AlpBilge
Yasaklı
- Katılım
- 1 Şub 2015
- Mesajlar
- 706
- Tepkime puanı
- 33
- Puanları
- 0
Entegrasyon Süreci, Ekonomik Transformasyon ve Din-Siyâset Denklemi
Entegrasyon sürecinin çarklarının diyalektik işlemesi için dönemin coğrâfî ve dolayısıyla siyâsî konjonktürünün göz önünde bulundurulması gerekir. Statik temeller üzerine kurulan sistemler hızla dönüşüm yaşayan dünyânın dinamik yapısına ayak uyduramaz. Tepeden inmeci ve adaptasyon problemi yaşayan devrimler gün gelir târihin tozlu sâhifelerinde yerlerini alırlar. Hattâ asrın şartlarıyla ve zamânın rûhuyla kıyaslandıklarında gülünç duruma düşme potansiyeline sâhiptirler. Lokal örneklendirmeler üzerinden medikal problemleri gidermeyi hedefleyen değişime açık düşünceler, evrenin mikro bir kopyası olan insanların tabiatla birlikte dönüşmesine öncülük ederler. Bu bakış açısı, kavramların ve değer yargılarının yeniden analiz edilmesini sağlar.
Skolastik felsefenin yükselişe geçtiği döneme baktığımızda yeni bir sosyal nizam arayışının zuhûr ettiğine tanık oluruz. Yıkımların/çöküşlerin doğurduğu sonuçlar, dogmatik paradigmanın farklı kültürlerle etkileşim içerisine girmesine sebep olur. Nesnel gerçekliğin öznel yorumlara gebe olması, bizi kolektif bilincin tek kaynaktan beslendiği teorisine götürür. Deneyimlenebilir hipotezler tarafından desteklenen kuram, somut ve soyut arasında düştüğümüz; idea mı, materyal mi sorusunu sormamıza sebep olur. Kişi nesneye yönelerek bilgiyi oluşturur. Nesnel dünyadaki şuurdan bağımsız varlıklar, bireyleri doğru ve gerçek ayrımına sürükler. Bu ayrımın neticesinde doğrulun özneye, hakîkatin ise nesneye bağımlı olduğu mantığıyla yeni sorular ve yanıtlar oluşur.
Osmanlı'nın fetihlerini ve özellikle Konstantinopolis'in fethini o dönemin siyâsî konjonktüründen bağımsız düşünemeyiz. Öncelikle II. Mehmed'in ve gerek târihte, gerekse günümüzdeki lîderlerin sembolik birer figürden ibâret olduklarını, onları yönlendiren bir üst akıl olduğunu ve bu üst aklın da global dengeleri muhafaza etmekle görevli olduğunu kabûl etmemiz gerekiyor. Kilise baskısından ve ruhban sınıfının egemenliğinden rahatsız olan, geleneksel Hristiyanlık anlayışının terk edilmesini ve Hristiyanlığın İncil eksenli bir forma dönüştürülmesini savunan Kalvinist ve Üniteryen mezheblerin, Habsurg Hânedânı'nın ilerleyen dönemlerde gerçekleşme ihtimali olan yayılmacı, baskıcı ve mutaassıp tutumlarına mâruz kalmamak için Konstantinopolis'in fethinde II. Mehmed'i desteklemiş olmaları, Hristiyan âleminin iç karışıklık ve otorite zayıflığı yaşadığının göstergesidir. Kalvinizm daha sonra kapitalizmin yükselişini sağlamıştır ve din-siyâset ilişkisinin ekonomik temeller üzerinde yükseleceğini göstermiştir. Bu bakımdan Konstantinopolis'in fethi yalnızca II. Mehmed'in ve Osmanlı'nın zaferinden ibâret olmadığı gibi, kapitalizme ve zamanla liberalizme evrilen politikaların yürürlüğe girmesi için yeni bir siyâsî mekanizma üreten ve Osmanlı'yı ekonomik stratejilerini uygulayabilecekleri bir şirket hâline getirmeyi amaçlayan küresel güç odaklarının da zaferidir.
Toprağın ürünü ve emek arasındaki ilişki, göçebelikle işleyen kabîle sisteminden sonra çeşitli kamusal aşamalar geçirerek mülkiyet kimliğine bürünmüştür. Bu durumun doğurduğu çatışmalar ve her kaosun sonucunda oluşan farklı alternatifler önce kamusal mülkiyeti, sonra da özel mülkiyeti gündeme taşımıştır. Üretim kuvvetlerinin niteliğinden bağımsız düşünülemeyen ögeler, tüketim mekanizmasının ihtiyaç eksenli işleyişinin belirli bir merhaleden sonra standart bir ölçüye oturmasına sebep olmuş, gereksinim ve lüks arasındaki bireysel yorum farkları kentleşmeyi individualizm boyutuna taşıyarak varlığını devâm ettirmiştir.
Kültürel etkileşim sonucunda gerçekleşen sosyal evrim ve devinim, çevresel faktörlerin biçimlendirici unsurlarıyla ortak bir paydada buluştuğunda teşkîlatlanmaya başlayan bir milletin ekonomik ve siyâsî açıdan inşâ sürecini başlatır. Meselâ Avrupalı emperyalist güçlerin Kuzey Amerika'da tarım toplumları oluşturmaları, bir toplumun varlık biçimini belirleyen sosyal sürecin temellerini atmıştır ve ilerleyen dönemlerdeki siyâsî gelişmeler Amerikan İç Savaşı'na değin devâm etmiştir. Yerli Kızılderili halkın Meksika'yla kültürel etkileşim içerisine girmesi sonucu merkezî otoritenin hegamonyasını hissettirmeye başlaması da toplumsal evrimin politik netîcesidir.
Osmanlı toplumsal olgulara "eklektik" bir pencereden bakıyordu ve yöntemleri uygulanabilirliği ölçüsünde değerlendiriyordu. Eklektisizm daha önce vâr olan unsurları seçkinci bir metotla değerlendirir ve sentez oluştururak yeni bir tasarım ortaya koyar. Bu pragmatik yaklaşım yönettiği kitlenin hassasiyetlerini dışlayıcı değil, kucaklayıcı ve aynı zamanda reforme edici bir transformasyon gerçekleştirmeyi amaçlar. Zîrâ hegamonyanızı îlân ettiğiniz coğrafyaların sosyo-ekonomik, kültürel ve dînî yapılarını tahlil ve tespît etmek zorunluluğu vardır. Neden-sonuç ilişkisi kavranmadığı müddetçe târihteki ve günümüzdeki sorunlar anlaşılamaz. Anlaşılamadığı gibi bu sorunları gidermek için yapılan reformlar, "mânevî şahsiyetlerin" politik amaçlar doğrultusunda kullanılmaları, siyâsî hamleler ve din-siyâset denklemi de idrâk edilemez. Meselâ Yunus Emre devletin kapsayıcı ve cihanşümûl mekanizmasını topluma benimsetmekle görevli olan siyâsî bir kişilikti.
Kurumsal açıdan merkezîleşme düzeyinin orantılı işleyişi, Mezopotamya kökenli ilkel kabîle toplumlarının yabancı oldukları ve adapte olmakta zorlandıkları sancılı bir dönüşümden ibârettir. Siyâsal iktidârın ekonomik programları doğrultusunda ilerleyen ve sınıfsız, kaynaşmış, meslek gruplarının korporatif birliğini sağlamaya çalışan politik kurumlar, teşkîlatlanmış burjuva hâkimiyetinin çıkarlarına göre dizayn edilirler. Doğal olarak sistemin şart koştuğu güç dengelerini ve küresel sermayenin dengeleyici direktiflerini yumuşak geçişlerle yürürlüğe sokarlar. Böylece legal kazançların muhafaza edilmesi için ekonomik stratejilerin global mâhiyetini ulusal bir varyasyona dönüştürürler.
Küresel ölçekte bâzı dengelerin korunması için önümüzdeki 50 yıl içerisinde dünyâ genelinde bâzı devletlerin sınırları değişecektir. Global anlamda siyâsî ve ekonomik yenilikler gerçekleşecektir. Bu yeni dünyâ haritasının yeraltı kaynakları bakımından zengin coğrafî bölgelerinde uygulanacak olan stratejiler; dünyâ barışının sağlanması ve insanlık âleminin merkezî bir bölgeden "üniversal akıl" rehberliğinde "dünyâ vatandaşlığı" bilinciyle hareket etmesi için gereklidir. Köklü bir devlet tecrübesine sâhip olan Türk devlet geleneği; dünyâ üzerindeki gelişmelerle uyum içerisinde olacaktır. Dînî/millî varlığımızı çağımızın şartlarının gerektirdiği düzeye yükseltmek ve bu seviyeyi muhafaza etmek koşuluyla; dünyayla birlikte hareket edeceğimizden, evrensel dönüşümlere entegre olarak istikbâlimizi yönlendireceğimizden ve târihsel deneyimlerimizden yararlanacağımızdan kimsenin kuşkusunun olmaması gerekmektedir. Zîrâ spekülatif perspektif teoriyle sınırlı kalır ve pratikte muvaffakiyet gösteremez. Çünkü deneyime dayanmaz ve kurgusal fikirlerle hareket eder. Tecrübe etmeden öngörülerde bulunduğu için negatif sonuçlar karşısındaki tutumu yüzeysel ve kifâyetsiz kalır. Aksiyona geçmeyen bir idealin savunucuları, nüansları hesâba katmadan oluşturdukları konsensüs ile sâdece teoriyle sınırlı kalan ve pratiğe dökülmeyen çıkış yolları ararlar. Eyleme dönüşmeyen her düşünce zamanla geçerliliğini yitirir ve ütopik bir hedef hâline gelir.
Hitit, Urartu, Frig, Lidya ve İyon medeniyetlerini misâfir etmiş ve bu uygarlıkların hepsini yutmuş/eritmiş bir coğrafyada ayakta kalmak ve kalıcı olmak zor bir iştir. Târihsel olayları ve târihte kurulan devletleri bıçakla keser gibi birbirinden ayıramayız. Zîrâ her devlet kendinden önceki devletin politik koşullar gereği bâzı özelliklerini bünyesinde barındırır. Târihten damıttığımız birikimlere Doğu Roma İmparatorluğu'nun kültürel mîrâsını da eklediğimizde, entegrasyon sürecinin uzun vâdeli stratejiler sâyesinde başarıya ulaşacağını idrâk ederiz.
Alp Bilge
5 Mart
Cumartesi
2016
Entegrasyon sürecinin çarklarının diyalektik işlemesi için dönemin coğrâfî ve dolayısıyla siyâsî konjonktürünün göz önünde bulundurulması gerekir. Statik temeller üzerine kurulan sistemler hızla dönüşüm yaşayan dünyânın dinamik yapısına ayak uyduramaz. Tepeden inmeci ve adaptasyon problemi yaşayan devrimler gün gelir târihin tozlu sâhifelerinde yerlerini alırlar. Hattâ asrın şartlarıyla ve zamânın rûhuyla kıyaslandıklarında gülünç duruma düşme potansiyeline sâhiptirler. Lokal örneklendirmeler üzerinden medikal problemleri gidermeyi hedefleyen değişime açık düşünceler, evrenin mikro bir kopyası olan insanların tabiatla birlikte dönüşmesine öncülük ederler. Bu bakış açısı, kavramların ve değer yargılarının yeniden analiz edilmesini sağlar.
Skolastik felsefenin yükselişe geçtiği döneme baktığımızda yeni bir sosyal nizam arayışının zuhûr ettiğine tanık oluruz. Yıkımların/çöküşlerin doğurduğu sonuçlar, dogmatik paradigmanın farklı kültürlerle etkileşim içerisine girmesine sebep olur. Nesnel gerçekliğin öznel yorumlara gebe olması, bizi kolektif bilincin tek kaynaktan beslendiği teorisine götürür. Deneyimlenebilir hipotezler tarafından desteklenen kuram, somut ve soyut arasında düştüğümüz; idea mı, materyal mi sorusunu sormamıza sebep olur. Kişi nesneye yönelerek bilgiyi oluşturur. Nesnel dünyadaki şuurdan bağımsız varlıklar, bireyleri doğru ve gerçek ayrımına sürükler. Bu ayrımın neticesinde doğrulun özneye, hakîkatin ise nesneye bağımlı olduğu mantığıyla yeni sorular ve yanıtlar oluşur.
Osmanlı'nın fetihlerini ve özellikle Konstantinopolis'in fethini o dönemin siyâsî konjonktüründen bağımsız düşünemeyiz. Öncelikle II. Mehmed'in ve gerek târihte, gerekse günümüzdeki lîderlerin sembolik birer figürden ibâret olduklarını, onları yönlendiren bir üst akıl olduğunu ve bu üst aklın da global dengeleri muhafaza etmekle görevli olduğunu kabûl etmemiz gerekiyor. Kilise baskısından ve ruhban sınıfının egemenliğinden rahatsız olan, geleneksel Hristiyanlık anlayışının terk edilmesini ve Hristiyanlığın İncil eksenli bir forma dönüştürülmesini savunan Kalvinist ve Üniteryen mezheblerin, Habsurg Hânedânı'nın ilerleyen dönemlerde gerçekleşme ihtimali olan yayılmacı, baskıcı ve mutaassıp tutumlarına mâruz kalmamak için Konstantinopolis'in fethinde II. Mehmed'i desteklemiş olmaları, Hristiyan âleminin iç karışıklık ve otorite zayıflığı yaşadığının göstergesidir. Kalvinizm daha sonra kapitalizmin yükselişini sağlamıştır ve din-siyâset ilişkisinin ekonomik temeller üzerinde yükseleceğini göstermiştir. Bu bakımdan Konstantinopolis'in fethi yalnızca II. Mehmed'in ve Osmanlı'nın zaferinden ibâret olmadığı gibi, kapitalizme ve zamanla liberalizme evrilen politikaların yürürlüğe girmesi için yeni bir siyâsî mekanizma üreten ve Osmanlı'yı ekonomik stratejilerini uygulayabilecekleri bir şirket hâline getirmeyi amaçlayan küresel güç odaklarının da zaferidir.
Toprağın ürünü ve emek arasındaki ilişki, göçebelikle işleyen kabîle sisteminden sonra çeşitli kamusal aşamalar geçirerek mülkiyet kimliğine bürünmüştür. Bu durumun doğurduğu çatışmalar ve her kaosun sonucunda oluşan farklı alternatifler önce kamusal mülkiyeti, sonra da özel mülkiyeti gündeme taşımıştır. Üretim kuvvetlerinin niteliğinden bağımsız düşünülemeyen ögeler, tüketim mekanizmasının ihtiyaç eksenli işleyişinin belirli bir merhaleden sonra standart bir ölçüye oturmasına sebep olmuş, gereksinim ve lüks arasındaki bireysel yorum farkları kentleşmeyi individualizm boyutuna taşıyarak varlığını devâm ettirmiştir.
Kültürel etkileşim sonucunda gerçekleşen sosyal evrim ve devinim, çevresel faktörlerin biçimlendirici unsurlarıyla ortak bir paydada buluştuğunda teşkîlatlanmaya başlayan bir milletin ekonomik ve siyâsî açıdan inşâ sürecini başlatır. Meselâ Avrupalı emperyalist güçlerin Kuzey Amerika'da tarım toplumları oluşturmaları, bir toplumun varlık biçimini belirleyen sosyal sürecin temellerini atmıştır ve ilerleyen dönemlerdeki siyâsî gelişmeler Amerikan İç Savaşı'na değin devâm etmiştir. Yerli Kızılderili halkın Meksika'yla kültürel etkileşim içerisine girmesi sonucu merkezî otoritenin hegamonyasını hissettirmeye başlaması da toplumsal evrimin politik netîcesidir.
Osmanlı toplumsal olgulara "eklektik" bir pencereden bakıyordu ve yöntemleri uygulanabilirliği ölçüsünde değerlendiriyordu. Eklektisizm daha önce vâr olan unsurları seçkinci bir metotla değerlendirir ve sentez oluştururak yeni bir tasarım ortaya koyar. Bu pragmatik yaklaşım yönettiği kitlenin hassasiyetlerini dışlayıcı değil, kucaklayıcı ve aynı zamanda reforme edici bir transformasyon gerçekleştirmeyi amaçlar. Zîrâ hegamonyanızı îlân ettiğiniz coğrafyaların sosyo-ekonomik, kültürel ve dînî yapılarını tahlil ve tespît etmek zorunluluğu vardır. Neden-sonuç ilişkisi kavranmadığı müddetçe târihteki ve günümüzdeki sorunlar anlaşılamaz. Anlaşılamadığı gibi bu sorunları gidermek için yapılan reformlar, "mânevî şahsiyetlerin" politik amaçlar doğrultusunda kullanılmaları, siyâsî hamleler ve din-siyâset denklemi de idrâk edilemez. Meselâ Yunus Emre devletin kapsayıcı ve cihanşümûl mekanizmasını topluma benimsetmekle görevli olan siyâsî bir kişilikti.
Kurumsal açıdan merkezîleşme düzeyinin orantılı işleyişi, Mezopotamya kökenli ilkel kabîle toplumlarının yabancı oldukları ve adapte olmakta zorlandıkları sancılı bir dönüşümden ibârettir. Siyâsal iktidârın ekonomik programları doğrultusunda ilerleyen ve sınıfsız, kaynaşmış, meslek gruplarının korporatif birliğini sağlamaya çalışan politik kurumlar, teşkîlatlanmış burjuva hâkimiyetinin çıkarlarına göre dizayn edilirler. Doğal olarak sistemin şart koştuğu güç dengelerini ve küresel sermayenin dengeleyici direktiflerini yumuşak geçişlerle yürürlüğe sokarlar. Böylece legal kazançların muhafaza edilmesi için ekonomik stratejilerin global mâhiyetini ulusal bir varyasyona dönüştürürler.
Küresel ölçekte bâzı dengelerin korunması için önümüzdeki 50 yıl içerisinde dünyâ genelinde bâzı devletlerin sınırları değişecektir. Global anlamda siyâsî ve ekonomik yenilikler gerçekleşecektir. Bu yeni dünyâ haritasının yeraltı kaynakları bakımından zengin coğrafî bölgelerinde uygulanacak olan stratejiler; dünyâ barışının sağlanması ve insanlık âleminin merkezî bir bölgeden "üniversal akıl" rehberliğinde "dünyâ vatandaşlığı" bilinciyle hareket etmesi için gereklidir. Köklü bir devlet tecrübesine sâhip olan Türk devlet geleneği; dünyâ üzerindeki gelişmelerle uyum içerisinde olacaktır. Dînî/millî varlığımızı çağımızın şartlarının gerektirdiği düzeye yükseltmek ve bu seviyeyi muhafaza etmek koşuluyla; dünyayla birlikte hareket edeceğimizden, evrensel dönüşümlere entegre olarak istikbâlimizi yönlendireceğimizden ve târihsel deneyimlerimizden yararlanacağımızdan kimsenin kuşkusunun olmaması gerekmektedir. Zîrâ spekülatif perspektif teoriyle sınırlı kalır ve pratikte muvaffakiyet gösteremez. Çünkü deneyime dayanmaz ve kurgusal fikirlerle hareket eder. Tecrübe etmeden öngörülerde bulunduğu için negatif sonuçlar karşısındaki tutumu yüzeysel ve kifâyetsiz kalır. Aksiyona geçmeyen bir idealin savunucuları, nüansları hesâba katmadan oluşturdukları konsensüs ile sâdece teoriyle sınırlı kalan ve pratiğe dökülmeyen çıkış yolları ararlar. Eyleme dönüşmeyen her düşünce zamanla geçerliliğini yitirir ve ütopik bir hedef hâline gelir.
Hitit, Urartu, Frig, Lidya ve İyon medeniyetlerini misâfir etmiş ve bu uygarlıkların hepsini yutmuş/eritmiş bir coğrafyada ayakta kalmak ve kalıcı olmak zor bir iştir. Târihsel olayları ve târihte kurulan devletleri bıçakla keser gibi birbirinden ayıramayız. Zîrâ her devlet kendinden önceki devletin politik koşullar gereği bâzı özelliklerini bünyesinde barındırır. Târihten damıttığımız birikimlere Doğu Roma İmparatorluğu'nun kültürel mîrâsını da eklediğimizde, entegrasyon sürecinin uzun vâdeli stratejiler sâyesinde başarıya ulaşacağını idrâk ederiz.
Alp Bilge
5 Mart
Cumartesi
2016