Ercan Tekin
Kıdemli Üye
- Katılım
- 25 Eyl 2010
- Mesajlar
- 5,631
- Tepkime puanı
- 266
- Puanları
- 0
Erbakan’ı iyi anlamak için idealist olmak gerekir.
Büyük idealleri olmayanlar, hayatı gündelik işlerden ibaret sayanlar ya da egoistçe sadece kendini düşünen ve ikbal peşinde olanlar, onu anlamakta zorluk çekerler.
Erbakan’ı anlamak, insanlığı düşünmeyi gerektirir.
Kendini değil, ülkesini, hatta dünya insanlığını düşünmeden, yeryüzünde adalet ve hakkaniyet olsun için dertlenmeyenler, onu anlayamazlar.
Ve Erbakan’ı anlamak için heyecan sahibi olmak lazımdır.
Heyecanı olmayan, tekdüze hayata rıza gösteren, coşku taşımayan ve ideal insanlık aşkını yaşamayanlar da onu anlayamazlar.
Neden bu başlıklarla yazımıza girdik?
Bu sorunun cevabını iyi verebilmek için eskilere gitmemiz gerekir.
Örneğin 1969 yılına…
O yıllarda Almanya ve Japonya, 2. Dünya savaşından yenik çıkmalarının ardından kalkınma hamlelerine başlamışlar ve yerle bir olan ülkelerinin külleri arasından yeni bir ülke kurmanın heyecanını yaşıyorlardı. Hem heyecanını yaşıyorlardı, hem ülkelerinin kalkınma ideallerine kilitlenmişlerdi ve hem de insanlarının gelecekteki refahlarına odaklanmışlardı.
Onların ideallerinde dünya ve dünya insanlığı değil, kendi ülkeleri ve ülkelerinin insanları vardı.
Kalkınma olmadan güç, güç olmadan da özgürlük olmayacağını biliyorlardı.
Türkiye ise son savaşını yapalı 50 yıl olmuştu.
Son savaşını kazanmıştı ama özgürlük için gerekli olan kalkınmasını başaramamış ve güç sahibi olamamıştı.
Demek ki savaş kazanmakla iş bitmiyordu.
Hatta savaş kaybetmekle de…
Biz kazanmıştık ama kaybetmiştik.
Onlar kaybetmişlerdi ama kazanmaya azmetmişlerdi.
Biz kazanmıştık ama kazancımızı kalkınma ve güçle birleştirememiştik,
Onlar kaybetmişlerdi, ama kısa zamanda kalkınarak güç sahibi olmuşlar ve kazanmışlardı.
Bir yanda, savaştan harap şekilde çıkmış, kalkınma ideal ve heyecanını yaşayan iki ülke vardır, diğer yanda elli yıldır savaş yapmamış, ideali sadece devrimlerin yerleşmesine odaklanmış bir Türkiye vardır.
Almanya, Türkiye’den 25 yıl sonra savaştan çıkmasına rağmen kalkınma hedef ve ideallerini yaşıyor ve üstüne üstlük Türkiye’den de insan gücü istiyordu.
Almanya ve Japonya yerle bir edilişlerinin 15.yılında kalkınma hamlesini gerçekleştirmişlerdi.
Türkiye, elli yıl geçmesine rağmen o yıllarda hala devrimciliği pazarlıyordu halkına ve bununla beyinleri yıkayarak kalkınmışlık nutukları çektiriyordu.
Aslında ‘lafla peynir gemisi yürümez’di ama zorla yürütülmeye çalışılıyordu.
İşte öylesi bir dönemde Erbakan çıkıyordu ve Türkiye’nin onlardan hiçbir şeyi eksik değil, hatta fazla diyordu.
Tam elli yıldır bu tür hedefleri bilmeyen bir toplumda elbette bir kısım insanlar ve çevreler bu sözleri anlamakta zorluk çekecekti.
Köleleşmiş zihniyetler, ideal ve heyecanı bitirilmiş insanların yaşadığı bir ülkede insanlar elbette çaplarından büyük sözler ve düşünceler karşısında gülme krizine girerlerdi. Öyle de olmuştu.
Çünkü büyük ideal ve hedefler, ancak büyük kafa ve büyük düşünce sahiplerince anlaşılabilirdi.
Çok az insan bu büyük idealleri anlayabiliyordu.
Anlayamayan büyük kitleler, bu idealleri hayal sanıyorlardı.
Onlara göre ‘büyük dost ve müttefikimiz’, ihtiyaçlarımızı karşılayabilirdi. Bu risklere girmeye ne gerek vardı?
O ‘büyük dost ve müttefikimiz’ ’atı alıp Üsküdar’ı geçmiş’ ve iliklerimize kadar işlemişti. Ülkemizi yönetecek olanları çoktan ‘eğitime almış’ ve geri göndermişti, maslahatgüzarlıklarını iyi yapsınlar diye.
Daha çok işte bu maslahatgüzarlardı bu söylemleri ‘hayalcilik’le suçlayanlar…
Halkı yanıltmakla, maslahatgüzarlıklarını pek güzel icra ediyorlardı…
Onlar bunları söylüyor, halkın çoğunluğunu da buna inandırıyorlardı.
Kimileri, ‘tamam, güzel fikirler, ama biz bu işleri başaramayız’ diyorlar,
Kimileri de onun dindarlığına karşı çıkıyorlardı.
Öyle ya, bu ülke laik bir ülke idi ve dindar olanların siyasette ne işleri olabilirdi?
Bir diğer üçüncü kimileri de devrimleri yerleştirmenin öncü fikriyatının dinden soyutlanma ile olacağını savunanlardı.
Bir dördüncü kimileri daha vardı ki,
Onlar da ‘bu din bizden sorulur, ya da muhafazakârlığın tapusu bizdedir’ diyenlerdi.
Bu dört gurup kimilerinin hiç birisi Erbakan’ı ve söylediklerini anlayamadı ve okuyamadılar.
Aradan 41 koca yıl geçti.
Bugün gelinen noktada o kimileri hala varlar ve hala bu idealizmi okumakta zorlanıyorlar.
Bakıyorum son dönemlerde o kimilerinin ya kendileri, ya çocukları ya da yetiştirdikleri yine Erbakan’ı anlayamamanın verdiği eziklik ile kendilerince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yazıyor veya bir şeyler yorumluyorlar.
Büyük kafa ile küçük kafa arasındaki fark,
Metre ile ölçülmez,
Terazi ile de tartılmaz…
Birinci guruptaki kimileri, Erbakan’ın söylemlerini kendilerini aştığı için ‘başarılması zor hayaller’ olarak değerlendiriyorlardı.
Bu kesimin söylemleri, Erbakan’ın söylemlerinin yanında çok cılız kaldığı ve kıyas bile edilemez olduğu için bu gözle bakıyorlardı.
Bu gurup, aradan 40 yıl geçmesine rağmen hala aynı yerlerinde duruyorlar.
Bir karış ilerleme kaydetmeden…
Ve hala büyük söylemler için hayal diyebiliyorlar.
Hâlbuki onların 40 yıl önceki bakışları bu yönde olmasa idi, bugün Türkiye çok farklı yerlerde olabilirdi.
İşte bu kesimin bazı kalemşörleri hala piyasadalar ve aynı kafa yapısına sahipler.
Sanki analarından, Erbakan’ı ve ideallerini anlamamak için doğmuşlardır.
Bu kesim, hangi dönemde geniş halk kitlelerinin desteğini alan bir siyasi lider çıkmış ise, hemen onun arkasındaki yerlerini almışlardır. ‘Büyük partiler’in trenlerini hiç kaçırmamışlar, en yakın istasyondan hemen o trene binmişlerdir.
Binmekle kalmamış, bindikleri trenin makinistine methiyeler dizmeyi de ‘iyi yorumcu’luk olarak görmüşlerdir.
Zira kafaları dar ve sığdır. Ufukları yoktur. İleriyi göremez, ayaklarının ucunu dünya olarak algılarlar.
Doğmadırlar.
Siz öyle bakmayın onların gazete köşelerindeki tapulu yerlerine, yine bakmayın ekranlarda bülbül kesilmelerine.
Büyük ufuklar ve hayaller onların çapına fazla gelir.
Büyüklerimiz, ideal sahiplerine hep şunu söylemişlerdir:
‘Sultanların sofralarından uzak durun…’
Neden bunu söylemişlerdir?
Çünkü bu sofralardan nemalanırsanız, doğrularınızdan uzaklaşır, sultanların şakşakçılığını yaparsınız diye…
Bakıyoruz,
Bugünlerde, yine Erbakan’ı anlamakta zorluk çekenlerin çoğunun, sultan sofralarından nasiplenenler olduğunu görüyoruz.
Erbakan’ın Başbakan olduğu dönemlerde yine bu kesimin büyük çoğunluğu, onun etrafında kümelenmemişler miydi?
İdeal sahipleri hiçbir zaman ‘kuvvetliden yana’ olmamışlardır.
Yine ideal sahipleri, her dönemde haklıdan yana tavır sergilemişlerdir.
Nerde bizim eski onurlu, gururlu ve ideal sahibi olan düşünce adamlarımız, nerede bugünkü küçük ideologlar?
Mehmet Akif nerede, Necip Fazıl nerede, Osman Yüksel nerede, Osman Turan nerede, Cevat Rıfat nerede, Eşref Edip nerede, Nurettin Topçu nerede?
Onları çok özlüyoruz.
Doğruya doğru diyen, kuvvetliden yana değil, haktan yana olan, idealleri uğruna çileli hayatı seçen onurlu örneklerimiz nerede?
Nerede çay-simitle öğle yemeklerini yiyip ısmarlama yazılar yazmayan eski düşünürlerimiz?
Nerede ufukları gözleyen, büyük düşünen, nemalanma uğruna doğruları düşünüp yazmaktan çekinmeyenler?
Nerede?
Şimdilerde ‘sultan sofralarından beslenenler’in büyük çoğunluğu, söylenenleri enine boyuna düşünmez, üzerinde fikir yürütemezler.
Hâlbuki en basit bir fikrin bile yorumlanmaya ihtiyacı vardır.
Onlar Erbakan’ı genç döneminde bile anlamışlardır ki, şimdi anlayabilsinler.
Şimdi çıkmış dördüncü kimilerinden bazı sivri zekâlılar, ‘bu yaşta, bu ihtiras… Pes doğrusu…’ diyorlar.
Şöyle de diyorlar:
‘Gençlerin önünü açmıyor, hala meydanlara çıkıyor…’
Bu kimi dördüncü guruptakiler, dini bütün insanlar ayrıca.
Dini de biliyorlar, onu yaşamasını da.
İnsanlara danışmanlık yapıyor, yol da gösteriyorlar.
İyiği emrettiklerini, kötülüklerden alıkoyduklarını da duyuyoruz.
Kendini entellektüel görüyor ve ahkâm kesmeyi bunun bir kanıtı olarak görüyorlar.
Doğma yorumları ile bol keseden atmayı da çok seviyorlar.
Bir şeyler söylemiş olmak için ön ve arkasının ne olduğu belli olmayan tespitlerde bulunuyorlar.
Bu tespitleri yaparken de geriye doğru geriliyor ve sadece dillerinden konuşuyorlar.
Hâlbuki dil, kalp, mantık ve bilgiden emirlerini alır.
Dil sadece kendince hareket ettirilirse, çıkan sesler hayvani özellikler taşır.
Dil sadece aklın, kalbin ve birikimin seslendirme organıdır.
Dil kendince işlev görmez.
Gelen komutları şekillendirir.
Kimi aydın geçinenler için dilin her şey olduğunu görüyoruz.
Yanlış konuşmalarının sebebi budur.
Bu kimi dördüncü guruba, yine kendilerinin anlayacağı dil ile örneklendirme yapmakta yarar var :
Şeyh Ahmed Yasin, felçli idi ve HAMAS’ı bu yaşlı ve felçli vücudu ile yönetiyordu.
Ahkâmcı bu kesim, Ahmed Yasin için destanlar yazarlar ve konuşurlar… Haklıdırlar da…
Ahmed Yasin çağımızın Ömer Muhtarı’dır.
Ama gelin görün ki, Erbakan’ı anlamakta zorluk çekerler.
Hâlbuki iyi bir analiz yapsalar, Ahmed Yasin’in hedefinde olan sömürgeci ve saldırganlar, Erbakan’ın zihnindedir.
Ahmed Yasin onlarla bilekle mücadele eder, Erbakan yürek ve zihinle…
Ahmed Yasin bu mücadelede kanını vermiştir, Erbakan 41 yılını…
Birini katlederek ortadan kaldırmışlardır, diğerini ‘hukukla’ ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar.
Ahmed Yasin ve Erbakan’ın arasındaki fark, sadece coğrafya ve ondan kaynaklı metod farklılığıdır.
Ama hedefleri ve ufukları aynıdır.
Uzun soluklu olmayan Türkiye’li Müslümanlar yorulmuşlardır.
Davet ve hareketin bir maraton olduğunu anlayamamışlardır.
Onu yüz metrelik koşu sanmış ve yorulmuşlardır.
Yorulanlar, ayrılmışlardır.
Ayrılmış ve hedef değiştirmişlerdir.
Ana hedef yerine mevzi hedeflere yönelmişlerdir.
Yorgunluk, bu kesimleri Erbakan’dan uzaklaştırmıştır.
İslam karşıtlarının Erbakan düşmanlıkları, onları yormuştur.
Yorulmalarının müsebbibi olarak Erbakan’ı görmeye başlama, kendilerini farklı yollarla devam etmeye yöneltmiştir.
Tali yollarla ilerlerken, etraflarında topladıkları 3- 5 yüz insan ile ‘hizmet’ verdikleri zehabına yönelmişlerdir.
Ana gövdeden ayrılmakla ‘ huzura’ kavuşmuşlardır.
Kimileri de içi fos kabak gibi büyümüş, ‘sen onların dinine girmedikçe, onlar senden razı olmazlar’ emrini sanki hiç okumamış ve duymamışlardır da her bir yana güller ve çiçekler dağıtmaktadırlar.
Bu gül dağıtmalar bazan,
‘İzindeyiz…’ pankartları ile kendini gösterir, bazen ‘noel kutlamaları’ ile, bazen ‘dialog’ ile, bazen onları da ‘cennete koyma’ile, bazen ‘bize sizi yanlış tanıtmışlar, sizi bize yanlış tanıtanlar aradan çekildiler de, sizin güzel yüzünüzü daha yeni görebildik’ ifadeleri ile kendini gösterir olmuştur.
Şimdilerde ise, ‘ne ihtiras’ diyerek kendi haklılıklarını ispata yönelmişlerdir.
Dünya nimetlerinden yeteri kadar nasiplenen kesim ise, gerçek doğruyu bulduklarının sevinç çığlıklarını atmaktadırlar.
‘Oh be… ne çileler çekiyorduk, ne sıkıntılarla yaşıyorduk, dünya varmış’ diyerek…
Ne iyi oldu da yollarımızı ayırdık demektedirler.
Onlara iyi günleri dileriz.
Her amel, niyetle değerlendirilir.
Rabbim herkese niyetlerinin karşılığını versin.
Hem de fazlası ile…
Ahmet Küçükağa
ajans5