Ehli Sünnet'in Temel İlkeleri (Okuyup Öğrenelim)

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
TAHAVİ AKAİDİ TERCÜMESİ'NDEN

1- Bütün hamdler (övmeler, medhetmeler, şükürler) alemlerin rabbi olan Allah içindir. Ziyade (büyük) alim huccet'ul İslam Ebu Caferini'l Verrakut Tahavi El Mısrî (Rahmetullahi aleyh)

2- Şu (kitap) İslam milletinin kılavuzları olan Ebu Hanife Numan ibni Sabit El Kufi, Ebu Yusuf Yakub ibni İbrahim El Ensari ve Ebu Abdullah Muhammed ibni El Hasen eş Şeybani Hazretlerinin mezhebi üzeredir. Ehli sünnet vel cemaat akaidinin zikrini beyan eden ve dinin asıllarından inanılması lazım olan ve onunla alemlerin rabbisine kulluk yapılan şeyin açıklaması hakkındadır.

3- Allah’ın başarıya ulaştırmasını itikad ettiğimiz halde Allah'ın bir olması hususunda deriz ki: Allah ortağı olmayan tektir. O'nun misli (benzeri) hiç bir şey yoktur. O'nu aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. O'ndan başka ilah yoktur. Evveli olmayan kadîmdir. Sonu olmayan daimdir. Fani ve yok olmaz. Ancak O'nun dilediği olur. Vehimler (düşünceler) O'na ulaşamaz. Anlayışlar O'nu idrak edemez. O mahlukata benzemez. Ölmeyen diridir. Uyumayan kayyumdur. (Her şeyi ayakta tutar) (KAYYÛM: Varlığı ve diriliği her an için olup, gökleri, yerleri her an için tutan, daimi her şeye her hususta iktidarı olan Allah.)

Muhtaç olmayan yaratıcıdır. (Mahlukatını yaratmada bir şeye muhtaç olmadı. Onları yaratmaya da muhtaç değildir.) Sıkıntı çekmeden rızık vericidir. Korkusuzca öldürür. Meşakkatsiz (güçlük çekmeden) yeniden diriltir. Mahlukatı yaratmadan evvel kadîm olduğu halde sıfatları ile daimdir (devam eder).

4- Mahlukatın olmasıyla, daha evvel olmayan bir sıfatla sıfatlanarak ziyadeleşmedi (sıfatlarında artma olmadı). Nasıl ki sıfatlarıyla ezeli idi; aynı şekilde o sıfatlarla ebediyyen zail olmaz (tükenmez). Mahlukatı yaratmasından beri (sonra) "Halik" ismini almış değildir. Ezelden beri haliktır. Mahlukatı ihdas etmesiyle (meydana getirmesiyle) "Bari" ismini almış değildir. (Ezelden beri bu vasıfları mevcuttur.) Onda rablik (besleyen, yetiştiren, terbiye eden) vasfı vardır. Merbub vasfı yoktur. (Terbiye edendir, başkasının terbiyesi altında olan değildir) Halik vasfı vardır, mahluk vasfı yoktur. (Yaratıcıdır, yaratılmış değildir) Bütün mahlukatı yarattıktan sonra ölüleri dirilttiği gibi "Muhyi" ismini, onları daha diriltmeden evvel hak etti. Şöyle ki Allah, her şeye gücü yeter. Her şey O'na muhtaçtır. Her iş O'nun üzerine çok kolaydır. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. "Onun misli gibi bir şey yoktur, o işitendir görendir." (Şura Suresi Ayet 11)

* "Mahlukatı ilmi ile yarattı", onlara kaderler takdir etli. Onlara eceller tayin etti. Onları yaratmadan evvel ona hiç bir şey gizli değildi. onları yaratmadan ne yapacaklarını bildi, kendisine itaatle emretti, kendisine isyandan nehyetti (yasakladı). Her şey O'nun takdiri ve dilemesiyle deveran eder (döner dolaşır, devreder). O'nun dilemesi geçerlidir. Kullar için ancak O'nun dilediğini dilemek vardır. Kullar için neyi dilerse o olur, dilemediği olmaz. (Kul istediği şeyin meydana gelmesine kadir değildir, ancak Allah, o şeyi dilerse meydana gelir. Kulun isteği Allah’ın rızasına uygun ise o şeyden sevap kazanır. Eğer Allah’ın rızasına uygun değilse kul sorumlu olur.)

5- Dilediğini hidayete ulaştırır, fazl u keremiyle (iyilik ve cömertliğiyle) korur ve afiyet (sağlık ve sıhhat) verir, dilediğini saptırır. Adaletiyle hızlanda (yardımsız) bırakır ve imtihan eder. Herkes, Allah’ın fazl u keremi ile adaleti arasında Allah’ın dilemesinde gidip gelir. (Onun dilemesiyle birinden, diğerine intikal edebilir.)

* Zıddı olmaktan ve dengi olmaktan yücedir. Hükmünü geri çevirecek yoktur. Hükmünü takib edip (arkaya bırakacak) kimse yoktur. Emrine üstün gelecek yoktur, bunların tamamına iman ettik ve hepsinin Allah’ın tarafından olduğunu kesinen kabullendik.

* Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem), onun seçilmiş kulu, peygamberi ve razı olunmuş resulüdür. Ve Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberlerin sonuncusudur, takva sahiplerinin imamıdır, gönderilen resullerin efendisidir. Alemlerin rabbisinin sevgilisidir. Ondan sonra yapılacak her nübüvvet iddiası batıl ve nefsanidir. (Hak ve hidayetle, nur ve aydınlıkla bütün cinlere ve mahlukatın tamamına gönderilmiştir.)

* Muhakkak Kuran, Allah’ı kelamıdır. Söz olarak keyfiyeti bilinmez bir şekilde ortaya çıktı, onu Resulüne (aleyhissellama) vahy olarak indirdi, müminler bu şekilde hak olarak onu tasdik ettiler. Yakinen (şüphesi olmayan kesin bir bilgiyle) inandılar ki Kur'an, hakikatten Allah’ın kelamıdır. Mahlukatın kelamı gibi mahluk (yaratılmış) değildir. Kim Kur'an'ı işitir de "O insan kelamıdır" derse, muhakkak kafir olur. Muhakkak Allah Teala o kişiyi zemmetti, ayıpladı ve onu sekar isimli ateşe atmayı vaad etti. "Onu yakında Sekar'a girdireceğim" (Müddessir 26)

Ne zaman ki "O Kuran ancak beşer sözüdür" (Müddessir, 25) diyeni, Allah Teala Sekar'Ia tehdit edince, bildik ve kesin anladık ki o Kuran, beşeri yaratanın sözüdür, beşer sözüne benzemez.

6- Kim Allah’ı beşer sıfatlarından bir sıfatla vasıflandırırsa, muhakkak kafir olur. Her kim buna bakar da ibret alırsa, böyle kafirce sözünden geri durur ve bilir ki Allah, sıfatıyla beşer gibi değildir.

• Keyfiyeti bilinmeksizin, kuşatma olmaksızın, cennet ehli için Allah’ı görmek haktır. Rabbimizin kitabı bunu beyan etliği gibi "O gün bir takım yüzler parıldar, rablerine doğru bakıcıdırlar" (Kıyamet suresi, 22-23.)

Bu ayetin tefsiri Allah’ın irade ettiği ve ilmi üzeredir. Bu hususta Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) gelen sahih hadislerin tamamı, Efendimizin buyurduğu (Kasd ettiği) gibidir. Manası, irade ettiği gibidir. Bu hususta kendi görüşümüzle yorum yapıcı olarak meseleye dahil olmayız ve kendi nefsimizle kuruntulanmayız. Çünkü kişi dininde ancak, aziz ve celil olan Allah’a ve Resulüne işi havale ederse ve kendisine karışık gelen işi bilenine havale ederse emin olur. (Manasını bilemediği ayet ve hadislerde, "Allah ve Resulünün indinde nasıl ise öyle inandım" demelidir.)

* İslam adımı (ayakları) ancak teslim ve kabullenmek sırrına basmakla sabit olur. (tam teslim olmakla) Kim ki bilinmesi kendisinden men olunan (yasaklanan) müteşabihatı (Allah'ın eli gibi benzetme ve misal verme yoluyla söylenen kelamları) bilmeyi taleb ederse, teslimiyetle anlayışı kani olmasa (tatmin olmasa), bu gayesi onu halis (katışıksız, tertemiz) tevhidden, sırf marifetullahtan ve sahih imandan engeller (ona mani olur), küfür ile iman arasında, tasdik ve yalanlamak arasında, ikrar ve inkar arasında vesveselenmiş, şaşkın, ayakları kaydığı halde; ne iman edici ve ne tasdik edici, ne de inkarcı ve yalanlayıcı olduğu halde bocalar, gidip gelir.

7- Ehli İslam'ın, Cennette Allah’ı görmeleri meselesine iman: Vehmi (aslı olmayan düşünceler) ile meseleye bakıp, onu kendi anlayışı ile yorumlayan kişi için sahih (doğru ve isabetli) olmaz. Çünkü Allah’ı görmeyi ve Rabbu'l Alemine nisbet edilen her bir manayı te'vil etmek, te'vili terk etmektir (tevil yapılmamalıdır), meseleyi (olduğu gibi) kabullenmektir. (tevil: kaynaklara bakarak manasını bulmaya çalışmak, aslına uygun yorumlamak) Mü'minlerin dini, bunun üzerine sabittir (üzerindedir, doğruluğu öylece ortadadır). Nefy etmekten (vasfı yok saymaktan) ve teşbih etmekten (bir şeve benzetmekten) sakınmayan kayar, tenzih hususunda (Allah Teala"yı noksan sıfatlardan pak etmekte) isabet edemez. (tenzih: Allah`ı her çeşit kusur, noksan ve ortaktan uzak bilip söylemek.) Çünkü aziz ve yüce olan rabbimiz, vahdaniyet (tek ve benzersizlik) sıfatlarıyla ve teklik sıfatlarıyla vasıflanmıştır. Bu manada olan (yani tek ve benzersiz olan) mahlukattan hiç bir şey yoktur.

* Allah, sınır, son, azalar ve alet ve edevattan yücedir, münezzehtir. (Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.) Diğer yaratılan her şeyi kuşattığı gibi altı yön (ön-arka-alt-üst-sağ-sol), Allah’ı kuşatamaz.

* Mir'ac (Peygamberimizin cismen yükselip Rabbısıyla mülaki olması) haktır. Muhakkak Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz gece yürütüldü. (Gece Mekke'den Kudüs'e kadar vasıta ile götürüldü) Uyanık iken şahsı ile göklere yükseltildi. Allah dilediği şeyleri ona ikram etti ve ona dilediğini vahy etti. “Kalb, gördüğü şeyleri yalanlamadı” (Necm Suresi II. Ayet)

Dünya ve ahrette Allah’ın rahmeti ve selamı O'nun üzerine olsun.

8- Allah Teala’nın Peygamberimizin ümmetine rahmet olarak ikram ettiği havz-ı kevser (Mahşer yerinde bulunan Kevser Havuzu) haktır.

* Hadis-i şeriflerde rivayet edildiği gibi peygamberimizin ümmeti için sakladığı şefaat haktır.

• Adem (Aleyhisselam) ve zürriyetinden, Allah’ın aldığı sağlam söz haktır.

* Muhakkak Allah Teala, ezelde, Cennette gireceklerin ve Cehenneme gireceklerin adedini bir anda, toptan (Hepsini) bildi. Sonradan bu sayıda, artma ve eksilme olmaz. Kulların yapacağı işlerde de durum böyledir. (Ezelde o fiillerin hepsini bildi) herkes kendisi için yaratılana imkan bulur. (Ancak onu yapabilir)

• Amellerde itibar neticelerinedir. (Son nefesi iman ile tamamlarsa, iyiliklerinin sevabına kavuşur)

• Cennetlik olan, Allah’ın hükmü ile cennetliktir. Cehennemlik olan da Allah’ın hükmü iledir.

Kaderin aslı Allah’ın mahlukatında gizlediği sırrıdır. Bu sırra ne en yakın bir melek, ne de gönderilen bir peygamber haberdar olamaz. Bu meselede derine daldırmak, akıl ve fikir yürütmek, mahrumiyete (yoksun kalmaya) vesiledir, mahrumiyet merdivenidir, azgınlık derecesidir. Bu kader meselesinden, akıl ve fikir yürütmek, vesveseye düşmek bakımından şiddetle sakın. Çünkü Allah Teala, mahlukatından kaderi bilmeyi gizledi ve kullarını, kendi maksadını anlamaktan nehyetti. (Tasdik etmemizi istedi) Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresinde 23. ayette buyurduğu gibi "Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; kullar ise (yaptıklarından) sorguya çekileceklerdir" Kim "niçin böyle yaptı" diye sorarsa, muhakkak o kitabın hükmünü reddetmiştir. Kim kitabın hükmünü reddederse, kafirlerden olur.

9- Şu açıklamalar, Allah dostlarından kalbi nurlu olan kişinin ihtiyaç duyduğu şeyin özüdür. Bu, ilimde derinleşmiş alimlerin derecesidir. Çünkü ilim ikidir. Mahlukatta bulunan ilim, mahlukatta bulunmayan ilim (kaderle alakalı ilim). Mahlukatta bulunan ilmi inkar küfürdür. Mahlukatta bulunmayan ilmi bildiğini iddia etmek de küfürdür. İman ancak, mevcud (din) ilimlerini kabul; mahlukatta olmayan (kader gibi) ilimleri talep etmeyi terk ile sabit olur. (Kader konusunu fazla kurcalamak doğru değildir.)

♦ Levh-i mahfuz'a (olmuş ve olacak her şeyin, bütün yaratılmışların yazılı bulunduğu levhaya), kalem'e ve levh-i mahfuz'da yazılanların tamamına iman ederiz. Bütün mahlukat, Allah’ın levh-i mahfuzda "olacağını" yazdığı şeyi değiştirmek için, olmaması için toplaşsalar, buna güç yetiremezler; şayet Allah’ın levhada "olmayacaktır" diye yazdığı şeyi yapmak için bütün mahlukat toplaşsa, buna da kadir olamazlar.

* Kalem kıyamete kadar olacakları yazdı. Kuldan sapan (ona değmeyen) şey kula isabet etmez, kula isabet eden şey kuldan sapmaz (ona mutlaka dokunur.)

* Kul üzerine; Allah’ın ilminin, mahlukundan her olacak şeyleri bilmekle ezelde geçtiği (sabit olduğunu) bilmesi vacibtir ve her şeyi sağlam, muhkem bir ölçü ile taktir ettiğini (bilmek de vacibtir). Bu hususta mahlukatından hiçbir bozup atan, geri bırakan, yok eden, değiştirici, tahvil eden, noksanlaştıran ve ziyadeleştiren, yerlerde ve göklerde (hiç kimse) yoktur.

10- İşte bu durum, iman bağında, marifet asıllarında, Allah’ın vahdaniyetini ve rububiyyetini (her şeyi kaplaması ve idaresi altına almasını/aldığını) itiraftan (kabullenmekten) dolayıdır. Allah’ın şu ayetinde olduğu gibi "Allah her şeyi yarattı ve bir ölçü üzere onu takdir etti” (Furkan, 2) "Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir" (Ahzab, 38)

• Yazıklar olsun o kimseye ki kader meselesinde Allah’a düşman oldu, görüşünü hazır ederek kader meselesinde hasta bir kalp hazırladı. Muhakkak gaybı araştırmada vehmiyle çok gizli, tamamen örtülü sırları araştırmaya girişti ve bu hususta iftiracı günahkara döndü.

* Arş ve kürsi haktır. Allah Arştan ve daha düşüklerinden ihtiyaçsızdır. Her şeyi ve Arşın üstünü de kuşatıcıdır. İhatadan, halkını aciz bıraktı, (mahlukat bunları ihata edemez, anlayamaz)

*İman edici, tasdik edici ve kabullenici olduğumuz halde biz deriz ki "Allah Teala İbrahim (Aleyhisselamı) halil (dost) edindi, Musa (Aleyhisselam) ile bir çeşit konuşmakla konuştu."

♦ Melekler (in varlığına), peygamberlere ve peygamberlere indirilen kitaplara iman ederiz. Şahidlik ederiz ki o peygamberler aşikare hak üzeredirler.

11- Kıble ehlini, peygamberimizin (Sallallahu aleyhi ve sellemin) getirdiği hükümleri itiraf ettiği müddetçe, söylediklerini, haber verdiklerini tasdik ettikleri (onlara inandıkları) müddetçe (kıble ehlini) "Müslüman", "Mü'min" diye isimlendiririz.

Allah’ın Zatı hakkında derine dalıp konuşmayız. Allah'ın dininde çekişme yapmayız. Kuran hakkında birbirimizle mücadele etmeyiz. Şahidlik ederiz ki Kur'an, alemlerin sahibi olan Allah’ın kelamıdır. Onu, Cebrail as. vasıtasıyla indirdi. Onu peygamberlerin Efendisine (Muhammed aleyhisselama) öğretti. Allah’ın rahmeti onun ve ehlinin tamamının üzerine olsun.

Kur'an Allah’ın kelamıdır. Mahlukatın kelamından hiçbir şey ona eşit değildir. Kur'an'ın, mahluk olduğuna hükmetmeyiz.

Müslümanların cemaatine muhalefet etmeyiz. Günahı helal kabul etmediği müddetçe ehli kıbleden hiçbir kimseyi, günah işlemesi sebebiyle küfre nisbet etmeyiz. 'Bilerek günah işleyene, günah zarar vermez' demeyiz. (mesuliyeti olur ve cezasını görebilir) Müslümanlardan iyilik yapanlar için günahlarının affedilmesini. Allah’ın rahmetiyle onları cennete girdirmesini umarız.

Müminler için Allah’ın azabından emin olmayız. Onların doğrudan Cennette olduklarına şehadet etmeyiz, günahları için mağfiret isteriz, onların akıbeti hakkında korkarız, onlara ümit kestirmeyiz.

Emin olmak ve ümit kesmek halleri, kişiyi İslam dininden çıkarır. Ehli kıble için hak yol ikisinin arasıdır. (Korku ile ümit arasında)

Kul imandan ancak, kendisini imana dahil eden şeyi inkar etmekle çıkar. (İman maddelerinden sayılan hükümleri inkar, küfürdür)

12- İman dil ile ikrar (söylemek) kalb ile (bunları) tasdiktir. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) sahih rivayetlerle şeriattan ve açıklanarak gelenlerin tamamı haktır. İman tektir. İman ehli imanın aslında eşittirler. Aralarındaki üstünlük korku, takva, nefse muhalefet ve evla olana (daha faziletlisine) yapışmakladır.

* Bütün müminler Rahman Teala'nın dostlarıdır. Allah indinde en değerlisi Kur'an'a en çok boyun eğeni ve tabi olanıdır.

* İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına. Peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin hayırlısının şerlisinin, tatlısının ve acısının Allah tarafından olduğuna inanmaktır. Biz bu sayılanların tamamına inanırız. Peygamberlerinin hiçbirisinin arasını ayırmayız. (Hepsine inanırız) Tamamını getirdikleri haberlerde tasdik ederiz. (Hepsi Allah tarafından vazifeli idiler)

13- Ümmet-i Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellemden) büyük günah işleyenler; tevhid ehli oldukları halde ölünce, tevbe etmeseler bile, iman edici ve Allah'ı bildikleri halde Allah’a kavuştuktan sonra; Cehennemde ebedi kalmazlar.

* Büyük günah işleyenler. Allah’ın dilemesinde ve hükmündedir. Dilerse onları mağfiret eder (bağışlar) ve onları fazl u keremiyle affeder. Kur'an-ı Kerim'de Allah azze ve celle bu hususta şöyle buyurduğu gibi 'Şirkten başka günahları dilediğinden affeder' Dilerse onları adaletiyle cezalandırır. Sonra onları (ya) rahmetiyle, (veya) taat ehlinden olan şefaat edenlerin şefaatıyla Cehennemden çıkarır, sonra onları Cennetine gönderir. Bu durum şundan ki Allah Teala, kendisini bilenlerin velisidir. (Onları kayırır) Onları iki cihanda hidayetinden sapan, dostluğuna kavuşamayan inkarcılar gibi yapmadı.

Ey İslam'ın ve ehlinin velisi Allah’ım! Sana kavuşana kadar bizi, İslam üzere sabit eyle!

Ehli kıbleden günahkar ve iyi kişilerin peşinde namaz kılmayı ve bu kişilerin üzerine cenaze namazı kılmayı caiz görürüz. Ehli kıbleden hiçbir kimseyi Cennete ve Cehenneme indirmeyiz. (Girdirmekte kesin konuşmayız) Küfür, şirk ve nifaktan bir şey onlarda zahir olmadıkça bunların aleyhine küfürle, şirkle, nifakla şahidlik etmeyiz. Onların gizli hallerini Allah’a havale ederiz.

Ümmeti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellemden) hiçbir kimseye silah çekmeyi caiz görmeyiz, ancak kılıç çekilmesi vacib olanlar müstesnadır. (İslam’a karşı savaşanlar, dinden çıkanlar, v.s.)

14- İdareciler ve işlerimizi yürüten (Din ehli) valilere karşı isyan edip çıkmayı, onlar zulmedici olsalar bile caiz görmeyiz. Onların aleyhine beddua etmeyiz. (Ehli İslam olan idarecilerin ıslahına çalışılır, kargaşalık çıkarılmaz.)

♦ O idarecilerin taatından elimizi çekip almayız (onlara itaat etmeye devam ederiz.) Allah’a itaatten ötürü onlara itaati; bize günahı emretmedikleri müddetçe, farz görürüz. Onlara salah (iyilik) ve afiyet içinde bulunmalarıyla dua ederiz.

* Sünnet ve cemaate tabi oluruz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini severiz. Zulüm ve hıyanet ehline buğz ederiz (onları sevmeyiz).

Allah, bize bilinmesi şüpheli olan şeyleri en iyi bilendir” deriz.

Hadis-i şeriflerde geldiği gibi yolculukta ve ikamet halinde mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz. (Şiiler çıplak ayak derisine mesh ederek sapmışlardır)

Kıyamet vaktine kadar, Mü'minlerin iyi kötü sultanlarıyla birlikte hac ve cihad devam eder. Bu ikisini hiçbir şey iptal edemez ve kaldıramaz.

Kiramen katibin (sevap ve günahları yazıcı) meleklerine inanırız. Muhakkak Allah onları bizim üzerimizde (amellerimizi) koruyucu yaptı. Alemdeki canlıların ruhlarını almakla görevli ölüm meleğine (Azrail aleyhisselama) inanırız.

* Hak edene kabirde azab olacağına inanırız. Kabirde münker ve nekir diye isimlendirilen iki meleğin, kişiye Rabbisinden, dininden, Peygamberinden sorgusunun hak olduğuna inanırız. Bu hallerin hepsi Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) gelen hadisi şerifler ve Ashabtan (Allah hepsinden olsun) gelen haberlere göre (sabit) olduğuna inanırız.

15- Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadisi şerif bunu böyle beyan etmiştir.)

• Öldükten sonra dirilmeye, kıyamet gününde amellerin karşılığının verileceğine, amellerin (huzuru ilahiye) arz edilmesine, hesaba çekilmeye, amel defterlerinin okunması, sevap verilmesi, azap edilmesi, sırat ve teraziye inanırız.

* Cennet ve cehennem yaratılmışlardır; ebediyyen yok olmazlar, zail olmazlar. Allah Teala mahlukatı (canlıları) yaratmadan evvel Cennet ve Cehennemi yarattı. Cennet ve Cehennem ehlini yarattı. Kimin Cennete girmesini dilerse bu, Allanın fazlındandır. Kimin Cehenneme girmesini dilerse bu, Allah’ın adaletindendir. Herkes kendisine tayin edileni yapar ve kendisi için yaratılana gider. Hayır ve şer kullar üzerine (Allah tarafından) takdir edilmiştir. (Kesb eden -sevabı günahı kazanan- kuldur, -fiili- yaratan Allah’tır)

* Mahlukun kendisiyle vasıflanmasının caiz olmadığı Tevfik (Allah'ın yardım ve başarı vermesi) gibi işi meydana getiren güç, iş ile beraberdir. (Fiili yapacağı anda ona bu kuvvet verilir.)

* Sıhhat, takat, imkan bulmak, aletlerin salim olması kabilinden olan istitaata (kuvvet ve güce) gelince bu fiilden evvel bulunur. Bu istitaat sebebiyle ilahi teklifler kul ile alakalanır. (kul mükellef tutulur) Allah Teala'nın şu ayetinde buyrulduğu gibi "Allah, hiç kimseye gücü yetineceğinden başkasını yüklemez (teklif etmez, vermez)" (Bakara, 286)

16- Kulların fiilleri. Allah’ın mahlukudur, kul tarafından kesbtir. (Kulun iradesi ancak fiili kesb iledir. Yaratılması Allah tarafındandır.) Allah kullara ancak takatları yeteni teklif etti. Kullar ancak Allah’ın teklif ettiği (vazifelere) güç getirirler. Bu açıklama "Günahtan dönüş, ibadete takat ettirmek, ancak Allah’ın yardımıyladır" sözünün izahıdır.

Biz deriz ki: Hiç kimse İçin çare, hareket ve günahtan dönüş yok. (Bunlar) Ancak Allah’ın yardımıyla vardır. Hiç kimse için Allah’a kulluğu ikame etmek (yerine getirmek) ve taat üzere sabit kalmak yok, ancak Allah Teala’nın muvaffak (başarılı) kılmasıyla (bunlar) vardır. (Kulunu razı olduğu şeye ulaştırır.)

Her şey Allah'ın iradesiyle, ilmi ile, hükmü ve kudretiyle cereyan eder. Allah’ın dilemesi diğer bütün meşiyyetlere (istemelere) galib geldi. Allah'ın hükmü diğer bütün çarelere üstün geldi. Dilediğini yapar, asla zalim değildir. Her türlü çirkinlik ve zararlardan paktır (temizdir). Her türlü ayıp ve noksanlıklardan temizdir. "Allah yaptığından sorulmaz. Halbuki kullar mes'uldür."

♦ Dirilerin duası ve sadakalarında, ölüler için faideler vardır. Allah dualara icabet eder. İhtiyaçları giderir. Her şeye sahiptir, O'na hiç bir kimse sahip olamaz. Allah'tan, göz kırpması kadar azıcık bir an bile ihtiyaçsız kalınmaz. Kim Allah'tan göz kırpması kadar ihtiyaçsız kaldığına inanırsa, muhakkak kafir olur ve helak ehlinden olur.

Allah buğz eder, razı olur. Fakat mahlukattan her hangi birinin buğz ve rızası gibi değildir. (Bunlardan gaye muraddır. Yani bunların gereğini yapar.)

17- Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemin) Ashabını severiz. Onlardan hiç birinin sevgisi hususunda aşırı gitmeyiz, onlardan hiç birinden uzak olmayız. (Hepsini Allah'ın razı oldukları Ashab olarak kabul ederiz. Hz. Ali ile Hz Muaviye'yi ayırmayız.) Onlara buğz edene buğz ederiz, onları hayırsız şekilde söyleyene de buğz ederiz. Onları ancak hayırla anarız. Onları sevmek dindir, imandır. İyiliktir. Onlara buğz küfür, nifak ve tuğyandır. (Onları seven, Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemi sevdiği için sever. Onlara buğz eden. Resulullah Sallallahu aleyhi ve selleme buğz ettiği için buğz eder.)

Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) sonra halifeliği evvela Ebu Bekri-s Sıddık (Radıyellahu anhu) için, onu diğer bütün ümmet üzerine faziletli kılmak için, sonra Ömer (Radıyellahu anhu) için, Sonra Osman (Radıyellahu anhu) için, Sonra Ali (Radıyellahu anhu) için sabit kılarız. Onlar Hulefa-i Raşidin ve hidayette olan İmamlardır. (Kendilerine tabi olanları da hidayete ulaştırmışlardır.)

Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellemin) isimlerini söyleyip kendilerini müjdelediği on kişi için, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemin) onlar üzerine olan şahidliğine dayanarak bizde onların Cennetlik olduğuna şahidlik ederiz. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemin) sözü haktır. Onlar: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said. Abdurrahman ibni Avf, Ebu Ubeyde bin Cerrah - ki bu zat ümmetin eminidir- Allah hepsinden razı olsun.

Kim sözünü, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Ashabı ve her türlü kirden tertemiz olan Zevceleri ve her türlü pislikten pak olan Sülalesi hakkında güzel söylerse, o kişi nifaktan beri olur.

18- Sabıkinden (evvel olan) olan ilk alimler, tabiinden olan ve onlardan sonra gelen hayır ve eser (hadis, haber) ehli olan, fıkıh ve rivayet ehli olan alimler, ancak güzellikle anılırlar. Onları kötülükle zikreden kişi, hak yolun dışındadır.

Velilerden hiç birini, Peygamberlerden hiçbiri üzerine "üstün" saymayız. "Bir peygamber bütün velilerden üstündür" deriz.

Velilerin kerametlerinden gelen, itimadlı alimler tarafından yapılan rivayetlere inanırız.

* Kıyamet alametlerine inanırız. Onlar: Deccalın çıkması, Meryemoğlu İsa'nın Aleyhisselamın gökten inmesi, güneşin battığı yerden doğması, Dabbetül arzın yerden çıkmasıdır. (Üç tane de yer batması haber verilmiştir.)

Kahin, müneccim ve Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmete zıt bir şey iddia eden şahısları tasdik etmeyiz.

Cemaatı hak ve doğru buluruz. Parçalanmayı eğrilik ve azab görürüz. (Allah’ın rahmeti cemaat üzerindedir.)

* Allah’ın dini göklerde ve yerde tektir. O İslam dinidir. "Allah indinde din İslam'dır" "Sizin için din olarak İslam’dan razı oldum" İslam dini, azgınlık ve noksan kalmanın arasında, benzetme ve bir şey yapamama, zorlayıcı ve kaderin esiri, emin olmak ve ümitsiz olmak arasında hak yoldur. (Bunlarda hak olan orta yoldur.)

Şu anlatılanlar, bizim açık ve batın dinimiz ve itikadımızdadır. Bizler Allah'a her türlü açıkladığımız muhalefetlerden sığınırız. Allah'tan bizi İman üzere sabit kılmasını dileriz. Bizi çeşitli hevalardan, muhtelif görüşlerden, düşük mezheblerden korumasını dileriz. Bu mezhebler: Müşebbihe, mu'tezile, cehmiyye, cebriye, kaderiyye ve (şia, hariciye vs.) başkaları gibi: Bunlar, Sünnet ve Cemaate muhalefet eden, delalette toplaşan mezheblerdir.

Biz ehli sünnet ve'l cemaat, onlardan uzağız. Onlar bize göre dalalette ve düşüklüktedirler, değersizdirler.

Muhafaza olunmak ve başarıya ulaşmak, ancak Allah’ın yardımıyladır.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
NESEFİ AKAİDİ

(Ömer Nesefi Rahimehullah)

1- Ehli Hak (Ehli sünnet alimleri) der ki: Eşyanın hakikatleri sabittir, bunlarla (sabit olmaları ile) alakalı ilim, gerçektir. Bu, felsefecilerin (söylediklerinin) hilafınadır (aksinedir).

2- Mahlukat için ilmin sebebleri üçtür. 1-Sağlam hisler. 2- Doğru haber. 3- Akıl.

Hisler beş tanedir: İşitmek-Görmek-Koklamak-Tadmak-Dokunmak.

Bunlardan her bir hassa ile o hassa ne için tayin edilmiş ise o şey üzerine haberdar olunur.(Yani göz ile eşya görülür, kulak ile sesler işitilir. Gözle işitilmez, kulakla görülmez)

3- Haber-i sadık (doğru haber) iki kısımdır. Birisi haberi mütevatirdir. Bu, yalan üzerine ittifak etmeleri tasavvur olunamayan (düşünülemeyen) bir topluluğun, lisanları üzerinde sabit olan haberdir. Bu, zaruri ilmi gerektiricidir. Eski zamanlarda yaşayan sultanları, uzak beldeleri bilmek gibi.

4- İkinci nevisi, mucize ile kuvvetlendirilmiş Peygamberin verdiği haberdir. Bu, istidlali (delille elde edilen) ilmi gerektirir. Bununla sabit olan ilim, yakin ve sebatta, zaruret ile sabit olan ilme benzer. (İkinin yarısı bir olduğu nasıl kesin ise, peygamberin verdiği haber de kesindir.)

5- Akıl, diğerleri gibi ilme sebebtir. Açıklıkla ondan sabit olan, zaruri (bilgi) dir. Her şeyin, cüz'ünden büyük olması gibi. (İnsan, kolundan, bacağından büyüktür) Akıldan istidlal (delil) ile sabit olan kesbidir. (Akıl yürüterek elde dilen ilimler, kişinin kazanmasıyla elde edilir.)

6- İlham, Ehli Sünnet indinde, bir şeyin sıhhatini bilmek sebeblerinden değildir. (İlham ile hüküm sabit edilmez. Hükümler Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas ile sabit olur.)

7- Alem (kainat), bütün cüzleri ile sonradan yaratılmıştır, zira alem ayan ve arazdır. Ayan (kainatta) zatı ile mevcut durandır. Bu, ya mürekkebtir ki cisimdir veya cevher gibi mürekkeb değildir. Cüzlere ayrılmayan (en küçük) cüz’e cevher denir. (Altın, gümüş, demir gibi maddeler cisimdir. Bunlara ayan denir. Bunların üzerinde bulunan renk, koku, uzunluk ve kısalık gibi vasıflar arazdır.)

8- Araz, zatı ile mevcut olamayandır. Renkler, duruşlar, tadlar ve kokular gibi cisimlerde ve cevherlerde ortaya çıkarlar. (Cismin üzerindeki renk, koku ve tad gibi vasıflar.)

9- Alem-i mevcut eden Allah Teala'dır. Birdir, kadimdir, diridir, gücü yetendir, bilir, işitir, görür, dileyendir, dilediğini yapandır.

10- (Allah Teala,) Araz, cisim, cevher değildir. Şekillendirilmiş, sınırlandırılmış, adetlenmiş, kısımlara ayrılmış, cüzlere (parçalara) bölünmüş, terkib edilmiş (birleştirilmiş) ve sonu olan değildir. (Sınırlar ile kuşatılmış değildir.)

11- (Allah Teala,) Nasıllık ile nicelik ile vasıflanmaz. (Aslı ve hakikati bilinmez) Bir mekanda yerleşmez, üzerine zaman akıcı olmaz, (zaman ve mekan sınırı altına girmemiştir.) Hiçbir şey ona benzemez. İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkamaz. (Her şeyi. İlmi ve kudretiyle kuşatmıştır.)

12- Allah için ezeli olan ve zatı ile birlikte bulunan sıfatlar vardır. Bu sıfatlar ne O’dur, ne de O'nun gayrısıdır. (Sıfatlara Allah denmez, fakat Allah, sıfatsız düşünülmez) Bunlar; ilim. kudret, hayat, kelam, işitmek, görmek, istemek, dilemek, yapmak, yaratmak, rızıklandırmak.

13- Allah Teala, ezeli olan kelamı ile konuşur. Bu kelamı, ses ve harf cinsinden değildir. Bu susmaya ve aletlere zıt sıfattır. (Dili tutulmak, sessiz kalmak, konuşmamak gibi bizim vasıflarımızdan münezzehtir.) Allah Teala, bu sıfat ile tekellüm eder, emreder ve yasaklar ve haber vericidir.

14- Kur'an, Allah Teala'nın kelamıdır, mahluk değildir. Kur'an, mushaflarda yazılmış, kalblerimizde ezberlenmiş, dillerimizde okunmuş, kulaklarımızla işitilmiş, fakat bunlara girmiş değildir.

15- Tekvin (yaratma), Allah'ın ezeli sıfatıdır. Bu, alemi ve onun her bir cüzünü, meydana geleceği vakitle var etmesidir.

Biz (Maturidiler) göre tekvin, yaratılanların gayrısıdır. (Yaratmak sıfatı var, yaratılan eşya var. Bunlar başka başka şeylerdir.)

* İrade (murad etmek, istemek), Allah Teala'nın sıfatı olup ezelidir. (İrade sıfatı, kudretten başka olan ayrı bir ezeli sıfattır.)

16- Allah Teala'yı görmek, akli delillerle caizdir, nakledilen delillerle vacibtir. (Ayet ve hadislerle sabittir.)

Ahiret yurdunda, Mü'minlerin Allah Teala'yı görmelerinin vacib olması hakkında, işitilmiş (ayet ve hadislerden) deliller gelmiştir.

* Bir mekanda bulunmadan, bir tarafta olmadan, karşı karşıya gelmeksizin. ışığın ulaşması olmadan veya gören ile Allah Teala arasında mesafe sabit olmadan görülecektir. (Görmemiz için burada gerekli olan şeyler, orada lazım değildir.)

17- Allah Teala; küfürden, imandan, taat ve isyandan olan kulların bütün fiillerini yaratıcıdır. Bunların hepsi. Allah’ın iradesi, dilemesi, hükmü, kazası ve takdiri iledir.

18- Kullar için dileyerek yaptığı fiiller vardır. Onlara karşılık sevablanır ve azab görürler. Bunlardan güzel olanları Allah'ın rızası iledir. Kabih (çirkin) olanları, Allah'ın rızası ile değildir. (Allah Teala, şarabı, domuzu yaratmıştır fakat kullanılmasını yasaklayarak işleyenlerden razı olmamıştır. Sağmal hayvanları da Allah Teala yaratmıştır ve onlardan istifade edilmesinden, zekatının verilmesinden razıdır.)

19- İstitaat (güç), fiille beraberdir. Bu, fiilin kendisi ile birlikte meydana geldiği kudretin hakikatidir. (Eli kaldırırken insanda hasıl olan kudret ona o anda verilmekte ve işi ile birlikte mevcut olmaktadır.) Bu isim, sebeplerin, aletlerin, azaların selameti üzerine de söylenir.

* Teklifin sıhhati (kişinin dinen mükellef olması) şu istitaata dayanır. Kul, takatında olmayan ile teklif olunmaz. (Yapamayacağı hükümler ona teklif edilmemiştir.)

20- İnsana vurmanın peşinden vurulan kişide duyulan acı, insanın kırması akabinde bardakla ortaya çıkan kırıklık ve buna benzeyen şeylerin tamamı Allah’ın yarattığıdır. Kulun, bunların meydana gelmesinde bir tesiri yoktur. (Kulu da, onun işlerini de yaratan Allah'tır. Kul iradesini kullanır. Allah dilerse yaratır.)

21- Öldürülen, eceli ile ölmüştür. Ölü ile kaim olan ölüm işi Allah’ın mahlukudur. Kulun bunda yaratmak veya elde etmek bakımından bir tesiri yoktur. (Yani kılıcı vurmakla karşıdaki kişi ölürse, onda ölümü yaratan Allah'tır. Katilin ölümü meydana getirmekte bir tesiri yoktur, fakat yasak bir işi yaptığı için azabı hak eder.)

* Ecel tektir. (Vakti, Allah’ın ilminde sabittir, değişmez.)

22- Haram rızıktır. Herkes, helal olsun haram olsun kendi rızkını tam olarak elde eder. Bir insanın rızkını yememesi veya başkasının onun rızkını yemesi düşünülemez. (Rızık bedenin istifade ettiği gıdalardır. Kişi için tayin edilenler mutlaka ona ulaşır. Başkası onun rızkını alamaz.)

23- Allah Teala, dilediğini dalalete sokar, dilediğine hidayet eder. (Kişiye irade verip kitap ve peygamber göndererek onu ikaz ettikten sonra kul iyi tarafı tercih ederse Allah ona hidayeti severek yaratır. Kötü yolu tercih ederse ona da sapıklığı razı olmadığı halde yaratır ki imtihan olsun.

* Kul için en uygun olanı yaratmak, Allah Teala üzerine vacib değildir. (Allah, fail-i muhtar (işinde serbest) olarak dilediğini yapar, hiçbir şey O'na mecbur değildir.)

24- Kafirler için ve bazı asi mü'minler için kabir azabı, itaat ehlinin kabirde nimetlenmesi vardır. (Kabir geçiş alemidir. Orada kafirler azaba çekilirler, Cehennemde ise ebedi azab ile azablanırlar. Günahkar Müslümanlardan bazısı da kabirde azab görür.)

* Münker ve Nekir isimli iki meleğin sorgusu, işitilen delillerle sabittir. (Kabirde iki melek gelip kişiyi sorguya çeker. "Rabbin kim? Peygamberin kim? Kimin zürriyetindensin? Kimin ümmetindensin?" gibi sorularla imtihan eder. Eğer cevap vermeye kadir olursa onun kabrini genişlendirirler, değilse ona azab ederek kabri onu şiddetle sıkar.)

25- Öldükten sonra dirilmek haktır. Terazi (amellerin tartılması) haktır. Kitap haktır, sual haktır, havz-ı kevser haktır, sırat haktır. (Her canlı öldükten sonra tekrar diriltilecektir. Hayvanlar toprak olacaklar. İnsanlar ise ebedi Cennet veya Cehenneme gireceklerdir. Amellerimizin yazıldığı kitaplar getirilecek ve tartılacaklardır. Ahirette her işten sorguya çekilmekte haktır. Resulullah’ın Kevser Havuzunda bulunup ümmetlerine su dağıtması da haktır. Hesaplar görüldükten sonra insanların sırat köprüsünden geçmeleri de haktır. Bu köprü kıldan ince, kılıçtan keskin olup üzerinden mü'minler şimşek gibi geçer, kafir ve münafıklar aşağıdaki Cehenneme düşerler.)

26- Cennet haktır, Cehennem haktır. Bu ikisi (şu anda) yaratılmış olup mevcutturlar. Baki olup yok olmazlar ve içlerinde bulunan ahalileri de yok olmaz. (Bazı sapıklar der ki Cehennem içindekilerle birlikte yok olacak. Bazıları da der ki Cehennemde yanan kafirler bir müddet sonra ateş serin olup onları yakmayacak. Halbuki Allah Teala kitabında "Onlara yeni deriler verilecek ki azabı tadsınlar" buyurmaktadır. Asla azabın kafirlerden hafiflemesi mümkün değildir.)

27- Büyük günah, kulu imandan çıkartmaz, onu küfre de girdirmez.

(İman amelden bir cüz olmadığı için ameli kötü olan kişi inkar etmedikçe kafir olmaz. Büyük günah: hakkında azab tehdidi olan adam öldürmek, zina etmek, faiz almak, hırsızlık, anne babaya asi olmak, sihir yapmak gibi günahlardır.)

28- Allah Teala. kendisine şirk koşulmasını affetmez, büyük ve küçük günahlardan olan bundan aşağı olanını, dilediği kimseler için affeder.

* Küçük günah üzerine azab etmesi caizdir. Büyük günahı affetmesi, işleyen kişi eğer onu helal görmemişse caizdir. (Büyük günahı) Helal görmek küfürdür. (Şirk en büyük günah ve zulümdür. Onun affı ancak dünyada iken tevbe ve iman etmektir. Ahirette affı yoktur. Büyük günahların affı Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse affeder. Dilerse küçük günaha karşılık ta azab edebilir. Emin olmamak gerekir. Ancak büyük günahı helal saymak inkar olduğundan küfürdür, affedilmez. "Bana göre bu zamanda böyle olmaz" diyenler dikkat etsin. Allah’ın hükmünü kendine sindiremeyenler acaba kimin kuludurlar.)

29- Peygamber ve Salihlerin, büyük günah sahipleri hakkında şefaat etmeleri, hadislerden çok yaygın (meşhur) haberlerle sabittir. (Peygamber Efendimiz ‘Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir' buyurmuştur.)

* Mü'minlerden büyük günah işleyenler, tevbe etmeksizin ölseler de Cehennemde ebedi kalmazlar. (Günahı kadar yanıp cennete girerler. En fazla yanan Müslüman yedi bin sene Cehennemde kaldıktan sonra, hayat nehrinde tertemiz edilip Cennete girdirilir.)

30- İman, Allah Teala tarafından gelen haberleri tasdik ve ikrardır. (İmanın rüknü ikidir. Biri kalbten tasdik, diğeri dil ile bunu söylemektir.) Ameller, imanın nefsinde ziyadelik yapar, iman artmaz eksilmez. (İman edilen şeyler belli miktarda hükümler olduğundan onlara inanan kişi imanı hasıl etmiş olur. Bunda fazlalık veya noksanlık düşünülmez. Yapılan iyi ameller imanın kuvvetini ve nurunu artırır, imanı çoğaltmaz.) İman ile İslam birdir. (İmanlı kimseye Müslüman dendiği gibi. mü'min de denilir.)

31- Kuldan tasdik ve ikrar bulununca, onun için 'Ben Hakka Müslümanım' demesi sahihtir. 'İnşallah ben Müslümanım' demesi sahih olmaz. (İmanında şüphesi olmadığını en güzel bir ifade ile beyan etmesi 'Elhamdülillah ben Müslümanım' demesiyle hasıldır. " İnşallah Müslümanım' demekle işi Allah’a bırakmakta ihtimal vardır. Ya Allah onun imanını kabul etmezse ne olacak? Bu yüzden İmanda ihtimalli söz kullanılmaz.)

32- Said (kurtuluşa erecek) bazen şaki olur, şaki (kurtulamayacak) olan da bazen said olur. Değişiklik, saadet ve şekavet üzerinde olur. Said etmek veya şaki yapmakta olmaz. Bu ikisi Allah’ın sıfatlarındandır. Allah Teala ve sıfatları üzerine bir değişiklik gelmez. (Kişiyi said –cennetlik- etmek veya şaki –cehennemlik- yapmak Allah’ın sıfatıyla alakalı bir husustur. Allah’ın sıfatları ezeli olup onlarda bir değişme söz konusu değildir. Fakat sıfatların alakalandığı hususlarda –kainatta- bir takım değişiklikler olur.)

33- Resullerin gönderilmesinde büyük hikmet vardır. Allah Teala, muhakkak insanlar içinden onlara, resul göndermiştir. (Peygamberle de bizim gibi insandır. Melek olsalardı onlara tabi olmak imkansız olurdu.) Onlar müjdeleyici, korkutucudurlar. (Cennetle müjdeler, cehennemle korkuturlar.) İnsanlara dünya ve din işlerinden ihtiyaç duydukları şeyleri beyan ederler. (Peygamber gelmeseydi insanlar dünya ve ahiret işlerinde karlı ve zararlı olanı kendi akılları ile bilemezlerdi.) Onları, adetleri bozan mucizelerle kuvvetlendirmiştir. (Peygamberliğini isbat etmesi için mutlaka bir mucize getirmelidir ki insanlar bundan aciz kalarak onun peygamber olduğunu kabullensin.)

34- Peygamberlerin evveli Adem aleyhisselamdır. Sonuncusu, Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Bazı hadislerde sayıları rivayet edilmiştir.(Bir rivayette 124 bin, diğer bir rivayette 224 bin) En doğrusu, zikredilmelerinde bir adet ile sınırlandırmamaktır. Muhakkak Allah Teala, şöyle buyurdu: "Onlardan sana zikrettiğimiz var, sana zikretmediğimiz de vardır." Sayılarının zikrinde, onlardan olmayanın onlar arasına girmesinden emin olunmaz. Veya onlardan olanın hariç bırakılmasından da emin olunmaz. (Bir sayı ile sınır getirsek belki bazılarını dahil ederiz. Veya daha fazla ise bir takımlarını da hariç bırakmış oluruz.) Hepsi. Allah (Celle Celaluhu) tarafından haber verici ve tebliğ edicidirler, sadık ve nasihat edicidirler. Peygamberlerin en faziletlisi, Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem efendimizdir. (O. peygamber iken, Adem aleyhisselam toprak ile su arasındaydı, daha yaratılmamıştı.)

35- Melekler, Allah Teala'nın kullarıdır. Onun emri ile işleri yaparlar. (O’na hiç asi olmazlar.) Erkeklik ve dişilikle vasıflanmazlar. (Nurdan yaratılmışlardır. Cinsiyetleri yoktur.)

36- Allah Teala'nın kitapları olup onları peygamberlerine indirmiştir. Emirlerini, yasaklarını, vaadlerini ve tehditlerini, onlarda bildirmiştir. (İyilik edenlere cennet vaadi, kötülük işleyenlere de cehennem tehdidi vardır. 4 Büyük kitap; Kur'an, Tevrat, Zebur, İncil’dir. Sahifeler ise: Adem As.’a 10, Şit As,’a 50, İdris As.’a 30, İbrahim As.’a 10 sayfa verilmiştir.)

37- Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemin uyanık halde iken bedeni ile semaya yükseltilmesi, sonra yüce makamlardan Allah'ın dilediği yerlere kadar (yükselmesi) haktır. (Mi'rac iki kademededir. Kabe'den Mescid-i Aksa'ya kadar gece yürüyüşüne İsra denir. Bu ayetle sabit olup inkar eden kafir olur. İkinci merhalesi: Mescid-i Aksa'dan göklere doğru bedeni ile yükselmesidir. Bu meşhur hadislerle sabit olduğundan inkarı bid'attır.)

38- Velilerin kerameti haktır. Keramet, adeti yaran bir şekil üzere veliden ortaya çıkar. Uzak mesafeyi kısa zamanda aşmak, yemek, içecek ve elbisenin ihtiyaç anında ortaya gelmesi, su üstünde yürümek, havada uçmak, cansız şeylerin ve hayvanların konuşması ve diğer şeyler gibi.

Ümmetinden biri olan velinin elinde ortaya çıkan bu keramet, peygamberi için mucize olur. (Velinin kerameti, Peygamberinin mucizesinden ona gelen bereketler iledir) Bununla veli olduğu belli olur. Veli olması ancak dininde hak üzere olması iledir. Dininde hak üzere olması, Peygamberinin risaletini (Peygamberliğini) kabul etmesi iledir. (Bu kerametin kendinden olduğunu iddia etse veli olamaz.)

39- Peygamberimizden sonra insanların en faziletlisi Hz. Ebu Bekir'dir. (Radıyellahu anh) Sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman Zinnureyn, sonra Hz. Aliyyül Murteza (Radıyellahu anhum) dır. Halifelikleri, aynı şekilde bu sıralama üzere sabittir. Hilafet, otuz senedir, sonra emirlik ve sultanlık gelir. (Dört halife sırasıyla halife olmuşlardır. Onlardan sonra halifelik, emirlik ve saltanat halinde devam etmiştir. Adaletle hükmedenler hayırla yad edilmiş, zulmedenlerin ıslahına çalışılmıştır.)

40- Müslümanlar için, hükümlerini geçerli etmek, cezaları geçerli yapmak, surları sağlamlaştırmak, askerleri teçhiz etmek (donatmak), zekatları almak için baş kaldıranları, hırsızları, yol kesenleri kahretmek için, Cuma ve Bayramları ikame etmek için, kullar arasında vaki olan davaları halletmek için, haklar üzere getirilen şahitlikleri kabul için, velisi olmayan küçük erkek ve kız çocuklarını evlendirmek için, ganimetleri taksim etmek ve diğer hususları halletmek için, elbette bir imam lazımdır. (Halifenin vazifeleri ana hatlarıyla sayılmış oldu. Buradan İslam devletinin hem dünya ve hem de ahiret işlerini yürütmekle vazifeli olduğu anlaşılmaktadır.)

41- Bu imamın, açıkta bulunması gerekir, gizlenmiş, beklenilen olması doğru değildir. (Şiilerin dediği gibi 'Mağaraya saklanmış ve gelmesi beklenen Muhammed Mehdi'den başkası olamaz" görüşü yanlıştır. Vaktin en uygun olanı seçilir.) İmam, Kureyş'ten olur. Başkalarından olması caiz değildir. Beni Haşim ve Hazreti Ali'nin evlatlarına tahsis edilmez. (Hak halifenin Kureyş’ten olması gerekir. Eğer böylesi yok ise- kuvveti ile İslam'ı tatbik edecek birinin getirilmesi gerekir. Sadece Hazreti Ali'nin soyuna ait değildir.)

42- İmamda masum olma şartı aranmaz. (Masum olan sadece peygamberlerdir.) Zamanındaki halkın en faziletli olması şart değildir. Mutlak kamil velayet ehlinden olması şarttır. (Yani Müslüman, akıllı, baliğ, hür olmalı.)

* Siyaset ehli, hükümleri geçerli yapmaya kadir, İslam yurdunun sınırlarını korumaya ve zalimden mazluma insaf etmeye kadir olmalı. (Asıl özelliği idare sanatını iyi bilmeli, ıslah ve fesat yollarını kavramalıdır. Hükümleri geçerli yapması için kuvvet sahibi olmalıdır.)

* İmam. fasık (günahkar) olmak ve zulmetmekle görevden indirilmez. (İmam günah ve zulüm işlemekle görevden alınmaz, belki dinden dönerse ona artık itaat edilmez.)

43- Her bir iyi ve günahkar kişinin peşinde namaz kılınır. (İmamların amelinin bozukluğu onlara uymamayı gerektirmez, belki itikadları ehli sünnetten hariç kalırsa o zaman onların peşinde namaz olmaz)

* Her bir iyi ve günahkar kişinin üzerine cenaze namazı kılınır.

(Ölen kişinin günahları araştırılmaz. Hakkında namaz kılan olduğuna şahitlik ediliyorsa Müslüman olduğunu kabul ederek cenaze namazını kılarız.)

44- Ashabın zikrinde ancak hayrı söyleriz. (Onlar arasındaki olaylarda hüküm vermek bizim işimiz değildir. Hepsini iyilikle yad ederiz.)

* Peygamberimizin (Sallallahu aleyhi ve sellem) cennetle müjdelediği on kişinin cennetlik olduğuna biz de şahitlik ederiz. (Bunlar: Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyir, Sad ibni Ebi Vakkas, Sad ibni Zeyd, Ubeyde ibni Cerrah, Abdurrahman ibni Avf. (Allah hepsinden razı olsun)

45- Seferde ve ikamet halinde mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz. (Bu konu Şiiler tarafından çıplak deri üzerine mesh edildiği ve mesh giyinmek inkar edildiği için akaid kitaplarına alınarak ehli sünnetin alameti olduğu bildirilmiştir.)

* Hurma şırasını haram saymayız. (Keskinleşip –mayalanıp- sarhoş edici olmadıkça içilir. Üzüm suyu da şıra halinde iken içilir. Fakat keskinleşip –mayalanıp- şaraba dönüşünce haram olur.)

46- Hiçbir veli asla Peygamber derecesine ulaşamaz. (Peygamberlik sadece Allah vergisidir. Artık sona ermiştir.) Kul, kendisinden emir ve yasakların düştüğü bir dereceye ulaşmaz.

(Ölünceye kadar ibadetleri yapmakla ve yasaklardan sakınmakla sorumludur. Peygamberler bile son nefese kadar kulluğa devam etmiştir.)

47- Kitap ve Sünnetten olan naslar (emir ve kurallar) zahiri manalarına hamledilirler. Bunlardan dönüp, ehli batının iddia ettiği manalara gitmek küfür ile dinden çıkmaktır. (Batıniler der ki ayetlerin batini manaları vardır ki onları ancak hususi kişiler bilir. Bunların gayesi İslam’ı iptal etmek. Kur'an’ı yanlış tefsir etmektir. Allah dostlarının ifade ettiği bazı ince izahlar, onların safi olan maneviyatlarının parıltılarıdır, onlar zahir tefsir manasına muhalif bir şey söylemezler.)

48- Nasları reddetmek küfürdür. (Kat’i –kesin- hükümleri kabullenmemek küfürdür.)

Günahı helal görmek küfürdür. Onları hafife almak küfürdür. Şeriat ile alay etmek küfürdür. (Günahı helal görmek, hükmü değiştirmektir. Hafife almak, Allah’ı tanımamaktır.)

Allah’tan ümit kesmek küfürdür. Allah'ın azabından emin olmak küfürdür. (Allah’ın rahmetini umarız, azabından korkarız.)

49- Gaibten verdiği haberde kahini tasdik etmek küfürdür. (Gaybı ancak Allah bilir. Cinler, melekler ve peygamberler de bilemez, ancak Allah birisine bildirirse o bilir.)

* Madum şey değildir. (Mevcut olmayana ma'dum denir. Yok olduğu için ona şey demeyiz, çünkü üzerine her hangi bir hüküm gelmemektedir.)

50- Dirilerin, ölüler için olan duasında ve onlar için verdiği sadakalar da ölüler için menfaat vardır. (Ölünün amel defteri üç halde kapanmaz. Yaptığı bir mescid, medrese, köprü, çeşme gibi akar. Yazdığı bir ilim kitabı. Yetiştirdiği hayırlı evlat. Bunlardan gelen sevaplar ölüye fayda verir. Ölüler için Yasin ve diğer surelerin okunması da onlara fayda verir. Yapılan iyiliğin sevabının anne ve babanın ruhuna ve bir alime ikram edilmesi de caizdir.)

* Allah Teala duaları kabul eder ve ihtiyaçları verir. (Herkesin ihtiyacını ancak Allah temin edebilir, dua yalnız O'na yapılır.)

51- Peygamber Aleyhisselamın haber verdiği kıyamet alametlerinden Deccalın çıkması, Dabbetül arz"ın çıkması, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, İsa (Aleyhisselamın) gökten inmesi, güneşin battığı yerden doğması haktır. (Bu alametler hadisi şeriflerde on tane sayılmıştır. Ayrıca üç tane de yer batması zikredilmiştir.)

52- Müctehid bazen hata eder, bazen isabet eder. (Müçtehid Kur'an ve hadisi şeriflerden hüküm çıkarma kabiliyeti olan derin alimlerdir. Bunlar bütün ilmi gayretlerini kullanarak beyan ettikleri hükümlerde isabet ettikleri gibi yanılmaları da mümkündür. İsabet edene iki veya on mükafat, yanılana bir mükafat vardır.)

53- Beşerin peygamberleri, meleklerin peygamberlerinden üstündür. Meleklerin peygamberleri, beşerin avamından üstündür. Beşerin umumu, umum meleklerden efdaldir. (Peygamberler en faziletlilerdir. Onların da en faziletlisi Hz. Muhammed aleyhisselamdır. Peygamberlerden sonra dört büyük melek faziletlidir. (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil aleyhisselamlar) Sonra Allah dostları, sonra melekler, sonra umum Müslümanlar gelir.)

En iyisini Allah bilir.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
TEYİD VE TASDİK İLE --M.Z.K.'den BİR İLÂVE------------------------------------------------------------------------------------------------------------EHLİ SÜNNET VE'L-CEMAAT AKİDESİNİN BİRİNCİ FASLIEHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT İMAMLARI HAKKINDAEhl-i sünnetin iki imamı vardır : Birisi eş-Şeyh Ebu Mansûr Mâtürîdî'dir. Bir Türk âlimidir. Diğeri de : eş-Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'dir. Ebu Mansûr Matürîdî İmam A'zam Ebu Hanîfe Hazretleri'nin akidesi üzredir.Ebul-Hasen el-Eş'arî Hazretleri'nin akidesine, Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezhepleri tabidirler. Bu iki imam arasında mühim bir ihtilâf da yoktur. Bu ihtilâflarda küfrü veya bid'atı îcabeden bir şey yoktur, ancak lâfızlardadır. Bu iki imamın akideleri şöylece açıklanmaktadır.Ehl-i sünnet ve'l-cemaat radıya'Uahu anhüm ecmaîn Hazretlerinin i'tikâdları budur ki :1 — Allah Teâlâ Hazretleri birdir, kadîmdir, araz, cisim, cevher, musavver, mahdûd ve ma'dûd değildir.2 — Kadîm, bizim tabirimizle evveli olmayan ve âhiri bulunmayan bir zât-i ecell-i a'lâdır.3 — Mahiyyet ve keyfiyyetle de vasf olunamaz.4 — Bir mekâna muhtaç değildir.5 — Üzerine zaman geçmez.6 — O'na hiçbir şey benzemez.7 — İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.8 — O'nun zatıyla kaim sıfat-ı ezeliyyesi vardır.9 — Sıfatları O'nun ne zatının aynı ve ne de gayridir. Meselâ, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen o da olmaz. Onun için ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlar da.şunlardır : Hayat, ilim, kudret, irâde, semî', basar, kelâm, tekvin.10 — Allah Teâlâ'yı görmek aklen de naklen de caizdir.11 — Kâinat, âlem cemî-i eczâsıyla ve sıfatıyla muh-destir, yani yoktan vücûda çıkarılmıştır.12 — Onu yoktan çıkarıp meydâna getiren Allah Te-âlâ'tiır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, tâat ve isyan, cümlesinin halikı Allah Teâlâ'dır.13 — Allah'tan gayri Hâhk yoktur.14 — O fiillerin kullardan sudûru, yani oluşu Hak Te-âlâ Hazretlerinin irâdesi, meş'iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.15 — Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkâb olunurlar.16 — Tâatta sevap, ma'sıyyette de ikâb vardır. Güzel işleri işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenâb-ı Hakk'm rızası vardır.17 — Fena ve kötü şeyler ki ehl-i dünyâ da onu sevmez. Ahirette ikâba sebeb olanlar da Hakk'ın rızasıyla değillerdir.18 — Kul, gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.19 — Sevap, Cenâb-ı Hakk'ın fazlıdır, azabı da adaleti icâbıdır.20 — Maktul eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebeb olmuştur.21 — Ecel birdir.22 — Haram dahi rızıktır.23 — Herkes kendi rızkını yer, gerek helâl olsun gerek haram olsun.24 — Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir25 — Allah Teâlâ, dalâlet ve hidâyetini halk edendir.26 — Dilediğine dalâlet Ve dilediğine de hidâyet halk eder.27 — Kula aslâh olanı halketmek, Allah Teâlâ'ya vâ-cib değildir.28 — Hz. Resûlullah (s.â.s.)'in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, oradan semâya ve oradan da Hakk Teâlâ'nm murâd ettiği yere urûcu haktır.29 — Melekü'l-Mevt haktır.30 — Kabirde, bütün kâfirlerin ve bazı günahkâr mü'-minlerin azabları haktır.31 — İbâdet ve tâat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.32 — Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.33 — Kıyamet günü dirilme de haktır.34 — Amellerin tartılması da haktır.35 — Kitap haktır, hesab da haktır.36 — Havz-ı kevser haktır.37 — Sırat köprüsü de haktır.38 — Peygamberlerin, velîlerin, şehidlerin şefaati da haktır.39 — Cennet ve cehennem de haktır ve el'an mevcutturlar, bakîdirler.40 — Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fena, yokluk gelmez.41 — Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü'mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.42 — Cenâb-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.43 — Şirkten mâada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.44 — Küçük günahlara ikâb caizdir. (Büyük günahlardan sakınsa bile.) Büyük günahların da afvı caizdir, tevbe etmese dahi.45 — îman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.46 — Ameller, hakikat-ı îmana dâhil değillerdir.47 — Ameller, kendi nefislerinde ziyâde olurlar. Fakat, hakikat-ı îman ne ziyâde olur ne de eksik.48 — Amellerin ziyadesiyle îmanın meyveleri ve nurları artar.49 — Her mü'min : Ben, hakka müminin demelidir.İnşâallah ben mü'minim demek te'vîl ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.50 — İman, tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahlûktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidâyet olduğuna göre de mahlûk değildir.51 — Mukallidin imanı şek ve şübheden arî olursa sahihtir ve lâkin kadir ise, delilleri terk ettiğinden âsidir.52 — Bazı kere sa'id, saadete erişen kişi şâkî, yani cehennem ehli olur ve bazan da şâkî, yani cehennemlik bir kişi de sa'îd yani ehl-i cennet olur. Yani, müslüman iken kâfir olur veya kâfir iken müslüman olur. Fakat, Allah'ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zâtında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.53 — Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlâhînin inzalinde hikmet ve maslahat vardır.54 — Hak Teâlâ, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i tâatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle âsîleri de cehennem ve ikâbla tenzîr ettiler, nâsa da din ve dünyalarında muhtâc oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu'cizelerle te'yîd eyledi.55 — İlk peygamber Âdem aleyhisselâm, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.)' dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.)'dir.56 — Melekler de Hz. Allah'ın kullarıdır ve emirlerini âmillerdir ve masiyyetten ma'sûmdurlar. Erkeklik ve kadınlıkları yoktur, yemek ve içmeğe muhtaç değillerdir.57 — Peygamberler meleklerin resullerinden, meleklerin resulleri ise beşerin sâlihlerinden, beşerin sâlihleri ise bütün meleklerden efdaldir.58 — Keramât haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dâhildir. Velî, kerametinde müstakil değildir.59 — Velî, peygamberlik derecesine vâsıl olamaz.60 — Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.61 — Efdal-i evliya Ebu Bekir'dir, ondan sonra Ömer el-Farûk, ondan sonra Osman Zü'n-nûreyn, ondan sonra da Aliyyü'l-Murtaza ndvanullahı teâlâ aleyhim ecma'în hazerâtıdır. Hilâfet de bu tertîb üzeredir.62 — Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yâd etmek caiz değildir.63 — Hilâfet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.64 — Ehl-i İslâm'a bir imam mutlaka lâzımdır, müs-lümanlan hem korumak ve hem de işlerinin lâyıkıyla görülmesi, cum'a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.65 — Fâsıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasılan cenazesine de namaz kılmak caizdir.66 — Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.67 — Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.68 — Zamanların ve mekânların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i şerif ve mescidler gibi.69 — İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükût etmişlerdir.70 — Sihir vakîdir.71 — Göz değmesi de caizdir.72 — Müctehid bazan isabet eder bazan hatâ eder.73 — İçtihadında isabet ederse iki sevap alır, hatâları da afvolunur.74 — Kur'ân-ı Kerîm'deki nasslarm mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vâcibdir.75 — Ümmetten hiçbirisine cennetle şehâdet etmeyiz. Yalnız Resûlullah'ın şehâdet ettikleri Aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, rıdvanullahı teâlâ aleyhim ec-maîn.76 — Deccâl'in çıkması haktır.77 — îsâ Aleyhisselâm'm semâdan nüzulü haktır.78 — Güneşin garbtan doğuşu haktır.79 — Dâbbetü'l-arz'ın hurucu haktır.80 — Kâhine, müneccime, arrâfa gidip bir şey sormak caiz değildir. Bizim fal bakıcılar da buna dâhildir.81 — Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.82 — Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azab-tır.83 — Allah Teâlâ indinde en makbul din İslâm dinidir.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
51- Peygamber Aleyhisselamın haber verdiği kıyamet alametlerinden Deccalın çıkması, Dabbetül arz"ın çıkması, Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, İsa (Aleyhisselamın) gökten inmesi, güneşin battığı yerden doğması haktır. (Bu alametler hadisi şeriflerde on tane sayılmıştır. Ayrıca üç tane de yer batması zikredilmiştir.)
Bazıları bu hadiseleri tevil etmek gerektiğini söylerler.Bu nada dayanak olarak bunların tevilsiz zuhur etmelerinin imtihana uygun olmayacağına atıfta bulunurlar.Halbuki bu hadiseler bildirildiği gibi elbet vuku bulaçaktır.Bunlar İman sahiblerinin imanını kuvvetlendireçek,bazı münafıkların (Kalblerinde nifak olanların)nifaklarını açığa çıkaraçak.Bazılarının hidayetine vesile olaçak ve bazı kafirlerinde küfrünü artıraçaktır.
 
Katılım
14 May 2008
Mesajlar
2,994
Tepkime puanı
93
Puanları
0
10- (Allah Teala,) Araz, cisim, cevher değildir. Şekillendirilmiş, sınırlandırılmış, adetlenmiş, kısımlara ayrılmış, cüzlere (parçalara) bölünmüş, terkib edilmiş (birleştirilmiş) ve sonu olan değildir. (Sınırlar ile kuşatılmış değildir.)

11- (Allah Teala,) Nasıllık ile nicelik ile vasıflanmaz. (Aslı ve hakikati bilinmez) Bir mekanda yerleşmez, üzerine zaman akıcı olmaz, (zaman ve mekan sınırı altına girmemiştir.) Hiçbir şey ona benzemez. İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkamaz. (Her şeyi. İlmi ve kudretiyle kuşatmıştır.)

Vehhabi bozuk (Küfür)İtikadini rettiye
Ehli Sünnetin itkadi böyledir.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
TEYİD VE TASDİK İLE --M.Z.K.'den BİR İLÂVE

Allah razı olsun iksir. Yazını kolay okunacak biçimde yeniden verelim:

EHLİ SÜNNET VE'L-CEMAAT AKİDESİNİN BİRİNCİ FASLI

EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT İMAMLARI HAKKINDA

Ehl-i sünnetin iki imamı vardır : Birisi eş-Şeyh Ebu Mansûr Mâtürîdî'dir. Bir Türk âlimidir. Diğeri de : eş-Şeyh Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'dir. Ebu Mansûr Matürîdî İmam A'zam Ebu Hanîfe Hazretleri'nin akidesi (iman ve inancı) üzredir. Ebul-Hasen el-Eş'arî Hazretleri'nin akidesine, Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezhepleri tabidirler. Bu iki imam arasında mühim bir ihtilâf (anlaşmazlık) da yoktur. Bu ihtilâflarda küfrü veya bid'atı îcabeden bir şey yoktur, ancak lâfızlardadır (manada değil sözlerde ayrılıklar var). Bu iki imamın akideleri şöylece açıklanmaktadır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat radıya'llahu anhüm ecmaîn Hazretlerinin i'tikâdları budur ki :

1- Allah Teâlâ Hazretleri birdir, kadîmdir (öncesi yoktur), araz (şekil, renk, tad, koku gibi maddi sıfatlar), cisim, cevher (bölünemeyen madde), musavver (zihinde düşünülebilir), mahdûd (sınırlı) ve ma'dûd (sayılara gelir) değildir.

2- Allah Teâlâ, Kadîm, bizim tabirimizle evveli olmayan ve âhiri bulunmayan bir zât-i ecell-i a'lâdır. (Yüce ve çok üstün bir Zattır)

3- Allah Teâlâ, mahiyyet ve keyfiyyetle de vasf olunamaz (sıfatlanamaz).

4- Allah Teâlâ, bir mekâna muhtaç değildir.

5- Allah Teâlâ, üzerine zaman geçmez.

6- O'na hiçbir şey benzemez.

7- Allah Teâlâ'nın ilminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.

8- O'nun zatıyla kaim sıfat-ı ezeliyyesi (ezelde var olan sıfatları) vardır.

9- Allah Teâlâ'nın, Sıfatları O'nun ne zatının aynı ve ne de gayridir. Meselâ, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen; ben değilim desen olmaz, benim desen o da olmaz. Onun için ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlar da şunlardır : Hayat, ilim, kudret, irâde, semî', basar, kelâm, tekvin.

10- Allah Teâlâ'yı görmek aklen de naklen de caizdir.

11- Kâinat, âlem cemî-i eczâsıyla (bütün parçalarıyla) ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücûda çıkarılmıştır (yaratılmıştır).

12- Kainatı yoktan çıkarıp meydâna getiren Allah Teâlâ'dır. Kullarının bütün fiillerinin; küfür, iman, tâat ve isyan (sevap ve günah), cümlesinin halikı (yaratanı) Allah Teâlâ'dır.

13- Allah'tan gayri (başka) Hâlik yoktur.

14- O fiillerin kullardan sudûru (meydana gelmesi), yani oluşu Hak Teâlâ Hazretlerinin irâdesi, meş'iyyeti (istemesi), hükmü, kazası ve takdiri iledir.

15- Kulların işlerinde kendi ihtiyarları (seçme ve hareket etme kuvvetleri, imkanları) da vardır, onlar ile sevap (mükafat) ve ıkâb (ceza) olunurlar.

16- Tâatta sevap, ma'sıyyette (asilik, günah) da ikâb vardır. Güzel işleri işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenâb-ı Hakk'ın rızası vardır.

17- Fena ve kötü şeyler ki ehl-i dünyâ da onu sevmez. Ahirette ikâba sebeb olanlar da Hakk'ın rızasıyla değillerdir. (Yani yasak işi yaratır ama ondan razı değildir. Kul, iradesini emre harcasaydı, onu dahi yaratır idi.)

18- Kul, gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.

19- Sevap, Cenâb-ı Hakk'ın fazlıdır, azabı da adaleti icâbıdır.

20 — Maktul (cinayet ile öldürülen) eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebeb olmuştur.

21- Ecel birdir.

22- Haram dahi rızıktır.

23- Herkes kendi rızkını yer, gerek helâl olsun gerek haram olsun.

24- Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir (güç yetiremez).

25- Allah Teâlâ, dalâlet (dininden sapmayı) ve hidâyetini (doğru bir inanç ve yaşayış üzere bulunmayı) halk edendir (yaratandır).

26- Dilediğine dalâlet vVe dilediğine de hidâyet halk eder (verir).

27- Kula aslâh (en iyi) olanı halketmek, Allah Teâlâ'ya vâcib değildir (ona şart değildir, mecbur değildir, edilemez de...).

28- Hz. Resûlullah (s.a.s.)'in yakaza (uyanık ve şuurlu) halinde şahsıyla (cismiyle) Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya, oradan semâya ve oradan da Hakk Teâlâ'nm murâd ettiği yere urûcu (yükselmesi, mir'acı) haktır.

29- Melekü'l-Mevt (Ölüm meleği, Azrail As.) haktır.

30- Kabirde, bütün kâfirlerin ve bazı günahkâr mü'minlerin azabları haktır.

31- Kabir aleminde ibâdet ve tâat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.

32- Münkereyn (Münker ve Nekir adındaki iki sorgu) meleklerinin kabirde sualleri de haktır.

33- Kıyamet günü dirilme de haktır.

34- Amellerin tartılması (mizan) da haktır.

35- (Ahiret ehlinin ellerine verilecek ve büyük küçük bütün yaptıklarının kayıtlı olduğu) Kitap haktır, hesab da haktır.

36- Havz-ı kevser (Paygamberimizin mahşer yerindeki havuzu) haktır.

37- Sırat köprüsü de haktır.

38- Peygamberlerin, velîlerin, şehidlerin şefaati da haktır.

39- Cennet ve cehennem de haktır ve el'an (şu anda da) mevcutturlar, bakîdirler (bitmezler, yok olmayacaklardır).

40- Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fena (son), yokluk gelir! (İçindekiler dahi ebedi kalıcıdır)

41- Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü'mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.

42- Cenâbı Hakk, kendine yapılan şirki (ortak koşmayı) afvetmez.

43- Şirkten mâada (başka), büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder (bağışlayıp affeder).

44- Küçük günahlara ikâb (ceza) caizdir. (Büyük günahlardan sakınsa bile.) Büyük günahların da afvı caizdir, tevbe etmese dahi.

45- İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.

46- Ameller, hakikat-ı îmana (İmanın kendisine, hakikatine) dâhil değillerdir. (Kabih yani kötü amel imandan çıkarmaz)

47- Ameller, kendi nefislerinde ziyâde olurlar (artarlar). Fakat, hakikat-ı îman ne ziyâde olur ne de eksik. (İman artmaz da eksilmez de.. Fakat salih ameller artıp eksilebilir.)

48- Amellerin ziyadesiyle (artmasıyla) îmanın meyveleri ve nurları artar.

49- Her mü'min: "Ben, hakka (gerçekten, doğrusu) müminim" demelidir. "İnşâallah ben mü'minim" demek te'vîl ile olsa dahi doğru değildir. Şek (şüphe) ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.

50- İman, tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahlûktur (yaratılmıştır) ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidâyet olduğuna göre de (Hidayet Allah'tan olduğundan iman) mahlûk değildir. (Kul cihetinden mahluk, Allah cihetinden mahluk değil)

51- Mukallidin (taklid edenin) imanı şek ve şübheden arî (temiz) olursa sahihtir ve lâkin kadir ise (gücü yetiyor da), delilleri terk ettiğinden (delillerini araştırmıyorsa) âsidir.

52- Bazı kere sa'id, saadete erişen kişi şâkî, yani cehennem ehli olur ve bazan da şâkî, yani cehennemlik bir kişi de sa'îd yani ehl-i cennet olur. Yani, müslüman iken kâfir olur veya kâfir iken müslüman olur. Fakat, Allah'ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zâtında ve gerek sıfatında tağyir (bozarak değiştirme) caiz değildir.

53- Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlâhînin inzalinde hikmet ve maslahat (faydalar, maksadlar) vardır.

54- Hak Teâlâ, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i tâatı cennetle tebşir (müjdelediler) ve ehl-i küfürle âsîleri de cehennem ve ikâbla tenzîr ettiler (korkuttular), nâsa (insanlara) da din ve dünyalarında muhtâç oldukları şeyleri öğrettiler. (Allah Teala) Onları mu'cizelerle te'yîd eyledi (kuvvetlendirdi, destekledi, doğruladı).

55- İlk peygamber Âdem aleyhisselâm, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.)' dir. Bütün peygamberlerin efdali (en üstün ve faziletlisi) Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.)'dir.

56- Melekler de Hz. Allah'ın kullarıdır ve emirlerini âmillerdir (uygulayıcılarıdır) ve masiyyetten ma'sûmdurlar (isyan ve günah etmezler). Erkeklik ve kadınlıkları yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.

57- Peygamberler meleklerin resullerinden, meleklerin resulleri ise beşerin sâlihlerinden, beşerin sâlihleri ise bütün meleklerden efdaldir.

58- Keramât haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dâhildir. Velî, kerametinde müstakil (kendi başına) değildir. (Peygamberine bağlıdır; ondan tecelli eder)

59- Velî, peygamberlik derecesine vâsıl olamaz.

60- Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz (sorumluluk kalkmaz).

61- Efdal-i evliya (Peygamberlerden sonra Allah dostlarının en üstünü) Ebu Bekir'dir, ondan sonra Ömer el-Farûk, ondan sonra Osman Zü'n-nûreyn, ondan sonra da Aliyyü'l-Murtaza rıdvandvanullahı teâlâ aleyhim ecma'în hazerâtıdır. Hilâfet de bu tertîb üzeredir.

62- Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yâd etmek (anmak, hatır ve dile getirmek) caiz değildir.

63- Hilâfet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.

64- Ehl-i İslâm'a bir imam mutlaka lâzımdır, müslümanlan hem korumak ve hem de işlerinin lâyıkıyla görülmesi, cum'a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.

65- Fâsıkın (günahkarın) arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.

66- Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir. (Çıplak ayak üzerine değil)

67- Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.

68- Zamanların ve mekânların faziletleri haktır. Ramazan ayı, Recep, Şaban, Muharrem, Arefe günü, Bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i şerif (Kudüs) ve Mescidler gibi.

69- İlim, akıldan efdaldir (üstündür). Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükût etmişlerdir.

70- Sihir vakîdir (olabilir).

71- Göz değmesi de caizdir (vardır).

72- Müctehid bazan isabet eder bazan hatâ eder.

73- İçtihadında isabet ederse iki sevap alır, hatâları da afvolunur.

74- Kur'ân-ı Kerîm'deki nassların (hüküm ve emirlerin) mümkün olduğu kadar zahirine haml olunması (yüklenip isnad edilmesi) vâcibdir.

75- Ümmetten hiçbirisine Cennetle şehâdet etmeyiz. (Mutlaka Cennetliktir demeyiz) Yalnız Resûlullah'ın şehâdet ettikleri Aşere-i Mübeşşere (Müjdelenmiş on mübarek) müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, rıdvanullahı teâlâ aleyhim ec-maîn.

76- Deccâl'in çıkması haktır.

77- İsâ Aleyhisselâm'ın semâdan nüzulü (yeryüzüne inmesi) haktır.

78- Güneşin garbtan (batıdan) doğuşu haktır.

79- Dâbbetü'l-arz'ın hurucu (çıkması) haktır.

80- Kâhine, müneccime (yıldızlara bakıp gelecekten haber verenlere), arrâfa (kader okuyucuya) gidip bir şey sormak caiz değildir. Bizim fal bakıcılar da buna dâhildir.

81- Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.

82- Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabtır.

83- Allah Teâlâ indinde en makbul din İslâm dinidir.

Mehmed Zahid Kotku Hz.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Kur'an-ı Kerim'de Allah müminlerin dostudur deniyor. Öyleyse bütün inananlar Evliyaullah yani Allah dostu değil midir?

El cevab: Evet, kardeşim, iman etmek cihetiyle tüm Mü'minler Allah dostlarıdır. Ancak bu dostluk umumidir. Bir de hususi dostluk ve makbulliyet vardır ki o da Evliyaullah denilen Mukarrebuna aittir. Onlar önde gidenlerdir. Takvaya ve kurtuluşa ermişlerdir. Özel bir yakınlık elde etmişler; Allah Teala onları sevmiş ve bütün mahlukatına da sevdirmiş. Onların konuşan dili, işiten kulağı, gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eli, düşünen aklı Allah Teala olmuştur.

"Evliyaullah'a korku yoktur onlar mahzun da olmazlar"

Ayet-i Kerimesinde anlatılan işte bu hususi dostlarıdır. Yoksa umum dostlukta da olsa diğer Müslümanlara nefs u şeytana kapılma, ahir akibetlerinin kötü olmasından; beşeri noksanlıklara düşerek Allah'ın gazabına layık olmaktan KORKMA ve ahirette MAHZUN olma ihtimali vardır. Fakat, Nefs-i Mutmainne kalasına giren Evliyaullah'a bir dahi oradan çıkma ya da çıkarılma korkusu YOKTUR. Onların nefsi kötülüğü değil daim Hakkı ve Allah'ın razı olduğunu ister. Buna Ayet-i Kerime şahidtir.

İlgili Ayet-i Kerimenin çeşitli ve muteber tefsirlerine müracaat ediniz.


Soru: Zalim idarecilere uymak doğru mudur?

Müslüman olan ve küfür ya da günahı emretmeyen idarecilere tabi olup kargaşa çıkarmamak, Ehli Sünnetin şiarıdır. Zulmediyor, haksızlık ediyorlarsa, hayır ve salahlarına dua edilir. Sabır gösterilir. Ancak küfrü ve günahı emrediyorsa ona uyulmaz. Bu kadar açıktır. Kafir idareciye değil o emir. Müslüman idareciye... Firavn, Nemrud vs. ile alakası yok, tabii ki...

Soru: Kader konusunu fazla kurcalamak doğru değildir, deniyor. Peki, Şeyhlerin kimisi gelecekten haber verirler. Bu iş sakıncalı değil midir?

El Cevab: Ehli Sünnet'in ilkelerinden biridir:

Mahlukatta bulunan ilmi inkar küfürdür. Mahlukatta bulunmayan ilmi bildiğini iddia etmek de küfürdür. İman ancak, mevcud (din) ilimlerini kabul; mahlukatta olmayan (kader gibi) ilimleri talep etmeyi terk ile sabit olur. (Kader konusunu fazla kurcalamak doğru değildir.)

Burada söylenen şudur: Kader gibi insanlardan gizlenmiş konuları mutlaka anlamaya çalışmak üzerimize lazım değil. Fakat, salih ve sahih olarak amel ibadet edebilmek için, muamelatımızı İslam ahkamına uygun yapabilmemiz için, ahlakımızı güzelleştirebilmemiz için İlmihalimize ve irşad olunmaya mecburuz. Üzerimize lazım olan budur.

Gelecek, yani gaybın bilgisi ise, Allah Teala, dilediğine o bilgiyi verebilir. Nitekim Peygamberlerinden ve Velilerinden geleceğe ilişkin haberler veren olmuştur. Bunlar ancak Allah'ın izni ile olur. Peygamber efendimiz, kıyamete kadar olacak pekçok hadiseyi haber vermiştir. Amenna ve saddakna. Muhbir-i Sadıktır. Ne söylese mutlaka olmuştur ya da olacaktır. Ve Peygamber efendimizin bu gelecek haberleri asla ve kat'a Allah'ın rızasından ve hoşnutluğundan ayrı değildir. Onun her şeyiyle makbul olduğu Kur'an-ı Kerimde haber verilmiştir.

"Alimler Resul ve Nebilerin varisleridir" Hadis-i Şerif mucibince alim ve arifandan da keramet eseri gelecekten haber verme işi zuhur edebilir. Nitekim etmiştir de.

Geleceğe ait bilgi vermek, kader sırrının anlaşılması gibi değildir. Lütfen karıştırmayalım.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Allah, Kur'an-ı Keriminde aklımıza vurgu yapar. Sık sık Akletmiyor musunuz der. Öyleyse Ehli Sünnet diye Tahavi, Nesefi, Kotku vs. gibi isimlere ne gerek var? Aklımla halledemez miyim?

El Cevab:

Temel akaid ilkeleri Asr-ı Saadetten; yani Peygamber Efendimiz ve Ashabındandır. Müslümanım diyenin Kitap ve Sünnette bildirildiği gibi inanması ve amel etmesi gerekir. Peygamber Efendimizin ve Ashabının izinden ayrılmayan alimlere de uymak ve itibar etmek gerekir. Bu konuda nice Ayet ve Hadis-i Şerifler mevcuttur.

Eğer bilmiş olsaydınız, Tahavi ve Nesefi bu Ümmetin en meşhur ve itibarlı alimlerindendir. Mehmed Zahid Kotku efendi de son dönemin en tanınmış muteber ulemasından... Fakat görüyorum ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuşsunuz. Herkes her sahada fikir de üretemez. Bu işler Siyasal Partiler; referandum, politika işlerine benzemez. Bu konular magazin gibi herkesin üzerinde kendine göre söz edebileceği çerez konular da değildir. Herkesin haddini bilmesi lazım.

Akıl ile ilgili bilgilerinize ilave yapalım:

Evet akıl önemlidir. Aklı olana teklif vardır. Allah, akıl ile de kaimdir, bilinir. vs...

Fakat akıl her şeyin üstünde ve önünde değildir. İslam'da nakil yani Peygamber ve Ashabından gelen bilgiler yani özünde VAHİY akıldan öncedir. Peygamberin izindeki alimlerin de görüşleri akla tercih edilir. Mesela bir Müslüman Kitap, Sünnet ve icma ve Kıyas'taki her hangi bir konuyu bu benim aklıma yatmıyor diye kabul etmezlik edemez. Hele dahi; eğer zaten Kur'an'daki bir hükmü aklıma yatmadı, aklım almadı, akla uygun değil diye reddederse dinden çıkar.

Kısaca İslam öncelikle teslimiyet dinidir. Akıl peşinden gider.

Ehli Sünnet inancı ve amellerini kabul etmek zaten aklın da beğendiği, akla uygun olan bir iş... Yeter ki akledelim. Akılla ilgili bir sorun yok burada...
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Peygamber efendimiz ve Ashabından gelen bilgiler vahiy midir? Vahiy gibi midir? Ki ona uymak kesin olsun?

Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas...

Dört temel kaynak.

En evvel Kitap. Allah Tealanın kitabıdır. Kelamlarıdır. Beyanlarıdır. Kur'an-ı Kerimdir.

Sünnet: Kitabın açıklaması ve uygulamasıdır. Peygamber Efendimizin Hadislerinden, uygulamalarından ve Ashabın tatbikatlarından oluşur. Sünnetin Peygamberimizin konuşmalarıyla ilgili kısmı zaten Allah Teala'ca desteklenmiştir: "O hevasından konuşmaz" Kitabımızın açık hükmüdür. Ashab uygulamalrı için ise Peygamberimiz buyurmuştur: "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız, kurtuluşa erersiniz." Ayrıca: "En hayırlı nesil Ashabımdır. Ondan sonra onlara tabi olanlar... Ondan sonra da tabi olanlara tabi olanlar.."

İcma: Ashab ve sonrasındaki nesillerden İlim sıfatıyla tebarüz etmiş muteber topluluğun bir konu hakkında ittifak etmeleridir. "Sadıklardan ayrılmayınız", "Sizden olan emir sahiplerine de itaat ediniz", "Allah ve Resulünün ve Müminlerin yoluna uyun" Ayet-i Kerimeleri ve "Ümmetim şer üzerinde ittifak etmez" Hadis-i Şerifi bunun delilidir. O nedenle hakkında icma (ittifak) edilmiş, bir de tavatürle nakledilmiş bir konunun inkarı ya da ona muhalefet edilmesi tehlikelidir.

Kıyas: "Akıl sahipleri ibret alın" Ayet-i Kerimesi kıyasın delilidir. Fakihler; Kitap, Sünnet ve icmada bir konuda hüküm bulamazlarsa benzer bir meseleye bakarak kıyas yaparlar ve ortaya koyarlar. Buna müsade vardır. Bunu yalnız herkes yapamaz. Alimlerin işidir. "Kitapta bulamazsam, Resulünün sünnetine, onda da bulamazsam kendi reyimle hükmederim" diyen Ashabını Resulullah efendimiz takdir etmiş, bu sözünden memnuniyetini ve isabetini ifade buyurmuşlardır.

Bu kaynaklara her Müslümanın sahip olması lazım. Ancak öncelikle bütün bunları sistematize eden; yani bir araya getirip en anlaşılır ve faydalanılabilir şekilde yazan derleyen toplayan bir HAk Mezhebe uyması lazımdır. Kısaca, Ehli Sünnet yolunda olan Mezhep sahibi bir kimse bütün bu kaynaklara ve aynı usulü paylaşan binlerce ulemaya hep birden sahip olmuş olur. Zira bu kaynakların hepsini herkes kendi başına toplayıp, içinden seçemez.

Sünnet, İcma ve Kıyasın mesnedi, dayandığı yer, kaynağı VAHİYDİR. O nedenle hepsinde Allah Tealanın RIZASI, MURADI ve Ona kavuşan bir ÖZ vardır. Bununla ilgili deliller birkaç paragraf yukarıdadır.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Alimlere tabi olmak, onları dinlemek onları RAB edinmek olmuyor mu?

El Cevab: Alimlerin ilmine tabi olmak onları RAB edinmek değildir. RAB edinmek şöyle olur; Kitap ve Sünnetin hilafına görüşü olan bir alime tabi olur, onun muhalif sözünü din gibi ezberlerse işte o alimi RAB edinmiş olur.

Yoksa, onları Rab edinmek zannıyla, alimlere uymayanlar Allah korusun başka şeyleri, mesela kendi heva ve heveslerini RAB edinebilir.

Resulullah Efendimizin emr-i şerifidir:

"Alimlerinize tabi olunuz. Onlar yolların minhacıdır. Nasıl ki geceleyin yollarını yıldızlara bakarak bulmak isterler, alimler de öyledir. Onlara tabi olan yolunu bulur, tabi olmayan yolunu şaşırır."
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: İyi alim var, kötü alim var diyorlar. E ben nasıl seçeceğim?

El Cevab:

Muteber alimler bellidir. Cemaatten (topluluktan) ayrılmamış olanlardır. Topluluktan ayrılanlar da bellidir. Seçmek o kadar zor değildir.

Dediğimiz gibi, bir Mezhebi, mesela Hanefiliği, Şafiiliği, Hanbeliyi ya da Malikiyi izlemekle zaten sistemli olarak seçiminizi yapmış oluyorsunuz.

Mesela bendeniz Hanefiyim. Allah'a şükür, Hanefi fıkhını yani anlıyacağımız İlmihalini, Mesela Ömer Nasuhi Bilmen'i okuyup tatbik etmekle tercihimi yapmış oluyor; Hanefi gelmiş geçmiş bütün ulemayı da bu taklidimle izlemiş oluyorum.

Daha sonra başka kaynakları tedkik ettiğimde; akaid (inanç) ve amel (tatbikat, uygulama) olarak hangi Hanefi alimine bakarsam bakayım, aynı hususların aynı şekilde kimi zaman mücmel (toplu) olarak kimi zamanda mufassal (ayrıntılı) olarak işlendiğini de o kaynaklarda buluyorum. Ne güzeldir. Derli toplu hepsi aynı hususları sahiplenip sonraki nesillere aktarmışlar.

Hanefiyim ama, temel umdelerde (ilkelerde) Şafii, Hanbeli ve Malikilerden de ayrı değilim. Onların izlediği usül farklı. Bir takım ayrıntı farkları var. Onları da isabetli görürüm. Onları küfürle sapıklıkla suçlamam. Onlar da beni suçlamazlar.

Bugün muteber bir alim Kitap ve Sünnete bakıp, mesela Şafii Hz.lerinin usul-i fıkhını kullansa, aşağı yukarı aynı ölçülere, aynı uygulamalara ulaşır. Şafiilik denilen yolu yeniden bulmuş olur. Mesela, Hanefi Hz.lerinin usulünü kullanan da aşağı yukarı Hanefi Mezhebine uygun bir bütün ortaya çıkarmış olur. Böylece Mezhep farklılıkları da bir nebze anlaşılmış olmalıdır inşallah.

Mezheb zaten yol demek. Usüller bütünü.

Mezhep sahibinin, kafasının karışmasına, acaba o mu, bu mu, acaba hangi alimler daha isabetli, hangisini takip etmeliyim demesine gerek kalmıyor. Kısaca. Hanefiysen uyarsın Hanefinin en muteber ilmihaline, tatbik edersin. 5 asır önceki Hanefi Müslümanla aynı hayatı az çok yaşamış olursun. Ya da 10 asır önceki... Fark etmez. Asr-ı Saadete kadar bu böylece gider. Çünkü Mezhep, Asr-ı Saadetten süzülmüş, çıkarılmıştır zaten. Allah'ın emirleridir. Peygamberimizin sünnetinin içindedir.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Mezhepler arasındaki farklılıkları nereye koyacağız? Ya itikad bilgisinde yanlış yaparsam, yanlış olanı tercih edersem?

El Cevab:

Kardeş, Mezhepler arasında dediğiniz konuda AYRILIK yoktur. Bütün Ehli Sünnet Mezhepleri aynı görüştedir. Sizin bahsettiğiniz bir başka mezhep olabilir... ZATEN dikkat ederseniz Hanefi'nin ya da Şafiinin İlkeleri demiyor. EHLİ SÜNNETİN İLKELERİ diyor, ana başlık bu... O nedenle, yukarıdaki maddelerde Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki arasında yani EHLİ SÜNNETİN TAMAMINDA bir ayrılık, farklılık yoktur.

Şöyle bir husus daha var:

Efendim, tamam mezhebimi seçtim. Ama şu şu konularda ben Mezhebim gibi düşünmüyorum, aksine inanıyorum!

Böyle denemez. Eşyanın tabiatına aykırıdır.

Mezhebe güveniyorsan, Mezhep imamı ve ulemasının senden daha iyi bildiklerine ve Hakikate daha yakın olduklarına kani isen, filan meselede kendi başına durmanın bir faydası, bir gerekçesi kalmaz. Yok o meselede güvenmiyorsan, diğerlerinde neden güvendin?

Bunun, yani Mezhebe tabi iken filanca meselelerde ayrılık çıkarmanın akıl, hikmet ve fayda ile izahı mümkün değildir.

Her hangi bir Mezhebe uymuyorsan da ne yapacaksın? Ya kendi Mezhebini kuracaksın, yani kendine göre hüküm ve kaideler ortaya koyacaksın ya da hiç bir uygulama yapmadan ömrünü geçireceksin... Bu, bizim gibi ilmi ve gücü olmayan Müslümanlar için mümkün müdür?

Hadi diyelim, kendi kurduğun Mezhebine göre uygulama yaptın. Adama sormazlar mı kardeşim senin kullandığın usül nedir? Esasların nedir? Hangi yöntemleri, nasıl kullandın? Neyi nerede nasıl aldın? Neyi nerede nasıl çıkardın? Tabii, bunu soran bu işleri bilen birisiyse verdiğin cevaplara gülecektir.

Hadi diyelim, 4 Sahih imamın usul-i fıkıhlarından birini taklid ederek kendine uygulama sahası açtın! Yüzyıllardır birike birike, aktarıla ve tecrübe edile gelen, binlerce ulema ve salihin yetiştiği usüllere göre yapacaksan ve aşağı yukarı aynı sonuçlara ulaşacaksan İstanbul'u yeniden keşfetmenin yeri ve alemi nedir?! Bu akıllıca bir iş midir?

Bir kere seçtiğin mezhebe bağlı BİNLERCE alim gelmiştir. Alimler, biz ammiler gibi takliden inanmazlar. Tedkik ederler. İncelerler, bakarlar. Bu Mezhep hükümlerinin esası kaynağı nedir? En temel iki kaynağa yani Kur'an ve Sünnete başvurduklarında, orada her hükmün mesnedini/membasını bulurlar. Kendileri aynı hükme rıza gösterip, eserlerinde, derslerinde aktarırlar. Ehli Sünnet böylece bozulmadan gelmiştir. Her alim onlarca talebe yetiştirip icazetlerini verir. Kimilerini çeşitli memleketlere gönderirler. Böyle böyle sağlam bir şekilde bütün kaynaklar zamanımıza kadar ulaşmıştır.

Yukarıdaki bütün ölçüler (Nesefi, Tahavi, Kotku olarak verdiğimiz umdeler) ayrı ayrı Kitap ve Sünnetten alınmıştır. Sizler de Kitap ve Sünnete müracaat ederek her birinin sağlamasını yapabilirsiniz.

Mesela, acizane biz üç beş mesele için kaynaklara indiğimizde hepsinin Kitap ve Sünnetteki yerini gördük. Siz de aynısını yapsanız siz de görürsünüz. Ortada bir sorun yoktur.

Sorun Mezhebin anlamını, emniyetini, fayda ve kolaylıklarını tam kavrayamamakta... Kavrayanlar içinse kimi meselelerinde itiraz kapılarını açmalarında... Halbuki o itirazları Haktan değildir. Nefs u şeytandandır. Sahibini aldatıp kendince Hakkı işletmiş zannettiriyor. E öyle değil mi: Kur'an ve Sünnette de yer alan bir meseleye itiraz ancak nefs u şeytan ile izah edilebilir.

 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Soru: Allah Teala, kişiye kendi kazandığından (çalışmasından) başka yoktur buyuruyor. Hakkımızda dünyada ahirette Allah'tan hak etmediğimiz şeyler istememiz doğru değil o zaman?

Aziz Kardeşim. Bu Ayet-i Kerimenin muteber tefsirlerine bakarsanız; anladığımız gibi değildir. Mesela, hiç kimse kendi ameliyle Cennet'e giremez. Ancak Allah Teala'nın lutf u ihsanıyla ve kendi mertliğiyle Cennet'e girebilir. E hani kişiye kendi kazancından başkası yoktu?! Yani anlaşılan mana öyle değildir. Evet, en küçük hayır ya da en küçük şerrin karşılığını insan bulacaktır, doğrudur. Ancak: Hayrın karşılığını Allah Teala kendi merhametiyle, iyiliğiyle milyonlarca katına kadar artırabilir. Bu artan kısım kişinin kendi kazandığı değildir. Kendi yaptığının bütün karşılığı da değildir. Ancak Allah Tealanın bahşidir.

Ayet-i Kerimenin tefsirine bakarsanız:

1- Müslümanlardan isyan edenler, zulüm edenler, günah işleyenler; eğer Allah Teala onları af etmezse karşılığını görecekler; cezalarını alacaklardır. Bu anlamda kazandıkları cezadan fazlası yoktur. İsyanları, zulümleri, günahları oranında ceza alırlar. Fazlası değil. Allah Teala zulmedici değildir.

2- Kafirler, küfürlerinin karşılığı olarak ebedi olarak (sonsuz) Cehennem azabı göreceklerdir. Çünkü küfrün karşılığı sonsuz cezadır. Bu anlamda onlara da zulmedilmez: Ellerinde (karşılarında) kazandıklarından başkası yoktur çünkü.

3- Müslümanlardan yaptıkları iyilik ve itaate ya kendi karşılığıyla sevap (mükafat) verilir. 1 sevaba 1 mükafat. Ya da artırılarak karşılık verilebilir. Kat be kat. 1 sevaba 700 kat mükafat gibi... Kimi Müslümanlar affedilir. Kimileri büyük günahları karşısında Şefaate uğrarlar. Netice hepsi de Cennet'e girecektir. Çünkü bütün Müslümanlar ve Müslüman ölenler Allah Tealanın umumi dostlarıdır. Allah Teala, dostlarını öyle bir kenarda boynu bükük ve mahrum bırakmaz. İşte burada da kişiye yaptığı itaatin en az kendi karşılığı da olsa bir karşılık vardır. Tekrar edelim ki milyonlarca kat karşılık da ihsan edilse o kişinin en az bir itaati karşılığı bir sevabı kazanmasından sonradır: Bu anlamda da kişiye ancak karşılığı verilmiş ve peşinden ziyade edilmiştir (artırılmıştır). Yani kişiye kendi kazandığı mutlaka verilmiştir.

Ves'selamu aleykum.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Aşağıdaki yazı dizisi de, forumlarda yazan bir bahtsız şahısla karşılıklı yazışmamız üzerine, birlikte Ebubekir Sifil hocaya meseleyi götürmemizden sonra kaleme alınmış ve Sifil hoca tarafından yayınlanmıştır:
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Hangi Ehl-i Sünnet - 1

Soru: Yukarıdaki linkte (okuyucu burada bir internet adresi veriyor) şöyle bir iddia gündeme gelmiştir ve peşinden "İsterseniz Sifil Hoca'ya sorunuz" denmiştir. İddialar şunlardır:

"Önce hangi ehl-i Sünnet demek gerek... Sonra soru cevaplanabilsin... Maturidi mezhebi fesatta mutezileden daha aşağı değildir. (Mustafa Sabri Efendi, Tahte Sultanil Kader s.42) İmam Buhari, İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye mürcie derken ne kadar ehl-i Sünnet??? (Buhari, et-Tarihu'l-Kebir, VIII, 81.) Muhaddis İbn Hibban "Kitabu'l-Mecrûhîn" de Ebu Hanife'ye mürcie derken ne kadar ehl-i sünnet??? İbn Kuteybe, Ebu Hanife'ye mürcie derken ne kadar ehl-i Sünnet??? (İbn Kuteybe, el-Maarif, 625.) İmam Pezdevi'den başka ehl-i sünnet mi olduğunu düşünüyorsunuz yoksa???!!! Pezdevi mücessime bahsinde hanbelileri ve yahudileri aynı safta değerlendirir. (Pezdevi s.348) Yine Pezdevi'ye göre İmam Eşari bidatçıdır. (Pezdevi, s.366)"

Hocam, bahsi geçen kaynakları tedkik etme imkanım yoktur. İsmi şerifi geçen zatların bu ifadeleri neden, nasıl ve ne zaman kullandıklarını; hatta kullanıp kullanmadıklarını da bilemiyorum. Bu iddiaların tarafınızdan cevaplanmasını ve mümkün ise ilgili kaynakların tarafınızca tedkik edilmesini rica ederim. Şimdiden Allah razı olsun. Selam ve saygılarımla...

Cevap:

Bu soruya internet üzerinden özel bir cevap göndermiştim. Sorunun "kışkırtıcı" özelliği, verilen örneklerle daha da pekiştirilmiş. Gerek olgu olarak, gerekse günümüzün, Müslümanlığı konjonktürel hassasiyetler ekseninde değerlendirme alışkanlığı karşısında ne ifade ettiği noktasında Ehl-i Sünnet'e daha mütecessis (araştıran, meraklı, gizli şeyleri öğrenmeye çalışan) bir nazarla yeniden bakmak zorunda olduğumuzu vurguluyor. Bu soruyu cevaplandırmak, bir bütün olarak geçmişi ve şimdiyi konuşmak demek. Onun için üzerinde hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum. Hatta soruda vurgulanan "Hangi Ehl-i Sünnet?" meselesinin net olarak aydınlatılmasının, zihnimizin durulmasına ve Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen ve fakat birbirine mesafeli duran kesimler arasında da buzların erimesine vesile olacağını söylemek abartı olmayacaktır.

Cevap olarak şunları yazmıştım:

Ehl-i Sünnet bir "genel çerçeve", bir "şemsiye kavram"dır. Birtakım temel umdelerin kabulünde ittifak eden kitleler bu çerçevenin içine, bu şemsiyenin altına girer.

"Nedir bu "temel umdeler" diye soracak olursanız, "Kur'an'da ve meşhur-mütevatir hadislerde bildirilmiş, Sahabe tabakasında genel kabul görmüş hususlara iman" şeklinde genel bir cevap verebilirim.

Bir kimse veya kesim, kendisini bu genel cevabın çizdiği çerçeve içinde görüyorsa, o Ehl-i Sünnet'tir.

Ebu'l-Muzaffer el-İsferâynî, et-Tabsîr fi'd-Dîn'de (113-4) Ehl-i Sünnet'in itikad ilkelerini zikrettikten sonra Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î, Mâlik, el-Evzâ'î, Dâvud ez-Zâhirî, ez-Zührî, el-Leys b. Sa'd, Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Yahyâ b. Ma'în, İshâk b. Râhûye, Muhammed b. İshâk el-Hanzalî, Muhammed b. Eslem et-Tûsî, Yahyâ b. Yahyâ, Muhammed b. el-Fadl el-Becelî, Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, Ebû Sevr ile Ehl-i re'y ve Ehl-i Hadis olarak anılan diğer Hicaz, Şam, Irak, Horasan ve Maveraunnehir imamları ve onlardan önceki Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin kuşaklarının bu itikad üzere olduklarını söyler ve ekler: "Ehl-i re'y ile Ehl-i Hadis arasında bu saydığımız hususlarda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyen kimse, Ebû Hanîfe'nin Kelam konusunda kaleme aldığı el-Âlim ve'l-Müte'allim'e, el-Fıkhu'l-Ekber'e, el-Vasıyye'ye ve eş-Şâfi'î'nin eserlerine baksın. Onların eserlerinde (itikadî meseleler hakkında) asla bir farklılık bulamayacaktır..."

Dolayısıyla bu temel umdeler söz konusu olduğunda, Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen kimse ve kesimler arasında farklılık bulunmadığını ikrar etmek insaf gereğidir.

O halde "Hangi Ehl-i Sünnet?" sorusunun bu bağlamda hiçbir anlamı yoktur. Bu, bu bağlamda yanlış kurgulanmış bir sorudur.

Bu söylenenler, Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen kimse ve kesimler arasında hiçbir ihtilaf bulunmadığı anlamına gelir mi? Elbette gelmez.

Öyleyse "Hangi Ehl-i Sünnet?" sorusunun yerinde olduğu bir bağlam bulunduğunu kabul etmek gerekir. O bağlamın çerçevesini ise şöyle çizebiliriz: Delaleti ve sübutu konusunda ihtilaf bulunan nasslar ve esasen hakkında sarih delaletli herhangi bir nass bulunmayan konular.

"Delaleti ve sübutu konusunda ihtilaf bulunan nasslar" ifadesiyle kasdettiğim şudur: Ehl-i Sünnet'in farklı kesimleri, "İman nedir?" sorusuna farklı cevaplar vermiştir. Kimi sadece "Kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır" demiş, kimi de bunlara "azalarla amel"i eklemiştir. "İman nedir?" sorusunun Kur'an ve Sünnet tarafından verildiğini bildiğimiz farklı cevapları vardır ve bu ihtilaf o cevaplardan hangisinin tercih edileceği sorusuna verilen cevaptan kaynaklanmaktadır.

Mesela meşhur "Cibril hadisi"nde iman, "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Allah'a kavuşacağına, peygamberlerine ve diriliş gününe iman etmendir" diye tarif buyurulduğu halde, başka rivayetlerde "namaz kılmak ve oruç tutmak" da imanın cüzlerinden olarak zikredilmiştir. Oysa Cibril hadisinde bu ibadetlerin "iman"dan değil, "İslam"dan sayıldığını görüyoruz.

Burada bir "delalet ihtilafı" söz konusudur. Elbette amellerin imandan olup olmadığı meselesi değindiğim rivayetlere münhasır (mahsus) olarak yapılmamıştır; başka pek çok ayet ve hadis bu çerçevede taraflarca dayanak olarak alınmıştır.

Keza "müteşabih" olarak ifade ettiğimiz "haberî sıfatlar"la ilgili ihtilaf da burada hatırlanmalıdır. Ehl-i Hadis genellikle tevile kapalı bir tutum sergileyerek bu sıfatları zahiri üzere anlama taraftarı olmuş, Ehl-i re'y ise bu nasslara geldiği gibi inanmakla birlikte, tevil kapısını da tamamen kapatmamıştır.

Ebubekir SİFİL

(Devam edecek)

Hangi Ehl-i Sünnet - 2

Ehl-i Sünnet bazı alimlerin başka Ehl-i Sünnet alimler hakkındaki isnatları bağlamında "Hangi Ehl-i Sünnet?" diyen okuyucu sorusunun cevabına devam ediyoruz. Satır ve paragrafların arasında yer alan parantez içi ifadeler, soru sahibi kardeşime internet üzerinden yazdığım cevaba burada yaptığım ilavelerdir.

Sübutla ilgili ihtilafa gelince, birtakım haberî sıfatlar konusunda senedi zayıf bulunmuş ya da mana ile nakledilmiş rivayetleri bu sadette (konuda) zikredebiliriz. Ehl-i Hadis'in bir kısmı bu rivayetlerin kabulü istikametinde tavır belirlerken, Ehl-i re'y genellikle bu türlü rivayetleri Kur'an'a, mütevatir/meşhur hadislere ve Sahabe tavrına aykırı bulduğu için tevil etme ya da zaafları sebebiyle itikada konu etmeme yoluna gitmiştir. ("Ehl-i Hadis-Ehl-i rey" ayrımının mutlak bir ayrışmayı ifade etmediğini, göreceli olduğunu daha önce birçok vesileyle ifade etmiştim. Elbette burada da aynı durum söz konusudur.)

Hakkında sarih delaletli (açıkça işaret eden) herhangi bir nassın (Ayet ve Hadis'in) bulunmadığı hususlara örnek olarak ise kesb, istitaat, ehl-i fetretin akıbeti, Kelamullah'ın mahiyeti... gibi meseleler zikredilebilir.

Bu genel girişten sonra soruda zikrettiğiniz meselelere gelecek olursak; aynı sırayla şunları söyleyebilirim:

1. "Maturidi mezhebi fesatta Mu'tezile'den aşağı değildir" sözü: Hemen belirteyim, burada bir yanlış çeviri var. Doğrusu, "Matüridiyye mezhebi, mefsedette Mu'tezile'den az değildir" şeklinde olmalı. Mustafa Sabri Efendi merhum bu cümleyi, Muhammed Abduh'un Matüridî görüntüsü altında Eş'arîlere ağır sözler sarf etmesi üzerinde dururken kullanmıştır. Abduh, kulun fiilinin menşei ve mahiyeti ve fiilin meydana gelmesinde kulun kesbi ile Allah Teala'nın yaratması meselesi üzerinde durmaktadır. Mustafa Sabri Efendi de bu bağlamda Matüridiyye mezhebinin, Mu'tezile'den daha çürük olduğunu isbat edeceğini söylemekte ve ifadeyi bu bağlamda kullanmaktadır.

Bu ifadenin, yukarıda, "hakkında sarih delaletli herhangi bir nassın bulunmadığı hususlar" cümlesinden olarak zikrettiğim ve hakkında Ehl-i Sünnet arasında ihtilaf bulunduğunu belirttiğim meseleler cümlesinden olduğunu gözden kaçırmamalıyız.

Bu meselede Maturidiyye'nin veya Eş'ariyye'nin mezhebinin çürük/tutarsız olduğunu söylemek ne söyleyeni, ne de kastedilen mezhebi Ehl-i Sünnet'in dışına çıkarır.

2. İmam Ebû Hanîfe'yi "mürcii" olmakla itham eden sadece İmam el-Buhârî değildir. Ehl-i Hadis'in genelinde bu tavır görülmektedir. Sebebi de İmam Ebû Hanîfe'nin, büyük günah işleyen kimsenin küfre girdiğini söylememesi ve mürtekib-i kebire'nin cennete mi, yoksa cehenneme mi gideceği tartışmasında, meseleyi Allah Teala'nın meşietine havale etmesidir. Yani İmam'a göre tevbesiz olarak ölen mürtekib-i kebire'yi (büyük günah işleyen kimseyi) Allah Teala dilerse bağışlar, cennetine koyar; dilerse bağışlamaz, cehennemde azaba duçar eder.

Ehl-i Hadis ise -yazının başında değindiğim "iman tarifi"ndeki ihtilafın bir neticesi olarak- amelin imandan bir cüz olduğunu, büyük günah işleyen veya amellerini aksatmış bulunan kimse tevbesiz öldüğü ve/veya bağışlanmadığı takdirde cehenneme gideceğini söylemiştir. (Ancak Ehl-i Hadis'ten hiç kimsenin, mürtekib-i kebire'ye "mürted" muamelesi yapılacağını, böyle kimselerin ebedi olarak cehennemde kalacağını söylemediğini burada hatırlamak gerekir. Dolayısıyla Ehl-i Hadis bu meselede sureta Mu'tezile ve Havaric ile paralel bir görüntü vermiş olsa da, meselenin aslında onlardan oldukça farklı düşünmüş, Ehl-i Sünnet çerçevenin dışına çıkmamıştır.)

Aslında kime "mürcii" deneceği konusunda ilk devirlerdeki belirsizlikten kaynaklanan bu ihtilaf, Ehl-i Hadis'in genel olarak Kûfe ekolü hakkında kullandığı bir itham malzemesi olarak işlev görmüştür.

Mürcie iki kısımdır

A. Mürcie-i halisa: Kul bir kere iman ettikten sonra hiçbir günah ona zarar vermez ve ahirette azap görmesine sebep olmaz diyenler.

B. Mürcie-i Sünne: Büyük günah işlese veya amelinde aksaklıklar olsa da mü'min kimsenin mutlaka cehennemlik olduğunu söylemeyip, Allah Teala dilerse böyle kimseleri bağışlar, dilerse onlara azap eder diyenler.

Bu anlamda İmam Ebû Hanîfe, hocaları, talebeleri ve genel olarak Hanefî/Maturîdîler mürcii olarak isimlendirilmiştir. Bu isimlendirme, "Ehl-i Sünnet mürciesi" anlamında ise doğrudur; "Mürcie-i halisa" anlamında ise doğru değildir. Kaldı ki Ehl-i Hadis içinde de Kûfe ekolü gibi inananlar vardır. Bu mesele hakkında detaylı bilgi için el-Leknevî'nin er-Ref' ve't-Tekmîl'ine (81-83; 352 vd.) mutlaka bakılmalıdır.

Dolayısıyla İmam Ebû Hanîfe'yi mürcii olmakla itham edenler, İmam'ın o dönemde yaygın mürcie-i halisa'dan olduğu zannıyla bunu yapmışlardır. Daha İmam hayattayken bu ithamla karşılaşmış ve Osman el-Bettî'ye yazdığı mektupta (Risale) bu itham hakkındaki düşüncelerini dile getirmiştir.

İmam, yukarıda belirttiğim anlamda mürcii olduğunu (Mürcie-i Sünne'den olduğunu) kabul etmiş ve Sahabe'nin, hatta Peygamberler'in yolunun da aynı olduğunu söylemiştir. er-Risâle'nin okunmasını tavsiye ederim.

Ebubekir SİFİL

(Devam edecek)

Hangi Ehl–i Sünnet - 3

Mu'tezile, Mürcie gibi bid'at mezheplerin yaygın olduğu Irak coğrafyasında o dönemlerde kimin ne dediğinin herkes tarafından aynı netlikte anlaşılmadığını görmek şaşırtıcı değildir. Şu olay sadece bir örnektir: Abdullah b. el-Mübârek, İmam el-Evzâ'î'nin yanındayken o, "Ebû Hanîfe denen şu bid'atçiyi tanıyor musun?" diye sormuş, İbnu'l-Mübârek bir şey demeden oradan ayrılmış. O gece kaldığı yerde İmam Ebû Hanîfe'nin çözümlerinden derlediği küçük bir risale hazırlamış ve ertesi gün İmam el-Evzâ'î'ye götürüp göstermiş. O, risaleyi okudukça beğenisi artmış ve sonunda, "Meselelerin sonunda adını yazdığın şu en-Nu'man kim?" diye sormuş. O da "İşte o, senin dün "bid'atçi" dediğin Ebû Hanîfe'dir cevabını verince İmam el-Evzâ'î, "Ondan istifade etmeye bak. O sağlam görüşlü birisiymiş" dile mukabele etmiş.

Keza İmam Muhammed el-Bâkır ile İmam Ebû Hanîfe arasında meşhur konuşma da aynı durumu ispatlayan bir başka calib-i dikkat anekdottur. (Bu konuşma, İmam Muhammed el-Bâkır'ın, İmam Ebû Hanîfe'nin Sünnet-i Seniyye'ye muhalif davrandığı şeklindeki duyumları bizzat kaynağından sorarak tahkik etme ihtiyacıyla hareket ettiğini ve işin doğrusunu bizzat araştırdığını göstermesi bakımından önemlidir. İmam Ebû Hanîfe hakkındaki menfi kanaatlerin hiç biri, kendisiyle bizzat görüşmek suretiyle birinci ağızdan tahkik edilerek oluşmuş değildir. Ya ikinci-üçüncü ağızlardan ya da onun yaşadığı dönemden çok daha sonraları oluşmuş/yayılmış "duyum"lardır.)

Yukarıda kısaca söylediklerim İbn Hibbân ve İbn Kuteybe'nin (ve onların durumundaki daha başkalarının) İmam Ebû Hanîfe hakkındaki "irca" (mürcie) ithamı için de geçerlidir.

el-Pezdevî'nin "tecsim" bahsinde birtakım Hanbelîler'le Yahudiler arasında benzetme yapmasına gelince, bu, ona mahsus bir davranış değildir. Daha başkaları da aynı şeyi yapmıştır. Mesele şudur: Allah Teala hakkındaki inançlarında Yahudiler'in tecsimci olduğunu biliyoruz. (Birtakım Yahudi mezheplerinin İslam Kelamı'nın etkisiyle tecsim inancını terk ederek onun yerine tenzihe dayalı bir itikadî çizgi geliştirdiğini biliyoruz. Müstakil yazıların konusu olacak kadar geniş ve önemli olan bu noktada şimdilik detaya girmiyorum.)

Yazının başında çizdiğim çerçeveyi hatırlayın. O paralelde birtakım haberî sıfatlar konusunda "geldiği gibi inanır, yorum yapmayız" noktasında durmayıp, yoruma dalan ve sonuçta "insan biçimli" ya da "cisimlere mahsus özellikler taşıyan" ilah inancına sapan birtakım Hanbelîler veya bir kısım "Ehl-i Hadis" el-Pezdevî'nin bu benzetmede çok da haksız olmadığını göstermektedir. Dediğim gibi, buradaki anlaşmazlık da yazının başında çizdiğim çerçevenin dışında değildir. (Bu mesele de, münhasıran "tecsim" ihtiva den tavır hakkındadır, bütünüyle "itikad" alanını kuşatacak mahiyette değildir.)

Yine el-Pezdevî'nin İmam el-Eş'arî'nin bazı görüşlerinde (yukarıda çerçevesini çizdiğim hususlara giren bazı meselelerde) Ehl-i Sünnet'e muhalif olduğunu söylemesinde de garipsenecek bir durum yoktur.

Hasılı

Temel itikadî umdelerde ayrılık-gayrılık içinde olmayan Ehl-i Sünnet kesimlerin, bunların dışındaki (bunların uzantısı kabilinden) birtakım hususlarda ihtilaf etmiş olması -birbirlerini bid'at ehli olarak suçlamış olsalar bile- bid'at ehli olmalarını gerektiren bir durum değildir.

es-Sübkî, Ehl-i Sünnet'in 3 kesimden oluştuğunu söyler:

A. Maturidi/Eş'ari kelam alimleri ile onların görüşlerini benimseyenler (Fukaha ve Usulcüler de bu maddeye dahildir),

B. Ehl-i Hadis ve

C. Ehl-i Tasavvuf.


Bu üç kesimi bir arada değerlendirmemizi ve tamamını Ehl-i Sünnet saymamızı mümkün/gerekli kılan, yazının başında değindiğim ve sıklıkla atıf yaptığım "temel itikadî umdeler (esaslar)"da aynı zemini paylaşıyor olmalarıdır. Mesela onların tamamı ("Selef"i referans olarak alma tavrının temeli olarak) Sahabe'yi tebcil eder (yüceltir), kabir azabı, şefaat, sırat, mizan... vb. hususlara inanır, Sünnet ve Hadis'i Din'de delil/kaynak olarak kabul eder. (İtikadî ve Fıkhî sahada -detayları ilgili kaynaklarda zikredilmiş olan- metot dahilinde hadisleri bilgi kaynağı ve bağlayıcı deliller olarak görür.)

Bu ve benzeri hususlarda ortak inancı paylaşan Ehl-i Sünnet'in, -mesela- "Allah Teala'nın "tekvin" sıfatı ile "halk" sıfatı arasındaki fark konusunda ihtilaf etmiş olması ve hatta birbirlerini bid'ata düşmüş olmakla itham etmesi onların hiçbirisini Ehl-i Sünnet olmaktan çıkarmaz. Bu gibi ihtilafları ileri sürerek, "Ehl-i Sünnet Ehl-i Sünnet diyorsunuz; aslında ortada Ehl-i Sünnet diye birşey yoktur" demeye getirenler ya meseleyi hiç bilmiyor, ya da bile bile lâfazanlık yapıp kafa bulandırmaya çalışıyor...

İnşaallah bu kadar açıklama yeterli olur.

Vesselamu alâ men ittebea'l-hüdâ.

Ebubekir SİFİL

(Devam edecek)

Hangi Ehl-i Sünnet - 4

Geçen Pazar günü son kısmını zikrettiğim okuyucu sorusunun cevabına eklenmesini uygun gördüğüm birkaç husus var:

Günümüzde "Hangi Ehl-i Sünnet?" sorusu daha ziyade şu bağlamlarda gündeme geliyor:

A. Kendisini "Selefî" olarak niteleyen kardeşlerimizin bir kısmının, münhasıran "haberî sıfatlar" konusundaki kabulün belirlenmesinde öne çıkardığı tutum

B. Yine aynı çevrelerle Ehl-i Tasavvuf arasında rabıta, tevessül gibi konularda yaşanan ayrışma.

Tarihte yaşananları tarihe bırakarak konuşursak, ağırlıklı olarak bu iki başlık altına giren meselelerde yaşanan ihtilaf, günümüzde "gerçek Ehl-i Sünnet"in kim olduğu sorusunun cevabını da şekillendiriyor. Herkes/im bu soruya, bu ihtilaflarda yer aldığı cepheye göre cevap veriyor.

Oysa meseleye şöyle bakmak, bu ihtilafın ortadan kaldırılmasında ya da en azından asgariye indirilmesinde sonuç getirici olabilir:

Madem ki Kur'an ve Sünnet'i dinin iki temel kaynağı olarak kabul ediyoruz; madem ki Kur'an ve Sünnet nasslarının anlaşılmasında aynı Usul-i Fıkıh sistemini benimsiyoruz; madem ki Mu'tezile, Şia, Modernistler gibi ehl-i bid'at karşısında aynı mevkide konumlanıyoruz; madem ki temel itikadî umdeler üzerinde ittifak halindeyiz; madem ki aramızdaki ittifak konuları ihtilaf konularından daha fazla, öyleyse bir araya gelip konuşmamız için hayli önemli sebep ve hayli elverişli bir zemin var.

Birbirimizle uzaktan atışmayı bırakıp, bir araya gelmeyi deneyelim. Bir araya geldiğimizde önce ittifaklarımızı konuşup, kalplerimiz arasında ülfet oluşmasını temin edelim. Bunun ilk adımı, kim kimi tekfir ediyorsa önce bundan vazgeçmesidir. Bu ilk adımı atabilirsek şunu göreceğiz: Her şeyden önce niyetlerimiz halis. İkinci olarak "karşı taraf"ın her söylediğini yanlış/batıl olarak kabul etmek zorunda değiliz. Hatta üzerinde tartıştığımız meselelerde bile her noktada farklı düşünüyor değiliz. Rabıta'nın "örnek alma" maksatlı bir iç disiplin sağlama aracı olarak kullanıldığını/kullanılması gerektiğini ve Kur'an ve Sünnet'le sabit kat'î farzlar derecesinde bir uygulama olmadığını, yahut tevessülün bazı çeşitlerine İbn Teymiyye'nin veya bağlılarının da itiraz etmediğini, haberî sıfatları tevil edenlerin onların aslını inkâr etmediğini, tevil etmeyenlerin de Kur'an ve Sünnet'e aykırı hareket etmeme hassasiyetiyle davrandığını niçin görmezden gelelim ki! Bunları düşünerek birbirimiz hakkındaki düşünce ve ithamları pekala nefsimizde gözden geçirebilir ve "karşı taraf"ın da tamamen haksız veya batılda olmadığını fark edebiliriz. Böyle bakmak, bir araya gelmemizi de kolaylaştıracaktır.

Biz ne yapıyoruz? Ya hiç bir araya gelmiyoruz, ya da bir araya geldiğimizde tartışmak için, karşımızdakinin "putunu kırmak" için silahlarımızı kuşanmış olarak üzere hareket ediyoruz.

Şuna karar verelim: Karşımızdaki kitle kâfir mi, mü'min mi? Kâfir deniyorsa bu bizzat Ehl-i Sünnet'in genel kabullerine aykırı düşer. Ehl-i Sünnet'e göre kimlerin hangi durumlarda tekfir edileceği konusunu bu köşede daha önce pek çok kere ele aldığım için burada bunları tekrar etmeyeceğim. (1)

Ama "mü'min" deniyorsa, o zaman yukarıdan beri yazdıklarım üzerinde tekrar düşünülmelidir. En başta da aramızda mevcut olan "iman kardeşliği" dışında, bir de Ehl-i Sünnet'e dahil olmanın oluşturduğu bağ var demektir. Bu bağın somut yansımalarını görmek için İmam Ebû Hanîfe'nin eserlerini, o eserlerdeki tavrı mutlaka çok iyi görmek ve içselleştirmek durumundayız.

Bu elbette kolay değil. Yılların, hatta yüzyılların biriktirdiği önyargılar, yaşanmış müessif hadiseler ve nesilden nesile nakledile gelen bir birikim var. Bunları aşmak ve bir zeminde buluşmak elbette zor. Ama yine de herkes kabul eder ki, ortak hassasiyetlerimiz, kabullerimiz, problemlerimiz ihtilaflarımızdan fazla.

Bir araya geldiğimizde ne yapacağız, nereden başlayacağız?

İttifaklarımızı, mesela üzerinde ittifak ettiğimiz alimleri, eserleri, olayları konuşarak başlayabiliriz. Bunların konuşulduğu, müzakere edildiği etkinlikler düzenleyip birbirimizi davet edebiliriz. Hatta birbirimize sadece selam verip çay içmek üzere gidip gelebiliriz. En az bunun kadar önemlisi, hediyeleşebiliriz...

Samimi olarak hayata geçirildiğinde bütün bunların aramızdaki buzların erimesine vesile olduğunu, kalplerimizde birbirimize karşı sıcak bir muhabbetin oluşmasına katkı sağladığını rahatlıkla görebiliriz. Yeter ki kendimize ve "karşıdakine" bu imkânı tanıyalım.

Aramızdaki ihtilaflar ne olacak? diye sorulacak olursa şöyle derim: Birbirine düşman olanların konuşarak problem çözmesi imkânsızdır; ama birbiriyle mü'minane ilişki içinde bulunanların konuşarak pek çok problemi çözmesi mümkündür. Yeter ki birbirimizden emin olalım ve aramızda bir "kardeşlik hukuku" tesis edebilelim.

Belki bu, aramızdaki ihtilaf konularının tamamının çözülmesi sonuncu doğurmayacak. Ama önemli olan bizim kardeş olduğumuzu yeniden hatırlamamız, hissetmemiz ve yaşamamız değil mi? Varsın bazı meseleler muhtelefun fih kalsın!...

1 www.ebubekirsifil.com adresindeki arama motoruna "tekfir" yazıp aratılırsa ilgili yazılara kolayca ulaşılır.

Dr. Ebubekir Sifil / 25 OCAK 2009 Pazar
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
İmam İbnu Subkî, “Şerh-u Akîdet-i İbn-il-Hâcib” adlı eserinde diyor ki:

"Ehli Sünnet vel Cemaat, bir tek akîde (iman) üzerinde ittifak ettiler. Allah Teâlâ'nın hakkında vacib, caiz ve muhal (imkansız) olan sıfatlarda ihtilaf (anlaşmazlık) etmediler. Ancak bu itikada ulaşabilecek bazı meselelerde ihtilaf ettiler. Yani delillerde ihtilaf ettiler. Uzun araştırmalardan sonra anlaşılıyor ki Ehli Sünnet vel Cemaat üç taifedir:

Birincisi, ehli hadistir. Bunlar, sadece Kitab ve Sünnete dayanırlar; bundan başkasına iltifat etmezler. Bunların delilleri, Kitab, Sünnet ve İcmâ-i ümmettir (Bir konu hakkında Sahabenin ve muteber Ulemanın birleşmelerine, aynı anlam ve sözü kabul etmelerine İcma denir)

İkincisi, fikir, sanat ve aklî delillerle meselelerini muhkemleştiren (sağlamlaştıran) taifedir. Bunlara Eş'ârî ve Hanefî denilir. Eş'ârilerin imamı, Ebu-l-Hasen el-Eş'ârî; Hanefîlerin imamı ise, Ebû Mansûr el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî delillerde ve maksatlarda müttefiktirler. Sem'î (işitilen, nakledilen) delillerden aklın mümkün gördüğü meselelerde de müttefiktirler. Ancak maksad olan bazı itikâdî meselelerin delillerinde, mesela tekvin (Allah'ın yaratma sıfatı) ve taklid (uyma) meselelerinde ihtilaf ettiler.

Üçüncüsü, keşif ve ehli vicdan taifesidir. Bunlara sufiyye (Ehli Tasavvuf) denilir. Sufîler de bidâyette (önceleriyle), ehli nazar ve istidlal (delillere bakma), Yani Eş'ârî ve Matûrîler gibidirler. Nihayette (sonunda) ise, keşif ve ilhamla hükmederler. (Öncelikle delillere inanırlar, sonra o delilleri tafsilatıyla keşif ve müşahade ederler)

Hafız Zebîdî diyor ki:

“Malum olsun ki, İmam Ebu-l-Hasen el-Eş'ârî ve İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî radıyallahu anhumâ, indî (keyfi ve kendine göre) meselelerden son derece sakındılar. Bir bid'ati (Sünnetin aksini) ihdas etmediler (ortaya çıkarmadılar). Mezhebleri, Ashab, Tabiîn ve Tebei Tâbiîn'in yolundan ayrılmamıştır. Bilakis Selefin (hayırlı üç neslin) itikadlarını, aklî ve naklî delillerle esaslaştırdılar. (Mezheb haline getirdiler) Mesela İmam Eş'arî, İmam Şâfiî'nin görüş ve ictihadlarını, açık nasslarla teyid ederek (destekleyerek) mezhebine yardım etmiştir. İmam Mâturîdî ise, aynı yolla İmam Ebû Hanîfe'nin mezhebini aklî ve naklî delillerle takviye etmiştir (kuvvetlendirmiştir). Her ikisi de ehl-i bid'atle savaşmışlar ve Allah Teâlâ onları muvaffak (başarılı) kılmıştır. Filhakika (işin doğrusu) cihadın aslı da, bunların yaptıkları cihaddır. Bu takdirde bunlara intisab (bağlanıp yollarından gitme), Ashab, Tabiîn ve Tebei Tabiîn'e (Selef-i Salihine) intisabdır.

Bunlara bağlanmak, Onlara bağlanmaktır. Nitekim İzz-ubnu Abdisselam diyor ki: "Şâfîler, Malikîler, Hanefîlerin kısm-ı a'zamisi (bir kısmı) ve Hanbelîlerden ehli fazilet, İmam Eş'ârî'nin itikadı üzere icma' ettiler (birleştiler). Nitekim İmam Eş'ârî'nin muasırlarından (çağında yaşayanlardan) Ebû Amr-ubn-ul-Hâcib, Mâlikî olduğu halde ve Hanefîlerin şeyhi olan Şeyh Cemâleddîn de Hanefî olduğu halde, Eş'ârî'nin itikadı gibi eser yazdılar." İmam Takyeddîn İbnu Subkî, İbnu Abdisselam'ın bu naklini tasvib etmiştir (doğru olduğunu kabul etmiştir).

Onların zamanından şu ana kadar, onlardan hiçbir âlim, hiçbir alimi tekfîr (küfürle suçlama), tebdî' (kötüleme) ve tesfîh etmemiştir (sefih, düşük saymamıştır). Bu da onların Hak yol üzerinde olmasına delildir.

Hasılı, Ehli Sünnet vel Cemaat'e, sapıkların düşmanlığının yegane (tek) sebebi, tatbîk-i İslamdan (İslam'ı yaşamaktan) aciz kalmalarıdır. Onların acizlikleri, onları sevgiden çevirip düşmanlığa saptırmıştır. Önüne gelen kitap yazar; karalar, çizer. Kimisi "bilim adamı" der; kimisi "Ayet, Hadis" der. Buna dikkat çekmeliyiz. Ehli Sünnet vel Cemaatin itikâdı ve amelî ölçüleri, tevâtür (yalan söylemesi olmayan bir topluluk tarafından) senedlerle zamanımıza ulaşmıştır. Fırka-i Nâciye de (kurtulacak olanlar da), Ehli Sünnet vel Cemaattir.

Allah'ın Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bu fırkayı (ana yolu):

Benim ve Ashabımın üzerinde olduğumuz şey (itikad, amel ve ahlak) üzerinde olanlar.”

cümlesiyle beyan etmişlerdir. Ashâb-ı Kirâmın itikadı, ahlakı üzere olup, ma'rûfu (Şeriatın makbul kıldıklarını) emreden, münkerattan (yasaklardan) sakındıran ve kebâiri (büyük günahları) terk eden, onlar gibi ibadet eden, Ehli Sünnet vel Cemaattir. Onların yolunda olmak farzdır.

Kaynak: Dilara yayınları “Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür” isimli eserden
 
Üst