Emaneti Kime Vereceksin? - Cafer Durmuş

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Emaneti Kime Vereceksin?

Cafer Durmuş


Âl-i İmrân sûresinde şöyle buyruluyor:
“Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.” (3/102-103)
Rûhu’l-Beyân’da belirtildiğine göre buradaki “Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun” emri, vacipleri ifa edip haramlardan kaçınma gibi konularda kişiyi bütün gücünü sarf etmek üzere mükellef tutmaktadır. Yani Allah’tan gücünüz yettiği kadar korkun. Takvada o derece ileri gidin ki, yapmaya gücünüzün yettiği hiçbir konuda takvaya aykırı davranmayın demektir.
“Ve ancak Müslümanlar olarak can verin” buyruğunun manası, Allah’a boyun eğişinizi tam olarak gerçekleştirmiş olmanın dışında hiçbir hal ve durum üzerine kesinlikle ölmeyin demektir.
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın” kavlinin manası ise, “ehl-i kitap gibi apaçık hükümlerde ihtilâf ederek haktan ayrılmayın” demektir.
Burada öncelikle takvayı gözetmek, sonra Allah’ın ipine sarılmak ve üçüncü olarak da O’nun nimetlerini hatırlamak emredilmiştir. Çünkü insan davranışları sakındırma veya teşvik ile ıslah edilmeye muhtaçtır. Bir diğer husus, burada sakınmanın teşvikten önce zikredilmiş olmasıdır. Çünkü zararın ortadan kaldırılması, fayda sağlamaktan önce gelir. Nitekim tasavvufî terbiyede kalbin tasfiyesi nefsin tezkiyesinden öncedir…
İmam Kuşeyrî (rh.a.) ayet-i kerimede Müslüman olarak can vermenin ilk şartı olarak emredilen takvaya bir tanım getiriyor ve diyor ki; “Gerçek takva, kendiliğinden hiçbir şey ekleyip eksiltmeden Allah’ın emri üzere yaşamaktır.”
Aslında akl-ı selim sahibi hiç kimse ölmeyeceğini iddia etmez. Gün be gün yaşının kemale erdiğini ve sayılı nefeslerinin tükenmekte olduğu gerçeğini inkar etmez. Belki bu değişmez hakikati bir nebze küllendirir; unutarak, zihninde geri plana atmaya çalışır.
İşte, konumuzu teşkil eden ayetlerin müşfik ihtarı tam da bu noktada devreye giriyor. Ve öncelikle bu can emanetinin bir gün hakiki sahibine doğru uçup gideceğini ihtar ediyor. “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” buyruğu, söz konusu erteleme ile oyalanıp unutmanın verdiği geçici rahatlığa aldanmamak gerektiğini hatırlatıyor…
Öyleyse, kullanma süresinin ne zaman dolacağı bilinmeyen bir emaneti her an huzura sunacağımız berraklıkta korumaya gayret etmeli. İmanlı, ihlaslı ve salih amellerle dopdolu olmanın dışında bir halle ömrümüzü heder etmemeli. Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşayıp öylece huzura varmaya bakmalı. Şükredenlerden olmak için Allah’ın nimetini daima hatırda tutmalı... Bunun da açıklaması herhalde; “Emredilenleri yapmazsan, sonuç senin için tam bir felâket olur, bu duruma düşmekten sakın!” demektir…
Bu iki ayet-i kerimeyi okuyunca şöyle bir misal düşünüyorum:
Bir gün size çok önemli bir emanet bırakılsa…
Verirken “Bunu alın, hakkınca kullanın” denilse…
Dikkatli olmanız istense ve “Sakın ha! Bunun size temlik edildiğini zannetmeyin” denilse...
“Bıraktığım günkü gibi, tertemiz teslim almak isterim” denilse...
Bir emanet ki, gözetip kollamanız maksadıyla değil, kullanmanız için veriliyor. Ve lutf edip onu size tevdi eden kudretli zata, saygı duymaktasınız… Hem hürmet ediyor, hem de seviyorsunuz...
Düşünün; size emanet edilen bir dünyalığı bile, zayi etmemek için nasıl titizlenirsiniz. Aldığınız gibi tertemiz iade etmeye özen gösterirsiniz. Dahası emanetin sahibi olan kudretli zat; “Bunu güzellikle kullanırsanız şöyle mükafatı vardır. Ve eğer emanetin izzetine halel getirirseniz şöyle şiddetli cezaya çarptırılacaksınız” derse ne yaparsınız?
Şunu diyebiliriz: Bu ayetler, gerekli tedbirleri zamanında alarak ebedi hüsrândan kurtulmaları için mü’minleri uyarıyor. Aldanmaya yatkın oldukları zayıf noktalarda, onları hakikatle yüzleştiriyor. Çünkü, bu canın Allah’ın emaneti olduğunu unutmak pek büyük bir ziyândır. Ve bu âyetlerde çizilen çerçevenin dışında yaşanmış bir hayatla ilahî huzura varmak, telâfîsi mümkün olmayan bir hüsrândır…
Ebedî hayata uzanan yolun kapısını “Müslüman” sıfatıyla açanlardan olmak için, sadece “inandım” demek yeterli değildir. Müslüman’a yaraşır bir hayatı gergef gergef işleyerek bu sözün içini doldurmak gerekir. Bu fanî âlemde emanetçi olduğu şuurunu diri tutmak gerekir. Dağların taşıyamadığı bir sorumluluğu yüklendiğini unutmamak için “Ben kimim, kimin emanetini taşıyorum, huzur-ı ilahiye nasıl varacağım” gibi soruları hep gündemde tutmak gerekir.
Vakt-i merhûnu geldiğinde “Müslüman olarak can verebilmek” bu bilinçle yaşamaya bağlıdır. g
Oku/Düşün
Muhabbetin Şartı Muhabbetin membaını işaret eden âyet-i kerimede şöyle buyruluyor:
“De ki; Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
De ki; Allah ve Rasulü’ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah kafirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/31-32)
Tefsirde belirtildiğine göre; “Muhabbet, gönlün hissettiği kemal sebebiyle bir şeye meyletmesidir. Ve insan, hakiki kemâlin Allah’a mahsus olduğunu bildiği müddetçe muhabbeti sadece O’na ve O’nun için olur. Bu da Allah’a itaati dilemeyi ve O’na yaklaştıracak amelleri istemeyi gerektirir. Bu sebeple muhabbet “itaati istemek” şeklinde açıklanmış ve Allah’a itaat, Rasulü’ne tabi olma şartına bağlanmıştır.”
İmam Kaşanî şöyle diyor: “Peygamberi sevmek ona itaat etmekle mümkündür. Söz, amel, ahlak, hal, sîret ve akide ile onun yoluna girmekle mümkündür. Çünkü muhabbet davası ancak bunlarla sabit olur.” Bu alanlarda sevdiğine benzemeye gayret etmeden Allah’ı sevdiğini iddia edenler, muhabbet davasında yalancı durumuna düşerler. Çünkü seven, tabiî olarak sevdiğinin ilgi gösterdiğini de sever ve onun sevmediği şeylerden kendisi de uzak durur…
Şüphesiz Muhammed aleyhisselam muhabbetin kutbu ve merkezidir. Öyleyse Allah’ı seven, yönünü muhabbetin membaına dönmelidir. Kendisini ona yaklaştıracak vesileleri arayıp bulmalıdır.


Altınoluk 2010
 
Üst