Etyen Mahçupyan: Oyumu Erdoğan'a vereceğim

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mahçupyan: “PKK Mağdur Değil Muktedir!”

Mahçupyan: Her siyasi aktör, seçimlerinin siyasi ve ahlaki sorumluluğunu almak zorunda. PKK şiddetinin sorgulanmaması şu an çözümün önündeki en büyük engel. Örgüt Kürt siyasi alanını da gasp etmiş durumda. Türkiye entelektüelleri, evveli olmakla birlikte son haftalarda, PKK şiddetinin kol bacak kopartan, insan öldüren bir şiddet olup olmadığını, bu şiddete karşı tavır almanın, reddetmenin ahlaki mi siyasi mi bir tutum olacağını, devlet-Kürtler-PKK üçgeninde kimin mağdur, kimin muktedir olduğunu, kimlerin hangi maskeler ardında gizlendiğini, hangi siyasetin şiddet içerdiğini tartışıyor.

İyi de ediyor. Gecikmiş ama son derece gerekli ve verimli bir tartışma bu. Çünkü mağdur, muktedir, özgüven, şiddet, sorun, çözüm, siyaset, sorumluluk gibi kavramlar ve olgular gibi, olaylar ve aktörler de siyaseten ve ahlaken gözden geçirilmeyi, belki de temize çekilmeyi bekliyor.

Tartışmanın ne olduğunu, nasıl yürüdüğünü ve nereye evrileceğini Türkiye siyasetinin en iyi gözlemcilerinden biriyle, Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Etyen Mahçupyan ile konuştuk.

Röportaj: Fadime ÖZKAN

Askeri vesayetin kaldırılması, darbeci zihniyetin geriletilmesi, demokrasinin gelişmesi gibi konularda aynı çizgide buluşan aydınlar arasında KCK davasıyla birlikte bir ayrışma yaşandı. Önce muhafazakâr demokratlarla, liberal demokratlar arasında gibi görünen ayrışma, gelinen nokta itibariyle sosyalist solcularla demokratlar arasında sürüyor. Niye oldu bu ayrışma?

Esasında bu ayrışma PKK’nın varlığı ve siyasi tercihleriyle ilgili olarak başlamıştı ama giderek daha berrak hale geldi. KCK da PKK’nın bir yapılanması, siyasi bir tercihi sonuçta. Ama muhafazakârların yaptığı şey hükümeti tutmaktan başka bir şey değil. Ne kadar demokrat oldukları konusunda da soru işareti taşıyorum. Yargıya ve hükümete güveniyor, sonucu bekleyelim diyorlar. Bu bir düşünce değil, bir siyasi tavır. Ama solcular ve demokratlar ise olması gereken nedir, doğru pozisyon nedir, meşruiyet nedir gibi sorular soruyor, değişik cevaplar veriyorlar.



SOLCULARIN TUTUMU AHLAKİ

Tartışma ağırlıklı olarak PKK’nın ürettiği şiddete alınmayan tavır üzerinden yürüyor. Nabi Yağcı, muktedir (devlet) sorunu bile bile çözmüyorken, eşit muamele yapamam, mağdurun yanında olurum diyor. Kürtlerin mağdurluğu PKK şiddetini haklı kılar mı? Geçmişte bir kere mağdur olmak onu ahlaken hep o haklı pozisyonda tutar mı?

Ortada bir mağdur varken ben o mağduru ne olursa olsun muktedirle eşitlemem ayıptır günahtır gibi bir yaklaşım olabilir. Bu ahlaki bir duruştur ama siyasi bir pozisyon değildir. Eğer o ahlaki duruşu siyasi bir pozisyona tercih ederseniz, mağdur olan ne yaparsa yapsın olabilir demeye gelirsiniz. Ve muktedir açısından mağduru suçlamak daha kolay hale gelebilir. O zaman da sorun çözülmez. Siz sadece kendi pozisyonunuzu aklamış olursunuz.

Hâlbuki sorun siyasetle çözülecekse, söylediğimiz şu: Her siyasi aktör siyasi sorumluluk taşır. Siyasiler her zaman neyi söyleyeceklerini ve neyi yapacaklarını seçerler. Seçim, bir ahlaki duruş olayıdır. O seçimi yapan, o seçiminin sorumluluğunu siyaseten taşınmak durumundadır. Evet, Kürtler mağdurlar. Ve Kürtlerin bir siyaseti var, PKK tarafından domine ediliyor. Bu, olası tek siyaset değil bir kere. Olabilecek siyasetlerden biri.



ŞİDDET PKK İÇİN BİR SEÇİM, ZORUNLULUK DEĞİL

Kürtler bunu tercih etti denebilir mi?

Zor çünkü bu tarihsel olarak çıkan bir sonuç. Ama PKK denen aktörün tercihlerinin siyasi sorumluluk taşıyan tercihler olduğunu görmek zorundayız. Diyelim ki parlamentonun açıldığı, anayasa komisyonunun toplandığı gün Silvan saldırısı oluyor. Bu bir tercihtir. Olmayabilirdi. Ya da farklı bir eylem yapabilirlerdi. Sivil itaatsizlik, yürüyüş, deklarasyon… birçok seçenekleri vardı. Namütenahi bir listeden bunu seçtiler. Ve bu eylemin, bu seçimin hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaması Türkiye’yi Kürt meselesinde çözümsüzlüğe iten şeylerden biri bence. Çünkü şiddet kullanan bir mağdur olduğu müddetçe, muktedirin şiddet kullanması önemsizleşir. Muktedirin davranışı değişsin istiyorsanız, şunu soracaksınız kendinize, siz şiddet kullanınca muktedirin davranışı değişir mi? Değişmez, demek ki oyunun kuralı buymuş diye devam eder. Dolayısıyla burada siyasi sorumluluk mağdura, ahlaki sorumluluk muktedire düşüyor. Muktedir kendi yaptıklarıyla yüzleşmek, bunun hesabını vermek zorunda. Ama şu anda yarının siyasetini kim değiştirecek diye sorarsak, cevap: mağdur değiştirecek. Çünkü muktedir zaten değiştirmek istemiyor.



ÇÖZÜM SİLAH BIRAKMAKTA

Mağdur ne yaparsa muktedirin siyaseti değişecek?

MİT-PKK görüşmelerinde açıkça gördük ki, iki tarafta da yüzde 95 anlaşma var. Bu, aslında olay bitmiş demek. Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini masaya oturtmuş olan bir PKK var. Doğru yöntemi seçebilirsen muktedir dünyanın gözleri önünde eski tutumunu devam ettiremez. Çünkü zaten kendisi çözüme evet dedi. Devlet istemese bile –ki bazı şeyleri yapmayı istiyor- bu reformları yapmak zorunda kalırdı. Devletin bunu yapmasını sağlamının yolu açık; silah kullanmayı geçici olarak bırakmak. PKK bu avantajı kullanabilseydi AB’den Amerika’ya bütün dünya madem anlaştınız, o zaman bu reformlar bir an önce hayata geçsin, Kürtçe eğitim tartışılmaya başlansın falan diyeceklerdi. Şimdi ne oldu? Kaç ay geçti, bu kadar insan öldü ve hala değişim yok. Kim kaybetti? Açık ve net olarak Kürtler kaybetti.



PKK MAĞDUR DEĞİL MUKTEDİR

PKK 30 yılın sonunda 36 ülkede örgütlenmiş, geniş bir network’ü, medyası, “ordusu”, Meclis’te temsili ve tabanda ciddi karşılığı olan, hatta sorunun ve bu alanın tek hakimi olma iddiasında bulunan bir örgüt. Bu haliyle PKK, Kürtlerin mağduriyetini gasp edip “muktedir”e karşı “mağdur” titrini kullanabilecek durumda mı?

Mağduriyeti nasıl tanımladığınıza bağlı. Eğer tarihi, sosyolojik, ahlaki bakıyorsanız evet Kürtler mağdur olmaya devam ediyor. Ama siyasi olarak bakarsak Kürtlerin mağduriyetinden söz etmek pek mümkün değil. Devlet ahlaken, PKK siyaseten sorumlu derken de uçlara çekerek söyledim. Tabi ki her ikisi de hem ahlaken hem siyaseten sorumlu. Ama burada birinin geleceği dönüştürmekte etkisi daha fazla. PKK siyaseten sorumlu ve eğer PKK siyaseti dönüştürecek güce de sahipse şu anda, onun siyasi mağduriyetinden söz etmek pek mümkün değil. Ayrıca Kürt dünyası içinde siyaset ne kadar var ve ne kadar özgür, soruları da var. PKK bu alanı domine etmiş durumda ve Kürtlerin bazı alt segmentleri PKK yüzünden siyaseten mağdur. Burada bazı katmanlar var. Ve bu durum PKK’nın sorumluluğunu daha da artırıyor. Çünkü oranın siyasi belirleyicisi PKK.



ÖRGÜT SİYASETEN AŞIRI ÖZGÜVEN SAHİBİ

Dolayısıyla Kürt siyasi alanının muktedirinin, mağdurlar yarattığını da görmek gerekir. Nabi Yağcı, mağdur ve muktedir arasında özgüven farkı olduğunu, mağdurun özgüvensizliği nedeniyle çözümün ondan değil muktedirden beklenmesi gerektiğini söylüyor. Sorum şu: PKK’nın bir özgüven sorunu var mı?

Özgüven bir siyasi bağlamda mı yoksa sosyolojik, psikolojik, ahlaki bağlamda mı olduğu konusunda fark var. Mesela Kürtler de, genel olarak Ermeniler de kendine güvensizdir. Çünkü başlarına gelen buncu şeyden sonra özgüvenli olmaları mümkün değil. Kamu personeli karşısındaki durumlarının ne olacağını, başlarına ne geleceğini mesela hiçbir zaman öngöremiyorlar. Hakarete uğrayıp uğramayacaklarını ve hakaret olduğu takdirde ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar. En uygun davranışın ağızlarını kapatıp gitmek olduğunu öğrenmişler. Bu zaten bir eziklik hali ve bu da devletin ayıbı. Bunun getirdiği tabi, bir psikolojik özgüvensizlik hali var. Ama iş siyasete ve siyasi aktörlere geldiği zaman PKK’nın özgüvensizliğinden bahsetmek bana çok abes geliyor. PKK, aksine son derece öz güvene sahip ve bu özgüven üzerinden de kendisine alan açan, dominasyonunu daha da artıran bir örgüt. Dolayısıyla eğer Kürt siyasetinin ya da Kürtlerin bir siyasi temsili olmasaydı, mesela Alevilere benziyor olsalardı, konsolide bir siyasetleri olmasaydı o zaman bu özgüvensizlik daha temel olurdu ve devlet çok daha fazla sorumlu tutulurdu. Ki bence Alevi meselesinde durum böyle.



PKK ve Kürtler meselesinde durum nasıl?

Burada bir konsolidasyon var, tek bir örgüt her şeye hakim. Üstelik, o tek bir örgüt silah kullanan bir örgüt. Kendi politikasını, stratejisini hiçbir engel tanımadan hayata geçiren, kendi şartlarını dayatan bir örgüt. O yüzden PKK’nın özgüven eksikliği olduğunu söylemek biraz garip. Dolayısıyla Nabi’nin dediği özgüven bahsinin ancak çok genişletilerek anlaşılabileceğini ve Kürt siyasilerinin de buna sırtlarını dayamaya hakları olmadığını düşünüyorum. Siyasete soyunan insanlar özgüvensizliklerini bırakmış insanlardır. Aksi halde siyaset yapamazlar, yapmasınlar. Ve PKK da zaten öyle değil, son derece özgüvenli.



BDP KİŞİLİKSİZ BİR SİYASET İZLİYOR

BDP’li vekillere özellikle son birkaç yıldır sorunun çözümü konusunda büyük bir ‘temenni’ ile bakıldı, inisiyatif almaları beklendi ancak alamadıkları görüldü. İmralı’yı işaret ettiler, kendilerini etkisizleştirdiler, ya da gerçekten durumları buydu. Ama netice itibariyle BDP’li siyasetçilerin ya da o kanatta, PKK hattında siyaset yapanların bir özgüvensizliğinden bahsedeceksek eğer, bu, dışarıdan yüklenen değil, bilakis onların kendi iç yapılanmalarından kaynaklanan bir özgüvensizlik olduğunu da görmek gerekmez mi?

Kesinlikle öyle. BDP kesinlikle özgüvensiz ve bunun nedeni Kandil’le İmralı. Bu özgüvensizliği Kürtlerin dışına çıkartarak kurtulmak mümkün değil. Şu anda Kürt siyasetinin çeşitli katmanlarında özgüvensizlik varsa –ki var- bunun giderilmesi iyidir ama o zaman PKK ile onlar arasındaki ilişkiye dönmek lazım. O nedenle oradaki özgüvensizlik, PKK’nın aşırı özgüveni yüzünden oluyor zaten. Ve esas dengesizlik, asimetri belki de orada. Bu öyle bir asimetri ki BDP’nin kendine has bir duruşu olmasını, özerkliğini, kişiliğini engelliyor. Ve giderek daha kişiliksiz bir sivil siyaset üretiyor. Bunun da bir siyasi bedeli varsa eğer, bunu da doğru yerde aramak lazım. Herhalde BDP’yi bu hale getiren Türkiye Cumhuriyeti devleti ya da AK Parti’nin tutumu değil. Evet, AK Parti’nin reddedici yanlış bir tutumu vardı ama karşısında daha özgür bir BDP olsaydı bu tutum geri teperdi, AK Parti geri adım atmak zorunda kaldı.



HÜKÜMET ÇÖZÜM İÇİN BDP’Yİ MUHATAP ALMALI

Diyelim ki, sivil Kürt siyaseti hareketinin Kandil-İmralı arasındaki sıkışmışlığı bir tercih değil zorunluluk. Onların özgürleşmesine, özgüven kazanmasına dışarıdan yardımcı olmak mümkün mü?

Orada yine de en fazla sivil çizgiyi takip edecek olan, etme ihtimali olan kurum BDP’nin kendisi. AK Parti’nin kolaycı bir siyaset izlediğini düşünüyorum. Diğerlerini muhatap görmediği andan itibaren, zaten bunların hepsi PKK’lı, uluslararası açıdan hangi ilişkilerin içinde oldukları belli değil, dolayısıyla burada muhatap alınacak herhangi bir aktör yok kanaatine vardı ve bütün bağlarını kopardı. Ama daha devlet geleneğinin içinden bakabilseydi, Osmanlı’daki siyaseti içselleştirebilseydi, Kürt siyasetindeki barışçı bir demokratik çözüm yolunun BDP’nin güçlenmesinden gideceğini görürdü ve bunu da doğrudan ve dolaylı eylemlerle yapabilirdi.

Nasıl?

Açık rutin görüşmelerle, hiçbir şey konuşmasalar, sırf çay içseler bile yan yana gelmelerle. İnsani meseleleri mesela Meclis’in işlemesiyle ilgili, Meclis’teki kantinin konusunu konuşabilirler. Tamamen insani ilişkiyi kurmak ve muhatap aldığını, ben buranın sesini ve sözünü önemseyeceğim, mesajını tüm diğer aktörlere verebilmek. Bu BDP’yi zor durumda da bırakabilirdi, geri çekilmesine de neden olabilirdi ama BDP’nin kendisini daha iyi hissetmesini, bu tür bir yola kendiliğinden girmesini de sağlayabilirdi. Bu tür bir şansın BDP’ye verilmesi gerekiyor. Hem bu şansı vermemek, hem de açıkça PKK altında ezilen BDP’nin kafasına kafasına vurmanın çok da mantıklı bir yöntem olduğunu düşünmüyorum.



PKK TABANINDA PSİKOLOJİK AYRIŞMA VAR

BDP üzerinden gidelim. “Mağdur” kendi sorumluluğunu ne kadar alıyor peki? Hem BDP yönetimi hem BDP’ye oy veren taban açısından -ki onların bazılarının dağa oğul-kız verdiklerini de dikkate alarak- soruyorum. Onlar, sivil siyasetin güçlenmesi, özgüven ve söz sahibi olabilmesi için, bu itilip kakılmanın sorumluluğunu ne kadar alıyor mesela, düzelmesi için gereğini yapıyor mu? Türkiye’de askeri vesayetin geriletilmesi için sadece siyasetçiler çabalamadı, çünkü bu yukarda oluşmuş aşağıya empoze edilmiş bir tavır ve kararlılık değildi, bilakis aşağıdan yukarıya yükseldi bu psikoloji…

PKK’nın tabanında en azından iki grup var. Biri aynen PKK gibi düşünen ve kendisini Kandil’deki biriyle aynı konumda gören, hisseden militan taban. Bir de oy veren, sonuçta bu Kürt siyasetidir ve desteklenmesi gerekir diyen sempatizan bir taban var. Bu ikisinin giderek ayrımlaştığını düşünüyorum ben. Siyaseten ayrımlaşmaları biraz zaman alabilir ama psikolojik olarak ayrımlaşıyorlar şu anda. Çünkü açığa çıkıyor ki şiddet kullanarak gidilecek yol hakikaten Kürtlere haklarını getirmeyecek. Başka bir siyasetin üretilmesi lazım. Bu siyasetin üretilmesi sorumluluğu da tabi ki siyasi aktörün kendisine düşüyor. Bu sorumluluk olayına farklı bakışlar, tartışmalar da başladı. Eskiden kepenk kapatma eylemi gönüllü yapılıyordu artık öyle değil, hatta kepenkleri kapatın diyenleri kovalıyorlar bazı yerlerde. Veya PKK’nın halka toplanın, şunu bunu yapın çağrılarına karşılık vermiyor insanlar. Bunu anlamlı bulmuyorlar. Dolayısıyla orada, PKK istese de istemese de Kürtlerin tabanında şu anda bir tür bireyselleşme özgürleşme yaşanıyor. Bu da eninde sonunda siyasete yansıyacak.



KEPENKLER GÖNÜLLÜ KAPATILMIYOR

Bundan birkaç yıl öncesine dek şehirlerde yüz binlerce Kürt sokağa çıkar, büyük kitlesel eylemler yapardı. Artık ne askeri operasyonlar ne KCK davasının ardından öyle eylemler ya da sokaklarda kalabalıklar yok. Bu durumu bahsettiğiniz ayrışma ve bireyselleşmeye mi bağlayalım, eskiden bu kalabalıkları motive eden harekete geçirenin KCK yapılanmasının çökertilmiş olmasına mı?

Bence benim dediğim şey çok daha kritik. Çünkü hatırlıyorum, birkaç yıl öncesine kadar KCK operasyonu ilk kez yapıldığında PKK’nın bakışı hiç de olumsuz değildi. Çünkü KCK operasyonu yapıldıkça Kürt tabanında daha büyük kaynamalar ve örgüte katılımlar oluyor. Onun için siz istediğiniz kadar içeriye adam alın. Yüz tanesini alsanız, iki yüz adam çıkıyor yeniden. PKK’nın işine geliyordu.

Mağdurluğun kanırtılması…

Aynen. Şu anda bu olmuyor ise, bu PKK’nın “hatası”. PKK’nın kurduğu bu dominasyon, Kürtlerin daha az KCK’lı olmasına doğru götürdü Kürtleri. Yoksa devletin KCK operasyonlarını tasvip eden bir Kürt olduğunu düşünemiyorum. KCK operasyonlarının meşruluk ayağı çok sağlam değil. Bu KCK’dan kaynaklanmıyor, yargı sisteminden kaynaklanıyor. KCK legalle illegali bir araya getirmiş, nereden nereye geçiş yapıldığı hiç belli olmayan ve hedefler olarak kabul edilmesi mümkün olmayan, herhangi bir devletin bunu kabul etmesi imkânsız. Son avukatların tutuklanması, tam bir skandal bence çünkü avukatların suçu Kandil ile İmralı arasında haber taşımaları ise bunu MİT müsteşar yardımcısının yaptığını da öğrendik. Dolayısıyla bütün bunlar olurken Kürtlerin KCK temizlendi, oh ne rahatladık, dediklerini düşünmüyorum. Ama eğer PKK gerçekten demokratik bir örgütlenme kurabilseydi, Kürtlerin gerçekten sahiplenmelerini sağlayabilecek bir esneklik sergileyebilseydi o zaman şu anda belki yüz binlerce insan KCK’lı oluyor olurdu.



ÖCALAN’I İMRALI’DAN KANDİL DEĞİL BDP ÇIKARIR

BDP’liler bu konuda Abdullah Öcalan’ın dediğini de dinlemiş görünmüyor aslında, çünkü Öcalan BDP’lileri, siz meşru siyasetçisiniz, ne işiniz var illegal örgüt içinde, diye de azarla karışık uyarmıştı…

Ama bunlar taktiksel biraz. Öcalan’ın söylemesi, kendi yanında, altında bulunan farklı aktörler sistematiğini korumayla ilgili, hata yapmamayla ilgili ama siyasi bir imkan yaratmayla ilgili değil. Ama bunu hükümet yapsaydı, bu bir siyasi imkân demekti, Abdullah Öcalan’ın demesine gerek yok. Zaten aklın gereği olarak BDP’liler bu yolu bulacaktı ve Öcalan da çok daha net bir biçimde bu çizginin kullanılması gerektiğini ve buradan başka bir siyasete doğru gitmeyi önerecekti. Çünkü Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan çıkaracak olan Kandil değildir BDP’dir. BDP, AK Parti ilişkisi bambaşka bir boyutta yaşanıyor olsaydı Öcalan şu anda çok daha farklı koşullarda olabilirdi. Çünkü Öcalan bu sayede BDP ile bağlantılı hale getirecekti kendisini, Kandil farklılaşacaktı. Burayı siz boş bırakırsanız daha güçlü olan Kürt aktörü tabi ki işi kontrolüne alıyor. Daha güçlü olan da şu an Kandil. Kandil’in parçası haline getirirseniz herkesi, tabii ki konuşamazsınız kimseyle. Kandil konuşulabilir değil pek fazla.



TALABANİ VE BARZANİ ÇÖZÜMDE ÇOK SAMİMİ

Talabani ve Barzani’nin yürüttüğü görüşmeler var hâlihazırda. Umutlu açıklamalar da geliyor ama pek güçlü bir yansıması da olmadı Türk kamuoyunda, medyasında…

Çünkü Kandil Türkiye ile görüşmenin olmadığını söyledi. Talabani de Barzani de ayrı ayrı görüşüyor bildiğimiz kadarıyla. Bunun dışında bir alternatifi öngörmek de pek kolay değil zaten. Çünkü bir kere PKK – Türkiye ilişkileri ve genelde Kürt sorunu konusunda en önemli aktör Amerika. Amerika Irak’tan çekilecek. Ve burada çok dalgalanan bir coğrafya var. Bu coğrafya aynı zamanda, dünyaya bir barış gelecekse en kritik alanlardan biri. Kafkaslarla çok ilişkili, orası da çok kritik. Ve bu coğrafyada Türkiye uzun vadede tek istikrarlı ülke ve iyiye gidiyor ve bu güven unsurunun devam etme ihtimali var. Hem çoğunluğun oyunu alan bir hükümet var hem Ortadoğu ülkelerine gidip laikliğin ne kadar iyi bir şey olduğunu anlatan bir başbakan var. Böyle bir Türkiye’nin temel aktör olduğu bir bölge istiyor Amerika. Aynı zamanda ama çıbanbaşları olmasını da istemiyor, -PKK’yı kast etmiyorum, PKK-Türkiye ilişkisini çıbanbaşı olarak görmek gerekiyor.

Anlamadım.

PKK geçmiş tüm Kürt politikalarını düşününce, önünde sonunda olacak olan şeydi. İleride de normalleşecek olan şeydir ama bu zaman alacak ve nasıl olacağını göreceğiz. Dolayısıyla burada önemli olan siyasi aktörün kendisi değil. Ama bu siyasetin kendisinin tasfiye olması, yerine başka bir siyasetin gelmesi lazım. Bu her iki taraf için de geçerli. Amerika bunu yapmak istiyor. Ama Irak’tan da çekileceği için, yerel aktörler çok titiz bu konuda. Kendilerini Amerika’ya ispatlamak istiyorlar. Bir daha Amerika’nın gelmeyeceği şekilde burada kendi hükümdarlıklarını sergilemek istiyorlar. O yüzden de Kürt meselesini barışçı bir şekilde çözmeyi belki Türkiye’den de, PKK’dan da daha çok isteyen Talabani ve Barzani’dir, Amerika’yla birlikte. Onun için ben bunun doğru şekilde gideceğinden eminim aslında. Ama her zaman olduğu gibi zikzaklarla gidiyor ve her zaman olduğu gibi pazarlık masasına daha sağlam oturma mantığı, karşı tarafın kolunu bükme çabaları oluyor ve o zaman da konuşmayı engelleyen bir başka süreçten gidiyorsun. Ama eninde sonunda bu konuşma noktası gelecek. Ve de bence daha önce yüzde 95’inde anlaşıldığı görülen o paket ortaya gelecek. Ama o paket ortaya yüzde 75 olarak çıkarsa da şaşırmayalım çünkü bu yaşadıklarımız insanları geriye çekiyor, beklentileri yükseğe çıkartıyor.

Öcalan bir barış gelecekse bile bunun Barzani ve Talabani eliyle gelmesini ne kadar ister? Sonuçta üçü de bu coğrafyanın üç önemli Kürt siyasetçisiydi, rakiptiler, üçü de Kürt devleti kurma hedefiyle yola çıktılar ve birbirleriyle savaştılar da. Ayriyeten ABD üçüyle de ilgiliydi ve bölgeyi yeniden şekillendirirken burada kurulacak Kürt devletini Talabani ve Barzani eliyle kurdurmayı tercih etti, Öcalan’ı seçmedi, bilakis onu paketleyip Türkiye’ye teslim etti.

Evet, ama Abdullah Öcalan çok iyi bir siyasetçi. Türkiye’nin bunu daha iyi idrak etmesi lazım. Hiçbir zaman geçmişi nedeniyle geleceği harcayacak biri değil. Çok pragmatik, kafası hem gündelik siyasete çalışan, hem de siyasi analizleri güçlü birisi. Dolayısıyla şuna bakacaktır. Eğer Talabani ve Barzani’nin yapacağı görüşmeler Abdullah Öcalan’ı bir muhatap olarak büyütecekse iyidir, Öcalan’ı muhatap olmaktan çıkaracaksa iyi değildir. Bu kadar basit bence Öcalan için durum. Ayrıca Öcalan Türk siyasetinin kolay vazgeçebileceği bir referans değil bence, Barzani’nin de kolay vazgeçebileceği bir referans değil. Son yıllara baktığımızda görürüz ki Kürt dünyasında en akil adam yine Öcalan’dı. Beğensek de beğenmesek de.



TOPLUM SORGULAYICI VE ÇÖZÜMDEN YANA

Toplum genelinde de sorunun çözümü konusunda önemli bir değişim var değil mi?

Ben Türkiye toplumunun giderek daha nesnel bir pozisyona geldiğini düşünüyorum. Burada da mesela Türk kimliğine sahip ailelerin şehit verdiğini zamanki sözlerine baktığınızda da bunu görürsünüz. Önceden sadece klişeler söylenirken şimdi gerçekten siyasi tahliller, daha sorgulayıcı, sorumluğu paylaştıran, objektif bakışlar görüyoruz. Ve bunlar o ölümler olduğu için söyleniyor değil, çünkü bunlar refleks halinde söyleniyor ama anlıyoruz ki düşünülmüş, konuşulmuş zaten o kanaatteler. Ve insanlar giderek bir tür tarih bilinci de geliştirdikleri için olmuş olanı olmamış gibi bakmıyorlar. Ve Kürtlerin mağduriyeti o kadar net ki, devletin şu ana kadar hatalı olduğu o kadar belli ki ve biliniyor ki. Ve bu aynı bakış şiddeti hiçbir şekilde kabul etmeyen bir yeni demokrasi anlayışını, toplum anlayışını da ifade ediyor. Bu anlamda ben PKK’nın da giderek tecrit edildiğini düşünüyorum ama Kürtlerin içinde bir alternatif siyaset çıkmazsa o zaman PKK’nın gücünün de kısa sürede bitmesi mümkün değil tabi, psikolojik olarak.



KCK, BDP’Yİ KAPATTIRMAK İÇİN Mİ KURULDU?

Yüzleşme mevzuuna geri dönmek istiyorum. Yıllarca devlet, Kürt sorununda hatalı davrandığı, yanlış işler yaptığı, Kürtler bariz mağdur olduğu için hep ve haklı olarak devlete kızıldı, hep ona kusur bulundu, sertçe eleştirildi. Devlete bu keskin bakış ve Kürtlerin mağduriyeti bir şekilde PKK’yı, PKK’nın ürettiği şiddeti ve tahakküm alanını görünmez kıldı. Hatta belki bazılarınca biraz da romantize edildi. Ve PKK bunu hep “kullandı”, bu durumu kendisi için araçsallaştırdı. Sorum şu: Demokratların PKK’yı ve KCK ile PKK arasındaki ilişkiyi nesnel şekilde görememiş olması da bugün demokratlar arasında yaşanan ayrışmanın, PKK şiddetine tavır alamamanın nedeni olabilir mi?

Evet. Şöyle: Devlete sorumluluk bulunması normaldi çünkü sorumluluk ondaydı. Öte yandan PKK çok eleştirildi ama az eleştirildiği ilk yıllarda da şaşacak taraf yok. Çünkü Kürt kimliğini hiç tanımayan bir devletten geliyorsunuz ve bu kadar sıkıştırılmış bir kitlenin şiddet yoluyla ben buradayım, ben varım demesinin de şaşırtıcı yanı yok. Dolayısıyla kritik soru şuydu: Kürtlere siyaset alanı var mı ki Kürtler şiddetten uzak dursun? Yoksa eğer, daha kart kurt meseleleri devam ediyor iken bir Kürt şiddet hareketinin çıkması doğaldı, çünkü dünyanın her yerinde buna benzer olaylar var. Dolayısıyla aydınlar bunun istenmeyen ama biraz da kaçınılmaz bir durum olduğunu söylediler. Şimdi bir ayrışma yaşanıyor çünkü demokratlar Kürtlerin tanınması gibi bir meselenin olmadığını, Kürtlerin artık meşru bir siyaset alanı olduğunu ve de siyaseten sorumluluk almaları gerektiğini ve şiddetle mesafe koymak gerektiğini söylüyorlar. Ama başka bazı aydınlar o ilk ahlaki pozisyonlarını siyasi hale getirerek bunu taşıyorlar.

Dolayısıyla bugün iki tane görüş ortaya çıkmış oldu: 1) KCK operasyonlarının bu haliyle tasvip edilemeyeceğini ama KCK’nın da bir örgütlenme biçimi olarak kabul edilemeyeceğini, KCK’yı üretmiş olan PKK bakışının eleştirmesi gerektiğini, hele görüşmeler devam ederken bir KCK yapılanmasına gitmenin iyi niyet taşımadığını söyleyenler var. Demokratlar bu kanatta. 2) Daha solcu arkadaşlar ise mağdurun varlığından giderek bakıyor ve KCK operasyonlarına karşı çıkmak BDP’nin kapatılmasını istemektir gibi uç düşüncedeler. Ama buna dikkat etmeleri lazım. O zaman karşı taraf da şunu söyleyebilir: Acaba KCK’yı kurmak BDP’yi kapatmak istemek miydi, ta en başta?

Ne anlamda?

KCK’yı kurarsanız buna bir tepki alacağınız belli. Eğer o tepki BDP’yi kapatıyorsa o zaman siz böyle bir siyaset yaptınız demektir. Siyasetin bunda sorumluluğu var mı yok mu sorusu kritik meseledir burada. Ben siyasetin sorumluluğunun olduğunu düşünüyorum ve eğer bir zorunluluk noktasına sıkışmamışsa herhangi bir aktör, bir tercihte bulunarak bir adım atıyorsa, o adımın hakkını hesabını vermek, sonucunu taşımak zorundadır.



SOL YENİK VE SORUNU DA VAHİM

Başbakan’ın Dersim konusunda devlet adına özür dilemesi, Türkiye siyasetini ve toplumunu geçmişle ve gerçeklerle yüzleştirdi, yüzleşme olgusunu gündeme getirdi. Halil Berktay da, eski solcuların geçmişle, tarihle yüzleşemediklerini, sosyalizmin yenildiğini ve tarih sahnesinden ebediyen çekildiğini yazdı.

Solun problemi vahim çünkü sol aynı zamanda yenik. Psikolojik olarak da bir özgüven eksiği var ve dolayısıyla kendisiyle yüzleşmenin zor olduğu bir dünyaya sıkışmış durumda. AK Parti öyle değil, kazanan taraf. Kazandığınızda çok daha rahat yüzleşirsiniz. Sol böyle bir şey yaşayamıyor ve bir alternatif de üretemiyor. Dünya bir zihniyet dönüşümü geçiriyor, modernlik bitiyor. Modern olan her şey eskiye ait. Post modern dünyaya baktığınızda göreceğiniz şey zihniyettir. Bu da demokratlıktır.

Sağ-sol, kapitalist-sosyalist kavramlarını da ortadan kaldıran bir şey midir?

Bir anlamda kendi sağını ve solunu üretecek olan şeydir. Ama mesela katılımcılık, şeffaflık, âdemi merkeziyetçilik, ikna süreçlerinin ön plana çıkması gibi kavramlar artık vazgeçilemez kavramlar. Bunların içinden üretebilirsiniz ancak sağ ve solu yeniden. Böyle baktığınızda şu geçiş döneminde bence demokratlığın kendisi zaten sol. Çünkü şu anda değişmekte olanı da kurulmakta olanı da taşıyor ve ileriye götürmeye çalışıyor. Daha klasik anlamda sol dediğimiz ise biraz geçmişte, modernin içinde kalmış olan şey. Dolayısıyla şu noktaya geliyoruz. Demokratlığı hazmedemeyen solcular, otomatikman bu özeleştiriyi yapamıyorlar ve yüzleşemiyorlar. Giderek tıkanan, gerileyen, kendini aşılması çok zor bir duvar içinde hisseden, aynı zamanda yenilmişlik duygusu taşıyan, ve de bundan nasıl çıkılacağını da eski literatür üzerinden kuramayan bir bakış, bir duruş bu. O yüzden de giderek cemaatleşiyor ve kendi içine kapanıyor. Siyaset üretmektense aktivizm üreterek ayakta kalıyor. Aslında biten bir şey. Ben yeni nesillerin çok daha farklı zeminler üzerinde solculuğu yeniden tanımlayacağını zannediyorum. Sol gelenek tümüyle reddedilmeyecek. Marx yine önemli bir insan olacak ama muhtemelen genç Marks’ın yazdıkları, Grundrisse anlamlı olacak da Kapital bir hoşluk, otantik literatür olarak kalacak.



CHP ÖZELEŞTİRİ ŞANSINI AK PARTİ’DEN SONRA KAYBETTİ

Peki CHP, Kemalistler neden yüzleşemiyor geçmişle?

Bu ikisi arasında şöyle bir fark var. CHP hem hala iktidar kullanan hem de yenik olan. Ama yenik olması iktidarını çok da fazla engellemeyen bir parti. En azından hala İş Bankası’nın yüzde 30’una, kurucu ideolojiye sahip, Mustafa Kemal’i üstlenmiş, kendini cumhuriyeti kuran parti olarak konumlandıran parti. O yüzden de hem avantajlı hem dezavantajlı. Aslında “hükümranlığını kullanarak bile” bir özeleştiri yapabilirdi. Ama AK Partinin varlığıyla bu şansını yitirdi. AK Parti’nin CHP üzerinde yarattığı bu yenilgi hissi CHP üzerine o kadar bastı ki, o iktidarını unuttu yahut da o iktidarını savunmaya doğru dört elle sarıldı. O yüzden de giderek ulusalcılaştı. Sosyal demokrasi ulusalcılıktan daha iyi bir şeydir ama o da eskide kalmış bir şeydir. CHP’nin kendini sosyal demokrasi üzerinden yeniden kurması hayal ötesi ve karşılığı da yok. Türkiye’de sosyal demokratların sayısı yüzde 5, 6’yı geçmiyor. Sosyal demokrasinin ima ettiğine baktığınızda da öyle, darmadağın olmuş bir dünya, partiler yelpazesi var. CHP sonuçta Mustafa Kemal, cumhuriyet, Türk milliyetçiliği üçgeni üzerinden giden tutarlı bakış, duruş üretmiş durumda. Ben CHP’nin başka bir alternatif, başka bir yol yordam bulamayacağı için ister istemez bu daha tutarlı yola gireceğini, giderek küçüleceğini ama ayakta kalacağını ve bir süre daha böyle gideceğini düşünüyorum. Belki on yıl. Sonra ulusalcılığın kendisi de çok muhtemelen yüzleşmelerle falan bitecektir.



SÜNNİLİK DEĞİL DEVLET ADINA BİR ÖZÜR BU

AK Parti nasıl yüzleşiyor peki?

AK Parti için de bu psikolojik olarak zor bir zemindi aslında. Alevi Sünni meselesi hala Sünni dünyada da çözülebilmiş bir mesele değil, Sünniler kendileriyle yüzleşmiş değil çünkü. Alevilere bakış, Alevilere yapılanlar hala tartışılmayı bekliyor, gerçek yüzleşme de o zaman olacak. AK Parti, buna karşılık devlet adına bir yüzleşmeye yönelerek esasında kolay olanı seçti. Ben Sünnilik adına değil devlet adına yüzleşiyorum dedi. Ama bundan dolayı kınanacak değil, yüzleşmese daha mı iyiydi? İyi ki böyle bir şey oldu. Bu kapının açılması demek, Sünni dünyada da bir kapının açılması ve Sünni dünyanın o yüzleşmeye hazırlanması demek. AK Parti sırf bunu yapmadı, artı hanesine yazılacak başka şeyler de yaptı.



YÜZLEŞMELER ANAYASA İÇİN

Mesela?

Mesela Başbakan birkaç yıl önce ırkçılıkla ilgili bir konuşmasında, bir an durup arkadaşlar bunlar olmadı mı, biz de bunları yapmadık mı, dedi. Bu da hakikaten Tayyip Erdoğan’a yakışan bir durumdu. Çünkü onun harbi bir bakışı var kendisine. Öte yandan çok öne çıkartılmadan geçilen bir Abdülmecit Sempozyumu var. Bu da bir tür dolaylı yüzleşme. Yüzleşme sadece hatalarla karşılaşmak değildir. Göz ardı edilen iyiliklere ya da sizden farklı olana da kapı açmaktır. Bu yüzden Abdülmecit’i sahiplenmesi de bir yüzleşmedir. Çünkü bu AK Partinin yaşam biçimi olarak hiçbir şekilde dindar olmayan, son derece alfranga bir yaşam biçimi olan, içki içen ama Tanzimat’ı, Islahatı yapmış, batılılaşmayı bürokrasisiyle beraber taşımış bir sultanın sahiplenmesi demek. Bütün bunlar ufak ufak yüzleşme kanallarının açıldığını gösteriyor. Ama AK Parti şöyle bir parti. Hiçbir kanalda risk getiren adım atmıyor ve atmayacak. Üzerinde bir baskı da yok zaten. Ne içerde muhalefetin baskısı var, ne dışarıda AB baskısı var. AK Parti kendi temposunda ufak ufak bunları yapmaya çalışacak.

Ama o ilk domino taşını devirerek değişimi başlatıyor sanki…

Evet. Ve bütün bunların yeni anayasa bağlamında psikolojik zemini kuracağını düşünüyorum. Bütün bunların hesapsız olmadığını düşünüyorum. Bütün bunlar lime lime ama bir araya geldiği zaman yeni anayasayı tartıştığımızda, giriş bölümüne ne girecek ne girmeyecek konuşulduğunda, vatandaşlık tanımı nedir, Türkiyelilik nedir gibi soruların cevaplarını psikolojik olarak hazırladığını düşünüyorum.

STAR GAZETESİ
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Mahçupyan: 17 Aralık Net Bir Darbe Girişimiydi!

Zaman'da yazan Mahçupyan, "Bu operasyon hükümete 'darbe vurmak' için yapılmıştır. Hükümete bir darbe vurulmak istendiği çok nettir." dedi.

Zaman Gazetesi yazarlarından Etyen Mahçupyan, 17 Aralık operasyonlarının hükümete yönelik bir darbe girişimi olduğundan kuşku duymadığını söyledi. Mahçupyan, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda "Bu operasyon hükümete 'darbe vurmak' için yapılmıştır. Hükümete bir darbe vurulmak istendiği çok nettir." dedi.
Dershaneler konusunda Cemaat'in yanında yer aldığını belirten Mahçupyan, 17 Aralık operasyonlarının yapılış şekli ve amacının ortaya çıkmasından sonra bu fikrinden geri adım attığını belirterek, "Dershanelerin kapatılması meselesinde ben dershanelerin varlığına karşı olmakla birlikte vicdani açıdan kendimi Hizmet Hareketi'nden yana hissettim. Fakat bu son dosyalarla, 17 Aralık operasyonunda bu işi yapanların iyi niyetli olmadığını düşündüm." diye konuştu.
Mahçupyan'ın açıklamalarından satırbaşları:
'Fethullah Gülen ister istemez siyasi mesajlar vermek zorunda kalıyor. Gülen'in her siyasi konuşması da onu dinî kişiliğinden bir miktar uzaklaştırıyor' yorumunda bulunan Mahçupyan, Fethullah Gülen dinî bir lider olarak kalabilseydi, bugün daha prestijli bir konumda olabilirdi, dedi.
DARBE GİRİŞİM ÇOK NET
Bu operasyon hükümete 'darbe vurmak' için yapılmıştır. Hükümete bir darbe vurulmak istendiği çok nettir. Ama 'darbe yapıldı' demek için bu operasyon küçük kalır. Belki şu umuldu; hükümet bu durumla başa çıkamayacak, bir yanlış yapacak ve sonra bir soruşturma dosyası daha çıkacak ve bu olanların altında kalacak. İşler bir noktadan sonra şirazesinden çıkacak diye düşünülmüş olabilir.
KIRILMA ANI 7 ŞUBAT
Kırılma ânı, 7 Şubat MİT krizidir. Bu ihtilaf hep vardı, ama çözülebilir bir mesele olarak duruyordu. 7 Şubat'ta yargı, AK Parti hükümetinin bir tasarrufunun 'siyaseten' yanlış olduğundan hareketle bir soruşturmaya yöneldi. İşin hukukî değil, siyasî yanı öndeydi.
OYUM AK PARTİ'YE
Dershanelerin kapatılması meselesinde ben dershanelerin varlığına karşı olmakla birlikte vicdani açıdan kendimi Hizmet Hareketi'nden yana hissettim. Fakat bu son dosyalarla, 17 Aralık operasyonunda bu işi yapanların iyi niyetli olmadığını düşündüm. Bu yüzden, yarın seçim olsa oyumu AK Parti'ye veririm. Çünkü, bu tür taktiklerle iktidar değişikliğinin doğru olmadığına inanıyorum. Şu anda, AK Parti'nin içeriden çökertilebilmesinin imkânları aranıyor. 'Yolsuzluk yapıyor', 'El Kaide ile ilişkisi var' diyerek veya ekonomiyi darmadağın ve yönetilemez hale getirip halkı AK Parti'den uzaklaştırarak; bu çabalarla eşzamanlı bir biçimde AK Parti'yi içeriden parçalayarak bir alternatif oluşturma arayışı var.
"YENİ HAYALLER KURDULAR"
AK Parti iktidarıyla birlikte muhafazakar kesim siyasette, iş dünyasında, bürokraside etkinleşti. Muhafazakar kesimde özellikle bürokraside yekpare bir biçimde en etkili olan 'Hizmet Hareketi'ydi. Bürokratik güç sahibi olmak, iktidarın parçası olmak demektir. Emniyet ve özerk bir alan olan yargı kadrolarına sahip olması sebebiyle Hizmet Hareketi birdenbire kendisini iktidarın göbeğinde buldu. Ve belki de hayal edemediği bir gücü kullanabileceği bir noktaya geldi. Bu güç de muhtemelen Hizmet Hareketi içerisindeki bazı kişileri yeni hayaller kurmaya yöneltti.
***
İşte Nil Gülsüm'ün Etyen Mahçupyan'la yaptığı ve Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan röportajın tam metni:
AŞIRI GÜÇLE HAYALLERE KAPILDILAR
17 Aralık sürecini Yeni Şafak'a değerlendiren Etyen Mahçupyan çarpıcı tespitler yaptı: "Hizmet Hareketi emniyet ve yargıda hayal edemediği bir güce kavuştu. Bu güç cemaat içinde bazı kişileri yeni hayaller kurmaya yöneltti."
17 Aralık ve ardından 25 Aralık operasyonları Türkiye'nin gündemindeki yerini koruyor. Siyasi, ekonomik ve sosyolojik etkileri sanıldığından da derin izler bırakacağa benzeyen bu operasyonlarla ilgili genel bir kanaat oluşmuş durumda. 'Yolsuzlukla mücadele' gibi meşru bir gerekçe üzerinden 'siyasi vesayet arayışı' olarak tanımlanan girişimlerle ilgili olarak bu sefer sorularımı Etyen Mahçupyan'a yönelttim. Demokrat duruşuna, titiz ve isabetli siyasal çözümlemelerine ilaveten hem AK Parti'yi hem de cemaati yakından tanıyan Mahçupyan'ın ufuk açıcı cevaplarının çok ses getireceği kesin.
17 Aralık operasyonu Türkiye'nin gündemine bomba gibi düştü. Birbirleriyle bağlantısız üç dosya üzerinden gerçekleşen bu operasyonu nasıl okumak gerek?
Bu üç dosya aynı gün sonuçlanmadığına göre üçü beraber çıksın diye muhakkak en az bir tanesi veya iki tanesi bekletilmiş demektir. Bu bekletmenin bir mantığının olması gerekir. Bu da ancak siyasi bir mantık olarak açıklanabilir. Yargı bir mesele olduğunda 'kimin işine yarar, zaman doğru mu' diye bakmaz; dosya olgunlaştığı gün kamuoyuna açıklar. Birden fazla dosyanın aynı gün kamuoyuna çıkması zaten bir garabettir.
SAVCILAR SORUMSUZ
Davanın hazırlık safhasından itibaren kuşkulu yönleri olduğuna ilişkin yaygın bir kanaat var...
UYAP'a kaydedilmeme ya da başka isimlerle kayıtlar, yargı hiyerarşisi içinde kimseye haber verilmemiş olması kuşku uyandıran noktalar. Dosyanın siyasi olması ve içeriğin engellenmesi gibi bir endişe vardı denilse de, benim aklıma en azından Cumhurbaşkanı geliyor. Böyle bir kuşkunuz varsa, gideceğiniz yer Cumhurbaşkanı'dır. Muhakkak bu konuyu paylaşacak bir merci ararsınız. Eğer bu savcı böyle bir merciyi hiç aramamışsa, o zaman kendi siyasetini yürütüyor demektir. Bence burada savcılar çok sorumsuzca davrandılar.
Hükümete darbe vurma kastı mı var?
Bu operasyon hükümete 'darbe vurmak' için yapılmıştır. Hükümete bir darbe vurulmak istendiği çok nettir. Ama 'darbe yapıldı' demek için bu operasyon küçük kalır. Belki şu umuldu; hükümet bu durumla başa çıkamayacak, bir yanlış yapacak ve sonra bir soruşturma dosyası daha çıkacak ve bu olanların altında kalacak. İşler bir noktadan sonra şirazesinden çıkacak diye düşünülmüş olabilir.
KIRILMA ÂNI MİT KRİZİ
AK Parti ve cemaat arasında çatışmayı tetikleyen asıl unsur ne?
Burada, doğası ve dokusu birbirine çok da benzemeyen iki yapı, iki siyaset anlayışı var. Fakat kırılma ânı, 7 Şubat MİT krizidir. Bu ihtilaf hep vardı, ama çözülebilir bir mesele olarak duruyordu. 7 Şubat'ta yargı, AK Parti hükümetinin bir tasarrufunun 'siyaseten' yanlış olduğundan hareketle bir soruşturmaya yöneldi. İşin hukukî değil, siyasî yanı öndeydi.
7 Şubat MİT krizi ile 17 Aralık operasyonu çok benzeştiriliyor...
MİT krizinde bir 'yerindelik denetimi' vardı. 17 Aralık operasyonu ise dolaylı olarak İran ile yapılan finansal işlemin meşruluğunu sorgulayıp bir anlamda dünya kamuoyuna deşifre ve ihbar ediyor. Türkiye bu işlem ile dünyanın bilgisi dışında, diğer ülkeleri bypass eden bir yol bulmuş ve Türkiye adına para kazanmış. Bu yol, doğrudan değil, Halk Bankası Genel Müdürünün evinde para bulunmak suretiyle deşifre edilmiş oluyor. Bu haliyle Halk Bankası'na yönelik operasyon, 7 Şubat MİT operasyonuna benziyor.
İYİ NİYETLİ DEĞİLLER
Her iki kesimi de tanıyan bir entelektüel olarak siz nerede duruyorsunuz?
Dershanelerin kapatılması meselesinde ben dershanelerin varlığına karşı olmakla birlikte vicdani açıdan kendimi Hizmet Hareketi'nden yana hissettim. Fakat bu son dosyalarla, 17 Aralık operasyonunda bu işi yapanların iyi niyetli olmadığını düşündüm. Bu yüzden, yarın seçim olsa oyumu AK Parti'ye veririm. Çünkü, bu tür taktiklerle iktidar değişikliğinin doğru olmadığına inanıyorum. Şu anda, AK Parti'nin içeriden çökertilebilmesinin imkânları aranıyor. 'Yolsuzluk yapıyor', 'El Kaide ile ilişkisi var' diyerek veya ekonomiyi darmadağın ve yönetilemez hale getirip halkı AK Parti'den uzaklaştırarak; bu çabalarla eşzamanlı bir biçimde AK Parti'yi içeriden parçalayarak bir alternatif oluşturma arayışı var.
Beddua gereksizdi
Beddua görüntülerini nasıl yorumluyorsunuz?
İletişim kriterleri açısından çok doğru bir davranış olmadı. Gereksiz bir şeydi. Batı dünyası için de çok sakıncalı bir hareketti. Batılılar zaten İslâm'a karşı önyargılılar; bu örnek de kullanılabilir bir örnek oldu. Diyelim ki sohbette böyle bir olay yaşandı, ama yayınlanması hataydı.
Hayale kapıldılar
Cemaat ne oldu da böylesine hırslı ve savaşçı bir üslûbu benimsedi?
AK Parti iktidarıyla birlikte muhafazakar kesim siyasette, iş dünyasında, bürokraside etkinleşti. Muhafazakar kesimde özellikle bürokraside yekpare bir biçimde en etkili olan 'Hizmet Hareketi'ydi. Bürokratik güç sahibi olmak, iktidarın parçası olmak demektir. Emniyet ve özerk bir alan olan yargı kadrolarına sahip olması sebebiyle Hizmet Hareketi birdenbire kendisini iktidarın göbeğinde buldu. Ve belki de hayal edemediği bir gücü kullanabileceği bir noktaya geldi. Bu güç de muhtemelen Hizmet Hareketi içerisindeki bazı kişileri yeni hayaller kurmaya yöneltti.
Şu an karşılıklı konumlanmayı nasıl görüyorsunuz?
Karşılıklı tehdit algısının her iki tarafta da hâkim. Hükümet normal şartlarda neden 5 bin kişinin yerini değiştirsin ki? Ama kendisine yönelen bir tehdit olduğunu düşünüyor. Keza cemaat de, kendisine yönelik bir tasfiye olduğunu, dershane hamlesinin de bu amaca yönelik olduğunu düşünüyor.
HALK HOŞLANMADI
AK Parti'ye yönelik sert kampanyaya halk niçin destek vermedi?
Buradaki temel saik, beğensek de beğenmesek de, ortada meşru bir iktidarın olması ve bu iktidarın ancak meşru yollardan gidebileceğini düşünmek. Yolsuzluk varsa, bu ortaya çıkarılmalıdır. Ama yolsuzluk bahanesiyle başka bir aşamaya yöneldiğinizde toplum bundan hoşlanmıyor. Bu yüzden, şu ana kadar AK Parti'nin dışında kalmış, hatta onu eleştirmiş İslami kesimden ve laik kesimden bazı gruplar, ille de taraf olunacaksa, AK Parti'ye destek vermeyi tercih ediyor.
CHP ile cemaat arasında bir yakınlaşma var...
CHP, Hizmet Hareketi'nin tabanında travma yaratacak bir parti. Eğer Hocaefendi kesin bir dille işaret ederse, işaret edilen partiye yüzde 60-70 oranında destek verirler. Ancak kendisini bu yapıda harmanlamış insanlar için bu bir kafa karışıklığı yaratacaktır.
Gülen dinî kimliğinden uzaklaştı
Temsil bakımından cemaat nerede hata yaptı?
Hizmet Hareketi eğer toplumun önüne çeşitli figürler koyabilseydi, STK'lar üretebilseydi, daha başarılı olabilirdi. GYV var, ama zayıf kalıyor. Bugün hâlâ pek çok şey doğrudan Fethullah Gülen'e soruluyor ve bazı konularda ancak o konuşursa, söz söylenmiş oluyor. Bunları gerçekleştirebilmek için epeyce uzun bir zaman vardı ama yapılmadı. Tayyip Erdoğan da bu zaafı görüp bunun üzerine gidiyor.
Nasıl yapıyor bunu?
Tayyip Erdoğan, durumla ilgili öyle sorular soruyor, öyle sözler ediyor ki, Fethullah Gülen ister istemez siyasi mesajlar vermek zorunda kalıyor. Gülen'in her siyasi konuşması da onu dinî kişiliğinden bir miktar uzaklaştırıyor. Dolayısıyla, kafamızda siyasî mesajlar veren bir din adamı görüntüsü oluşuyor. Fakat şunu da eklemek lâzım: Sonucuna katlandığı sürece bir dinî önder de kanaat belirtebilir.
Gülen siyasete ilişkin bu kadar sık kanaat belirttikçe yıpranmaz mı?
Gündelik siyasete dair tavır ortaya koyan dinî lider elbette yıpranır. Burada da böyle bir durum var. Hizmet Hareketi, şeffaflaşsaydı ve kendi içinden siyasi figürler üretebilseydi, Fethullah Gülen bu işlerle uğraşmak zorunda kalmayacaktı ve kenarda, saygın bir konumdan insanları kendi bakışı doğrultusunda etkilemeyi sürdürecekti. Ama Hizmet Hareketi, ya böyle bir noktaya geleceğini öngöremedi, ya da kendi içinde böyle bir yetenek geliştiremedi.
Meseleye bakışları romantik
Hükümetle cemaat arasındaki ihtilaflı konulardan birisi de çözüm süreci. Cemaatin sürece muhalefetini nasıl yorumlarsınız?
Hizmet Hareketi'nin genelde Kürt meselesine bakışı, Türk devletinin geleneksel yaklaşımının yumuşatılmış hâlidir. İnsanların fakirlikten ve cehaletten ötürü ayrılıkçı noktaya geldiğini; o insanlara iyi eğitim, iş ve aş verildiğinde bu tutumun değişeceğini düşünen romantik bir bakış bu. Kürt gerçekliğiyle de bağdaşmıyor.
Fethullah Gülen'in bu denli siyasetin içinde olması biraz tuhaf değil mi?
Burada iki nokta var. Birincisi, Türkiye'nin tarihi itibariyle böyle bir gelenek var. İkincisi, Türkiye'de siyaset yalnızca siyasi partiler veya oluşumlar aracılığıyla yapılmıyor. Bürokrasi ile de siyaset yapılabiliyor. Tabii şunu da belirtmekte fayda var: Eğer Fethullah Gülen dinî bir lider olarak kalabilseydi, bugün daha prestijli bir konumda olabilirdi.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Mahcupyan bildiğim kadarıyla Müslüman değil... Hıristiyanlığı ne düzeyde onu da bilmem. O, Müslüman değilken olanı biteni kavradı. Cemaatçi Müslümanlar çoktan görmeliydi...

Mısıroğlu, zannedersem kendisine gelen bilgilerden hareketle dedi ki:

"Her geçen gün uyanıp yanılmışım diyen Müslümanlar çoğalıyor..."
 

elemin

Profesör
Katılım
19 Ağu 2013
Mesajlar
1,657
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Mahcupyan bildiğim kadarıyla Müslüman değil... Hıristiyanlığı ne düzeyde onu da bilmem. O, Müslüman değilken olanı biteni kavradı. Cemaatçi Müslümanlar çoktan görmeliydi...

Mısıroğlu, zannedersem kendisine gelen bilgilerden hareketle dedi ki:

"Her geçen gün uyanıp yanılmışım diyen Müslümanlar çoğalıyor..."

kendisinden müslüman olup olmadığını bizzat duydunuz mu?

yukardaki röportaj konusunda ekrem dumanlının bir açıklamasını duyamadım.
yenişafakta yayınlanması beni rahatsız etti.
zaman gazetesindeki yazılarıyla yukardaki röportaj tezat oluşturuyor.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
"Halkı sokağa dökmek istiyorlar!"


Mahçupyan, "17 Aralık'tan beri Türkiye olağanüstü bir dönem yaşıyor. Siyaset yolsuzluk iddiaları ile ablukaya alınmaya çalışılıyor" dedi.

SEÇİMLERİN YAPILMASINI ENGELLEMEK İSTİYORLAR
Çok ciddi bir ses kayıtları savaşı var. Her gün de yeni kayıtlar çıkıyor. Bu ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu tabii ki aciliyet anlamı taşıyor. Belirli bir aciliyet durumu var ki bu kadar kaset meseleleri arka arkaya ortaya çıkıyor bir sonuç bekleniyor bundan. Seçime 1 ay kalmış olan bir ülkede bunlar çok normal değil. Çünkü hükümetin yolsuzluk yaptığı kanaati toplumda yerleşmiş ise, zaten oy alamaması lazım. Oyunda bir düşme olması lazım veya en azından bunun belirtisinin şu an çıkmış olması lazım. Normal bir ülkede muhalefet genel kanaati etkilediğini düşündüğü anda zaten seçim atmosferine girer. Fakat burada öyle olmuyor, burada sanki seçimlerin yapılmamasını isteyen bir bakış var. "Seçimlere ihtiyaç yok, şuanda bu ortaya çıkan atmosfer yeterlidir" mesajı verilmeye çalışılıyor diye düşünüyorum. Hükümet de yine aynı günlerde buna karşı tedbir alıyor ve karşı hamle yapıyor. Tabii hükümetin attığı hamlelerde şu da var. Kendini korumaya çalışan bir bakış var. Çünkü neyin geleceği belli değil ve art arda bu ortaya çıkan "deliller" veya suçlamalar nereye doğru gidecek hükümetin onu öngörmesi çok mümkün değil. Dolayısı ile o da yeni yasalar çıkartarak ve duvar örerek kendisini koruma altına alıyor ve bu şekilde de seçime gitmeye çalışıyor. Şuanda seçimi gerçekleştirmeye çalışan bir hükümetle seçimin olmaması için elinden gelen her şeyi yapan bir muhalefet var.
Dinlenme skandalları siyasete müdahale açısından 27 Nisan ya da 28 Şubat'ın başka bir versiyonu gibi mi?
Çok kaba olarak baktığınız zaman siyasetin işlemesi, doğal mecrasında yürümesi, yürümemesi şeceresi olarak bakarsak Türkiye'nin şu anda bir sürü müdahil olduğu durumdan çok farklı değil.
Halkın önüne şöyle bir seçenek koyulmaya çalışılıyor. Yolsuzluk var ve yolsuzlukla birlikte bu hükümet düşürülmelidir ya da yıkılmalıdır ama önümüzde de 4 hafta sonra da bir seçim var. Sizin söyleminiz gibi seçimle yapılıp yapılmaması konusuyla ilgili bir gerilim de yaşanıyor. Bunu halk nasıl algılıyor, nasıl değerlendiriyor?
''BU BİR DARBE GİRİŞİMİDİR''
Saha çalışması var elimizde bilgi olan bir alandan bahsediyoruz. Toplumun kabaca 3/2'si yolsuzluğun var olduğunu düşünüyor. Bu hemen hemen minik kesimin toplumun 3/1'inin hepsini kapsıyor. Öte yandan muhafazakâr kesimin de yarısı yolsuzluğun olduğunu düşünüyor. Şu an bu son kasetlerle yaşanan bu manipülatif karşılıklı mücadeleyle içinde de belki daha da artmış olabilir. Ama kabaca böyle bir şey. Fakat aynı toplum hükümeti düşürmeye yönelik bir darbe girişimi olduğuna da yine 3/2 oranında inanıyor.
Bu 3/2'nin dışındaki kısım muhafazakar kesimde yerleşik. Dolayısı ile muhafazakar kesimin de Ak Parti'nin tabanı olduğu düşünürsek, Ak Parti'nin tabanında bir bölümü insan en azından bir kısmı evet yolsuzluklar var diye düşünüyor fakat neredeyse %90'ı belki Ak Parti'ye yönelik bir darbe girişimi olduğunu da düşünüyor. O zaman da kendi partisini koruma iç güdüsü veya mantığı çok daha başka çıkıyor ve o zaman Ak Parti'nin oyunda bir düşme ortaya çıkmıyor tam aksine şuanda benim gördüğüm kadarıyla bir konsolidasyon yaşanıyor.
Yani kamuoyu anketlerine baktığınız zaman her şirketin birbirine farklı oranları var ama herhangi bir şirketi kendi içinde mukayese ettiğiniz zaman oranlar hiç değişmiyor. Bir buçuk aydır neredeyse Ak Parti aynı yerde duruyor, Chp aynı yerde duruyor. Her şirkette hemen hemen bu böyle. O zaman da şunu anlıyoruz kararsız oyların çok aza indiği bir dönemdeyiz. Kararsızlığın oy verip vermemeye kararsızlığına dönüştüğü bir dönemdeyiz. İki parti arasında kararsız kalan hiç kimse neredeyse kalmamış durumda. Bu da bundan sonra ne yapılırsa yapılacağı çok fazla gündemi değiştirmeyecek gibi gözüküyor ama tabii tansiyon yükseliyor sadece. Bu tansiyon yükselmesi içinde bir bütün olarak zora sokabilir çünkü sokak eylemlerine v.s dönüşebilir bu tür durumlar.
HALKI SOKAĞA DÖKMEK İSTİYORLAR
Sokak eylemlerine dönüştürme düşüncesi var. Cumhuriyet Halk Partisi böyle bir eyleme başladı. Eylemler olabilir mi, böyle bir öngörünüz var mı?
Yani eylemler olabilir tabi... Mantıken gelmesi beklenen şey gibi görüyorum ben bunu. Öte yandan burada polisin nasıl davranacağı çok kritik olacak. Polisin tarihte geleceğini görmek hiç zor değil. Fakat hükümetin sağduyusu, basireti önemli burada. Ama hakikaten seçimlerin mümkün olması, olmaması ya da çok kavgacı bir atmosferde garip bir atmosferde yaşanması gibi bir hedef varsa sokak eylemlerine doğru bir zorlamanın olacağını düşünüyorum ama bu ne kadar toplumda karşılık bulur hakikaten ne kadar hayata geçer onu tabii göreceğiz. Daha önce bir iki denemenin çok başarılı olmadığını biliyoruz.
AK PARTİ'Yİ SANDIKTA YENEMEYECEKLERİNİ ANLAYINCA SEÇİMLERİ ŞAİBELİ İLAN ETMEK İSTİYORLAR
Kamuoyu anketlerinde oy oranının çok fazla düşmemiş olması seçimin yapılmasını engellemeye yönelik bir düşünceyi mi akla getirdi acaba?
Belki öyle de olabilir. Yani belki önemli düşüşün zaten kendiliğinden olabileceğini varsayıyordu bu işleri düzenleyenler. Bunun da tabii bir mantığı var. Tam seçimlere bir kaç ay kala bazı dosyaları çıkartıp bunları siyaseten bir kullanım yoluna sokarsanız doğal olarak beklenti bunun hükümetin oylarını etkileyeceği idi. Ama hükümet yaşananları daha geniş bir programa oturtarak kendi tabanının belki kendi tabanının da dışında bir grup insanı ikna edebildi. Şimdi böyle olunca tabii daha acil bazı tedbirlerin alınması gerekiyor çünkü bütün bunlara rağmen eğer AK Parti oyu düşmez ve geçen yerel seçimlere oranla üç dört puan yukarıda biterse o zaman cumhurbaşkanlığı seçiminde de avantajlarla geliyor AK Parti. AK Parti'yi sandık yoluyla devirme ihtimali tamamen neredeyse önümüzde bir dönem için en azından ortadan kalkıyor. O zaman da şöyle bir durum var bence AK Parti karşıtlarının önünde. Ya muhakkak bu seçimlerde Ak Parti'nin oylarının düşürülmesi gerekiyor ya da bu seçimleri şaibeli kılmaları gerekiyor. Yani şuanda yapılmaya çalışılan bir yerde bu.
Kaynak: Sabah- Ali Değermenci
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Oyumu Erdoğan'a vereceğim

Aralık operasyonunun başından bu yana Gülen grubuna eleştirileri ile gündeme gelen Zaman yazarı Etyen Mahçupyan, yerel seçimlere saatler kala konuştu: “20 yıldır Erdoğan'a oy veriyorum. 8. defa yine AK Parti diyeceğim.”




İsa Tatlıcan'ın röportajı

17 Aralık operasyonundan bu yana Gülen grubunun operasyonel kanadını eleştiren Etyen Mahçupyan, son dönemde medyada dikkatlerini üzerinde toplayan bir isim olmuştu.
AK PARTİ 10 YIL DAHA İKTİDARDA

-2002 yılından bu yana sayısız kez bu yükselişin önüne geçilmeye çalışıldı. 17 Aralık operasyonu da bunlardan biri. Neden başarısız olundu?


Bu yükselişin önüne geçmek için AK Parti'den daha ilerici, reformist ve demokrat olmanız gerekir. Öyle bir parti yok şu an ortalıkta. O zaman bu AK Parti ile daha ne kadar yaşayacağız diye sorabilirsiniz. Ben 2002'de ilk kazandığı zaman en az 4 seçim daha alır demiştim. Bu gözüken bir sosyolojiydi. Şu anda önünde en az 10 yıl daha var.

CEMAAT 2011'DEN BU YANA MÜHİMMAT BİRİKTİRMİŞ

İslami kesim, merkezi kendi oluşturduğu ağ üzerinden inşa etti. Dolayısıyla o ağlar iktidar üreten ağlar. Orada paylaşamazsanız şu anki gibi kavga çıkar. Böyle bir kavga potansiyeli her zaman vardı. Bu tapelerin 2011'den beri tutulduğunu gördüğümüzde, o zamandanitibaren bir ayrışmanın başladığını anlıyoruz. Cemaatin en azından bir bölümü bununla ilgili bir mühimmat biriktirmiş.

-Suriye gibi milli güvenliği doğrudan ilgilendiren bir meselede MİT Müsteşarı ve Dışişleri Bakanı'nın dinlenmesi toplumda büyük bir tedirginlik yarattı. Bu dönüm noktasıydı. Bence toplum artık paralel yapıya "artık yeter" dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

-Bu dinlemelerin varlığını bilsek de rahatsız olmuyorduk. Çünkü görmüyorduk. Ama şimdi gördüğümüzde rahatsız oluyoruz, çünkü ilave bir anlam taşıyor. Yani "Ben seni dinliyorum" demenin ötesinde, "Ben sana dinlediğimi söyleme cesaretine sahibim, sıkıysa çık meydana" anlamı var burada. Davutoğlu'nun "Bu bir savaş çağrısıdır" demesi de doğru. Bu tabi insanı tedirgin eden bir şey. Çünkü Türkiye'yi Ortadoğu'da belirli noktalara doğru çekmek, istikrarsızlık yaratmak, çözüm sürecini baltalamak istedikleri çok açık ortada.

YASADIŞI DİNLEMELER AK PARTİ'YE DEĞİL CEMAATE ZARAR VERİYOR
Bu kavga öyle bir noktaya geldi ki, "bu tapeleri kim hazırlıyor" sorusundan bağımsız olarak, cemaat medyası yasadışı dinlemelere öylesine sahip çıktı ki, bundan sonra ne çıkarsa çıksın cemaate maledilmesi mümkün hale geldi. Bu da cemaate büyük bir zarar. O yüzden şu andaki olay hükümete karşı ama cemaate de karşı. Cemaatin içinde birileri yapmış olsa bile cemaate zarar veriyor.

BU KAVGADA SİYASET DAHA AZ ZARAR GÖRÜR

-Ortada siyasi krize yol açacak bir kavga olduğu çok açık. Sizce bu kavgayı Cemaat mi kazanır AK Parti mi?
Siyaset daima daha az zarar görür. Çünkü siyaset değişen koşulları bir şekilde direksiyonunu tutma maharetidir. O koşullar sürekli değişir. Sürekli yeni siyasetçiler üretilir. Yeni siyasetçiler o koşulları taşımaya çalışır. Cemaatler ise bu gündemi aşan bir varoluş üzerine oturur. Yine kaçınılmaz olarak bir ahlaki zemin üzerine oturur. Bu ahlaki zemini elinizden kaçırırsanız kolay kolay yeniden restore etme şansınız olmaz.

CEMAAT KENDİ BÜNYESİNİ KONTROL EDEMİYOR

Kavganın kendisi de zaten her aktörü bir noktadan sonra ahlaki zeminden uzaklaştırır. Çünkü herkesi kontrol edemezsiniz. Cemaat de bugün kendi içinde herkesi kontrol edemiyor bence. O zaman da cemaat adına davranan, aslında hiç öyle bir sorumluluğu, yetkisi, yeteneği olmamasına rağmen, öyle davranan insanlar var. Sonra onların davranışları gelip cemaate yapışıyor.

....

20 YILDIR ERDOĞAN'A OY VERİYORUM

-AK Parti'ye ilk kez mi oy vereceksiniz?

-94'teki yerel seçimlerden beri ben Refah Partisi ve AK Parti'ye oy veriyorum. Dolayısıyla 20 yıldır bu çizgiye oy veriyorum. Her seferinde de bu mantıkla oy verdim. Benim şu anki konjonktür benim kararımı değiştirecek bir şey değil.

BAŞBAKAN'DAN BALKON KONUŞMASI BEKLEMİYORUM

-Herkes Başbakan'dan gerilimi düşürecek bir balkon konuşması bekliyor. Sizin böyle bir beklentiniz var mı?

Balkon konuşması beklemiyorum. Balkon konuşması "Ben ne yaparsam yapayım, sen çıkacaksın benim istediğim gibi Başbakan olacaksın" dayatmasıdır. Başbakan'ın balkon konuşması yapmasının asgari koşullarından biri de karşı tarafın ne yaptığıdır. Karşı taraf şu anda doğru davranmış değil. Bence AK Parti bir balkon konuşması yapmayacak ama balkon eylemi yapacak. Yani seçimlerden sonra özellikle Kürt meselesi bağlamında atılacak adımlar, bir konuşmaya ihtiyaç duymayacak şekilde Türkiye'nin nasıl yeniden bir Cumhuriyet inşasında olduğunu tüm dünyaya söyleyecek. Bunu görmezlikten gelmek de çok mümkün olmayacak.
-Peki Fethullah Gülen'den bir özeleştiri gelir mi sizce?

Siz siyasetçi değilseniz balkon konuşması öz eleştiri konuşmasıdır. Geleceğe dair Fethullah Gülen'in bir şey söyleme ihtimali yok. Çünkü o yönetmiyor. Çıkıp da ondan bir özeleştiri beklemeye de başkalarının hakkı yok. Yapar ya da yapmaz. O yüzden Gülen cephesinde öyle bir şans yok maalesef.

SABAH
 
Üst