ene'yi nasıl anlamalıyız ve yaşamalıyız

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Yolumuzun pîri [aynı zamanda Said-i Nursi hazretlerinin de kadiri dersi aldığı] Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyururlar:

“Tarikat ricâlinden bir zâta müracaattan maksat, sâlikin kabiliyet toprağına ilâhi mârifet tohumlarının ekilmesidir. Yalnız zikir talimi ve telkini değildir. Zira bu cihet, tasavvuf kitaplarını okumakla da müyesser olabilir.” (4. Mektup)

“Kulların bilgisizlik ve cehâlet felâketinden kurtulmaları, ilâhi ilim ve irfan ile kendilerini süslemeleri için sadece kitap okumanın kâfi gelmeyeceği, bildiklerini kemâl derecesinde yaşayan kâmil ve terbiyeci bir mürşidin huzurunda mutlaka diz çöküp onun terbiyesi altında yetişmek zarureti açık bir gerçektir.

Nefs-i emmârenin duygu ve temayüllerinden sıyrılıp, mânevi yüceliklerle donanma ve ilâhi tecellilerle hemhâl olma gibi yüce bir gaye sadece ALLAH’ı zikretmekle elde edilemeyeceğinden bu hususta dahi bir yol göstericiye ve uyanık bir gönül sahibi mürşide kalbi bağlamak gerekir.” (68. Mektup)

“Zamanımızda yaşayan din kardeşlerimizin tarikat talimi almak için evvelce yaşamış sâlih zâtlara müracaat edemeyecekleri âşikâr bulunduğundan, hâl-i hazır yaşamakta olan meşâyıha müracaatla ihtiyaçlarını arzetmeleri gerekmektedir.” (3. Mektup)

Kişi kendi hastalığının tedavisini Kur'an ve sünnetten bulabilecek olsa mürşide lüzum yoktur. Gel gör ki tedaviyi bulmayı bırakın hastalıklarını bilen kaç kişi var? Bunlar kitap okuyarak olacak işler değildir. Bir tabip lazım...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Kanden Gelir Yolun Senin Ya Kande Varır Menzilin

Allah (CC) sana sevdiği ve hoşlandığı işlerde başarı ihsan eylesin.

Söylediklerimi belle ve anla…

Allahu Teala (CC), cemalinin nurundan ilk önce Hz. Muhammed’in (SAV) nurunu yarattı. Bu, bir hadis-i kudsi’de şöyle bildirilmiştir:

Muhammed’i (SAV) yüzümün nurundan halk ettim.

Bu durumu, Peygamber (SAV) Efendimiz de şöyle beyan etmektedir:

Allah (CC), önce ruhumu yarattı… Allah (CC), önce nurumu yarattı… Allah (CC), önce Kalem’i yarattı… Allah (CC), önce Aklı yarattı…

Bunların hepsinden tek şey murad edilmektedir: Hakikat-i Muhammediye, yani Hz. Muhammed’in (SAV) gerçeği. Durum böyle olunca, ona birtakım adlar takıldı.

Nur (ışık) dendi. Çünkü o, celâl sıfatı altında saklı karanlıklardan saftır. Bunu Hak Teala (CC) haber verdi:

Allah (CC) tarafından size Nur, her şeyi açık anlatan kitap geldi.”[1]

Akıl dendi. Çünkü her şeyi idrak ederdi.

Kalem dendi. Çünkü ilim onunla yayıldı.

Ruh-u Muhammedî, olanların özü, kainatın öncesi ve aslıdır. Bunu Peygamber (SAV) Efendimiz şöyle anlatır:

Ben Allah’tanım (CC), müminler de bendendir.

Allah-ü Teala (CC), lahût aleminde ve hakiki ahsen-i takvim’de; bütün ruhları O’nun (SAV) ruhundan yarattı.

O; (SAV) yukarıda bahsi edilen alemde, bütün insanlığın adıdır. O (SAV), vatan-ı aslidir.

Bu yaratılıştan dört bin yıl sonra, Hazret-i Muhammed’in (SAV) göz nurundan arşı yarattı. Kainatın kalan kısmını da arştan yarattı. Ondan da kainatı…

Sonra, yaratılan ruhları, kainatın en aşağı derekesine indirdi. Yani bu cesetler alemine demek istiyorum.

Sonra, onu aşağıların en aşağısına gönderdik…”[2]

Yani, o nuru; ilk önce Lahût âleminden ceberut alemine gönderdi. O nurdan olan ruhlara, iki harem arasında ceberût nurundan kisveler giydirdi. Buna Sultani ruh, tabir edilir.

Sonra bu kisve ile melekût alemine saldı… Orada da melekût nurundan kisve giydirdi; buna da ruhani ruh, tabir edilir…

Sonra mülk alemine gönderdi. Mülk kisvesine bürüdü; buna da cismani ruh, tabir edilir.

Sonra, bundan cesetleri halk etti. Bu değişik halleri şu Ayet-i Kerime haber verir:

Sizi ondan yarattık, ona iade edeceğiz, ikinci bir sefer yine ondan çıkaracağız.”[3]

Bu hallerden sonra; Allah-ü Teala (CC) o ruhlara, bu cisme girmeleri için emir verdi; onlar da Allah’ın (CC) emriyle girdiler. Bunu da şu Ayet-i Kerime haber vermektedir:

Ona ruhumdan üfledim”[4]

Zaman oldu; o ruhlar bu cesetle ilgisini artırdı. Bu yüzden, ahdi unuttular. Halbuki Allah-ü Teala (CC) onları yarattı:

Sizin Rabbınız değil miyim?” buyurdu. Onlar da:

Bela (Evet)…” cevabını verdiler…

İşte bu sözü unuttular. Asli vatana dönemediler.

Fakat… Rahmân (CC), yani varlığın yardım kaynağı, onlara acıdı. Bu sebeple semavi kitaplar saldı. Bunlarla asli vatanı hatırlatmak istedi. Bu manaya da şu Ayet-i Kerime işaret eder:

Onlara Allah’ın (CC) günlerini hatırlat.”[5]

Yani: Ruhlara geçen, o visal günlerini hatırlat.

Bu aleme pek çok enbiya geldi ve devresini tamamladı göçüp gitti. Hepsinin gayesi bu durumu anlatmak ve halkı ayıktırmaktı. Fakat onu anan, ona yönelen, o aleme iştiyak duyan ve o aleme vasıl olan zamanla azaldı.

Nübüvvet; Büyük Muhammedî Ruh’a varıncaya kadar devam etti… O (SAV) risaletin sonuncusu idi.

Allah-ü Teala (CC) basiretlerini açmak için O’nu (SAV) bu gafil insanlara gönderdi. Gaye, onları gaflet uykusundan uyarmak; visaline, ezeli cemaline ermeye… Yani Allah’ın (CC) zatına davet idi.

Peygamber (SAV) Efendimizin yolunu tayin için bildirilen şu Ayet-i Kerime bu duruma işaret eder:

Söyle, yolum şu: basiret üzerinedir. Ben ve bana uyanları; aynı yola davet ederiz.”[6]

Peygamber (SAV) Efendimizin de şu Hadis-i Şerifi, aynı şekilde bize asıl gayeyi anlatır:

Ashabım (RA) gökteki yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız, doğruyu bulursunuz…”

Basiret, ruh gözesinden gelir. Evliya için Fuad makamından açılır. Elde ediliş tarzına gelince, zahiri bilgi ile olmaz. Ötelerden, batından coşup gelen ilim lazım… Şu, Ayet-i Kerime bizi işin özüne iletir:

Ona canibimizden -ötelerden- ilim vermiştik.”[7]

İnsana gereken, basiret sahiplerini bularak, telkin yolu ile onlardan bir şeyler almaktır… O telkini yapan zat, velî, mürşid ve lahut aleminden haber veren olmalı…

Kardeşler! Ayılınız. Tövbe yolu ile Rabbınızdan (CC) marifet talebinde bulununuz. Bunun için koşunuz.

Bunu Allah-ü Teala (CC) şu Ayet-i Kerime ile haber verir:

Rabbinizden (CC) gelen bağış için; keza, arzı yer gök arası kadar olan cennet için de konuşunuz… Ki o, ittika sahiplerine hazırlandı…”[8]

Yola giriniz. Şu ruhani kafilelerle Rabbınıza (CC) dönünüz. Yakında yol kesilecek… O aleme gidiş için arkadaş bulunmayacak… Biz, bu harap dünyaya, oturmaya gelmedik. Yemek, içmek ve ahbes nefsin ihtiyaçlarını tatmin için de gönderilmedik…

Peygamberimiz (SAV) sizi gözetmekte ve halinize bakıp üzülmektedir… Ki bunu şu Hadis-i Şerif bize anlatıyor:

Üzüntüm, ahir zamanda gelecek ümmetim içindir.

Bize gelen iki şekil üzeredir; zahir, batın… Yani, şeriat yolu ve marifet…

Allah-ü Teala (CC) şeriatla dış alemimizin düzenini, marifetle de iç alemimizin düzenini emreder. Her ikisinin birleşmesinden ise, hakikat peyda olur. Bu sözümüze, ağaçla yaprağı misal getirebiliriz; bundan sonra, meyve hasıl olur. Şu Ayet-i Kerime, anlatmak istediğimiz manaya işaret eder:

İki deniz yürür, karşılaşır; hatta mahcuplara göre birleşir, fakat aralarında berzah -insan-ı kamil- vardır, şaşmazlar.”[9]

Her iki mana birden alınmalı. Aksi halde, yani yalnız zahiri bilgi ile hakikat elde edilemez. Esas gayeye varılamaz. İbadet tam olması için, biri değil; ikisi lazımdır. Yani, şeriat ve marifet…

Allah-ü Teala (CC) bu manayı şu Ayet-i Kerime ile işaret eder:

Cin ve insi, bana ibadet etmeleri için yarattım.”[10]

Yani, Zatıma karşı irfan sahibi olalar diye. Her kim, ona karşı irfan duygusuna sahip olmaz nice ibadet edebilir?

Marifet, nefsin kara perdesini kalb aynasından açmak ve onu temizlemekle hasıl olur. O zaman cemal-i ilahi’nin gizli hazinesi gözükmeye başlar. Ki bu, kalb sırrının özünde gözükür.

Allah-ü Teala (CC)bir kudsî hadiste şöyle buyurur:

Gizli bir hazine idim. Zatıma irfan duygusu taşınmasını istedim. Halkı, bunun için yarattım.

Bundan anlaşılıyor ki, Allah-ü Teala (CC) insanı marifet için yarattı.

Marifet; yani irfan sahibi olmak, iki şekilde anlatılır; biri Allah’ın (CC) zatına; öbürü de sıfatına karşı irfan duygusuna sahip olmak…

Allah-ü Teala’nın (CC) sıfatına karşı arif olmakta dünya ve ahirette cismin alacağı tad vardır. Ama O’nun (CC) zatına karşı irfan duygusunda, öbür alemde mukaddes ruhun alacağı haz vardır. Bir Ayet-i Kerimede şöyle buyruldu:

Biz onu kudsî ruhla teyid ettik.”[11]

Allah-ü Teala’nın (CC) zatına karşı irfan duygusu taşıyanlar, kudsî ruhla kuvvet bulmuşlardır.

Anlatılan bu iki marifet; ancak iki yönlü ilimle meydana gelir; zahiri ilim, bir de batini ilim Anlattığımız işlerin husulü bu iki ilme bağlıdır.

Peygamber (SAV) Efendimiz bu iki ilmi anlatırken, şöyle buyurdu:

İlim, ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki, bu Allah’ın (CC) kulları üzerindeki hüccetidir. Biri de kalbde olan ilim var ki; gayelerin husulü için, faydalı olan da budur.

İnsan, önce şer’i bilgilere muhtaçtır. Bu ilimle; sıfatlar aleminde Hakk Teala’nın (CC) zatına ait bilgiler tahsil edilir. Bundan sonradır ki, batın ilmine sıra gelir. Bu ilimle de marifet aleminde Hakk’a (CC) irfanın tam kendisi elde edilir.

Buna erebilmek için, dinin emirlerine uymayan işleri bırakmak gerekir. Hatta tarikat adabına uymayan hataları da bırakmak icab eder. Bu anlatılan halin husulü için de, nefse ve ruha ağır ve güçlü gelen vazifeleri yaptırmalı. Bunlar yapılırken yalnız Hakk’ın (CC) rızası gözetilmeli. Görsünler veya işitsinler için iş yapılmamalı. Allah-ü Teala (CC) anlattığımız hale şu Ayet-i Kerime ile işaret eder:

Her kim, Yaradan’ına kavuşmayı diliyorsa yarar iş görsün; Yaradan’ına yaptığı ibadete, kimseyi ortak etmesin.”[12]

Marifet alemi, şeklinde tabir edilen alem; Lahût alemidir. Orası ise, asli vatandır ki, yukarıda anlatılan kudsî ruhun yaratıldığı alemdir. Hakiki insanlık oradadır ki o hakikat, kalbin özüne emanet olarak kondu. Onun varlığı tevbe ve telkinle meydana çıkar. Ve La İlahe İllallah kelime-i tevhidine devamla kendini açığa vurur.

Kelime-i tevhide önce dille devam edilir. Kalb hayatı bulununca da, kalb ile söylenir.

Tasavvuf ehli; kudsî mana hallerine, Tıfl -çocuk- adını taktılar.

Ona Tıfl denmesi, bazı sebeplerden ileri gelmiştir.

Şöyle ki:

1) O hal kalbden doğar ve orada terbiye görür, büyür. Nasıl ki, anne de yavruyu doğurur, besler, büyütür ve buluğ çağına erdirir.

2) İlim tahsili, çok kere yavrulara hastır. Marifet ilmi ise, o kalbin yavrusuna talim edilir.

3) Çocuk, zahirdeki günah kirlerinden temizdir. O kalbin yavrusu ise; şirk, gaflet ve cismani hatalardan paktır.

4) Bahsedilen temiz suret, çocuklarda daha çok görülür. Bundandır ki, çok kere mana alemlerine dair temiz hal, melaike suretinde görülür.

5) Yapılan amellerden sonra, cennete girilir, sonra onları Allah-ü Teala (CC) Tıfıllarla, yani yavrularla mükafata erdireceğini anlatır.

İşte, bu manaya işaret eden iki rima: Ayet-i Kerime:

Onların çevresinde daima, yavrular döner.”[13]

Onlar için hazır bekleyen gılmanlar, hazinelerde saklı inciler gibidir.”[14]

6) Tıfl -çocuk- isminin ona takılmasındaki bir başka sebep ise; letafet ve nezafet halidir.

7) Sonra, ona verilen bu isim mecaz yolu iledir. Çünkü o, bedenle ilgilidir. Beşer suretine bürünmüştür. Çünkü onunla alakası vardır. Sonra, onun melaneti de bu ismi almasına sebep olmuştur. Sonra o, beşerin rengini de değiştirmiştir. Onun bidayetine nazar edilirse, bu hal daha iyi sezilir. Çünkü o, hakiki insandır. Çünkü Hak Teala’ya (CC) nisbeti vardır.

O insanlığın hakiki yönü; öyle bir şeydir ki ona göre, ne cisim, ne de cismani olmak var…

Onun varlığı; Hakk’ın (CC) zatına karşı bir mahrem teşkil etmez. Bunu Peygamber (SAV) Efendimizin şu Hadis-i Şerifi anlatır:

Allah (CC) ile öyle bir zamanım olur ki o anda, ne -Melek’ül mukarreb- Hakk’a (CC)yakın Melek, ne de -Nebi Mürsel- bir Peygamber (SAV) girebilir.

Hadis-i Şerifte bahsi geçen mürsel peygamber, Efendimizin (SAV) beşeri yönüdür. Yakın melek -Mukarreb melek- ise, ceberût nurundan yaratılan Peygamber (SAV) Efendimizin ruhani durumudur ki oraya melek için giriş yoktur. Lahût nuru da oraya giremez.

O alemi anlatırken Peygamber (SAV) Efendimiz, bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurur:

Allah’ın (CC) bir cenneti vardır; orada köşkler olmaz. Bal lafı edilmez. Süt bulunmaz. Orada yalnız ilahi yüze nazar kılınır.

Bu durumu şu Ayet-i Kerime teyid eder:

Yüzler vardır, tazedir, parlar o günde…”[15]

Bir Hadis-i Şerif de, bu hali başka yönden teyid eder:

Rabbınızı seyre dalacak, mehtaba bakar gibi bakacaksınız.”

O öyle bir alemdir ki, oraya melek veya cismiyet uğrayacak olsa, derhal yanar.

Burada, bir Kudsî Hadis anlatmak yerinde olacaktır:

Şayet; celâl yüzümden perdeyi aralayacak olsaydım; gözümün aldığı yerlere kadar olan her şey yanardı.

Keza, Cibril’in de (AS) bu hususta Peygamberimize (SAV) bir sözü vardı; onu da zikredelim:

Bir karınca boyu, öteye geçecek olsam derhal yanarım.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Yunus 57

[2] Tin 5

[3] Taha 55

[4] Sad 72

[5] İbrahim 5

[6] Yusuf 8

[7] Kehf 65

[8] Al-i İmran 133

[9] Rahman 20

[10] Zariyat 56

[11] Bakara 87

[12] Kehf 110

[13] Vakıa 17

[14] Tur 24

[15] Kıyamet 22
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
İmam-ı Rabbani Hazretleri 355. Mektuptan:

Şunun bilinmesi yerinde olur ki:

Şeyhlerim, hidayet edenlerim ve Allah-ü Teâlâ'ya ulaştıran delillerim o Zatlardır. Bu yolda gözlerim, Onların vesilesi ile açıldı. Bu gibi sözleri etmeye, Onların vasıtası ile dilim vardı. Bu tarikatta, ELİF BA dersini Onlardan aldım. Mevleviyet melekesini, Onların mübarek teveccühleri ile tahsil ettim. Eğer bir bilgim var ise, Onlara uymaktan ileri gelmektedir. Eğer bende bir marifet var ise, o da Onların iltifat eserleri olmaktadır.



Kayyumiyet cihetine cezbe nisbetini dahi onlardan aldım.

İnsanların, erbainlerde (İnziva ve çilelerde) alamayacağını, Onların bir nazarı ile aldım, insanların, seneler içinde elde edemeyeceğini, Onların bir cümlesi ile buldum.

İmam-ı Rabbani Hazretleri 462. Mektuptan:

Hatta, bu büyükler, bazen öyle bir makama çıkarlar ki, ulemanın ilmi dahi, oraya ulaşamaz.

Ulemanın ilmi, o da sıhhat takdirine göre, matlubun dehlizinde nihayet bulur. Halbuki matluba ulaşan, matlub iledir. Bu beraberlik bir dakika dahi terk edilmez ki o dakikada onlara nasip gelmeye...

İmam-ı Rabbani Hazretleri 396. Mektuptan:

"İnsan sevdiği ile beraber olacaktır" manası açıktır.

O bereket ki ilk sohbette kabiliyeti müptediye bu Tarikat-ı Aliyye'de yüce Sultan Hakiki Matlub'a kalbin devamlı teveccühüdür. Bu teveccühün devamı ise, kısa zamanda, masivayı unutmaya ulaştırır. O kadar ki faraza, insanın ömrü bin sene olsa, kalbine Sübhan Hakkın gayrı gelmez. Bu dahi, masivayı unutma sebebi ile olmaktadır. Hatta, ona masivayı zorla hatırlatmaya çalışsalar, hiçbir şekilde hatırlayamaz.

---------------------------------------------------------

Sırf kitap okuyarak insan Kemalat elde edemez.. Nice büyük alimler dahi ki onların ilmine bizim hafsala cihetiyle bile yaklaşmamız artık muhal olmuş, bu kadar ilimlerine ve bilmelerine rağmen Kamil Mükemmil bir yetiştirene teslim olduktan sonra Kemalat elde edebilmişlerdir.. Bizim ömrümüzün sonuna kadar onların teslim olmalarından önceki ilmine ve bildiğine ulaşmamız dahi neredeyse imkansız iken ya bizler ne yapalım? Kaldı ki onlar bildikleriyle bir yere kadar terakki edebilmişler, sonrası içinse kendilerine bir Ehil kılavuz tedarik ederek ömürlerini tamamlamışlardır.. İmam-ı Rabbani Hazretleri, Abdurrahman-ı Cami Hazretleri, Halid-i Bağdadi Hazretleri, Mevlana Celalettin Hazretleri, Sühreverdi Hazretleri, İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri, İmam Şafi Hazretleri, İmam Gazali Hazretleri, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri.. vs.. vs.. Örneği çoktur..

Yukarda, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin sözlerini buna bir delil getirmek kastıyla alıntıladım.. Onun gibi nice geçmiş büyük ulemanın eserlerinde benzer ifadeleri görmeniz mümkündür.. Yani bu konuda bir icma söz konusudur.. Gerisi ise sadece söz...

Lütfen, en azından Mektubat-ı Rabbani'yi ve Mevlana Celalettin Rumi'nin Mesnevi'sini okuyunuz..

 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55


Tasavvufta tecdid yapmıştır demekten murad bildiğiniz tarikat yollarının esaslarını değiştirmiştir manasında değildir. Belki manası şudur ki tasavvufun neticesi olan hakaik ı imaniyenin inkişafına başka bir yol keşfetmiş demektir..

Bu manaya İmam ı Rabbani Hz. şöyle işaret eder..

" Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat'ında demiş ki:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.."

Hem demiş ki:

"Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır..
"

Yani İmamı Rabbani Hz. hükmünce tarikattan maksud ve gaye iman hakikatlarının inkişafı olduğundan bu vazifeyi Nur talebeleri Risale i Nur mesleğinde tam ve eksiksiz gördüklerinden tecdid manası ifade edilmiş, yani iman hakikatlerine giden kestirme bir yolu - fakat tarikatsız - keşfetmiş ve o yolun ehillerine göstermiştir.. Amenna..

Sevgili levent Bağ..

Bu ifadeler Mektubat-ı Rabbani'nin hangi mektubundadır?
 
Katılım
9 Ağu 2006
Mesajlar
184
Tepkime puanı
0
Puanları
0
tarz ı telakki farklı olur..

Sevgili levent Bağ..

Bu ifadeler Mektubat-ı Rabbani'nin hangi mektubundadır?
Selamün aleyküm

Evvela: Bilmiyorum kardeşim zira Mektubat ı Rabbaniyi daha okumadım, inşaallah bir gün okurum.. Üstadımız Risale i Nurda bahsettiğinden aynen aldım. Üstadımız öyle demişse doğrudur fakat yerini şimdilik bilmiyorum inşaallah ilerde tahkik ederim..

Saniyen: Nur mesleğini anlamak istemiyorsunuz kendinizce delil getiriyorsunuz. Kardeşim insaflı olun yukardaki yazımda çok derin manalara işaret edilmiş. Herkes tarikatla gitmeye mecbur değil. Nur talebeleri Risale i Nur yoluyla kemal i imanı kazanmakta ve inşaallah ehl i necat olacaklardır. Bediüzzaman gibi bir zat Nurlar kafi diyorsa siz ne derseniz deyiniz bunu çürütemezseniz. İlla ki Bediüzzamanı inkar etmiyorsanız.. O halde zaten sizinle konuşmaya ihtiyaç kalmaz..

Sahabe ve tabiinden sonra tarikat mesleği zuhur ettiğinden anlaşılıyor ki herkes tarikatla gitmeye mecbur değil. İlle de tarikat derseniz kendi mesleğinize veyahut mürşidlerinize olan muhabbet sizi yanlış yollara sevkeder. Siz mesleğinize muhabbetle bakmaya devam ediniz. Allah istifade nasip etsin. Lakin İslam sizin mesleğinize münhasır değildir.. Üstadımız der ki zihniyet i inhisar hubb u nefisten geliyor diye dehşetli bir tehhlikeden bahseder.. Sizler bu vartaya düşmemek için her vakit başınızı kaldırıp imana Kurana müteveccih olmaklığınız gerektir. Esas olan İslamı yaşamaktır. Kim nasıl yaşıyorsa taraftar olmak lazımdır. Neden Risale i Nur yoluyla gidilmez der gibi ısrarla tarikatı göstermeye çalıştığınız anlaşılır gibi değil..

Zaten bu konunun başlığı da ene yi anlamak üzerine değil miydi? Neden ısrarla benim mesleğim deyip eneye bir nevi yol veriyorsunuz?.. Benim bu konuda yazdıklarım eneye düşmemek ve yalnız kendi haklı olduğu düşüncesiyle ifrat edip hakikatın müvazenesini bozan kardeşlerimize müteveccih idi. Fakat anlaşılıyor ki eneler pek kalınlaşmış, delinmiyor ki nahnü olsun..

İslamlar ne vakit kardeşlerine hakiki muhabbetle bakıp yalnız benim mesleğim demekten kurtulacaklar?.. Bu tarzda gidilse İttihad ı İslam nasıl inkişaf edecektir?! Yani herkes yalnız benim mesleğim güzel derse sair meslekleri noksan görmek manasında tenkide yahut o yolları çürütmeye, laakal şüpheler vermeye çalışsa zarardan başka ne elde edilecektir?..

Cenab ı Hakk fıtratları farklı farklı yaratmış onun için İslamı anlamakta farklı istidatlar başka başka yollarda gitmişler.. Hatta kitap ve sünnet bir olduğu halde dört hak mezhep teferuatta ayrı ayrı gitmişler. Demek ayetler ve hadislerin farklı tarzlarda anlaşılması mümkün oluyor ki ümmet itiraz etmemiş. -yani ehline göre, yoksa her önüne gelene göre değil - Elhak kitabı sünneti esas yapmak kaydıyla hepsi de haktır. Olsa olsa teferruatta bazı farklılıklar tevellüd eder, yoksa esasta hepsi de hemfikirdirler. Yahu İmam ı Azam varken İmam ı Şafi ne yapmaya çalışıyor diye kimsenin aklına gelmemiş. Neden? Çünkü Hak bir olur fakat tarz ı telakkisi farklı olabliir. Üstadımız içtihad bahsinde şu misali zikreder..


Eğer desen: "Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?"

Elcevap: Bir su, beş muhtelif mîzaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır, şöyle ki: Birisine, hastalığının mîzâcına göre, su, ilâçtır; tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine, ne zarardır, ne menfaattir, âfiyetle içsin; tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, "Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur"?

İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheblere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir; hem, hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur..

Hepimizin gayesi İslam değil mi?.. O halde nedir ki herkes bizim yolumuzdan gitsin diye beyhude yoruluyorsunuz.. Zira herkes beğendiği ve kabiliyetine uygun olan yolda gider.. Sizler tarikatla aldığınız zevk i hakikatı bizler Risale i Nur yoluyla alıyoruz ve istikamet üzere hayatımızı idame ettiriyoruz.. Bazı zevatta görünen hususi hatalar umuma teşmil edilmez. Kardeşim hangi yol var ki o yolun müntesibleri umumen bila istisna iman ı kamil üzere bulunmuş olsunlar. Alaküllihal noksanlar ve kusurlar bulunacak. Hatta insafla kendi mesleklerinize de dikkat etseniz, sair taifeler gibi sizlerde de bazı suistimaller yahut noksanları göreceksiniz. An şart ki kendi mesleğinizin muhabbetine dalmış olan başınızı kaldırasınız ve hakikat nazariyle baksanız..

Elhasıl: Kuranın müminler ancak kardeştirler hükmü gereğince amel edelim. İttihad ı islama zarar verecek tarzda yalnız benim mesleğim deyip ittifakı zaifleştirmeyelim. Kardeşlerimizle ittifak etmenin İslamın yaşanmasında en mühim bir medar olacağını düşünüp kemal i samimiyetle o nurani kafileye iltihak edelim.. Yani Resul ü Ekremin ASM sancağı altında buluşmanın keyfini ve hazzını yaşayalım.. İlerde ahirette hakikaten, şimdi ise tasavvuran ve hikmeten o sırra vakıf olalım..

İhlas hakkında ve İslam taifeleri birbirine ne nokta i nazarla bakacaklarına dair Risale i Nurdan Lemalar isimli eserin Yirminci Lemasını okumanızı tavsiye ederim.. Orada İslam kardeşliği adına çok güzel mikyaslar nazara verilmiş.. Her ehl i imana faideli ve taze bir ders i içtimaidir..

Umum müslümanlara selam olsun..
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
[Sırf kitap okuyarak insan Kemalat elde edemez
Bırak kitap okumayı şu içindeki inad damarını kırıp sana cevap olarak gönderilen mesajları okusan
şu anda kemalatın enginlerinde yüzüyor olurdun.Sana kafi miktarda mukni cevaplar yazılmış.Sana artık susmak düşer.
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Gazali, Aziz Mahmud Hüdayi, Mevlana Halidi Bağdadi gibi muhterem zevat ilmin zirvesindeyken neden kendilerini tarikata girmeye mecbur hissetmişlerdir? Ali Haydar Efendi gibi 4 mezhebin fıkıh inceliklerine vakıf bir insan tarikata karşı iken, ne olmuştur da ağlayarak gidip bir şeyhe teslim olmuştur? Risalelerde yazanlardan gafil miydi bu gibi zevat. Farklı şeylerden mi bahsediyor risaleler?

1000 yılın müceddidi olarak kabul ettiğiniz İmam-ı Rabbani hazretleri tarikatın gerekliliğinden bahseden onlarca mektubu vardır. Hem kabul edersiniz de hem de neden sözünü dinlemezsiniz?

Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat'ında demiş ki:

"Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.."

Bu inkişafı acaba Üstaz neye bağlamıştır? Tarikatın bir neticesi olarak görmüş olamaz mı acaba? İsterseniz biraz da İmam-ı Rabbani okuyun...

Efendim yüzlerce kitap var tıp ilmi ile alakadar, bunları alıp okuyun ne diye tabiplere gidiyorsunuz diyen aklı selim bir kişi var mıdır acaba?
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Selamün aleyküm
Evvela: Bilmiyorum kardeşim zira Mektubat ı Rabbaniyi daha okumadım, inşaallah bir gün okurum.. Üstadımız Risale i Nurda bahsettiğinden aynen aldım. Üstadımız öyle demişse doğrudur fakat yerini şimdilik bilmiyorum inşaallah ilerde tahkik ederim..

aleyküm selam

Levent bey, siz bizden kaynak isteseydiniz, işimizi gücümüzü bırakır, o kaynağı temin eder ve çok geçmeden bahsi geçen kaynağı görüşlere sunardık.. Ya da sunamaz; delilsiz mesnetsiz yazdıklarımızdan dolayı özürler dilerdik..

Kaçmak yok.. İmam-ı Rabbani Hazretlerine atfettiğiniz bu sözün Mektubat'ta ise Mektubat'tan; başka bir İmam Rabbani eserinde ise ordan göstermenizi rica ediyorum..

Zira, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubat'ını defalarca okudum.. Sizin görüş olarak sunduklarınızın aksini gösteren yüzlerce paragraf okudum ama ne hikmetse bu ve buna benzer sözlere tesadüf edemiyorum..

İki ayrı İmam Rabbani olmadığına göre, sizden zuhur eden bu ifadelerin Risale-i Nur dışında kaynağını rica ediyorum..

Halihazırda, bu tür konularda sunduğunuz, kaynak olarak gösterdiğiniz bir kaç eserden biridir, Mektubat-ı Rabbani.. Yani mesnet olarak önemli bir yüzdesi var bu hususun..

Gerisi ise sadece sözdür..

 
Katılım
9 Ağu 2006
Mesajlar
184
Tepkime puanı
0
Puanları
0
aleyküm selam

Levent bey, siz bizden kaynak isteseydiniz, işimizi gücümüzü bırakır, o kaynağı temin eder ve çok geçmeden bahsi geçen kaynağı görüşlere sunardık.. Ya da sunamaz; delilsiz mesnetsiz yazdıklarımızdan dolayı özürler dilerdik..

Kaçmak yok.. İmam-ı Rabbani Hazretlerine atfettiğiniz bu sözün Mektubat'ta ise Mektubat'tan; başka bir İmam Rabbani eserinde ise ordan göstermenizi rica ediyorum..

Zira, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubat'ını defalarca okudum.. Sizin görüş olarak sunduklarınızın aksini gösteren yüzlerce paragraf okudum ama ne hikmetse bu ve buna benzer sözlere tesadüf edemiyorum..


Kardeşim enaniyetle mukabele etmek ehl i imana yakışmıyor. Sizin maksadınız hakikatı taharri etmekten ziyade mesleki tarikatı Risale i Nur mesleğine mukabil göstermeye çalışmaktır, onun için mesai harcıyorsunuz.. Fakat beyhude çalışıyorsunuz zira bizler Risale i Nurdan ve Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinden ayrılmayız. Nur yolunda sadakat asıldır..

Gelelim asılsız ve yakışıksız ifadelerinize.. Evvela bizler delilsiz ve mesnetsiz konuşmayız. Zira Nur yolunda tahkik asıldır. Fakat Bediüzzamanın naklettiği ve İmam ı Rabbaninin Mektubatında söylediğini ifade ettiği hükümlere dair yukarda beyan etmişim ki henüz o kitabı okumadım kaçtığımdan değil yoksa.. fakat Üstadımız gibi aleme meşhur olmuş bir Zatın sözü bizce kafi görüldüğünden Mektubatta nerededir diye tahkik etmeye şimdiye kadar ihtiyaç duymamışız. Yoksa nazara vermeye çalıştığınız zaif şüphelerinize mukabele ederdim..

Hem siz İmam ı Rabbaniden yahut başka muteber zatlardan işittiğiniz her meseleyi birebir tahkik edip, imam böyle söylüyor fakat böyle mi bakalım diye her defasında tahkik mi ediyor musunuz yoksa makbul ve mutemed insanlardan işittiğiniz mesaili kabul mu ediyorsunuz? İnsaflı olun biraz.. Madem Bediüzzamanın bahsetmesi size kafi gelmiyor ve bir nevi onu yalancı gibi haşa göstermeye çalışıyorsunuz inşaallah bir zaman tahkik edip sizin gibileri susturmayı bir vazife bilirim.. fakat yazık size güya ben defalarca okudum göremedim diye Üstadı bile itham etmeye cüret ediyorsunuz.. Güya onunla Nur mesleğini nazardan düşüreceksiniz heyhat..

Sizin görmemeniz olmamasına delalet etmez.. Zira niyeti halis olmayan bir insan yalnız görmek istediğini görür.. Yani meslek taassubu ile bir hakikatı taharri eden ekseriyetle mesleğine muhabetten gelen bir hissiyatla yalnız görmek istediğini görür başka manalara müteveccih olamaz.. Halbuki hakikat ı mutlaka mukayyed enzarla ihata edilmez.. Yani herşey sizin gördüğünüze münhasır değildir.. Öyle olsaydı siz de bir İmam ı Rabbani olurdunuz.. Her ne ise..

Yazılanlardan istifade etmek yerine sadece tarikat mesleğini nazara vermeye çalışmanızdan aslında cevap yazmayacaktım zira işi enaniyet meselesi şekline getirmeye başladınız.. Üstadımız der ki mesaili imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir.. Fakat sanki Nur talebeleri olmayan şeyleri delil getiriyor diye delilsiz ve mesnetsiz konuştuğumuzu ifade etmeniz çok çirkin düşmüştür..

Risale i Nur gibi aleme nam salmış bir eserde umum alem i İslamın tevecühünü kazanmış Üstad Bediüzzaman Said Nursi gibi bir allame vardır diyor siz ise mesnetsiz diyorsunuz. Allah insaf versin.. Kelleden konuşmuyoruz Risale i Nuru delil gösteriyoruz..
Hatta kaçmak yok deyişiniz.. Biz Nur talebeleri hakikatın taharrisinden kaçmayız merak etmeyin.. Sabırlı olun biraz.. Layık olduğunuz cevabı bir zaman alacaksınız..

Bir iki kelam da talib efendiye söylemeden geçemeyeceğim.. O bahsettiğin zevat ı muhtereme zamanın iktizasına göre ilm i tarikatı daha ziyade esas tutmaları zamanlarının muktezasıdır. Zira her zamanın bir hükmü var.. Sizi bu iltibasa sevk eden asırların değişmesiyle ihtiyacın değişeceği hakikatını nazara almamanızdır. Yazlık elbiseyle kışta dolaşılmaz.. O mübareklerin devrinde yaşamıyoruz.. Ahir zaman denilen imana Kurana dehşetli hücum edilen bir devirde yaşıyoruz.. Zamanları karıştırmayınız.. Esasat aynıdır fakat usuller ihtiyaca göre değişir.. Üstadımız şöyle ifade buyururlar..



..onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i ilmiyede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden Risale-i Nur Kur'an-ı Mucizü'l-Beyandan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsi zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünkü, umum onların mercileri ve menbâları ve üstadları olan Kur'an, Risale-i Nur'a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek..

Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız.. Yoksa-hâşâ ve kellâ-o kudsi üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.


İkinci bir husus iman inkişafını neye bağlamıştır diyorsunuz? Hatta tarikatı göstermiş olması ihtimali üzerinde duruyorsunuz. Risale i Nuru okuyan herkes şu ifadelerinize ancak güler. Zira Üstadın yolu tarikat olmadığı belki doğrudan doğruya hakikat olduğu malumdur.. İmanın inkişafı meselesi ise çok delillerinden burada yalnız Kastamonu Lahikasından şu parçayı nazara veriyoruz..

..Risaletü'n-Nur hakaik-i İslamiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü'n-Nur'dadır.. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü'n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye isal eder..

Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalaayla bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalaa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur'an ve Kur'an'dan gelen Resailü'n-Nur bana kâfi geliyorlardı. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risaletü'n-Nur çok mütenevvi hakaike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lazım gelir..


Kitaplar ve doktor meselesi ise!.. yukardaki mesajlarımda kafi izahat vardır. Yazılanları okusaydınız tekrar nakarat gibi aynı şeyleri dava ile ısrarla tarikata sevk etmeye lüzumsuz çalışmazdınız.. Risale i Nur Ve Üstadımız bize kafi geliyor.. Beyhude uğraşıyorsunuz..

Umuma selam..
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Devam et Levent Abi.. Şahs-ı manevi adına..Kim tutar seni...:clap2: :clap2: :clap2:
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
O kudsî üstadlarımızın mübârek eserlerini rûh u canımız kadar severiz. Fakat, herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecâviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz gibi Risâle-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifâ ediyoruz
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Ali Haydar Efendi ne zaman yaşamıştır bir bakın isterseniz. Sami Efendi hazretleri Cenab-ı Peygamberden icazetini bu zamanda almıştır. Geylani hazretleri yine bu çağda Sami Efendi'ye kadiri dersi vermesini salık etmiştir. Yine bu zamanda pek çok mübarek manevi bir işaretle tasavvuf yoluna intisab etmişlerdir.

Bir insan değil risale, sadece bir ilmihal kitabı okuyarak da güzel müslüman olur. Ne var ki ihsan kıvamına ulaşması zordur. Risalelerden önce de zamanın şartlarına uıygun olarak nice emsalsiz kitaplar yazılmıştır ama kimse bu kitaplar size kafidir dememiştir. Mürşid şarttır. Tabi hakikate ermek için. Kitapların ilmen istifadeye sunulması ayrı bir şeydir.

Bu zamanda gördüğüm kadarı ile bazı büyükler manevi bir işaretle bir mürşide teslim olmuşlardır. Bizim gibi cahillerin nerde kalabalık oluşturduğunun bir önemi yoktur.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Levent Bağ ve Oflaz kardeşlerim...

Halet-i Ruhiyeniz bu konuda yazışma ve paylaşmaya pek müsait değil anladığım kadarıyla..

Kimseyi suçlamadan bir takım yanlışlıklara vurgu yapmamızı kötü niyet ve karıştırıcılık ile, inadçılık ile, anlamazlık ve kibir ile telif etmeniz doğru değildir.. Ne yani, biz söyleyeceğimizi söyleriz, kimse itiraz edip yanlışımızı gösteremez; buna yeltenirse niyeti "kardeşi kardeşe düşürmektir" "enaniyetini göstermektir" "birilerini yolundan çevirmeye çalışmaktır" anlamında mukabele etmenizi anlamak imkansızdır.. Bu tavırın sağlıklı olmadığını farketmenizi dilerim.. Hemen söyliyeyim: Kimseyi yolundan alıkoymak gibi bir niyetim ve isteğim asla olmamıştır.. Olamaz da.. Gücüm de yetmez..

Benim derdim başka: İslam, sizlerden önce de vardı, sizden sonra da var olmaya devam edecektir.. Hangi hakla, kendinizi her konuda, özellikle Tasavvuf konusunda tek ehil ve kamil temsilciler olarak görüyorsunuz ki?

Yazdıklarınız da gösteriyor ki Tasavvuf konusunda bildikleriniz ve bildirdiklerinizde ciddi yanlışlıklar vardır..

Baştan özetleyeyim:

1- Bir kardeşimiz Nur Cemaatini ilgilendiren bir yazıda Tasavvuf ile ilgili yanlış bilgiler vermiş, nerelerinin yanlış olduğu elden geldiğince tarafımdan gösterilmeye çalışılmıştır..

Özet olarak yanlışlığı şudur:

Üstad Hazretleri, Bir Tarikat Postnişini ve Mürşid-i Kamil olmamasına rağmen Tasavvufta yenilemeler yapan bir müceddid gibi gösterilerek yanlış bilgi verilmiştir..

2- "Evet, Risâle-i Nûr, Kelâm ve Tasavvufun asıllarını bozmadan, sahabe tarzında doğrudan doğruya hakíkate giden yeni bir caddedir. Tasavvufa bedel, daha kestirme bir yolla hakíkate gider."

Cevabi yazılarda da vurgulandığı gibi Üstad Hazretlerinin Tarikata ve bir Üstada gerek bıraktırmayacak bir tarzda yeni bir yol açtığı defaatle ifade edilmiş ve bunun mesnedi kaynağı olarak da Mektubat-ı Rabbani yani İmam Rabbani Hazretleri verilmiştir..

Biz de sorduk:

Madem İmam Rabbani Mektubat'ına isnad ediyorsunuz, öyleyse Mektubat'ın hangi mektubunda bu ifadeler geçmektedir?

Buna hakkımızda mı yok?

Verilen cevap, ben henüz Rabbani'yi okumadım.. Ama, Rabbani'nin olduğu bana söyleniyorsa şüphem yoktur.. Allah Allah, bu kadar üstün körü bir yaklaşım olabilir mi? Elinden alan yok ya; bakarsın, bulursun mesnedini ilan edersin.. Seni engelliyecek bir husus mu var?

İşte, ben size Rabbani'yi defalarca, defalarca okumuş bir kimse olarak söylüyorum:

İmam Rabbani'nin hiç bir mektubunda bu ve buna benzer; hatta bunu ima eden tek bir cümle dahi yoktur.. Aksine, söylenilen anlamı iptal eden yüzlerce paragraf vardır..

Sizin bu saatte beni suçlamanız yerine, İmam Rabbani'nin şu mektubundadır bu satırlar demeniz Hakşinaslık icabı değil midir?

3- Tevafuken dün gece başka bir forumda rastladım.. Levent Kardeşimin de yakından takip ettiği bir başlıkta, bir kardeşimiz bakın Taaaa Temmuz 2006'da yani yaklaşık 6 ay önce ne demiş:

".. mektubatın 5. sözünde (güya Mektubat-ı Rabbaniden alıntılar da yapar ki bu alıntıların aslı astarı bulunmamaktadır.) Devrin iman kurtarma devri olduğunu ve tarikatle elde edilecek kemalatları 40 dakika içinde kat edebilecekleri bir yolu bulduğunu iddia etmektedir. Bu yolu 4 temelde bina ettikten sonra sözler kitabını okuyan herkesin imanın hakikatlerine erişeceğini ifade etmektedir. Silsilesiz, meşayıha ihtiyaç duymaksızın ve hatta velayetin kemalatını da bir anda kat ettirip nübüvvetin kemalatına ayak bastıran 40 dakikalık bir süluk yolu..."

".. bu sözü mektubatının 5. sözünde söylüyor.
Mektubat-ı Rabbaniden alıntılar da yapıyor ama gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok...
"

Levent kardeşim hatırlayacaklardır.. Yakından takip ettiği bir başlıkta bu ifadeleri görmemesi neredeyse imkansız..

Aradan 6 Ay geçmiş.. Ama Levent kardeşim, bu ciddi iddia karşısında ne hikmetse zahmet edip Mektubat-ı Rabbani'ye bakamamış.. İnsan en azından, bir e-kitap olarak temin ederdi de söylenenleri tetkik ederdi.. Söylenenler yanlış ise yanılma ya da iftira ise öyle olmadığını gösterirdi..

4- "Hakaik-i îmaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."

Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i îmaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."

Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."

Bu tarz cümleler Üstad Hazretlerinin görüşüdür diye verilse hiç bir itirazımız olmayacak.. Netice de Üstad Hazretleri bir alimdir.. Görüşlerinde isabet eder veya edemez.. Herhalukarda ecrini alır..

Fakat, burada çok ciddi bir hata işlenmektedir.. Bu tarz cümleler Mektubat'ta geçmektedir denilerek Tasavvufun mihenk taşlarından olan bir büyük alime iftira edilmektedir.. Söylemediği sözler kendisine yakıştırılmakta, bir tür görüş doğrulatmak amacıyla İmam Rabbani Hazretleri kullanılmaktadır..

Bana bu davranışın ismini siz söyler misiniz? Bunun Hadis uydurmaktan farkını bir anlatır mısınız?

5- Sizin sözlerinizi bütünüyle değerlendirebilmem için öncelikle bu ciddi hatayı düzeltmeniz gerekir.. Yapacağınız şudur:

Bu söz Mektubat-ı Rabbani'nin değil, Üstad Hazretlerinin görüşüdür.. İmam Rabbani'de böyle bir konu geçmemektir diye ilan etmeniz gerekiyor..

Ya da dersiniz ki Hirahos yanılıyor, işte şu numaralı mektubun şu satırları bizim dediğimiz satırlardır..

Düzeltmediğiniz müddetçe sizinki sadece söz olarak kalmaya devam edecektir..
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Sadece bir şey soracağım hirahos bey. Siz Mektubat'ı aslından yani Farsça olarak mı? Yoksa çevirisinden mi okudunuz?
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
Kitapla Sohbet:

İslam’ı ihlasla yaşayan Allah dostlarının yazdığı kitapların insan kalbine ne kadar etkili olduklarını sizler de fark etmişsinizdir. Gerek doğrudan kendi yazdıkları, gerekse sohbetlerinden notlar tutularak meydana getirilen mürşitlerin nice kitapları, doğrusu insanın ta canına işliyor ve onları okumak, sair kitaplardan çok farklı bir tesir icra ediyor. Bakınız Sülemî, Muhasibî, Gazali, Geylani, Kuşeyri, Suhreverdi, Mevlana, İbn Arabi, Şarani, Rıfai, Rabbani, İbrahim Hakkı vb. bir çok mutasavvıfların yazdıkları, bu günün insanlarını hala etkiliyor, irşad ediyor, hayra yönlendiriyor. Sanki aramızda yaşıyorlarmış gibi çağdaş ve günceller...

Bu yüzden bir çok büyükler müridlere, şeyhlerinin eserlerini okumaya önerirler. Sık sık şeyhini ziyaret ederek sohbetine katılma imkanı bulamayanların, onun ruhaniyet dolu sözlerinden belli bir istifadeyi bulacaklarını müjdelemiş ve “Bu kitapları okumak, sohbet yerine geçer” demişlerdir.

Gerçekten de, meşayıhın eserlerini tenkit, tahkik, araştırma vb. maksatlarla değil de, doğrudan doğruya istifade etme, ruhi, kalbi, ahlaki olgunluğa erme amacıyla okuyanlar, onlardan çok çok istifade ettiklerini içlerinde hissederek ikrar ederler.

Öyleyse evliyayı bizzat ziyaret ile sohbet devletine nail olamayanlar, hiç olmazsa onların yazdıkları veya onları yazan kitapları, aralıksız okumalıdırlar. Böylece onların hallerini bir başka kanalla içlerine ağdırır da ruhlarını arındırmağa biiznillah muvaffak olabilirler.

Ancak burada daha önce şahsi tecrübelerini aktardığımız Abdulbari en-Nedvi’nin sözlerini hatırlamamız gerekir; sırf okumakla arzu edilen olgunluk ele geçmez. Hayatın hiçbir alanında ve hiçbir ilim dalında çıraklık, kalfalık yapmadan, staj görmeden, uygulama yapmadan başarıya ulaşılamaz. O yüzden manevi olgunluğa erişmiş bir mürşidin sohbeti olmadan, maneviyattan bütünüyle zevk almak ve istifade etmek mümkün değildir.

Burada zikredilenler, öncelikle bir mürşidin terbiyesine giren ama onu sık sık ziyaret ederek sohbetine katılma devletinden mahrum olanlar içindir. Daha sonra diğerleri için.

Bir müerşidin eğitimine girmeden, sadece tasavvufi eserleri okuyarak seyr-u süluk yapmaya ve manevi terbiyesini yürütmeye çalışanlara, Ömer Ziyaeddin Dağısyani’nin şu uyarısını hatırlatırız:

“Tasavvufi eserleri okumakla boş yere ömür tüketeceğine, o eserlerdeki sözler kendisinde hal olmuş ve şahsında yaşanır bir şekle getirmiş canlı bir mürşide teslim olup onun işareti üzere amel ederek, zikir, fikir, huzur, Allah’ın dışındaki diğer duygu ve düşüncelerden kalben kopmaya çalışması daha iyi ve daha kolaydır.

Ancak sen; “ben bir mürşidi şeyh olarak benimsemeden şer’i ve tasavvufi eserleri okuyarak nefsin gailelerini, kalbi hastalıkları ve tedavi yollarını ögrenebilirim” dersen ben de buna “evet” cevabını veririm. Ne varki bir kimsenin zikir, fikir, huzur, kalbî ilgi ve alakalardan kurtulması, vücut ve varlığı ile bir anlık meşguliyeti, sayısız kitap ve eserleri senelerce kuru kuruya okunmaktan daha hayırlıdır.”

Cemal NAR
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Sadece bir şey soracağım hirahos bey. Siz Mektubat'ı aslından yani Farsça olarak mı? Yoksa çevirisinden mi okudunuz?

Sevgili oflaz,

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubatını, Farsçası elimde olsa dahi okumam mümkün değildir.. Çünkü farsçam yok..

Yani?
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Sevgili oflaz,

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubatını, Farsçası elimde olsa dahi okumam mümkün değildir.. Çünkü farsçam yok..

Yani?
O kadar iddialısınız ki bu konuda yani Üstad'ın (haşa) yalancılığı konusunda, ben Farsça biliyorsunuz zannetmiştim.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
1.Farsça’ya malik değilsiniz
2.Üstad’ın ve Risale-i Nur’ların kaç mahkemeden beraat ettiğini bilmiyorsunuz.
3.Bu beraat ettiği bütün mahkemelerin O’nu ne gibi bahaneler ile sorguladıklarından habersizsiniz.
4.Üstad’ı mahkum etmek için kaç tane kafirin , münafığın, zındığın ve hatta kaç tane şeyhin, müftünün, alimin ve ehl-i tarikın ittifak edip ve ehl-i zındıka tarafından desteklendiğininden habersizsiniz.Acaba siz, Farsça dahi bilmeyen birisi olarak Üstad’a, Risale-i Nur’a muaraza ve hücum eden tarikatçılardan, müftülerden,taassuplu vaiz ve hocalardan ve ehemmiyetli ehl-i ilim ve tarık’tan daha mı fazla ilim sahibisiniz?
Acaba O nu ve Risale-i Nur’u mahkum etmek için ittifak eden o yüksek ilim sahibi hocalar, O nun bir hatasını bulabilmek için gece gündüz nöbet tutan zındıka gurubunda ki münafıklar sizin kadar akıllı değillermiydi ki?Risale-i Nur’da İmam-ı Rabbani ye istinad edilmiştir dediğimiz sözler İmam-ı Rabbani’ye aittir.Çünki Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin çokta önemli olmayan bir mevzuda kendisini haklı çıkartmak için (haşa) sahtekarlık yaparak (bu ifadeyi titreyerek kullanmaya mecbur kaldım) bu kadar ucuz bir hataya düşeceğini aklımın ucundan bile geçiremem.Kafirin karşısında asılacağını bile ayağa kalkmayan, bir sünnet uğruna “bu sarık bu başla birlikte çıkar” diyerek kendini tehlikeye atan, “”M.Kemale bile İslam adına sözünü esirgemeyen birisi böyle ucuz numaralar yapmaz herhalde.
Evet; Risale-i Nur’da İmam-ı Rabbani ye istinad edilmiştir dediğimiz sözler İmam-ı Rabbani’ye aittir.Ama Farsçadan dahi nasibini almamış birisi olarak aynı ifadeleri bulmanız imkansız olsa gerek.
Ben sadece iddialarınıza mantıki çözümler getirmeye çalıştım.İşin ilmi yönünü Levent ağabeyme havale ediyorum.Bir çok şey yazdım ve sildim, zira sizi daha fazla hırslandırmak ve incitmek istemem.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
O kadar iddialısınız ki bu konuda yani Üstad'ın (haşa) yalancılığı konusunda, ben Farsça biliyorsunuz zannetmiştim.

Tamam bilmiyorum, yani?

(Üstad'a yalancı demedim.. Bir alim bir konuda isabet de edebilir, edemeyebilir de.. dedim.. Yalancılıkla isabet etme birbirinden ayrı olsa gerek.. Ya da o alimi yanlış anlayıp aktaranlar olabilir.. Başından beri akışı başka mecralara sürükleme gayretindesiniz..

Kaldı ki öncelikle İmam-ı Rabbani'deki bu sözleri, aynısı olmasa dahi yakın anlamdaki sözleri, hatta dolaylı imaları göstermek bu kadar zor mu ya? Bak, ben, Mektubat'tan (tercümesinden) aksini gösteren birden fazla nakil yapabiliyorum.. Hem Mektubat-ı Rabbani'den hem diğer bir çok muteber Eserden alıntılar yapmaya devam da edebilirim.. Şimdilik gerek yoktur ama.. Çünkü konu başka alimlerin eserlerinde bu konuda ne var değil: Mektubat-ı Rabbani'de bu sözler nerde? konusundayız..

Aksi halde sizinkini bir kaçış olarak değerlendireceğim.. Delilsiz mesnedsiz sadece inanılır.. Siz, inanmışsınız, sözüm yok tamam.. Ama, delil mesned isteyenleri kendi inancınızla karşılayamazsınız.. Mutlaka başka alimlere ya da eserlerine dayanmanız gerekir.. Bu işler o kadar basit değil..

Son olarak hatırlatırım, Mektubat'ta İmam Rabbani Hazretleri böyle buyuruyor diyen sizsiniz.. Bunu diyebildiğinize göre, soranı sorgulayacağınıza, Mektup numarasını da verebilmeniz gerekiyordu, değil mi?.. )

 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
kötülenen üçlü:nefis,akıl,ene

Kötülenen Üçlü: Nefis, Ene ve Akıl

[Salih Özaytürk] Yazara Mesaj Gönder

KARAKALEM SEMİNERLERİ'NİN İLKİ, 25 Ocak 2003 Cumartesi Günü gerçekleşti. Karakalem.net'in yardımcı editörü Salih Özaytürk'ün "Kötülenen Üçlü: Akıl, Ene ve Nefis" başlıklı seminerin tam metnini sunuyoruz.

Konunun Arka planına Dair Bir Önsöz

Bediüzzaman Muhakemat’ında “fehim ifhamdan esheldir” diye ifade eder. Yani anlamak, anlaşılır bir tarz ile anlatmaktan kolaydır. Diğer taraftan zaman dehşetli, hayrın ve şerrin karmakarışık bir hale geldiği, hatta yer değiştirdiği yaşadığımız zemin kaygan, meşguliyetlerin artması nedeniyle zaman hızlıdır. Böyle bir zeminde anlayabildiklerimizi anlatabilmek, zamana karşı yarışan bizler için, yaşadığımız zamanı ve ömrü bereketlendirebilecek en önemli yöntem olarak karşımıza çıkıyor. O acaip istidadı ve harikulade ilmiyle Bediüzzaman, anlatmak gibi zor bir yolu tercih etmeyerek bir sufî gibi yaşamayı tercih etseydi, bu gün anladıklarımızın kaçta kaçını anlayabilirdik?

Anlayabildiklerimizi mümkün mertebe anlaşılır bir tarz ile beyan etmek, şefkatin zorunlu bir gereği olarak karşımıza çıkıyor. Bir zaman bir ders ortamında Resûlü Ekrem (s.a.v.)’in bir sefer dönüşünde söylediği “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” mealindeki sözünü “Nefisle cihad herşeyden önemlidir” tarzında yorumlayan bir arkadaşa, “Eğer bizden öncekiler de senin gibi düşünselerdi, bu gün sen önemsediğin o büyük cihadını yapamıyor olacaktın!” diyerek karşı çıkmıştım. Eğer bu gün bizler burada imanî gerçekleri müzakere edebiliyorsak, bu durum bizden öncekilerin bizlerin imanının derdine düşerek, çoğu zaman kendi manevî makam ve mevkilerine, bizlerin maneviyatını önceleyerek yaşadıkları içindir.

İnsanın zaman içerisindeki sosyal ve düşünsel durumu bir doğru gibi değildir, sinuzoidaldir, ifrat ile tefrit arasında gidip gelen bir dalga hareketi gibidir. Zamanının aklı önceleyen, mutlaklaştıran islam felsefecilerine karşın İmam-ı Gazalî, akla bir derece uzak duran tasavvufun tefritine yanaşarak cevap vermiştir. Aklı neredeyse terk eder bir hale gelen zamanının ehl-i İslamının zıddına aklı önceleyen Eski Said’e karşılık, tüketiciliğin ve bencilliğin her boyutunun toplumları ifrat derecesinde sardığı içerisinde yaşadığımız çağın bir düşünürü olarak da Bediüzzaman, nefisten ve enaniyetten tefrit derecesinde uzak bir düşünce ile çağının yönelimlerini dengelemeye çalışmıştır. Bu sözüm “Said Nursi nefsi ve enaniyeti reddeder bir tutum ve düşünce ile hareket etmişti” tarzında anlaşılmamalıdır. Resûlü Ekrem (s.a.v.)’in Ashabına hitaben söylediği, içerisinde yaşadığımız zamana da göndermeler yapan “Sizler öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, emredilenin onda birini terk eden helâk olur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini yapan kurtulacak”[1] mealindeki sözünü, “emirleri terk etmeye, günahlara dalmaya ruhsat var” tarzında anlamak tutarsızlığına karşılık, “İçerisinde yaşadığımız zeminin kayganlığını dikkate alan merhametli Resûl, yakasını günahlardan kurtaramayan ahirzaman mü’minleri olarak ümitsizliğe düşmememiz için bize müjde vermiştir, istiğfar etmeye devam etmeli” şeklinde anlamak dengeli bir yaklaşım ifadesi olduğu gibi, ifadelerim nefsi, enaniyeti ve aklı mutlaklaştırmak olarak alınmamalı, bir denge çağrısı olarak anlaşılmalıdır.

Bu nedenlerle, Risale-i Nûr’un nefsi tokatlayan ve enaniyeti törpüleyen genel uslubunun içerisinde gizlenen, nefse ve enaniyete, akla muhteşem göndermeler yapan söylemlerinin açığa çıkarılmaya ihtiyacı vardı. Çünkü, bir taraftan Risalenin genel uslubundan etkilenerek ahirzaman şartlarının mü’minlerinden selefî bir hayat tarzı bekleyen bir kısım yaklaşımlar ta’dil edilmeye muhtaçtı. Diğer taraftan “iktisad, kanaat ve tevazu”yu fikirsel olarak beyan ederken “israfın, bencilliğin, kanaatsizliğin” fiilî boyutunu sergileyen zihinleri ise, nefsi, aklı ve enaniyeti değişik bir tarz ile anlamaya kapı açarak, içerisine düştükleri çelişik düşünceden, mu’tedil bir hayata davet etmek gerekiyordu. İnşallah Rabbı Rahîmimin yardımıyla amaca vuslat mümkün ve kolay olur ümidindeyim...

Kötülenen Üçlü: Nefis, Akıl ve Ene

Giriş

Hemen tüm düşünce tarihi boyunca, insanın mahiyetinde yerleştirilmiş olan özellikler binlerce yıl iki temel kategori altında ele alınmış, bir taraf kutsanırken diğer tarafa savaş açılmıştır. Felsefe takipçileri tarafından akıl neredeyse ulûhiyete yakışır bir makama yükseltilmiş, buna karşılık imân ve tasdik, bu düşünürler arasında hakettiği yeri bulamamıştır. Tasavvufî çizgiyi merkeze alan İslam düşünürlerinin aleminde ise, insanın melekî yönü yüceltilirken, hayvani yönü aşağılanmış, akla şüpheyle bakılmış, benlik duygusu ise hepten reddedilmiştir. Gerçi bu tavrın anlaşılır bir tarafı bulunmaktadır. Zira, insanı felakete sürükleyen süreçlerin arkasında genellikle nefis ve enaniyet vardır. İçerisinde yaşadığımız şu ahirzaman şartlarının, bencilliğin, nefsâniliğin ve dalaletin her nevinin toplumları sardığı, bireyleri sarhoş ettiği bu felaket zemininin oluşumunda nefis-ene-akıl üçlüsünün payı reddedilmez bir gerçektir.

I. Nefis, Akıl ve Ene Üzerine Eleştirel bir Yaklaşım

Nefis insanda çok erken bir dönemde gelişim gösterir. Neredeyse varoluşuyla, nefes almaya başlamasıyla birlikte açığa çıkar. Yine insandaki en temel, en primitif dürtüler olan faydalanmanın ve lezzetçiliğin kaynağı ve muhatabıdır. Öyle ki, nefis faydalanmanın olmadığı, lezzetin bulunmadığı anlamsal alanlara karşı tümden ilgisizdir. Temel yönlendiricileri nefis olan hayvanların yaşamsal merkezleri, yine faydalanma ve lezzettir. Yaşantılarının merkezinde faydalanmanın ve lezzetin bulunduğu insanların da hayvanlardan farklı bir düzlemde olmadıkları görülmektedir. Çünkü, çok yakınsak olan bu iki duygu bir varlığın iç âleminde hakim duruma geçtikleri zaman, diğer özelliklerin ve yönelimlerin tümünü bastıracak kadar etkili olabilmektedirler. Bu etkinin arkasında duyguların varoluşsal açıdan, fikirlerden daha derin etkinlikte yaratılmaları yatmaktadır. Bu durumu tersinden izah etmek mümkündür. Aklın bir meseleyi kavraması için, doğrulayabileceği bir anlatımın bir kez ifade edilmesi, çoğunlukla anlık bir tasdikle sonuçlanırken, duygulara sinebilmesi için defalarca tekrar edilmesine ve sınırı belirsiz bir sürecin işlemesine ihtiyaç vardır. Denklemin yönü çevrilirse; duyguların akıldan, tekrar sayısı çarpı işleyen sürecin aklın kavrama süresine oranı kadar kuvvetli olduğu gerçeği karşımıza çıkacaktır. Böylesine güçlü bir arzu ile yoğrularak yaratılan duyguların, kendisine oranla kat be kat zayıf kalan aklı defalarca mağlup etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte bu nedenle, hazır lezzetlere aşk derecesinde duygularla bağlı olan nefis, kendisinde var olan duygular kadar güçlü bir donanıma sahip vicdan ile ve şuura hitap eden vahyin prensipleriyle dizginlenmez ise, insan yaşantısını koşar adım bataklığa sevkedecektir.[2]

İnsanın gelişiminde kritik dönemeçlerden birini oluşturan, lezzetçilik ve faydalanmadan sonra en erken dönemde açığa çıkan benlik duygusunun öncelikli tavrı, etken olduğunu duyumsadığı bir zeminde, ciddi bir sahiplenmedir. Sahiplenmek, asla ve öze yönelik bir bağımlılık duygusunun neticesidir. Kendi varlığını, kendisine bağlı gibi görünen herşeyin aslı olarak algıladığı için de öncelikle kendisine sevdalıdır. O denli yoğun bir sahiplenme arzusuna sahiptir ki, temsil ettiği bütünsel yapının çelişkilere düşmesine aldırmadan sahiplenmeye devam eder. Zaten kendini temsil ettiği bütünsel yapının aslı olarak gördüğü içindir ki, bir çelişki hissetmeden sahiplenmesine devam eder. Sahiplenebileceği alan dışındaki değerlerin kime ve niçin verildiğiyle ilgilenmezken, kendi tasarruf bölgesine kimsenin yaklaşmasına müsaade etmez. Kainat onun sahiplenebileceği bir alan değildir. Bu nedenle kainatın bir yaratıcısı olduğu düşüncesine karşı çıkmaz. Ancak kainatın içerisinde olması nedeniyle, kainatın Yaratıcısına ait olduğu şüphe götürmez bir nesneyi, şüphe duygusuna aldırmadan sahiplenebilir.

Sahiplenmek ilk bakışta basit bir eylem gibi görünse bile, bir inanışa dönüştüğü zaman insanın mahiyetinde meydana getireceği tahribat tasavvur ötesidir. Ben vurgusunun merkezde olduğu bir insanın, benliğin edilgenliğini vurgulayan vahiyle çelişmemesi mümkün değildir. İlahî vahiy ise insanın merkeze taşınabilmesinin, kendisini merkeze koymamasıyla mümkün olduğunun altını çizmektedir. İktidarı elinin ulaşabildiği alanlarla sınırlı olan, bu iktidarın dahi gerçek sahibi olamayan bir noktanın kendiliğinden merkeze oturarak, kalbin, vicdanın, nefsin, duyguların hayal ötelerine uzanan ihtiyaçlarını yerine getirebilmesi, insanın varlığının her yönünden fışkırarak kendi özünde buluşan bekâ talebini karşılayabilmesi mümkün değildir.[3] İnsanın, böyle bir benliğin etkisiyle çelişkilere düşmesi, acz ve ihtiyaçlar ikileminde kalarak, ihtiyacı olan iktidarı kolay bir yol olan tahrip ve zulümde araması, bu sürecin beklenen sonucudur. Şu içerisinde yaşadığımız felaket zeminin arkaplanında, varlığını mutlak bir kudrete dayandırmayan benliğin, sönük iktidarını tehdit eden herşeyi kendine düşman edinerek kapıldığı derin paranoyanın, huzursuzluğunu besleyen ihtiyaç-acz ikileminin neticesinde içerisine düştüğü şizofrenik hezeyanlarının ciddi bir payı vardır.[4]

Sebep-sonuç bağlantılarını irdeleyerek düşünebilen ve böylece bir hükme ulaşabilen akıl ise, vahye teslim olmadığı sürece determinizm açmazından kendini kurtaramamaktadır. İslamî zeminde yetişerek hayatı inceleyen filozoflardan Muallim-i Sani olarak anılan İbn Rüşd dahi, yoktan yaratılmayı kavrayamamış, maddenin ezeliyeti fikrinden kurtulamamıştır. Tüm dünya tarafından epistemolojik açıdan yüksek bir yere oturtulan İbn-i Sina gibi bir dâhi, iman ve yakîn ile değil, teslimiyet ve kabul ile küfürden yakasını kurtarabilmiştir.

Bu ilginç açmazın, gerçekten birer dehâ seviyesinde düşünce gücüne sahip olan bu insanların hakka vasıl olma noktasında içerisine düştükleri derin aczin nedeni, kainatın maddi ve manevi yönlerini ayrıştırarak eşyaya muhatap olmalarıdır. Fizik ve metafizik inceleme alanları olarak kainattaki mahlukatın maddî ve manevi yönleri birbirinden koparıldıktan sonra, gerçek bir hükme ulaşabilmek ve ulaşılan sonuçları telif edebilmek mümkün değildir. Ruhu çıkmış bir vücut nasıl ceset seviyesine iniyorsa, anlamsal arayışı olmayan bir nazar karşısında kainat sönükleşmekte, hakkı ifade noktasında derin bir sessizliğe bürünmektedir. Kainatı bir otopsi salonuna çeviren, mahlukatı ise birer ceset seviyesine indirgeyen bu nazarın arkasında ise elbette ki, akıl vardır. Çünkü, anı kavramaktan aciz olan, zamanın hep gerisinde koşan akıl, sürekli hareket halinde olan eşyayı kavrayabilmek için geçici olarak dondurur, parçalar, sonra sebep sonuç bağlantılarını bu geçici donukluğun içerisinde ilintilendirebilir. Eğer bu donukluk, kişinin iç dünyasında uyanık bir halde bulunan vicdandaki şuur ve kalpteki iman ile çözülmez ise veya şuur uykuya, kalp ise karanlıklara gömülmüşse, bu zihin sahibinin mahlukattaki anlamsal devinimi seyredebilmesi, eşyanın varlığında, kainat içerisinde bulunduğu noktada, diğer varlıklarla olan ilişkilerinde ve daima bir akış halindeki hareketlerinde açığa çıkan anlamları çözebilmesi imkansızlaşacaktır. Her sabah, komşusunun tebessümüne tebessümle cevap veren insanın, kendisine her şafakta binler tebessüm ve selam gönderen güneşi, tebessümsüz ve selamsız karşılaması bu nedenledir.

Yaratıcıdan gaflet ederek yaşayan bir insanın, kendi tercihleri sonucu yaratılan eserleri sahiplenmesini, iç aleminde kibrin açığa çıkışı takip edecektir. Kibir gibi manevi bir hastalığa yakalanan insanın enaniyeti firavunlaşacak, aklı iblisleşecek, nefsi ise frenlenemeyecek derecede şımaracaktır. Modern zaman iblislerinin telkinleriyle Yaratıcısını, ruhunu ve dinini terk ederek derin bir boşluğa düşen insanlığın çırpınışlarını ve iç aleminde oluşan bu boşluğun derin sancılarını gidermek için, şuuru uyuşturan cazibeli eğlencelerle avutulmaya girişilmesi yeterli olmamıştır. Modern zamanlarda postmodern arayışlara giren insanlık, geriye dönerken izini kaybetmiş, yol üzerine ağ geren ve şimdilerde artık bir sektöre dönüşerek kapitalizmin en verimli aletlerinden biri haline gelen tüketiciliğin ve mistisizmin tuzaklarına takılmıştır.

Nefsi ve enaniyeti takip etmekle açığa çıkan, aklın mutlak gerçekliği kavrama gücünün yetersizliğiyle bir perde gibi araya giren tüm bu olumsuzluklar, nefsi ve enaniyeti reddeden, aklı olumsuzlayan insanları haklı çıkarır niteliktedir. İnsanın içsel donanımının bir yönünü oluşturan bu özellikler, gerçekten birer iblis gibi, sırf insan mücadele ederek karşı duruşunu netleştirebilsin, bu özelliklerin ilk bakışta karşısında yer alan kalp, şuur gibi melekî yönlerini geliştirebilsin diye mi verilmiştir? Tüm bu olumsuz yönelimlerine rağmen, insanın bu özelliklerinden istifadesi mümkün değil midir? İnsanın bu yönleri tümden aşağılanmayı gerçekten hak etmekte midir? Diğer taraftan insana verilen vicdan ve kalp gibi özellikleri birer melek gibi masum mudur, handikapları yok mudur? İnsanın, iki ucu buluşturan ifrat-tefrit ortasında bir denge noktasına gelmesiyle açılabilecek kapıların tasavvuru mümkün müdür?

II. Melek, Hayvan ve İnsan

Kainattaki varlıkların durumuna dikkat edilecek olursa, maddî alemin merkezinde hayatın yer aldığı fark edilecektir. Maddî olan ne varsa ya doğrudan yada dolayısıyla hayat ile irtibatları vardır, hayata doğru akmaktadırlar. Bir vücutta merkezî bir konumda olan beyin, nasıl ki vücudun diğer tüm unsurlarını birleştirip irtibatlandırıyor ise, hayat da kainattaki unsurların irtibatlandırdığı bir merkez olarak kendini göstermektedir. Ruhun devreye girmesiyle, ruhsal hayat sahibi olan varlığın hareketlerinde bu irtibat fiilen ispat edilmekte, hayatın ve ruhun üzerinde kendini gösteren şuur ise bu irtibatları anlamlandırmaktadır.

Cansız cisimler kendi varlıklarından dahi habersiz oldukları için, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, en küçük bir canlı mahlukun irtibat alanının genişliğine ulaşamazlar.[5] Örneğin bir dağa oranla bir kelebek, bir arı veya karınca çok küçük oldukları halde, hayat sahibi oldukları için, tüm kainatla doğrudan veya dolaylı olarak irtibatları vardır. Doğrudan irtibat alanı en dar olan karıncaya dikkat edilirse, ihtiyaçlarının karşılanması için tüm kainata ihtiyacı olduğu, ihtiyaçlarını aramaya girişmesiyle, tüm kainatın var olması için fiîli bir dua halini izhar ettiği fark edilecektir.

Karınca her adımında kainatın tümüyle var olması için dua etmektedir, ancak, karıncanın kendi varlığından şuursal bir haberdarlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle, hayatiyetin vermiş olduğu irtibatla kainattan istifadesi mümkün olsa da, bu istifade şuursal yansımalar içermediği için içselleşemez, nesnel bir planda kalır. Gerçi bu durum şuursuz ve idraksiz birer nefis sahibi olan hayvanların, kainatın mülkî boyutundan gölgesizce istifadelerini sağlayarak, fiîli şükür halini mutlak boyutta yaşamalarına da imkan sunmaktadır. Akıl olmadığı için geçmişin ve geleceğin muhakemesi yoktur. Dolayısıyla, düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde elemsiz bir lezzet alırlar.

Şuurun, yani farkındalığın devreye girmesiyle bu istifade birden basamak atlayarak, içsel bir boyuta taşınır. Şuur sahibi varlık fark edebilme yeteneğine sahip olduğu içindir ki, ikramın nedenselliği arkasında ikram edicinin sıfatlarını kavrayabilir, bu sıfatların sahibi olan Zâtın varlığını idrak edebilir, nimetin nimet olduğunun ayrımına vararak, fiili hamd basamağından sözlü hamd basamağına geçişler yaşayabilir. Melekleri yüksek bir hamd ve tesbih mertebesine taşıyan sahip oldukları bu şuur ve idrak kabiliyetleridir, yaratılmasındaki incelik ve gerçeklik bu yüksek şuur ve idrak kabiliyetlerinde gizlidir. Mutlak bir adâlet, mutlak mizan ve nizamı, mizan ve nizam ise tasarrufta mutlakiyeti gerektirir. Şuurlu birer varlık olarak insanlar yaratılmakta olan kainatın çok küçük bir kısmına muhatap olabilmektedirler. Muhatap oldukları bu yüzeysel ve dar alanda dahi hakkıyla hamd ve sena gerçekleştirememektedirler. Hamd ve senânın gerçekleşmediği bir vasatta yaratılmakta olan mahlukattaki sanat, mahlukat üzerinde ifade edilmekte olan kemâl, yansımakta olan esmâ ve sıfatı İlâhiyenin tümü abesiyete gider, israf olur. Böyle bir durumda yaratmanın kendisi, ilahî bir oyun mertebesine düşer. Melekler kainatta cereyan eden incelikli tasarrufun ve her şeyi anlamlandıran hikmetin ciddi bir gereği olan hamd ve senayı yerine getirmek üzere yaratılmışlardır. Meleklere iman adâlet, hikmet, nizam ve mizanın bir gereğidir, Allah'ın abesle iştigâl etmekten münezzeh olduğunun bir tasdikidir. Bu nedenledir ki, imanın rükünleri arasına girmistir.

Fakat, meleklerin bulunduğu mertebede hakikatler öylesine perdesiz, öylesine gerçek bir boyutta algılanabilmektedir ki, meleklerin hamd ve tesbihleri, şuursuzca ve idraksizce veya robotçasına değil, ama bir annenin bebeğini sevmesi gibi, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Melekler bir annenin bebeğine muhatap olduğu yakınlıktan çok daha yakın, çok daha perdesiz bir mertebeden Allah’ın rahmetine, keremine, ihsanına, kahrına, azametine, celaline muhatap olup, çok daha derinden bir sevgi ve haşyet içerisinde, samimi ve gölgesiz bir hal ile hamd ve tespih etmektedirler. Kainatın manevî boyutundan gerçek anlamda istifadeleriyle, icraat-ı İlâhiyenin perdesiz muhatapları, cemal-i İlâhinin mutlak huzur içerisindeki beklentisiz aşıklarıdırlar onlar. Bu huzurlarını, manevî lezzetlerini bozacak nefis gibi, enaniyet gibi fitne unsurlarından da uzaktırlar, nazarlarını bulandıracak aklî verilerden de.

Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kainattaki durumu diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve en güzel başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, arzular gibi kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur.

İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek mahiyette yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılır, problemleri çözülmedikçe gerçek bir lezzeti tatması kaygılar sebebiyle imkansızlaşır. Bu imkansızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve sena cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve menfaat cihetiyle hayvanları geçebilir. İnsanın meleklerden ve hayvanlardan farklı olarak yaratılışında gizli gerçeğin ve gayenin anlaşılabilmesi için, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan temel özelliklerin ve bu özelliklerin birlikteliğinin mümkün hale getirdiği kazanımların sorgulanması gerekmektedir.

III. İnsanın Temel Özellikleri

Meleklerin ibadetlerinden bahseden hadislere göz atınca, insan ibadet noktasında meleklere yetişemeyeceğini biraz da hüzünlenerek fark etmektedir. Diğer taraftan insanın zemini meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın yaşamsal zemini hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstüne üstlük bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahluk olarak insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerin neredeyse kaçınılmaz ibadetlerine karşılık, insanın ibadeti tercihidir, bu durum da insanın ibadetlerindeki verimi düşürmektedir. Diğer taraftan, israftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı böyle bir nefisle ve şiddetli bir benlikle dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak nefsi, aklı ve benliği analiz altına almak, O’nun hikmetinin ve rahmetinin gereğidir. Ayrıca, nefis, akıl ve ene gerek temel özellikleri, gerekse işlevsel nitelikleri açısından irdelenmeden önce, öncelikle bütünsel bir varlık olarak insanın diğer özelliklerine kısaca değinilecektir.

Kalp, hafıza, fıtrat, şuur, vicdan, heva, heves ve irade

Ruhtaki kalbin ruha hizmeti ile, vücuttaki kalbin vücuda hizmeti arasında bağlantılar vardır. Vücuttaki kalp, kanı harekete geçirerek vücûda yaşamsal ihtiyacı olan enerjiyi pompalar. Vücuttaki diğer tüm organlar bu yaşamsal enerjiyi kullanarak harekete geçerler. İnsanın ruhsal enerjisi ise, duygulardır. İnsanı harekete geçiren dürtü hemen daima duygulardan gelir. Düşünceler duygulara dönüşür veya duygular düşünceleri etkileyerek eyleme akarlar. Hatta çoğunlukla sadece duygunun kendisi eyleme dönüşebilecek bir potansiyel gösterebilir. Eylemler ve fikirler içerisinde dağılan insanları derleyen ve buluşturan duygulardır. Duyguların çıkış ve dönüş yeri ise kalptir. Duyguların tümünü sentezleyerek bir tek manaya dönüştürme kabiliyetine sahip olan kalp, vücuttaki pencerelerden gelerek birer duygu olarak kendisine yönelen manaları buluşturur, sentezler, tevhid ederek yoğurur. Bu nedenle kalp, çokluk içerisinde birliği görebilecek bir potansiyele sahiptir. Yine bu nedenle kalp imanın kendini gösterdiği yerdir.[6] Hafıza ise, gerektiği zaman yeniden gündeme gelebilmeleri için kalpteki bu manaların simgelere dönüştürülerek saklandığı yerdir. Görsel, duygusal veya düşünsel bir uyaranla —çağrışım— kalp hafızaya yönelerek, hafızadaki simgesel veriyi duygulara dönüştürür, bu duygular dimağda analize tabi tutularak gerçeklenir ve nihayetinde hayal ekranında yansımalarla sonuçlanır.

Fıtrat ise, kainatı tümüyle içeren bir özet programdır. Kamera sistemine sahip bir bilgisayarın kendisine gösterilen bir nesneyi tanıyabilmesi için, önceden gerekli programlarla nesnenin bilgisayarda tanımlanması gerekmektedir. Önceden tanımlanmamış bir nesnenin bilgisayarca tanınabilmesi olanaksızdır. Bir köpeğe havlamanın değişik şekillerini öğretebilmek mümkün iken, koyun gibi veya kanarya gibi ses çıkarmayı öğretmek imkansızdır. Yine köpeğe etin değişik şekillerini sevdirebilmek imkan dahilinde iken, bir keçi gibi ağaç yaprağı yemeğe alıştırabilmek imkan haricidir. Çünkü, köpeğin mahiyetine, dünyaya gelmeden önce, kanarya gibi ötebilme yeteneği değil, havlama kabiliyeti yerleştirilmiştir; ağaç yaprağı değil, et sevdirilmiştir. Dünyaya gözlerini açan köpek, annesinden de duyduğu seslerin yardımıyla havlayabilmeyi kolayca, çok kısa bir süre içerisinde öğrenebilmesi özüne simgesel olarak bu kabiliyetin yerleştirilmiş olmasıyla mümkün olmaktadır. İnsan konuşmayı öğrenebiliyorsa, Yaratıcısı özüne simgesel olarak bu yeteneği, açılmaya müsait bir halde yerleştirdiği içindir. Yine çevremizdeki nesneleri tanımlayabiliyorsak eğer, bu durum nesnelerin simgesel olarak biz dünyaya gelmeden önce mahiyetimize yerleştirildiğinin kesin bir göstergesidir. Doğruluğu, adaleti, güzelliği, ikramı, letafeti, lezzetleri sevmeyi dünyaya geldikten sonra öğreniyor değildir insan, bunları sevmek sevdirilmiştir insana. Yine adaletsizlikten, yalandan, kibirden, zulümden, iki yüzlülükten, ikrah edilen şeylerden nefret, öğretilmiştir insana. İnsan dünyaya geldikten sonra, kainattaki herşeye, kainatta kendini gösteren esma, sıfat ve şuunat-ı ilahiyeye karşılık gelebilecek derinlikte özüne önceden derc edilmiş bulunan şifresel anlamlar, çevresel imkanlar ve kişisel çaba dahilinde çözülür, sonrasında insan birer duygu olarak hissettiği bu anlamları ifade edebilmeyi öğrenir. Bu nedenle, çok özet bir şekilde şunu söyleyebiliriz ki, duyumsayarak “Allah var!” diyebiliyorsak Allah kesinlikle vardır. Yada mahiyetimizde sınır tanımaz bir kudrete, karşılık beklemez bir merhamete ihtiyaç hissedebiliyorsak, mahiyetimizde böyle bir duygunun varlığına şahitlik edebiliyorsak, bu perdenin gerisinde bu kudret ve merhamet kesinlikle vardır. Fıtrat ve vicdan bunun yanılmaz şahitleridir.[7] İnsandaki vicdan, şuur, kalp, nefis, akıl, ene, irade gibi diğer tüm özellikler, insanın özüne yazılmış olan bu temel simgesel verileri içeren böyle bir fıtrat üzere çalışır.

Şuur ise, şiir ile birlikte, ‘uygunluk’ anlamındaki ‘şeare’ kökünden gelen bir kelimedir. Şuur vezn üzere çalışır, hak ile batılı ayırt eder. Hakikat olarak sunulan şeyin, fıtrat ile karşılaştırmasını yaparak uygunluğunu ölçer, neticede tasdik eder veya reddeder. Fıtrat tahrip olmadığı sürece, fıtratta bir yalan veya yanlışlığın yerleşmesi mümkün olmadığından şuurun yanılması beklenemez. Bu ikisinin birlikteliği olarak kendini gösteren ve ‘derin coşku’ anlamındaki ‘vecd’ kökünden gelen vicdanı, Risale müellifi “fıtrat-ı zîşuur” olarak vasıflandırmıştır.[8] İnsanın dünya hayatının karışık zemininde, nefsin yoğun yakınsak talepleri, benliğin haksız sahiplenişleri, heva ve hevesin belirsiz yönelişleri, insanın nefsinde açığa çıkan ve muhatabının durumunu dikkate almayan yoğun nefret ve istek eksenli duyguları karşısında, çokça şaşırmadan gerçeği takip edebilmesi için, vicdan gibi doğru sözlü ve duygu yoğunluklu, coşkulu bir yoldaşa zarûret derecesinde ihtiyacı olacaktır. İdrak ise, Türkçe’de de kullandığımız ‘tedarik etmek’ ile aynı kökten gelen anlamları bütünleştirici bir kabiliyettir.

Bir çocuk gibi, hoşlandığı her yöne koşmak isteyen hevanın ve gördüğü her güzellikten bir pay isteyen hevesin insana veriliş nedenine gelince; cennetin huzurlu zemini için yaratılan, her arayışının altında bir bekâ isteği, bir huzur arayışı bulunan insan için dünya gerçek bir zindandır. Cennete giden yolculuğunda —ifade edebildiğimiz, edeceğimiz ve ifade etmekten aciz kaldığımız hikmetli ve rahmetli nedenlerle— dünya zindanından geçmek mecburiyetinde bulunan insanın, dünyanın dar, zulümlü ve kasavetli zemininde boğulmaması için çocuksu isteklere her zaman ihtiyacı bulunacaktır. En sıkıntılı zamanınızda bile sizdeki hevanın ve hevesin etkilenebileceği güzel bir yemek, hoş bir manzara, hafif eğlenceli bir atmosfer girdiğiniz girdaptan sizi çıkarabilecek potansiyele sahiptir. Eğer insanda nefis, heva ve heves olmasaydı, kalbin ve vicdanın ciddi işleri, derin ve samimi beka talepleri karşısında dünyanın faniliğinin verdiği hüzünlü duygular melankolik krizlere neden olarak insanlığı intiharların eşiğine getirebilecekti.

İrade ise, eylemdeki tercihin netleştiği, fiile akmadan önce son bir tahlile tabi tutulduğu, ruhun bir anlamda şuurlu bir direksiyonu gibi iş gören tercih aracıdır. Aynı zamanda ruhtaki tüm eylemsel isteklerin çarpışma yeridir.

IV. Nefis, Akıl ve Eneyle Gelenler

Nefis-şükür, akıl-tefekkür, ene-şuunat-ı ilahiye

Nefsin eleştirisi yapılırken ifade edildiği gibi, nefis lezzet sevgisi zemininde kendini gösterir. Lezzet eksenli çıkarcıl hislere kapıldığınız zaman içerisine girdiğiniz süflî durumunu dikkate aldığınızda, nefsin hayvanî boyutunu tasdik etmemek elde değildir. Buna rağmen, hayvanların nefsine hitap eden, insanın gıdasına oranla bir derece basit ve tekdüze yiyeceklerine karşılık, insanın nefsi için yaratılan gıdaların çeşitliliği, letafeti ve ikram ediliş tarzı, insandaki nefis ile hayvanlardaki nefisin bir olmadığını, insandaki nefsin hayvanın yaratılış gayesi olan fiilî şükür mertebesine oranla daha yüksek gayeler için verilmiş olması gerektiğini ihtar edecektir. Sanatı mükemmel bir mimarın oldukça nezih bir köşk inşa ettiğini varsayalım. Bu köşkü gezen insanın duygularında övgü eksenli titreşimler oluşacaktır, hislerini övgü ve tebrik eksenli ifadelerle muhatabına yansıtacaktır. Fakat mimarın yanına giderek, “böyle bir köşk inşa ettiğiniz için size teşekkür ederim” demesi mümkün değildir. Ancak köşk mimar tarafından bir hediye olarak köşkü gezen şahıs için yapıldığında, bu şahsın aleminde teşekkür duygularının uyanması kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Yani, hamd duygusunun açığa çıkması için sanattaki kemalin ayrımına varabilecek şuur ve idrak kabiliyetlerinin bulunması yeterli olurken, şükür duygusunun gerçekleşebilmesi için, bir faydalanmanın olması gerekmektedir. Nefis insana bu kainattan faydalanarak lezzet alması için verilmiştir. Lezzet ise, faydalanmanın derin bir boyutudur. Şuur ve idrak sahibi bir varlıkta, şuuru kapanmadığı sürece bu faydalanmanın şükürle neticelenmesi beklenir. Şuur ve idrak sahibi olmalarına karşılık, nefis sahibi olmayan melekler kemalat-ı İlahiyeyi seyredip hamd ederlerken, melekî özelliklerinin yanında yüksek bir nefis sahibi olan insan, kainattaki sanat ve kemale enfüsî bir boyuttan muhatap olarak hem hamd, hem de şükredebilmektedir. Özellikle maddî bir boyut sahibi olan bedensel bir varlık olarak insan, lezzetin her türlü mertebesinden en yakın bir mertebeden istifade edebilmesi sebebiyle, şuurunun da yardımıyla en yüksek bir boyuttan şükrü gerçekleştirebilmektedir.[9] Böylece insan için nefis, aleminde açığa çıkan manaların içselleşmesinin, enfüsîleşmesinin bir aracı olmaktadır.

Diğer taraftan, akıl, şuur, idrak, vicdan, benlik sahibi olmadıkları halde şefkat duygusuna sahip olan hayvanların durumu, şefkat ile nefis arasında bir ilintinin bulunduğunu ihtar etmektedir. Lezzetin en yüksek boyutunun bir başkasının lezzetlenebilmesi için, kendi lezzetinden geçebilmekte olduğunu, nefis sahibi birer varlık olarak hayvanlar fiilen ders vermektedirler. İnsan, hayvan farkının bir gereği olarak ise, istisnalar hariç sadece kendi yavrularına şefkat gösterebilir bir durumda olan hayvanlara karşılık, akıl, idrak ve şuura nefisle birlikte sahip olan insanların, idrak alanları içerisindeki her muhtaç için en yakın daireden başlamak şartıyla şefkatin gereği olan feragati gösterebilmeleri, kendilerini böyle bir donanımla yaratan Zât’a teşekkürün en gerçek şekli olacaktır. Kainatı iç içe dengeler üzere yaratan Allah, nefsin çıkarcıl isteklerini aşabilmek için gerekli olan gücü, yine nefsin içerisinde, hem de nefsin müptela olduğu lezzetten mahrum bırakmayarak yaratmıştır. Böylece lezzetlere aşık nefis için kendi isteklerinden şefkatli feragat, —iki çocuk sahibi bir annenin ifadesiyle— “nefisteki maksimum doyum noktası” olarak insanın önüne çıkarılmıştır.[10] Nefiste açığa çıkan şefkat, nefisten farklı olarak değil, nefsin lezzet eksenli duygularının aşkın bir hali olarak, nefsin mutmain ve müteâl bir boyutu olarak ihsan edilmiştir.

Duygusal bir sunumun nefse hitap eder bir forma büründüğü ikram neticesinde, duygusal bir sunum olan teşekkürün nefiste açığa çıkışı, akıldaki meraklı soruların ve benlikteki aşkın duyguların, vicdandaki ve kalpteki coşkuların öncülüğünü ederek insanın nihaî duruşuna da zemin hazırlayacaktır.[11]

İnsanın dünya hayatındaki duruşu dikkate alındığında, meleklerden bariz farkının benliğine yerleştirilmiş, insanın vazgeçilmez isteği haline getirilmiş özgürlük ihtiyacı olduğu idrak edilecektir. İnsana verilmiş varoluşsal güce sahip ögürlüğün açığa cıkabilmesi ve açılabilmesi için, Yaratıcının kudretini ve kahrını doğrudan fark edemeyeceği bir alana ihtiyacı vardır. Mutlak kudretin ve kahrın doğrudan yaşandığı bir zeminde, özgürlük kendini gösteremeyeceği gibi, kudretin ve rahmetin hiç fark edilemeyeceği bir boyutta da şuur ve idrak kabiliyetleri dumura uğrayacaktır. Bu nedenle Zât’ıyla insanın nazarı arasına Risale müellifinin ifadesiyle “tenteneli bir perde gibi” sebep sonuç bağlantılarının görünüşte var olduğu, gerçekte ise kesinlikle olmadığı maddî ilişkiler perdesini sermiştir. İşte bu nedenle yağmur buluttan gelmekte, ışık güneşle gönderilmekte, tatlar dil ile tadılırken sesler kulaklarla duyulmakta, ayaklarla yürünüp ellerle tutulmakta, ağır cisimler yere doğru düşerken, atmosferdeki oksijen soluğun sebebi olarak görülmektedir... Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. Fizik âleme yönelik bir kıyas aygıtı olan insandaki aklın görevi budur, aklın bu görevi perdenin yırtılmasıyla son bulacaktır. Diğer taraftan, akıl kainata eleştirel bir nazarla baktığı sürece, perdenin arkasına uzanabilmesi zordur. Gerçekte akıl etken değil edilgendir. Oysa hikmetlere muhatap olan aklın, hüküm verme noktasında bir arzusu da vardır. Akıl, kendi varlığının dahi muhatap olduğu hikmet örgüsünün dışında olmadığını fark etmesiyle, kendini kainata mühendis tutarak eleştirel yaklaşımlarla yitirdiği kapıları bulmaya başlayacaktır. Aklın gerçek kemâli, kendi kemalinin hakimiyette değil, bir Hakim-i Ezelînin hükmü ile varlığını devam ettirdiğini, O’nun hükümlerine muhatap olduğunu görerek, mahkumiyete razı olmasıyla mümkün olacaktır.[12]

Nasıl ki, ruhumuzdaki hayat hakikatı, vücudumuzda ince bir nizam, moleküllerin ve hücrelerin, organların, azaların ilişkilerinde mükemmel bir mizan olarak kendini göstermişse; tüm hakikatlerin kaynağı olan Cenab-ı Hak, zatındaki, şuunatındaki, esmasındaki kudsî hakikatleri alemde, sebeplerle sonuçların arasındaki anlamsal örgü içerisinde hikmet olarak yansıtmıştır. Mesela, Zâtındaki rahmet hakikatını bu alemde nimetleriyle, ihsanlarıyla izah ve ispat eder. Nimetlerle ihtiyaçlar arasındaki karşılıklı örtüşmenin farkına varılmasıyla, nimetin arkasında bir ikram edicinin farkına varılabilir. Yine, şefkat hakikatını anne-yavru ilişkileriyle, gözle görünecek kadar latif bir hikmet, şirin bir duygusal alış-veriş içerisinde ortaya koyar. Anne bebeğini sever, tüm anneler bebeklerini severler. Çünkü bu âlemde tezahür etmek isteyen ciddî bir şefkat hakikati vardır. Aklın görevi ilişkilerdeki anlamların birlikteliğinde açığa çıkan hikmete muhatap olarak, hikmet gerisinde kendini gösteren isimlere, o isimlerin kaynağı olan hakikatlere ve isimlerin sahibine pencereler açabilmektir.

Bu pencereler açıldıktan sonra insanın, nefsi vasıtasıyla enfüsî boyuttan muhatap olduğu Zât’ın isimlerine ve sıfatlarına, kendisine nimetlerin ikram edilmesiyle duygularında uyanan coşkuların da yardımıyla, coşkusal, duygusal bir boyuttan, hakkel-yakîn bir mertebeden muhatap olabilme imkanı doğacaktır. İşte bu imkan enaniyettedir.

Enaniyet, aklın yatay kıyaslarıyla açılan pencerelerde kendini gösteren sıfatlara insanın iç dünyasına ve Allah’a doğru dikey kıyaslamalar yapabileceği bir alettir. Kendi varlığında duyumsadığı şefkatin gereği olarak gösterdiği feragata ve feragatli ikrama kıyasen, tüm kainatı, özellikle dünyayı bir sofraya dönüştürerek ikram edebilmenin arkasındaki şefkati ve rahmeti kavrayabilecektir. İnsan bir sahiplenme duygusuna sahip olduğu içindir ki, kendisinde var olan sıfatları en derin, en içsel bir boyutta algılayabilir, bu algılama neticesinde kendi Yaratıcısının dikey boyutta kıyaslayarak, kendisini var edene empati yapabilir bir varlık konumuna geçmiştir. Özellikle coşkusal duygulanımların insanın varlığında açığa çıkışı, insanın benliğinde kendisini Yaratanın coşkularını anlamaya dair ciddi bir veriye dönüşebilmektedir. Benlik sahibi varlığın ikram ederken aldığı lezzet ve bu lezzet içerisinde kendini gösteren aşkın duygular, Yaratıcıdaki müteâl coşkuların anlaşılabilmesi için bir kıyas zeminine dönüşecektir. Benlikteki bu kıyaslar, kâinatı bir sofraya dönüştürmekle alınabilecek tasavvuru mümkün olmayan hadsiz ve müteâl lezzeti , bu lezzetin muhatabında açığa çıkacak müteâl coşkuları anlayabilmesine bir merdiven olacaktır. Böylece, özünde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesi için yaratıldığı bu perdeli diyarda, kendisini yaratana perdesizce, hem de en yüksek bir dereceden muhatap olabilecektir.

Kendi özüne sevdalı olarak yaratılan, öze, asıl kaynağa aşk duygularıyla bağlı olan benlik, kendi varlığının edilgenliği arkasında, insanı insan yapan özü yaratarak ikram eden, bir başka kudrete dayanmadığı halde var olan mutlak bir ‘öz’ün, gerçek bir kaynağın, bir Ehad-i Samed’in varlığını idrak edecektir. Bu idrak neticesinde kendini, kendi varlığının özü olan ‘öz sevdası’nın, öze yönelik duygularının gücüyle aşacak, herşeyin aslı ve özü olan İlahî coşkulara muhatap olarak gerçek kaynağa yönelecek ve herşeyin aslı olan Yaratıcısına bağlanacaktır. İşte, tam bu noktaya gelindiği zaman perde yırtılacak, huzurda huzurlu bir muhatabiyetin kapıları aralanacaktır.

Rahmet, İhsan ve İnsan

Hadis kaynaklarında, Resûlullah ve arkadaşları oturmakta iken Hz. Cebrâil’in sahabeden bir insan suretinde gelerek sahabenin önüne geçip Resûlü Ekrem’e “iman, islam, ihsan ve kıyametin alâmetleri” hakkında soru yönelttiği geçmektedir.[13] Resûlüllah sorulan her sorunun cevabını küçük ayrıntılarla verecektir. İslam, iman ve kıyamet gibi insanın ve dünya hayatının en temel konularına dair sorular sorulması anlaşılır bir durumdur. Bu kritik konulara karşılık ‘ihsân’ kavramının bu önemli konular arasında yer alması insanın dikkatini çekmektedir. Resûlü Ekrem bu soruyu ise, “İhsan, sanki Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na kulluk etmendir” diye cevaplayacaktır.

Perdeli bir diyarda yaratılan insan bir yandan aklının yardımıyla sebep-sonuç ilişkilerini sorgulayarak gaybî pencerelerin önüne gelirken, diğer taraftan ikramlarla kuşatılan nefsinde, ikramlar neticesinde uyanan duygularının tahrikiyle git gide şiddetlenen bir merak duygusuyla Yaratıcısını aramakta ve tanımak istemektedir. Bu süreç Yaratıcısını bin bir ismiyle tanıdığı bir döneme ulaşmakta, bu tanıma Yaratıcısına dair kalbinde derin sevgi ve haşyet duygularını uyandırmaktadır. İnsan, fıtratının ve merak duygusunun sâikiyle, vicdanın coşkusal şehadetiyle, benliğinin yardımıyla Yaratıcısının sıfatlarına ve şuûnatına[14] dair yaptığı içsel kıyaslar neticesinde Rabbini sanki görürcesine muhatap olabilmektedir. İhsan, kelime anlamı olarak beklentisiz vermek anlamına geldiğine ve ihsanın karşılığı ancak ihsan olabileceğine göre, böylesi bir muhatabiyet neticesinde insan, Rabbisinin kendisine ihsanlarına karşılık sahip olduğu yegane şeyi, kendi varlığını sunarak, ihsan ederek karşılık vermeyi ister bir hale geçmektedir. Ubuduyetin ruhu bu ihsan hâlidir, insanın Rabbine en yakın olduğu, iman ve islam arasından fışkıran, duygusal yoğunluklu bir mertebedir.

İhsan ile örtüşen, başka bir ifade ile ihsan halinin potansiyel şekli olan rahmet, vermenin olduğu, almanın veya alma beklentisinin olmadığı bir durumda açığa çıkmaktadır. Merhametli bir varlık verir, ikram eder, yardımcı olur, yüceltir fakat tüm bu eylemlerini beklentisizce gerçekleştirir. Oysa Allah ikram ve ihsanına karşılık bir ibadet ve dua beklemektedir. Bu durum bir çelişki oluşturmayacak mıdır?

Kur’an’a dikkatlice muhatap olunca, Allah’ın bir mafya babası gibi prensipler koyarak, uymayanları acımasız bir tarz ile cezalandırmaya hazır bir diktatör olmadığı, aksine prensipleri insanın tüm yönleriyle inkişâf ederek gelişebilmesi için koyduğu, prensiplere uymayanları ise özür diledikleri sürece affetmeye hazır olduğu görülmektedir.[15] Özür dilemek, ihsan eden, yardımcı olanın ihsanındaki ve yardımındaki yüceliği tasdik anlamına geldiği, geriye dönüşün bir habercisi olduğu için oldukça önemlidir. İkramlara mazhar olan şahsın iç âleminde, ikram edenin niyetindeki güzelliği bir tasdik veya geriye doğru dönmeye bir niyet olmayınca, insanın insaniyetinin gereği olan yüceliği yakalaması imkansızdır, tehdidi ve tahkiri bu nedenlerle hak etmiş olur.

Yaratıcıda aşkın olarak kendini gösteren rahmet sıfatı, diğer tüm sıfatlarının merkezinde ve nihayetinde kendini göstermektedir. Kainatın aşkın Yaratıcısının tüm eylemlerinin arkasında rahmeti vardır. Rahmet sahibi olmasa neden yaratarak vücût versin, neden ikram, ihsan ve mağfiret etsin? Rahmeti olmasaydı veri miydi bu hayatı, hayatın içerisindeki bin bir nimeti, bu mahşerî masnûatı süsleyerek yaratır mıydı? Bunca hatalarına isyanlarına rağmen, nefes aldırır mıydı bu kadar gafil, nankör ve isyankâr kullarına? Bu kainatın ve insanın Yaratıcısı rahmetiyle aşkındır, merhametiyle kendi prensiplerini dahi aşabilmekte, hataları görmezden gelmekte, affetmek için bahane aramaktadır. Kur’an’daki “siz hataların büyüklerinden kaçınınca, biz de küçüklerini görmezden gelir, örteriz” anlamındaki onlarca ayet bu gerçeğin sözlü tasdîkleridir.

V. Bir İnsan Olarak Muhammed (s.a.v) ve Mîrac

Aşkın bir rahmet sahibi olan Allah, benliğinde aşkın duygular taşıyan muhataplar aramaktadır. Kendisine muhatap olanların içerisinde, kendi benliğinden geçtiği halde, merhamete muhtaç olanlardan geçmeyen, nefsindeki aşkın şefkatin gereği olarak, kendi nefsinden geçtiği halde ikrama muntazır olan nefisleri çiğnemeyen birini elbette seçecektir. Bu tarife bil içtima ve bil ittifak layık olan Muhammed (s.a.v.)’dir. Çünkü:

Gerek risaletten önce, gerekse risalet döneminde tüm hayatı boyunca bir başka nefsin rağmına hareketi olmamıştır. Enaniyetini kibre vesile kılmamış, rabbini tanımaya samimi bir merdiven kılmıştır. Hadis külliyatında kayıtlı sözlerinin bir çoğunda kendini gösteren gerek muhataplarına, gerekse Rabbine karşı empatik yaklaşımları kendi nefsini ve benliğini çok iyi tanıdığının, aklını mustakim bir tarz ile kullandığının sayısız şahitleridir. Taif’te bin bir hakaretle ayakları kanayıncaya kadar taşlandıktan sonra “bilmiyorlar Rabbim, bilselerdi yapmazlardı” diyerek Allah’a kendisini taşlayanları helak etmemesi için onların adına istiğfarda bulunan birisidir o. Taif halkını helak etmekle görevli olarak kendisine gönderilen ve “Beni Rabbin gönderdi Ya Muhammed! Dile, iki dağı birleştirerek Taif halkını helak edeyim!” diyen meleği “Hayır! Onları helak etme! Umulur ki Rabbim onların neslinden kendisine kulluk eden bir ümmet yaratır” diyerek geri çevirmiş, kendisini taşlayanlardan pek ümidi olmadığı halde, taşlayanların neslinden ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemiştir. Tüm hataları önceden mağfiret edildiği halde, ibadetten geri kalmamış, ibadetinde o kadar bulunduğu hayat mertebesinden koparak Allah’a yönelmiştir ki, bir defasında eşi Hz. Aişe, Resûlüllah’ın secdesinin uzunluğu yüzünden onun ruhunu teslim ettiğini zannetmiştir.

Resûlü Ekrem, insan kalbindeki aşkın muhabbetin, vicdanındaki aşkın coşkuların, nefsindeki aşkın şefkatin, aklındaki aşkın muhatabiyetin, benliğindeki aşkın zâtî sevdaların tümünü, ihsan halinin halka ve hakka yönelik her iki tarzını varlığında en yüksek derecede buluşturmuştur. Neticede müteâl rahmet sahibi olan Allah, bu alemin hikmetini çözerek arkalarındaki hakikatleri şefkatli bir hal ve korkusuz bir teslimiyetle ilan eden Zat-i Ahmed'i; hakikatlerin direkt olarak görülemediği, ancak dolaysısı ile hikmetlerin arkasında göründüğü bu ilişkiler aleminden, hakikatlerin perdesiz bizzat müşahede edildiği makamlara, kaynağından seyredildiği Arş-ı Azam'a götürerek, onda bir mutlak yakınlık, bir daimi huzur oluşturmuştur. Ki, en çirkin muamelede, en ümitsiz bir durumda bile Resulüllah (a.s.m)'da bir zillet, bir fütur meydana gelmemiştir ve hikmet dairesinin olayları onu kalıcı bir şekilde etkileyememiştir.

—Simgesel bir anlatım olarak anlaşılmak kaydıyla— Aklî muhatabiyetinin simgesel bir şekli olarak Mescid-i Haram’dan alınan Muhammed (s.a.v.), Mescid-i Aksa’ya kadar seyrettirilmiştir. Sıfat ve şuunat-ı İlâhiyeye dair benliğindeki aşkın mukayeselerin neticesinde içerisine girdiği ihsan halinin bir gereği olarak, semavatta seyr-ü sefer ile Arş-ı Âzam’a kadar götürülmüştür. Sonrasında ise, geride bıraktığı arkadaşlarına dair nefsinde taşıdığı şefkat, Rabbinin sıfatlarına dair dimağında olgunlaşan marifet, benliğinde kendisini ve kainatı aşkın bir rahmet ile yoğurarak yaratan Zât’ın varlığına karşı, kendi varlığını hiçliğe indirgeyen aşkın bir teslimiyet ile Cebrâil (a.s.)’ı geride bırakarak Allah’ın huzuruna girmiştir. Huzurda geçen tarifi zor muhatabiyet, bu muhatabiyet esnasında geçen konuşma, her namazda tekrar ettiğimiz ‘tahiyyat’ta özetlenmiştir: Huzur-u İlâhiye giren Resûlüllah “tüm hayatlanmalar, bereketlenmeler, dualar ve istiğfarlar, tüm güzel kelimeler, hamd-ü senâlar ancak Allah içindir”[16] diyerek, geldiği alemin Allah’a yönelik tüm tesbihat ve tahmidatını, onların adına Allah’ın huzurunda sözlü olarak beyan etmiş, onlar adına doğrudan Allah’a yöneltmiştir. Onlar adına Allah’ın huzurundaki elçiliğini hakkıyla yerine getirmiştir. Resûlünün bu ifadelerine karşılık Cenab-ı Hak onu “Ey haberci —peygamber—, selam senin üzerine olsun”[17] diyerek karşılamıştır. Cenab-ı Hakkın bu kendisine özel selamı karşısında Resûlüllah kendinden geçmemiş, sarhoş olmamış, tevazu beyan etmemiştir. Kendisinin çıktığı bu şuhudî makamlara çıkamayan ama çıkma arzusunda olan arkadaşlarının kaygısını duyumsayarak, kendisine özel olarak verilen tekil selamı, “selam bizim üzerimize olsun”[18] diyerek genelleştirmiştir. Sonrasında sözünü, “sana kulluk kaygısı içerisinde olan tüm kullarının üzerine de”[19] hitabıyla, tüm zamanlardaki mü’min insanların üzerine yayarak tamamlamıştır. Bu konuşmaya şahitlik eden Hz. Cebrâil, ortamdaki manen müteâl güzelliği “şahitlik ederim ki ilâh ancak Allah’tır ve Muhammed O’nun resûlüdür” diyerek tekmil etmiştir.

Allah’a muhatap olan Muhammed (s.a.v.), özetle “tüm güzellikler senin içindir” sözüyle kainatı ve kendini beklentisizce Allah’a sunmuştur. Allah’ın kendisine yönelik olan selamını beklentisizce Allah’ın kullarının üzerine yaymıştır. Bu hal ihsan halinin iki vechesidir, Rahmetiyle kendi azâmetine, kibriyâsına, kahrına, ulûhiyetine aşkın olan Allah’a, teşekkürün en yüksek boyutu olan ihsan ile kendi varlığını sunan, şefkatiyle geride kalanların kaygısını yüreğinde hissederek, bu kaygıyı söze dökerek Allah’taki o rahmete en yüksek boyuttan muhatap olduğunu, insaniyetinin hakkını her boyutta yerine getirdiğini ispat etmiştir. Bu hale muhatap olan en yüksek bir meleği dahi şehadete getirmiştir. Şefkatinin gereği olarak, Allah’a huzurunda muhatap olmanın verdiği lezzetten dahi feragat ederek, huzurda kalmayı istememiş, derin bir teslimiyet ile, risalet vazifesine devam etmek üzere geriye, arkadaşlarının yanına dönmüştür.

Sonuç

Allah insanı meleklerden farklı olarak özgür ve özgün bir varlık olabilmeleri ve mecburiyet hissetmedikleri halde Varlığındaki, şuunatındaki, sıfatlarındaki, isimlerindeki, fiillerindeki ve icraatlarındaki kemâle ve cemâle muhatap olarak tasdik ve ifade edebilmeleri için yaratmıştır. Özgürlüğün temini için kudretinin ve kahrının doğrudan görülmediği, ancak dikkatlice nazar edildiği takdirde fark edilebileceği perdeli bir diyara geçici olarak indirmiştir. Bu perdeli diyarda perdeleri aralayarak isimlerine muhatap olabilmeleri için aklı, sıfatlarını içsel bir mertebede duyumsayarak şükredebilmeleri için nefsi, kıyaslar yaparak Zât’ına perdesizce muhatap olabilmeleri için benliği, perdeli ve karışık, kaygan bir diyarda fazlaca şaşırmamaları için vicdan ile destekleyerek ihsan etmiştir. Şükür merkezi olarak nefsi, tefekkür merkezi olarak aklı ihsan ettiği gibi, anlamsal yoğunlaşmaların bir tezahürü olan duyguların merkezi olarak ise kalbi hediye etmiştir. Heva ve heves ile dünyanın zahirî yönünün sıkıcı atmosferinden istifade edebilmelerini sağlamıştır.

İnsanı en güzel bir mahiyet ve kıvamlaşma halinde yaratan Zât adına insanın mahiyetine baktığımız zaman ise; ancak, nefsiyle, benliğiyle, aklıyla kalbi kadar barışık olabilen ve kalbinin Allah’tan gayrısına sevdalanması ile, vicdanının Allah’tan fazla acıma duygularına kapılması ile onların da nefis kadar, ene kadar riskli olabileceğini görebilen ve bu risklerden kaçınabilmeyi başarabilen bir insanın rahat ve doyurucu bir nefes alabileceği, aldırabileceği anlaşılmaktadır.


[1] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı (İbrahim Canan) 13. Cilt, sa: 458

[2] Malumdur, kılavuzu karga olanın...

[3] “Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mâ*nâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad

[4] “...Ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahi*yeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve mad*diyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb edi*yor. Sonra gaflet ve inkârla o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, on*lara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri hal*de—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zül*celâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır, “Bu çürümüş, kemikleri kim diriltecek” der, meydan okur gibi Ka*dîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder; işine gelme*yenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun ho*şuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.” Bediuzzaman Said Nursi 30. Söz 1. Maksad

[5] Seminer esnasında hayat ile canlılık farkına dikkat çeken dikkatli bir arkadaşın uyarısına binaen, görebildiğimiz alemde bazı varlıklarda kendini gösteren canlılığın, hayatın bir tezahürü olduğunu, cansız diye nitelenen cisimlerdeki halin bu cisimlerin hayatsız olduklarına delalet edemeyeceğini, metindeki ifadelerin meselenin anlaşılması için bir basamak olduğunu ifade etmiş olalım. Bir aşağıdaki basamağın yukarıdaki basamaktan aşağı olduğunu söylemek, aşağıdaki basamakta bir yükseklik olmadığı anlamına gelemez. En aşağıdaki basamak dahi, yokluk basamağına oranla yeterince yüksek bir mertebededir.

[6] “Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları bir*tek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettik*ten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.” Said Nursi, Sözler, 32. Söz, 2. Mevkîf

“Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer, kâinatın vücudundan ve ica*dından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi bir aynasıdır. İşte şu hikmettendir ki, şu kü*çücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâp*lara medar olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline se*bep olur” (a.g.e.)

[7] “Vicdanda mündemiçtir bir incizap ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle daim olur incizap.

Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse, etse tecellî daim pürşâşaa bîhicap.

Bir Vâcibü’l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemal, şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadet-meab.

Bir şahidi o cezbe; hem diğeri incizap.” Said Nursi, Sözler, Lemaat, “Vicdan Cezbesi İle Allah’ı Tanır”

[8] “Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbesiyledir.” Said Nursi, Mektubat, Hakikat Çekirdekleri, 14

[9] “Ben sizin günah işlemenizden çok, size ikram edilen nimetlere şükretmemenizden korkuyorum. Dikkat edin, şükredilmeyen nimetler, öldürücü ve yok edicidir.” Hz.Muhammed (s.a.v.), Camiu’s Sağîr 5:253, Hadis No:7197

[10] “Ey tatmin olmuş nefis, dön Rabbine, razı olmuş, razı olunmuş olarak...” Kur’an, 89 (Fecr Suresi), 28

[11] Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin ebediyetle ve Cennetle ne alâkası var? Madem ruhun âli lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezâiz-i cismaniye için bir haşr-i cismanî neden icab ediyor?

Elcevap: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, zi*yaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat mas*nuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fev*kine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insa*niye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şar*tıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün ha*zâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve miza*na çekecek âletler cismaniyettedir. Meselâ, dil*deki kuvve-i zâika, rızık zevkinde, envâ-ı mat’u*mat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbi*rini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.

Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hisse*dip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı yine cis*maniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar yine cismaniyettedir. (Bediuzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Sekizinci Söz.)

[12] “Sâni-i Âlem, arzı istediği gibi ve hikmeti iktiza ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhî ile istediğiniz gibi yaratmamıştır, akılları*nızı kâinata mühendis etmemiştir.” Said Nursî, Muhakemat, 1. Mesele

Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi, imkânâtı, vukuâta karış*tırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlâhiyede mümkündür. Hem uku*lümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öy*leyse bu vaki olmak gerektir.”

Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! (a.g.e.), 7. Mesele

[13] Kütüb-ü Sitte Muhtasarı , Hadis no: 14; Müslim İman 1; Tirmizi İman 4

[14] Teşbîhen: yoğun coşkusal duygulanımlar.

[15] “Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını bağışlamaz. Bunun aşağısındaki (hataları) dilediği kimse için bağışlar...” Nisa Suresi 48, 116. “Kıyamet günü... -Ey rabbim, bana ‘lâilahe illallah’ diyenlere de şefaat izni ver.. diyeceğim. (Rabbim) diyecek: -Bu hususta sana izin yok. Ancak izzetim, celalim, kibriyam ve azâmetim hakkı için ‘lailâhe illallah’ diyenleri de ateşten çıkaracağım.” Kütüb-ü Sitte Muhtasarı ve Tercümesi, İbrahim Canan, 14. Cilt, sa: 406, 5091. Hadis; Buharî, Tevhîd 19, 36, 37; Tefsîr, Bakara 1, Rikâk 51; Muslîm, İmân 322

[16] Hanefî kaynaklarında “Ettahiyyatu lillahi ves-salavati vet-tayyibatü lillah” olarak geçen bölümdür.

[17] “Es-selamu aleyke ya eyyuhen-nebiyyü”

[18] “esselamu aleyna”

[19] “ve alâ ibadullahus-salihîn”

salih özaytürk
www.karakalem.net
 
Üst