEĞİL, MAZHARDIRLAR. Birer aynadırlar, aynada görünen nur aynanın içinden çıkmaz, GÜNEŞTEN ÇIKAR VE GÜNEŞE İŞARET EDER. Aynayı sevmek ve hürmet etmek ve nurundan istifade istemek, GÜNEŞ HESABINAYSA MANASI VARDIR. YANİ, SIRF CENABI HAKK HESABINA, MAKBUL BİR ABDİ OLDUĞUNA VE ŞEFAATİNE VE MANEVİ DUASINA MAZHAR OLMAK İÇİN OLAN MEŞRU HÜRMETTİR. Yoksa o kabir sahibini âdetâ hakiki tasarruf sahibi ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdîs etmek MEŞRU DEĞİLDİR. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o bilinen ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, bu itirazcıları EHLİ SÜNNETE musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını , aşırılıklarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı.
İkincisi: Şu asırda maddî fikir galip gelmiş. Görünüşteki sebebler, hakîki sanılıyor. İnsanlar sebeplere yapışıyor. Eğer görünüşteki sebepler bir âyine hükmünden çıkıp dikkati kendisine çekse, HAKİKİ TEVHİDE ZIT OLUR. İşte, şu gâfıl maddî asırdaki insanlar, dindar da olsa, esbâba fazla sanılmalarına ALLAH'IN HİKMETİ müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve İSLAM BÜYÜKLERİNİN türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, CENAB-I ALLAH'IN HİKMETİNE şu zamanda pek uygun düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve mağrur ehl-i enâniyet nazarında kendisine kıyas ederek, İslam büyüklerinin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham ediyorlar. İslam büyüklerine karşı câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharribleri Ehl-i Sünnete musallat etti. Onlarla tâdil edecek.
 
Üst