Ehl-i sünnet olmak için

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Ehl-i sünnet olmak içinSual: Türkiye’de ve dünyada çeşitli gruplar var. Hemen her grup (Sadece ehl-i sünnet olan biziz) diyor. Grupların Ehl-i sünnet olup olmadıkları nasıl bilinir?
CEVAP
Bilinmesi çok kolaydır. Çünkü Ehl-i sünnet itikadı bellidir. Bunlara inanan Ehl-i sünnettir, inanmayan bid’at ehli veya kâfir olur. Ehl-i sünnet itikadından önemli olanlardan bazıları şunlardır:

1-
Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]

2-
Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]

3-
İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]

4-
Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.

5-
Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]

6-
Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]

7-
Kabir suali ve kabir azabı haktır.

8-
Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.

9-
Evliyanın kerameti haktır.

10-
Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)

11-
Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.

12-
Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.

13-
Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.

14-
Peygamberler günah işlemez.

15-
Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.

16-
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hz. Âdem’in, Hz. Şit’in, Hz. İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hz. Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]

17-
Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.

18-
Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.

19-
Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]

20-
Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hz. Mehdi’nin geleceğine, Hz. İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.

İmam-ı a’zam hazretleri (Kıyamet alametlerine tevilsiz inanmalı) buyuruyor. (Fıkhı ekber)
Bir hadis-i şerif meali:
(Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]

Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.

21-
Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.

22-
Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.

23-
Mest üzerine mesh etmek caizdir.

24-
Sultana isyan caiz değildir.

(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mek. Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)


Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual:
Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem, mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur muyum?
CEVAP
Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.) [Müminun 53 ve Rum 32]

Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini Peygamber efendimiz bildirmiştir:
(Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)

Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.


Ölmeden önce itikadı düzeltmek lazımdır
Sual:
Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu hususu açıklar mısınız?
CEVAP
İtikadımızı düzeltmeliyiz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir.) [m.193]

Yine imam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür. Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma itikadda gevşek davranmak affolunmaz.
Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]
O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir.) [C.2, m.67]

Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.

Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman olup tevbe ederse, yine müslüman olur. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölen affolunmaz. Fakat, hayatta iken, defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolunur
 

ebumusab

Üye
Katılım
9 Eki 2006
Mesajlar
252
Tepkime puanı
90
Puanları
28
selamun aleyküm
hocam müsade ederseniz bir kaç soru soracam inşaallah biz aydınlatırsınız

2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]

ahmed bin hambel ra he göre namaz kılmayan mürteddir
vahhabilermi ahmed bin hambel mi yanlış yapıyor


Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.

eğer bize bildirilmemişse başkasına bildirildiğinden nasıl emin olucaz

10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)

aşereyi mübeşşere neyi ifade ediyor inşaallah cennettedirler ile cennettedirler in farkı nedir

19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]


buna nasıl bir delil gösterebilirsiniz yardım istemeyi kastediyorum

24- Sultana isyan caiz değildir.

kimden olana

Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.

imamı azam ra ehli sünnetmidir eğer öyleyse imamı buhari imamı azam ın ravisi bulunduğu hadisleri neden almamıştır

ben hanefi mezhebinin bir mukallidiyim tahkike geçis sıkıntısı çektiğimden cevablarsanız sevinirim
selamun aleyküm
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
son sorudan baslamak lazim ozaman cevablamaya once bir imami azamin hayatini incele ozaman mukallidi oldugun mezheb imaminin ne derecede kamil bir zat oldugunu gor inss.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İmam-ı a’zam Ebu HanifeEhl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.

Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.

Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehid edildi.

Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hz. Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hz. Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.

İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.

O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu.

Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.

İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”

İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı a’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.

İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.

Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.

Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hz. Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hz.Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.

(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:
“Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer’den; Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”

İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.

İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.

İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule [öğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.

Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.

İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.

Böylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.

İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu.

Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir.

İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.

İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.

İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.

İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur:
“Bütün Müslümanlar imam-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)

Ömrü boyunca sapıklarla da mücadele etti
İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.

İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.

Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.

Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.

Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir) buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Âdem
(aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)

(Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)

(Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin Sabit’tir.)

(Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)


Hz. Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.

İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.

Abdullah ibni Mübarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi.

Veki' der ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”

Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”

Bekir İbni Maruf der ki:
“Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”
(Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)

Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”

Yezid ibni Harun der ki:
“Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”

Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”

Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:
(Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)

Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”

İbni Üyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.

Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”

Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:
“Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”

İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:
“Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”

Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;
“Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurdu.

İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurdu.

İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurdu.

İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.

İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.

Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:
Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:
“İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”

İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:
“Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”

Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:
“İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir Peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”

Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;
“Şeriatın ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her milletin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devrinin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mücahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)

Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.

İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahü teâlâ anh)

Takvası ve menkıbeleri

Onu Hz. Ebu Bekir’e benzetirlerdi
İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hz. Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahü teâlâya hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hz. Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmazdım.”

İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.

Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.

Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.

Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı a’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”

Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir
İmam-ı a’zam, bir gece rüyasında Peygamber efendimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbni Sirin; “Sırtını aç göreyim” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “Ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamber efendimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “Ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu” dedi.

Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.

Sabah ezanına kadar
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girdi.

Annemin emrine muhalefet etmem
İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.

O, burada fıstık yemesini öğreniyor
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalb gözüyle görürdü” dedi ve hocama rahmetle dua etti.

Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden birisi, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeye başladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince huzurundakilerden birisine bunun meclisine gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temizleyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır derse hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)

Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ücret almaya hakkı var mı?
- Evet ücret alır.
- Hata ettin, öyle değildir.
- Hayır ücret alamaz.
- Yine hata ettin, öyle değildir.

Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun geldiğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
- Evet...
- Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü kendisi için temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.

Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdullah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
- Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gümüşü olanındır.

Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize göre Hz. Ali'dir, size göre ise Hz. Ebu Bekir’dir. (Radıyallahü anhüma)
- Nasıl olur?
- Çünkü Hz. Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık Hz. Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hz. Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.

Eğer kıyas ederek söyleseydim
İmam-ı azamın hadislere önem vermeyip kıyasla amel ettiği söyleniyor. Bunda asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden birisi şöyledir:
Hz. Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine gelip dedi ki:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun için geldim.
- Bundan Allahü teâlâya sığınırım.

Sonra Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup edeple sordu :
- Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.

- Dinimize göre kadının hissesi ne kadardır?

- Erkeğin yarısı kadardır.

- Bakın, eğer kıyas ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim. Kadın zayıf olduğu için ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin söylediğiniz gibi bildirdiğime göre, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu göstermez mi?
- Evet hadis-i şerife aykırılık yok.

Hazret-i İmam tekrar sordu:
- Namaz mı efdaldir, oruç mu?
- Elbette namaz efdaldir.

- Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı göstermez mi?
- Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.

- Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?

- Elbette idrar necistir.

- Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıkınca değil, idrar çıkınca gusletmeyi söylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.


Bu konuşma üzerine Muhammed bin Hasan hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp onun alnından öptü. Bu olayda gösteriyor ki, âlimi ancak âlim anlar.

İmam-ı a'zam hazretlerinin her sözü, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile idi. Bir kimse, dört mezhep imamının sözlerini, kıskanmadan ve inat etmeden, insaf ile incelerse, her birinin, gökteki yıldızlar gibi olduklarını görür.

İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
Nass [yani âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz, zaruret olmadıkça kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, önce Kur'an-ı kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı kiramın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak, kıyas yaparak cevabını buluruz.

İmam-ı a'zam hazretleri hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyas ettikten sonra, Hz. Ebu Bekrin sözünü işitirse, kendi reyini bırakıp, O söze uygun cevap verirdi. Bütün Eshab-ı kiram için de böyle yapardı.

Numan’ın kölesi
Büyüklerden birisi anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğunu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.

İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.)

İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.

Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)

Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.

Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.

- O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.

Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.

- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?
- Hiç birisi değildir.

- Ya hangi dindendir?

- La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha duçar oldular.

- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.

- Bu üç haslet imandır.

- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?

- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.

- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?


Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.

Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kâfi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?

- İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...

- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
- Peki kabul ettik.

- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...

- Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...

- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.

Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.

Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?

Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)

Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:

“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek] kendisine ağır gelir.”

“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”

“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Allahü teâlâ bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”

“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”

“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”

“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”

“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”

Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:

“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”

Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”

İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şöyledir:
“Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.

Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.

Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları koru.

Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide gel.

Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.

Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.

İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et .”

Vefatı
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehid oldu.

Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:
“Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.

Eserleri:
İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.

1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye:
İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2- El-Fıkh-ul-Ekber:
Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3- El-Fıkh-ül-Ebsat:
İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4- Er-Risale li Osman Büsti:
Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.

5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim:
Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6- Vasiyyet-i Nukirru:
Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.

7- Kaside-i Numaniyye
8- El-Asl
9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Evet hepsi Cennetliktir. Allahü teâlâ, onlara en güzel mükafatı vereceğine yani Cennete koyacağına dair söz verdi. (Hadid 10) Âyette, ve küllen vaadallahü hüsna buyuruldu. Yani, Allah hepsine Cenneti söz verdi demektir.
Âyet-i kerimede yine buyuruluyor ki:
(Muhacirlerin [Mekke’den hicret eden eshabın] ve Ensarın [Medine’de muhacir eshaba yardım edenlerin] önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allah razıdır ve bunlar da, Allah’tan razıdır. Allah bunlar için, altından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. Bunlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır.) [Tevbe 100]

Allahü teâlânın zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Razı olması da sonsuzdur. Allah, Eshabdan birkaç sene razı olup sonra vazgeçmez. Hepsinin Cennetlik olduğunu bildirdiği gibi ayrı ayrı da bildirdi.

Mesela ağaç altında biat eden 1400 eshabdan razı olduğunu da bildirdi:
(Ağaç altında, sana söz veren müminlerden, Allah razıdır.) [Fetih 18]

Resulullah efendimiz, (Ağaç altında sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez) buyurdu. Bu biate, (Biat-ür-rıdvan = Razı olunan biat) denir. Çünkü Allah bunlardan razıdır. (Meâlimüttenzil)

Eshab-ı kiramdan büyük günah işleyenlere bir örnek verelim:
Hatib bin Ebi Beltea hazretleri, Saire isimli casus bir kadınla Mekke’deki müşriklere, Mekke’nin fethi için hazırlık yapıldığını bildiren bir mektup gönderdi. Vahiy ile durumu öğrenen Resulullah, üç kişiye emretti. Onlar da, kadına yetişip, mektubu istediler. Kadın “Bende mektup yok” dedi. “Resulullah yalan söylemez, mektubu çıkar. Yoksa...” diyerek tehdit edilince, kadın örülü saçlarının arasındaki mektubu çıkarıp verdi. Mektup getirilince Peygamber efendimiz, Hz. Hatibe niçin böyle yaptığını sordu. Hatib Radıyallahü anh, (Mekke’de çoluk çocuğum var. Müşriklerin bir zararı dokunmasın diye bunu yazdım) dedi. Hz. Ömer (Ya Resulallah, izin ver, hemen şunun kellesini uçurayım) dedi. Fakat Peygamber efendimiz (Allahü teâlâ, Bedir gazasında bulunanlara "İstediğinizi yapın! Sizin her işinizi affettim" buyurdu. Bu Bedir ehlindedir) buyurunca, Hz. Ömer, böyle söylediği için ağladı, pişman oldu, tevbe istiğfar etti.

Bir örnek daha:
Eshab-ı kiramdan Sabit bin Kays bin Şemmâs, ses tonu yüksek idi. Hücurat suresinin, (Ey iman edenler, seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle konuşmayın. Farkına varmadan amelleriniz boşa gider) mealindeki ikinci âyeti inince huzur-ı saadete artık gelmedi. Resul-i Ekrem efendimiz, haber gönderip çağırttı. Ona gelmeyiş sebebini sorunca. Hz. Sabit, “Ya Resulallah, bu âyet inince amellerimin boşa gideceğinden korktum. Çünkü ses tonum yüksektir” dedi. Resulullah buyurdu ki:
(Sen o mevkide değilsin. Sen eshabımdansın, sen hayr ile yaşayıp hayr ile de öleceksin. Sen Cennet ehlisin.) [Beydavi, Medarik, Buhari, Müslim]

Bu husus, bundan sonraki âyet-i kerime ile de bildirildi:
(Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, Allah'ın kalblerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük mükâfat vardır.) [Hücurat 2] (Büyük mükafat, Cennette büyük makamlara kavuşmak demektir.)

Kalbini mi yardın?
Sual:
Şevahid-ün-nübüvve kitabında şu menkıbe anlatılıyor:
(Hicretin 7. yılında, Mahlem bin Cesame, Amir Eşcaiyi iman ettikten sonra öldürdü. Resulullah, Mahlem bin Cesame’yi azarlayarak, (Kelime-i şehadet getiren bir Müslümanı niçin öldürdün?) buyurdu. Mahlem bin Cesame; (O, ölümden korktuğu için kelime-i şehadeti söyledi) dedi. Resulullah efendimiz, (Sen onun kalbini yarıp da baktın mı? Korkudan söylediğini nereden bildin? Dil kalbin tercümanıdır) buyurup ona beddua etti. [Kalbini yarsam ne görecektim diye edepsizce cevap verdiği rivayeti de vardır.]
Bir hafta sonra Mahlem bin Cesame öldü. Defnettiler. Yer cesedini kabul etmeyip, dışarı attı. Beş defa defnettiler, yine yer kabul etmedi. Sonunda tenha bir yere bıraktılar. Bu durum Resulullaha haber verilince, (Yer ondan daha kötülerini kabul eder. Bu hâl size Kelime-i şehadetin şerefini bildirmek için vuku buldu) buyurdu.)
Menkıbeden bu kişinin mürted olarak öldüğü anlaşılıyor. Mahlem bin Cesame sahabeden değil miydi? Sahabe mürted olmayacağına göre bu olayın açıklaması nedir?
CEVAP
Bu kişinin münafık olduğu anlaşılmaktadır. Müslümanların camisine gelen kimseye Müslüman denir, hem onlarla beraber cihad ettiğine göre Müslüman kabul ediliyordu, ama Allah rızası için cihad etmediğini ve münafıklığını bu olay göstermiştir. Peygamber efendimiz, mucize ile onun münafık olduğunu anlayıp beddua etmiştir.

Salebe’nin de, zekat vermeyince münafık olduğu meydana çıkmıştı.

Aralarındaki bir anlaşmazlıktan dolayı, bir Müslüman, bir Yahudi ile gelip, Resulullahtan Yahudi ile kendisi arasında hakem olmasını istiyor. Resulullah efendimiz de Yahudi lehine karar verince, Müslüman bilinen kimse kabul etmiyor, bir de, Ömer’e gidelim diyor. Hz. Ömer, Yahudi ile gelen kimsenin münafık olduğunu anlayınca, (Resulullahın hükmüne razı olmayanın hakkı kılıçtır) diyerek boynunu vuruyor. Bu olaydan sonra, hakkı bâtıldan ayıran anlamına (Faruk) unvanını alıyor.

Bu olaylar onların münafıklığını ortaya çıkarmıştır. Yoksa Eshab-ı kiramdan hiç biri mürted olmaz.

Eshabın hepsi Cennetliktir
Sual:
Kuzman ismindeki bir sahabi, savaşta katledilince Eshab, Cennetliktir dedi, Resulullah (Hayır o Allah için değil kahraman desinler diye çarpıştı, o yüzden şehit değildir) buyurdu. Eshabın hepsi Cennetlik değil midir, sahabi nasıl şehit olmaz? Sonra sahabi nasıl kahraman desinler diye savaşır?
CEVAP
Evet sahabenin tamamı Cennetliktir. Hepsi de savaşta ölürse şehit olur.Kuzman veya Kazman, sahabiden değil idi. Münafık idi. Şevahid-ün-nübüvve kitabında diyor ki:
Eshab-ı kiram Uhud savaşına gidince, Kuzman gitmedi. Kadınlar, (Anlaşılan senin bizden farkın yok) dediler. Bu söz onun nefsine çok dokundu. Gidip savaşa katıldı. Müthiş bir şekilde savaşıyor, Kaçıp âleme rezil olmaktansa savaşıp ölmek daha iyi diyordu. Öyle savaştı ki, müşriklerden yedi kişi öldürdü. Kendisi de yaralandı. Eshab-ı kiramdan bazıları onu savaş sırasında yaralı halde görüp şehitlik sana afiyet olsun dediler. Bunun üzerine Kuzman şöyle dedi:
(Ben din için savaşmadım. Kureyşin galip gelerek hurma bahçelerini harap etmelerinden korktuğum için ve daha başka sebeplerle savaştım.)

Yaraları çok acı veriyordu, kılıcını göğsüne dayayıp intihar etti. Sahabeden bazıları onun durumunu bilmedikleri için Resulullaha, Kuzman müşriklerden yedi kişi öldürüp şehit oldu, dediler. Resulullah, (O Cehennem ehlidir) buyurdu. Sonra Kuzman’ın gerçek niyetini açıklayıp, “Ben Allah’ın Resulüyüm, Allahü teâlâ bana dilediklerini bildirir” buyurdu. Bundan sonra Eshab-ı kirama dönüp “Allahü teâlâ bu dini facirlerle de elbette kuvvetlendirir” buyurdu. (Şevahid-ün-nübüvve)

 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
hele birde aserei mubessereden olduklari dunyadayken cennetlikle mujdelenen sahabeler icin cennetliktir sozu neden dogru olmasinki efendimizin mujdesi bir kere o kendindemi konustu hasa ki vesvese edelim muslumanin kelime manasi teslim olan demektir hz ebubekiri siddiki ornek alalim ins
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Mürted olmaktan korkmalıSual: Mürtedlik hakkında kâfi bilgi verir misiniz?
CEVAP
Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olana veya ana-babası müslüman olup da, kendisi müslüman olmayana mürted denir. Müslüman evladı oldukları halde, Müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, Müslümanlığı beğenmeyenler, ilerlemeye engel diyenler de mürteddir.

Yeni müslüman olan kimsenin veya akıl-baliğ olan müslüman evladının, önce Kelime-i şehadet söylemesi, bunun manasını öğrenip inanması, sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikadı öğrenip, bunlara inanması, daha sonra da İslam’ın beş şartını ve helal-haram olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanıp uygun yaşaması gerekir. Bunları öğrenmek ve uymak gerektiğine inanmayan, önem vermeyen mürted olur. Yani kelime-i şehadet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur.

Bir müslümanın baliğ olan çocuğu imansız ise, mürted olur. Mürtedin baliğ çocuğu, imansız ise kâfirdir, mürted değildir.

Nass veya icma ile bildirilmiş olan harama önem vermeyenin imanı gider, mürted olur.

Dine önem vermemek
Bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerinden birine bile uymak istemezse, yani beğenmez, vazife olduğuna önem vermez ise, hafif görürse, imanı gider, mürted olur. (Namaz kılmıyorsam, içki içiyorsam ne çıkar, sen kalbe bak, kalbim temiz) demek veya, (Önce ekmek parası ve herkese iyilik, sonra namaz) gibi sözler, emirlerin bir kısmını beğenip, bir kısmını beğenmemektir. Bu ise küfürdür. Her müslüman bu inceliğe dikkat etmelidir. Emre uymamak başka, uymak istememek başkadır.

Helal-haram ayırmayan, farzı yapmaya, haramdan kaçınmaya önem vermeyen mürted olur.

Cahillerin de bildiği ve sözbirliği ile bildirilmiş olan bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı için, la ilahe illallah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan da sakınsa, buna ehl-i kıble denmez. Müşrik, mürted ve dinsizin kestiği hayvan leş olur, yenmez. Mürtedin hiçbir ibadeti sahih olmaz.

Nikahlı müslüman bir kız, baliga olduğu zaman, Müslümanlığı bilmezse, nikahı bozulur. Yani mürted olur. Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrar etmeli ve (bunlara inandım) demelidir. (Dürr-ül-muhtar)

İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken diyor ki:
Kız küçük iken, ana-babasına tâbi olarak müslümandır. Baliga olunca, ana-babasının dinine tâbi olması devam etmez. İslamiyet’i bilmeyerek baliga olunca, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhid söylese, yani (La ilahe illallah Muhammedün resulullah) dese, müslüman olmaz. (Amentü billahi...) de bulunan altı şeye inanan ve (Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının hepsini kabul ettim, beğendim) diyen kimse müslüman olur.

Her müslüman, çocuklarına Amentü’yü ezberletmeli, manasını iyice öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse, baliğ olduğu zaman müslüman olmaz, mürted olur.

Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba'sü ba'del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.

[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]

Bir kız, bir kâfirle evlenmeye karar verirse, hemen kâfir olur. İlerde kâfir olmaya niyet eden ve küfre sebep olan şeye inanan da hemen mürted olur.

Mümin bir erkek, dinsiz bir kadınla evlenmeye niyet edince hemen mürted yani dinsiz olur. Bir kız veya kadın da, müslüman olmayan bir erkekle evlenmeye karar verince, hemen imanı gider. (R. Muhtar)

Kocası mürted olan kadın, iddet zamanı bitince, başkası ile evlenebilir.
Kadınların birbirlerine avret yeri, erkeğin erkeğe avret yeri gibidir. Şehvet ile bakması haram olur. Müslüman kadının, gayrı müslim, mürted ve fasık kadınların ve mürted amca ve dayının yanında örtünmesi üç mezhepte farzdır, Hanbeli’de caizdir.

Müslüman ana-baba mürted olsa, çocuklarını dar-ül-harbe götürmezlerse, çocuklar müslüman kalır. Dar-ül-harb, Fransa, İngiltere gibi kâfirlerin yaşadığı yerlerdir. Kâfir ve mürted kadınların, baş, kol ve bacaklarına bakmak, dar-ül-harbde de haramdır.

Mürted ana-babanın elini kerhen de olsa öpmek caiz değildir. (R. Muhtar)

Mürted, yahudi ve hıristiyandan daha kötüdür. Çünkü yahudi ve hıristiyanın kestiği hayvan yenir, fakat mürtedin kestiği yenmez. Yahudi ve hıristiyan kız ile evlenilebilir, fakat mürted olan kız ile evlenilmez. Mürted olan erkek, müslüman kadınla evlenemez.

Küfürden sakınmalı!
Mürted, tevbe etmeden ölürse, Cehennemde ebedi olarak azap görür. Bunun için, küfürden çok korkmalı, az konuşmalıdır! Hadis-i şerifte, (Hep hayırlı, faydalı konuşun veya susun) buyuruldu. (Buhari)

Bir kimse, imanım var dese, fakat küfürden teberri etmese [uzaklaşmasa] mürted olur. Buna münafık gözü ile bakılır. Kalbde iman bulunması için, küfürden teberri gerekir. Bu teberrinin en aşağı derecesi kalb ile teberridir. En iyi derecesi de, kalbdeki ayrılığı söz ile, hareket ile belli etmektir.

Mürtedin önceki ibadetlerinin sevapları yok olur. Tekrar imana gelirse, zengin ise, yeniden haccetmesi gerekir. Malları kendisine geri verilir. Namazlarını, oruçlarını, zekatlarını kaza etmesi gerekmez. Mürted olmadan önce, kazaya bırakmış olduklarını kaza etmesi gerekir. Çünkü mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz. Mürted, imana gelirse, mürted iken kılmadığı namazlarını kaza etmez. Çünkü kâfirler dinin emir ve yasaklarıyla mükellef değildir. (Hindiyye)

Mürted, La ilahe illallah demekle, namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle, hayrat ve hasenat yapmakla müslüman olmaz. Bunların ahirette hiç faydası olmaz. İnkârından, yani inanmadığı şeyden tevbe etmesi, pişman olması gerekir. Mürted olacak şeyi yaptığını inkâr etmesi tevbe olur. Tevbe etmeden ölürse, Cehennem ateşinde ebedi olarak azap görür. (Hadika)

Rahmete kavuşabilmek için
Ahirette Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmek için, iman ile ölmek gerekir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilenlere uygun imanı olmayan ve haramlardan sakınmaya ve İslamın beş şartını yapmaya önem vermeyen, kulluk vazifeleri olduklarına inanmayan, beğenmeyen kimsenin imanı gider. Mürted olur. Duaları kabul olmaz. Ehl-i sünnet itikadında olmayana (Bid'at ehli) denir. Bunun yaptığı ibadetleri sahih olup borçtan, azabından kurtulur ise de, vaad edilmiş olan sevaplarına kavuşamaz. Ahirette, dünyada yapmış olduğu iyiliklerin, hayrat ve hasenatının karşılığına kavuşamayacaktır. Dünyadaki iyiliklerinin karşılıklarına kavuşmak isteyenin, hemen tevbe etmesi, imanını düzeltmesi gerekir.

Farzları yapmayanın hâli
Sual:
Farzları yapmayanın imanı gider mi?
CEVAP
Farzlara önem verip, tembellikle yapmayan kimse, mürted olmaz. İmanı gitmez. Fakat, bir farzı yapmayan müslüman, iki büyük günaha girer.

Birincisi, o farzın vaktini ibadetsiz geçirmek yani farzı geciktirmek günahıdır. Bunun affolması için tevbe etmek, yani pişman olmak, üzülmek, bir daha geciktirmeyeceğine karar vermek ile olur.

İkincisi, bu farzı terk etmek, yapmamak günahıdır. Bu büyük günahın affolması için, bu farzı hemen kaza etmek, yani vaktinden sonra hemen yapmak gerekir. Kazayı geciktirmek de, ayrıca büyük günah olur.

Farzın vakti geçtikten sonra, bu farzı yapacak kadar zaman içinde bu farz özürsüz olarak kaza edilmezse, geciktirme günahı bir misli artar. Bundan sonra, yine bu kadar zaman içinde kaza etmezse, bir misli daha artar. Böylece, farzı yapacak kadar zamanların herbiri geçtikçe, günahlar, kat kat artarak, sayılamayacak ve düşünülemeyecek kadar çoğalır. Bir farzın kazası özürsüz olarak yapılmayınca, günahı böyle artıyor. Mesela beş vakit namaz için, bir günde, yukarıda bir farz için bildirilenin beş misli çoğalıyor. Aylarca, senelerce kılınmayan namazların günahlarının ne kadar çok olacağı, buradan anlaşılabilir. Bu müthiş, bu korkunç günahların altından kurtulabilmek için, her çareye
başvurmak gerekir.

İmanı olan ve aklı başında olan kimsenin gece gündüz kaza namazı kılarak, Cehennemdeki namaz kılmamak azabından kurtulması için çalışması gerekir. Çünkü, özürsüz olarak, tembellikle, üşenerek kılınmayan bir namaz için, yetmişbin sene, Cehennemde azap çekileceği bildirildi. (İslam Ahlakı)

Küfre sebep olan şeyden tevbe etmedikçe
Sual:
Müslüman olduğunu söyleyen, fakat sözlerinde veya yazılarında küfrü gerektiren bir şey görülen kimseye karşı nasıl hareket etmek gerekir?
CEVAP
Müslüman olduğunu söyleyen veya cemaat ile namaz kılarken görülen bir kimsenin müslüman olduğu anlaşılır. Sonra, bunun bir sözünde, yazısında veya bir hareketinde, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri iman bilgilerine uymayan bir şey görülürse, bunun küfür veya dalalet olduğu kendisine anlatılır. Bundan vazgeçmesi, tevbe etmesi söylenir. Kısa aklı, bozuk düşüncesi ile cevap verip vazgeçmezse, bunun sapık veya mürted olduğu anlaşılır. Namaz kılsa, hacca gitse, her ibadeti ve iyiliği yapsa da, bu felaketten kurtulamaz. Küfre sebep olan şeylerden vazgeçmedikçe, bundan tevbe etmedikçe, müslüman olamaz.

Her müslüman, küfre sebep olan şeyleri iyi öğrenerek, mürted olmaktan korunmalı, kâfir olanları ve müslüman görünen yalancıları iyi tanıyıp, zararlarından sakınmalıdır!

Bilmemek özür olmaz
Sual:
Bir müslüman şaka olarak, bir din kitabına hurafe dese veya alay ederek haram işleyene veya işletene "helal olsun" dese, mürted olur mu?
CEVAP
Muteber kitaplardan nakil yapalım. Mesela, birçok İslam âliminin kitaplarından derlenen Herkese Lazım Olan İman kitabı için, bir kimsenin, doğru olduğuna inandığı halde alay yolu ile hurafe dediğini kabul edelim. O kitapta, (Allah vardır) diyerek imanın 6 esası bildiriliyor. Şaka olarak veya alay maksadı ile veya ne maksatla olursa olsun buna hurafe demenin, haram işleyene veya işletene (helal olsun) demenin hükmünü vesikaları ile bildirelim.

Muteber kitaplarda buyuruluyor ki:
(Küfre sebep olan bir sözü, tehdit edilmeden söyleyenin imanı gider. Çünkü her müslümanın bilmesi gereken şeyleri öğrenmesi farzdır. Bilmemesi özür olmaz, büyük günahtır. Küfre girenin önceki ibadetleri yok olur. Tevbe ederse, geri gelmez. Tevbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek kâfi değildir, küfre sebep olan şeyden de tevbe etmesi gerekir.) (Berika, Hadika)

Burhaneddin-i Mergınani hazretleri, (Kur'an-ı kerimi teganni ile okuyan hafıza, ne güzel okudun diyenin imanı gider. Tecdid-i iman ve tecdid-i nikah gerekir) buyurdu. (Dürr-ül-münteka)

Ebu Nasr-ı Debbusi hazretleri, Kadi Zahireddin-i Harezmi hazretlerinden naklen buyuruyor ki:
(Bir şarkıcıyı dinleyen veya herhangi bir haram işi gören kimse, haram olduğuna inanarak veya inanmayarak, buna, ne güzel dese, o anda imanı gider.) (Müjdeci Mek. 266)

(Kâfirlerin ibadet olarak yaptıkları ve kâfirlik alameti olan ve İslamiyet’i inkâr etmek ve inanmamak alameti olan ve tahkir etmemiz vacip olan şeyleri yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlardan meşhur olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur.) (Birgivi vasıyyetnamesi)

(Zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerine inanmayan kâfir olur. İnanmamayı gösteren her söz, ister şaka olarak, isterse gönülden olmayarak olsun küfür olur.) (Milel-nihal)

(Küfre sebep olan bir işi yapmak küfür olur. Mesela beline, zünnar denilen papaz kuşağını bağlamak ve küfre mahsus şey giymek de böyledir. Bunları mizah için, başkalarını güldürmek içi, şaka için kullanmak da küfre sebep olur. İtikadının doğru olması fayda vermez.) (Berika)

(Filan müslüman benim gözümde yahudi gibidir demek küfürdür. Ahirette olacak şeylerle alay etmek küfürdür. Kabirdeki ve kıyametteki azaplara akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, faiz helal olsaydı demek, İslam bilgilerini ve din âlimlerini aşağılamak da, küfürdür.

Akıllı, bilgili, edebiyatçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfre düşmekten çok korkmalıdır. Bir kimse, küçük günah işlese, buna tevbe et denildiğinde, (tevbe edecek bir şey yapmadım ki...) dese, kâfir olur.

(Filan şey, filan kimsede yoktur, varsa kâfir olayım) diye, yemin eylese, o şey, o kimsede olsun veya olmasın, o kimse, kâfir olayım dediği için küfre girmiştir. Kâfirlerin ibadetleri, İslamiyet’e uymayan işleri güzeldir demek de küfürdür.

Bir kadın, beline bir kara ip bağlasa, (bu nedir) deseler, (zünnardır) dese, kâfir olur. Nasrani olmak, yahudi olmaktan, [amerikan kâfiri olmak, komünist olmaktan] hayırlıdır demek küfürdür.

İlim meclisinde ne işim var veya din adamlarının sözü neye yarar demek küfür olur. Biri diğerine, gel fıkıh kitabını okuyalım dese, o da, (Ben ilmi ne yapayım) dese, ilmi hafife aldığı için kâfir olur.) (Miftah-ül-cenne)

Gülmek ve Küfür
Sual:
Bazı cahiller, şaka ile (Ben hocaların bulunduğu Cennete değil, artistlerin, dansözlerin şarkı çalıp oynadığı Cehenneme gitmeyi isterim) diyerek gülüyorlar. Böyle söyleyenlere gülen de kâfir olur mu?
CEVAP
Cehennem gülüp oynama yeri değil, şiddetli azap çekme yeridir. Dinin bir emrini böyle alaya almak küfrü gerektirir. İsteyerek buna gülen de küfre girer. Yani kâfir olur. İradesi dışında gülerse küfür olmaz. Din ile alay edenler, gülerek günah işleyenler cezalarını elbette ahirette görürler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Gülerek günah işleyen, ağlayarak Cehenneme gider.) [Ebu Nuaym]

İnanmayanların alay ettikleri gibi, Cehennem gülüp oynama yeri değil, zalimlerin, hainlerin şiddetli azap görecekleri bir ceza yeridir. Cehennem o kadar korkunç bir yerdir ki günahsız olan melekler bile, onun dehşetinden korkarlar. Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselamı çok üzgün görünce sebebini sorar. O da, (Cehennemin öyle kızgın bir alevini gördüm ki, onun tesirinden hâlâ kendime gelemedim) diye cevap verir. (Taberani)

Bir kimse, Yunan felsefecileri gibi, (Dünya kadimdir, ezelidir) derse küfre düşer. Yahut, (İnsanın ve bitkilerin yaratılışında, kirpiğimizin, saçımızın uzamasında ilahi şuuru görüyoruz) derse, mahluk [yaratık] olan şuuru Yaratıcı için kullanmış olur. Bu ise küfürdür. Çünkü şuur, akıl, fikir yaratıktır.

Abduhçular gibi, (İslam düşüncesi) demek de bu bakımdan küfürdür. Çünkü İslamiyet bir düşünce sistemi değildir. İlahi emir ve yasaklara düşünce demekten çok sakınmalıdır! İçinde (İslam düşüncesi), (İslam nazariyesi) gibi ifadeler bulunan kitaplar çok zararlıdır.

Müslümana kâfir denmez
Sual:
Kötü birinden, bid'at ehlinden bahsederken kâfir deniyor. Kâfir olmayana kâfir denir mi?
CEVAP
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
İtikadı bozuk olmadığı için, Cennete girecek olan kimse, yaptığı günahlar sebebi ile Cehenneme girebilir. Eğer salih ise, yani günahına tevbe etmiş ise yahut affa veya şefaate kavuşursa, Cehenneme hiç girmez. Cahillerin de bildiği ve sözbirliği ile bildirilmiş olan bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı için, la ilahe illallah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan sakınsa bile, buna la ilahe illallah ehli ve ehl-i kıble denmez.

En şiddetli azap
Sual:
Mürtedler Cehennemde hangi tabakada azap görürler?
CEVAP
En alt tabakada azap görürler. Cehennem 7 tabakadır. Her birinin azabı üstündekinden daha şiddetlidir. (Feraid-ül-fevaid)
1. tabaka: Adı Cehennem’dir, azabı en hafiftir. Burada, günahkâr Müslümanlar azap görür.
2. tabaka: Adı Sair’dir. Ateşi ve azabı şiddetlidir. Burada, Yahudiler azap görür.
3. tabaka: Adı Sekar’dır. Bu daha şiddetlidir. Burada Hıristiyanlar azap görür.
4. tabaka: Adı Cahim’dir. Burada, güneşe, yıldızlara tapanlar azap görür.
5. tabaka: Adı Hutame’dir. Burada Mecusiler, Budistler, Brehmenler azap görür.
6. tabaka: Adı Lazy’dir. Ateistler, müşrikler, dinsizler azap görür.
7. tabaka: Adı Haviye’dir. En şiddetlisidir. Burada münafık ve mürtedler azap görür.

Mürtedin tevbesi
Sual:
Bir kimse, küfre düşürücü bir şey söylese, mesela peygamberlerden birini inkâr etse, bütün küfürleri için tevbe etse, kelime-i şehadet getirse, namazlarını da kılsa, fakat yine bu inkârında devam etse, kelime-i şehadetinin ve namazının buna faydası olur mu?
CEVAP
Hayır faydası olmaz.Tevbe etmek için yalnız kelime-i şehadet söylemek kâfi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek şarttır. Amel değil, iman bir bütündür, ya vardır ya yoktur. İman edilecek şeylerin birine bile inanmasa, hepsine inanmamış sayılır.

Mürted, küfrüne sebep olan şeyden tevbe etmedikçe, (La ilahe illallah) demekle ve İslamiyet'in bazı emirlerini yapmakla, mesela namaz kılmakla, oruç tutmakla, hacca gitmekle, hayrat ve hasenat yapmakla Müslüman olmaz. Bu bozuk itikadla ölürse imanla ölmez. Bu iyiliklerinin ahirette hiç faydasını görmez. İnkârından, yani inanmadığı şeyden tevbe etmesi, pişman olması lazımdır. Yani, İslamiyet'ten çıktığı kapıdan geri girmesi lazımdır.

Not:
Küfre düşüren söz ve işler hakkında geniş bilgi, Doğru İman Bilgileri maddesinde var.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
bir kere ahmed bin hanbel ile vehhabiligi ayri ayri ele almak lazim ahmed bin hanbel mezheb imamidir istersen onun hayatinida kopyalayabilirim bu murted tir sozunuyukarda iyice oku ins vehhabilikle hic bir alakasi yoktur vehhabiligin iddia ettigi ise baskadir gunah islyene bile onlarin nazarinda kufure girmis oluyor gunah ayri ayet yada hadisi inkar ayridir necip fazil kisa kurek derki bir insan ben doktor tavsiyesinden dolayi ickiyi icmiyorum yoksa haramligindan dolayi beni ilgilendirmez dese kufre girer bir insanda iciyorum nefsime yenik dusuyorum istemiyorum allah beni kurtarsin ins tevbe etmek istiyorum dese bu insan gunahkar olur olcuyu iyi bilmek lazim
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
buranbay bu cevaplar sana degil:)) senden onceki soran kisiye aittir:)
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
mezhebleri red eden ehli sunnet olamaz bidat ehli ise cezasini cektikten sonra cennete girecektir imami rabbaninin mektubatini okuyabilirsin
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Din âlimlerini kötülemek çok kötüdür. İbni Asakir hazretleri, (Din âlimlerinin etleri zehir gibidir. Koklayan [tenkide yönelen] hastalanır, tadan [kötüleyen] ölür) buyuruyor. Ancak, kötü olan kimseleri, mezhepsizleri teşhir etmeli. Kitaplarından misaller vererek hatalarını açıklamalı. Bu hatalara aldanmamaları için müslümanları ikaz etmeli.

Elbette İslam âlimlerini gıybet etmek haramdır. Ama gıybet nedir? Gıybet, bir müslümanın veya bir zimminin gizli bir kusurunu, arkasından söylemek olup, harbilerin ve açıkça günah işleyen müslümanların bu günahlarını bildirmek, müslümanlara zulmedenlerin ve alış verişte onları aldatanların yaptıkları bu fenalıkları duyurmak, müslümanları bunların şerrinden sakındırmak, Müslümanlığı yanlış anlatanların ve yazanların bu iftiralarını söylemek lazım olduğundan gıybet olmaz. (Redd-ül Muhtar)
Mezhepsizlerin görüşleri, Kul hatasız olmaz kabilinden basit hatalar değildir, imanı ilgilendirmektedir. Bir kısmı bid’at, bir kısmı ise küfürdür.

Bunları bilip de, gücü yettiği halde, susmanın vebali büyüktür. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bid’atler yayılıp, sonra gelenler, öncekilere lanet ettiği zaman, doğruyu bilenler herkese söylesin! Eğer söylemeyip gizlerse, Allah’ın indirdiği Kur’an-ı kerimi gizlemiş olur.) [İbni Asakir]
Din adamının iyisi, kötüsü olur mu? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü de, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar, Darimi]

(Cehennemde din görevlisine, "Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?" derler. O da, "Günahtır, yapmayın" der, kendim yapardım. "Yapın" dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum" der.)
[Buhari]

(Mirac gecesi ateşten makaslarla kendi dudaklarını kesen insanlar gördüm. Bunların kim olduğunu sordum. "Kendilerinin yapmadıklarını "yapın" diyen vaizlerdir" dendi.)
[Müslim]

(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen din görevlisinedir.)
[Beyheki]

(Cehennemde azap çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. "Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku saçıyorsun?" denildiğinde, "Ben din görevlisi idim. Bildiklerimi yapmazdım"der.)
[İ. Ahmed]

(Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler. Menfaat için devlet adamlarına yaklaşırlar, bunların yaptıkları ticaret, kesada
[darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hakim]

(Bir zaman gelir ki, din görevlisi fitne unsuru olur, camiler ve hafızlar çoğalır, ama,
[hakiki] âlim hiç bulunmaz.) [Ebu Nuaym]

(Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan daha önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.)
[Taberani]

(Ahir zamanda cahil din görevlileri ve fasık hafızlar çoğalır. O zamanın din görevlisi, eşek leşinden daha bozuk ve daha kokmuş olacaktır.)
[Tezkire-i kurtubi muhtasarı]

(Kur’an-ı kerim, okuyanlarına, ya şefaat edecek veya düşman olacaktır.)
[Müslim]

(Ümmetimdeki münafıkların çoğu Kur’an-ı kerim okuyanlardan olacaktır.)
[İ.Ahmed]

(Ahir zamanda, âlim azalır, cahil artar. Âlim kalmayınca da, cahil ve sapık din görevlisi, yanlış fetva vererek fitne çıkarır, kendisi sapar, başkalarını da saptırır.)
[Buhari]

(Bir zaman gelir ki din görevlisi, en şerli olur; fitne onlardan başlar, onlara döner.)
[Hakim]

(Sizin için Deccalden daha çok, sapık önderlerden korkuyorum.)
[İ.Ahmed]

(Ümmetim, kötü âlimler, cahil abidler yüzünden helak olur.)
[Darimi]

(Ümmetim, kötü din görevlilerinden çok zarar görecektir.)
[Hakim
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Sual: Mezhepsizlik konusuna niye fazla önem veriyorsunuz?
CEVAP
Mezhepsizlik konusuna fazla yer vermemiz itikad meselesi olduğundandır. İtikadı bozuk olanın ibadetleri boşa gider. Onun için önce doğru bir imana sahip olmak gerekir.

Sual: İctihad ve mezhep nedir?
CEVAP
İctihad etmek, mezhep kurmak, dinimizin emridir. Resulullah efendimiz, Hz. Muaz’ı Yemene hakim olarak gönderirken, (Orada nasıl hükmedeceksin?) buyurunca, (Allah’ın kitabı) ile dedi. (Allah’ın kitabında bulamazsan?) buyurdu. (Resulullahın sünneti) ile dedi. (Onda da bulamazsan?) buyurunca, (ictihad ederek) dedi. Resulullah efendimiz, (Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resulünün elçisini, Resulullahın rızasına uygun eyledi) buyurdu. (Tirmizi)

Allah ve Resulü, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak gerekirdi. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hâli güç olurdu. Böylece mezhepler meydana geldi.

Eshab-ı kiramın tamamı müctehid ve mezhep sahibi idi. Bunun için Peygamber efendimiz, (Eshabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete kavuşursunuz) buyurdu. Mezheplerinin tamamı kitaplara geçmediği için, bugün hiç kimse, mesela (Ben Hz. Ömer’in mezhebindeyim) diyemez.

Mezheplere bağlı hiçbir âlim, ictihad derecesine yükselse bile, mezhebinin imamının üsul ve kaidelerine, hiçbir zaman muhalefet etmez. Mezhepsiz olan hiçbir İslam âlimi yoktur.
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Davudoğlu hoca ile sohbet
Sual:
Din tahripçileri hakkında kitap yazan Ahmed Davudoğlu hoca nasıl bir kimsedir?
CEVAP
Rahmetli, (Din Tahripçileri) kitabını neşredince, kendisini ziyarete gittim. Kendimi tanıttım. Uzun uzun sohbet ettik. Bir ara kendisine sordum:
- Hocam, Ezher’in durumu nasıldır?
- Maalesef iyi değildir. İbni Teymiye’nin, Abduh’un fikirleri hakimdir.

- Peki siz orada nasıl Ehl-i sünnet olarak kalabildiniz?
- Şeyhül-islam Mustafa Sabri efendi ile tanıştım. O bana, Mezhepsizliğin tehlikesini anlattı. Efgani’nin ve Abduh’un mason olduğunu, bunların İslamiyet’i içeriden yıkmak için çalıştıklarını belirtti.

- Ezher’in mezhepsizlik çamuru olduğunu bildirdiniz. Siz burada senelerce kaldığınıza göre, üzerinize hiç çamur bulaşmadı mı?
- Benim ölçüm vardı. Mezhepsizliği kabul etmezdim. Üzerime çamur bulaştırmadım.

Hocanın bazı tercümeleri, mezhepsiz yazarların kitaplarına önsöz yazması bizi rahatsız etmişti. Doğrudan doğruya bunu söylemeyip dedim ki:
- Hocam, bilirsiniz (Kıratın yanında duran ya huyundan ya suyundan) ve (Üzüm üzüme baka baka kararır) gibi ata sözlerimiz vardır. Hani az da olsa, Ezher çamuru bulaşmamış mıdır?
- Kesinlikle bulaşmamıştır.

- Hocam, Selamet Yolları isimli tercümenize bakabilir miyiz?
Hoca, kitabı getirdi. Önsözden birkaç parça okumaya başladım:
- İsmail Sanani, Zeydiyye mezhebine salik, kimseyi taklit etmez, serbest müctehid gibi birisidir. Sübülüs-selamın bazı mahrem yerlerinde fikrini sızdırmış, Ehl-i sünnet olmayan kimseleri Ehl-i sünnet imamları ile zikretmiştir. Sübülüs-selam Ezherde ders kitabı olarak okutuluyor. Ehl-i sünnet harici kavillerle dolu olduğu için, sırf Sübülüs-selamı tercüme edemezdim. Fethül-allam eserinde ise, Ehl-i sünnet harici sözler bir dereceye kadar kaldırılmış idi. Bu iki eserden bilhassa Sübülüs-selamdan azami derecede istifade ettim. Onun için onun bir tercümesi kabul edilen eserime Selamet Yolları adını verdim.
- Evet ne var bunda?

- Hocam, daha ne olacak, binlerce Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları var iken, gidiyor bir mezhepsizin Ezher’de okunan kitabını tercüme ediyorsunuz. İkinci olarak hadis kitabı tercüme ediyorsunuz. Üçüncü olarak Kur'an meali de neşrettiniz. Dört hak mezhepten birine mensup olan kimse, dinini mealden ve hadis kitabından öğrenebilir mi?
- Öğrenemez.

- Dine hizmet için, bir fıkıh kitabını, mesela İbni Âbidin’i tercüme edebilirdiniz!
Hoca, hakkı kabul eden bir zattı. Bu teklifimi gayet normal buldu. Başını sallayarak dedi ki:
- İnşallah o da nasip olur.

Hoca sözünde samimi idi. Allah razı olsun nihayet İbni Âbidin’i tercüme etmeye başladı. Fakat ne yazık ki ömrü kâfi gelmedi.

Bir insanın hocaları mezhepsiz olsun da, ona az da olsa mezhepsizlik zehri, telfîk çamuru bulaşmamış olsun, imkanı var mı? Bunun en bariz örneği rahmetli Davudoğlu hocadır. Bilhassa son senelerdeki gayretlerinden dolayı, Ahmed Davudoğlu hocamıza Allahü teâlânın bol bol rahmet etmesini niyaz ediyoruz

bu yazilari ehli sunnet itikadina gore hazirlanmis siteden aktariyorum adresinide verebilirim.http://www.dinimizislam.com/default.asp
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
buranbay boyle sorularla mesgul olacagina iitkadini duzenlemen senin icin daha hayirli olacaktir umarim bosver sen mezhebe gir 4 hak mezhebbten hangisi olursa olsun muhim degil kafani abuk subuk islam alimi kisilerin eserlerinden sanane:) kafani takma onlara insozaman bak daha cok rahatliyacaksin kendini dinc hissedeceksin vesveselerin suphelerin ehvamlarin gidecek gece korkularin korkulu ruyalarin azalacak sanane elin mezhebsizlerinden dimi ama guzel kardesim sen iyi birine benziyorsun kalbini iyilestirecek itikadini duzeltecek alimlerimiz cok hamd olsun artik benden bu kadar allaha emanet ediyorum seni selametle

ben sana ne diyorum:)) baska yerdeki muslumanlarinda ins itikadlarinin saglam olmasi icin ehli sunnet alimleri vardir allah dogrunun hayirli olanlarin yanindadir muhterem insyok ama israrci olmamak lazim ehli sunnet alimlerine itiraz etmemek lazim ediliyorsa ibni teymiye gibi abduh gibilerinin sapik goruslerinialarak amel etmeye calisilirsa buda yanlis olur azaba ducar olmamiza sebeb olabilir sia de batil bir mezhebtir kardes sia mezhebinin ilk cikisi sahabeler zamaninmda abdullah ibni sebe yani yahudi asilli bir munafik tarafindan cikarilmistir
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
sunuda ilave etmek lazimdunyada ehli sunnet inanci hak mezhebleregore amel eden muslumanlarin sayisi mezhebsizlerden daha coktur bunuda dikkate almak lazim diim ama:)

ben sana guzelce anlattim saglam kaynaklarla kardes efendimiz kendi gunes iken bir baska isikmi aramasi lazimdi demekki sen sitede mezhebler hakkinda yazilan yazilari okumamissin sahabenin hepsi muctehiddir dedik saglam delillerle hemde yukardada anlattik ama sen anlamak istemiyorsan ben neyapabilirmki kardes zaten mezhbelerin cikis sebebinide aktardim ne zaman cikmistir oda bellidir sahabeler herbiri mezheb sahibiydi ama kitaba dokulmedigi icin onlarin zamaninda yasayan buyuklerimi nakil yoluyla her bir sahabeden rivayet etmislerdir ve bu sekilde silsile olusmustur hamd olsun efendimizin buyurdugu gibi bu din nakil dinidir mevdudi ise ehli sunnet degildir bunlar ve bunlar gibileri ibni teymiye ve abduh dan ilmham almislardir kendilerinisapikliga suruklemislerdir yani bnemi dedim ona git mezhebsizligi sec:)vesselam
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
kardes sen verdigim adrese gir ins yararlanacaksin ama yararlanmak istiyorsan tabiki alimlere kufur diyen sikr yapmistir diyen efendimizin kabri serifini ziyaret icin yola cikan kim olursa olsun haram isler diyen ibni teymiye nasil efendimizin varisi olacak soylermisin bana
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Ruh hakkında bize çok az bilgi verilmiştir. Onun aslını ve sırrını sadece Yüce Allah bilir. Biz ancak, ruhlar vasıtasıyla bize gelen ilâhi ilim, hikmet, muhabbet, rahmet, yardım ve ikramlara bakıp ruh hakkında bir derece bilgi sahibi olabiliriz. Bu yazımızda konunun hassasiyetini de göz önünde bulundurarak, temiz ruhlara verilen yetki ve bu ruhların insanlara yardımını bir nebze olsun açıklamaya çalışacağız.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Ruhlar alemi ve ruhların halleri üzerinde farklı görüşler vardır. Ruhlarla irtibat, onlardan istifade, ruhların birbirine yardımı, kabir alemindeki ruhların dünyadakilere, dünyada bulunan ruhların kabirdekilere fayda verip vermeyeceği konularında değişik fikirler söylenmiştir. Özelikle sufiler ruh ve ruhaniyet üzerinde çok durmuş, ruhların buluşması, görüşmesi ve yardımlaşmasıyla ilgili pek çok örnek nakledip, bu yolla birçok ilim ve manevi hal edinildiğini söylemişlerdir. Zamanımızda da bu tür meseleler gündemdedir.[/FONT]
[SIZE=+0]BİR YANLIŞ İNANÇ VE HAKİKAT[/SIZE]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Önce “tenasüh” ile “temessül”ü karıştırmamak gerekir. Tenasüh, bir ruhun kendi bedeninden ayrıldıktan sonra, bir başka varlığın, mesela insan veya hayvanın bedenine geçmesi ve böylece varlığını yeni vücutta devam ettirmesidir. Bu anlayış yanlıştır, dinimizde bunun yeri ve delili yoktur. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Temessül ise, ruhun asli hali devam ederken başka bir şekle girip, ayrı bir görüntü ile görülmesidir. Bu mümkün ve vakidir. Vahiy meleği Hz. Cebrail’in insan suretinde görülmesi, şehitlerin ruhlarının değişik şekillere girerek müminlere yardım etmesi, Peygamberimiz s.a.v.’in vefatından sonra ümmetinden bazılarına görünmesi, velilerin uzaktaki insanlara himmet ve tasarrufu bu şekildedir. Burada hepsinin ilâhi izne bağlı olduğunu, Allah’tan başka hiç kimsenin kendi başına bir fayda veya zarar verme yetkisine sahip olmadığını hatırlatmalıyız.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bütün ruhlar Yüce Allah’ın sevk ve idaresindedir. O, bazı ruhlara özel vazifeler gördürmektedir. Bu tercih O’nundur ve sebepler aleminde kendisinin koyduğu bir kanundur. Yüce Allah dilerse bulutsuz yağmur yağdırır, ağaçsız meyve yaratır, hiçbir sebebe bağlı olmaksızın öldürür, diriltir.[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Kur’an-ı Hakim’de ruh, değişik manalarda kullanılmıştır. Ruh, rahmet manasına gelir. “Allah onları tarafından bir ruhla destekledi.” (Mücadile, 22) ayetindeki ruh, rahmet manasındadır. Ayrıca ruh ifadesi bedendeki hayat, bu hayatın devamını sağlayan manevi cevher, ilâhi emir, vahiy, Kur’an, Cebrail, büyük bir melek ve Hz. İsa a.s. için de kullanılmıştır. (Firuzâbâdî, Besâiru Zevi’t-Temyiz; Ebu’l-Beka, el-Külliyyât)[/FONT]
[SIZE=+0]KUDSİ RUHUN SIFATI VE VAZİFESİ[/SIZE]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Arifler der ki: Günah kirlerinden temizlenmiş ve ilâhi aşk ile yükselmiş ruhlar, Yüce Allah’ın özel ve güzel işlerde görevlendirdiği meleklerin arasına katılırlar. Onlara “cündullah” (Allah’ın askerleri) denir. İlâhi huzurda kabul görmüş temiz ruhlar, gayb ve melekler aleminin özelliklerine uygun sıfatlara sahip olurlar. Kendilerine özel yetkiler ve görevler verilir. Birinci görevleri Yüce Allah’ı zikir, sena ve övmektir. Sonra diğer insanları irşat, özellikle zayıf müminlere yardım etmek, onları dua, sevgi ve feyz ile desteklemek gelir. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Günah ve gafletten tertemiz olup ilâhi huzurda kabul gören ve Yüce Allah’ın sevgilisi olan ruhlara kudsî ruh denir. Kudsî, el-Kuddûs olan Allah’a vuslat ile şereflenmiş, böylece kudsiyet kazanmış, temiz ve pak olmuş, yücelmiş varlık demektir. Bu kudsî ruh sahiplerinin başında Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz gelir. Onu diğer peygamberler ve salihler takip eder. Melekler de bu kudsîler ordusunun içindedir. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Yüce Allah dilediklerine bu ruhlar vasıtasıyla birçok ilim, hikmet, sevgi, feyiz ve yardım ulaştırır. Bu faydayı ulaştıran ruhun berzah aleminde, fayda görenin de dünyada olması buna mani olmaz. Bu yardım vefat eden kimsenin topraktaki cismi ile değil, yüksek makamlarda nur ve safa içinde yüzen ruhu ile olmaktadır. [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Melekler ve ruh, değişik şekillere girebilir, farklı suretlerde görünebilirler. Buna temessül etmek denir. Onun gerçekleştiği aleme arifler “Misal Alemi” derler (Subkî, Tabakatu’ş-Şâfiiyyetü’l-Kübra). Nitekim Hz. Cebrail a.s., Hz. Meryem’e güzel bir insan suretinde görünmüştür. (Meryem, 17) Melekler bu yolla peygamberler, sahabiler ve salihlerle görüşmüşlerdir. Peygamberlerin ve velilerin ruhaniyet yoluyla uzaktaki müminleri görmeleri ve onlara yardım etmeleri de ruh ile olmaktadır. Bunun örnekleri çoktur.[/FONT]
[SIZE=+0]RUHLARLA GELEN İLAHİ YARDIMLAR[/SIZE]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bazı müfessirler, Hz. Yakub a.s.’ın, oğlu Hz. Yusuf a.s.’a ruhaniyet yoluyla temessül ederek yardım ettiğini ve kendisini kötü fiile bulaşmaktan kurtardığını nakletmişlerdir. (Taberî, Camiu’l-Beyan; Razî, Tefsir-i Kebir; İbnu Kesir, Tefsir; Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensur; Âlusî, Ruhu’l-Meânî)[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, ümmetinin nerede olursa olsun kendisine okuduğu salât ve selamı işittiğini, okuyanı tanıdığını, ona karşılık verdiğini, ümmetinin amellerinin kendisine arz edildiğini, onların içinde iyilik görünce sevindiğini, kötülük görünce üzülüp affı için istiğfar ettiğini müjdelemiştir. (Ahmed, Müsned; Ebu Davud; Tabaranî, el-Evsat; Bezzar, Müsned; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid)[/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Bütün bunlar, O’nun, ümmetine ruhaniyet yoluyla yardım etmesi ve onlara şahitlik yapmasıdır. Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, ruhaniyet ve temessül yoluyla ümmetinden bazı şahıslara rüyada, bazılarına keşif ve mana aleminde, bazılarına uyanıkken görünmüş ve Allah’ın izniyle nice dertlerine derman olmuş ve olmaya devam etmektedir. İmam Celaluddin Suyutî rh.a. Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in kendisini rüyada gören müminlere ölüm anında bizzat görünerek: “Beni rüyasında gören kimse, mutlaka uyanıkken de görecektir.” (Buharî, Müslim) hadisindeki vaadin ve müjdenin gerçekleştiğini belirtmiştir. Ümmetin seçkin kâmillerinin ise Efendimiz’le hayatları boyunca az veya çok görüşme şerefine erdiklerini kaydetmiştir (Suyutî, el-Hâvi lil Fetava). [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Ancak bu tür bir görüşmenin gerçekleşmesi ve devamı için insanın Sünnet-i Seniyye’den zerre kadar ayrılmaması, gece gündüz edebini koruması gerekli görülmüştür. Allame Alusî rh.a., bu şarta şu kaydı ekler: “Ümmetin, Allah Rasulü ile kalp bağı ne kadar kuvvetli olursa, kendisiyle görüşmeleri de o derece kuvvetli ve devamlı olur. Bu görüşme bazı salihler için ölüm anında olur. Çünkü o anda kalben tam bir yöneliş ve beraberlik meydana gelir.” [/FONT]
[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]Hz.Ömer r.a.’ın hadisesi de ruhaniyet yoluyla yardımlaşmaya güzel bir örnektir. Hz Ömer r.a., Medine’de halka hutbe verirken, Nihavent’te savaşan İslâm ordusunun düşman karşısında sıkıştığını maneviyat yoluyla gördü. Hutbesini kesip ordu komutanı Sâriye’ye r.a.: “Ya Sâriye! Orduyu dağa çek.” diye seslendi. Sâriye r.a. aynı anda bu sesi işitti ve öyle hareket ederek düşmana galip geldi. (Ebu Nuaym, Delailü’n-Nübüvve; İbnu Hacer, el-İsabe; Kahdehlevî, Hayatu’s-Sahabe[/FONT]
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
bu yazilan ebumusab nickliicin yazilmistir birde kendisi soyle sormus
eğer bize bildirilmemişse başkasına bildirildiğinden nasıl emin olucaz
yani bende bu kardese desemki bir imami rabbani de sen neden olmuyorsun bir mektubat neden yazamiyorsun oyle kolaymimanevi kalbi ledun ilmine vakif olmak bunu allah diledigi kisinin kalbine koyar insbu manevi ilimlerden nasib olanlarda bellidir hamd olsun olmayanlarda bellidir

buranbay alim olmak yeterli degildir yani felsefe alimide olur insan dimi ama mevdudi afganinin ogrencidir ve kendiside felsefe alimdir bu kadar yani arabcayi bilmek kurani tefsir etmeye yeterli degildir bunlar islamiyet icinde reform yapmak isteyen felsefik dusunceli insnalardir yani kafasina gore hic bir ehli sunnetin tefsirlerine gerek gormeden ayet yorumlayacaksin ahkam keseceksin sonrada bilmeden diyorsunki ehli sunnet benimsemistir bunlari seyyid kutub sosyalisttir yani knedisi sosyoligtur sosyoloji okumustur memleketisebebiyle arabcaya vakif oldugundan iyi bildiginden hicbir manevi kalbi ilimlere vakif olmadan kafasina gore sanki bir yabanci dili aciklar gibi kuran aciklanmaz ama onlar yapmislardir sana mufessirlerin ozellikleriniokumani tavsiye ederim bak mufessir olmanin ozellikleride nelerdir iyice arastir selametle
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Cemalettin EfganiSual: Abduhcuların pek methettiği Cemalettin Efgani kimdir?
CEVAP
1838 senesinde Afganistan’da doğup, 1897 de İstanbul'da vefat etti. Din bilgisi azdı. Zındıkların kitaplarını okuyarak dinden çıkmıştır. Bir aralık Ruslar tarafından satın alınarak, ana vatanı olan Afganistan’a karşı casusluk yaptı. Dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmedi. İngiliz masonları ile de işbirliği yaparak zengin oldu ise de, Osmanlı Şeyh-ül-İslamı Hasan Fehmi efendi, onun cahilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. 1944 de, kemikleri, İstanbul’dan, Kabil’e nakil edildi.

Mason idi. Mısırlı Edib İshak, Ed-dürer kitabında, bunun Kahire mason locası reisi olduğunu yazmaktadır. Bütün masonlar gibi, çeşitli kılıklara girerek, İslamiyet'i içerden yıkmaya çalışmıştır.

Dr. Muhammed Reşad, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı Efgani Etrafında Makaleler isimli kitabında özetle diyor ki:

Çok önemli bir kaynak olan Sicilli Osmanide Efgani’nin İranlı bir Şii olduğu belirtilmektedir. Manastırlı Naibi efendi ve o devrin Şeyh-ül-İslamı, büyük âlim Hasan Fehmi efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Afganistan hakkında Ruslara casusluk da yapan, dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmeyen Efgani, mason olmadan önce de, hiç bir zaman masonluğu kötülememiştir. Hatta dehrilere [dinsizlere] yazdığı reddiyede masonluktan hiç bahsetmemesi manidârdır. Gittiği her yerde, sicilli masonlar tarafından himaye görmüş, İngiliz masonları ile de işbirliği yapmıştır. Birden fazla mason locasına kayıtlı olan Efgani, Mısır’daki İskoç locasından kovulmuşsa da, kendisi bizzat mason locası kurmuş, çömezleri bu locaya girmiştir. Edward Brown, Efgani’nin özel mason eldiveni ile bir resmini neşretmiştir.

Efgani, hem Türkçü, hem İslamcı görünmeyi başarmıştır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, A. Agayef hep Efgani’den destek görmüştür. Mesela M. Emin Yurdakul’un, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" şiirini Efgani çok beğenmişti. O zamanki İslamcı Sebilürreşad dergisi, ırkçılığı tenkit eden makaleler neşrederken, ırkçılar da, Efgani’nin ırkçılığı öven makalesini tercüme edip yayınlayınca İslamcıların sesleri, solukları kesilmişti. Efgani, makalesinde diyordu ki: “Irkçılık dışında saadet yoktur. İnsanları birbirine bağlıyan iki bağ vardır: Biri dil, biri de din birliğidir. Dil birliği, ırk ve milliyet birliği demektir. şüphesiz, bu birliğin dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır.”

Efgani, Mısırda da Arap ırkçısıdır. (Arap ırkının sınırını belirleyecek ölçü din ve mezhep değil, Araplık ölçüsüdür) demiştir. II. Abdülhamid Han, hatıratında diyor ki:
(Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti. Blund adlı bir İngiliz ile Efgani adlı bir maskaranın el birliği ile İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Efgani’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım. Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.)
İstanbul yüksek İslam enstitüsü eski müdürü ve öğretim üyesi Ahmet Davudoğlu hoca da diyor ki:
1355 numara ile Şarkın Yıldızı Locasına kayıtlı bir mason olan, İslam’a duyduğu güvensizliği açığa vurmaktan çekinmeyen ve Peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen Efgani, bir ilim adamı değil, siyasetle uğraşan bir nankördür. Fesatçılığı sezilince ulema tarafından İstanbul’dan kovulmuş, Mısır’a kaçmıştır. (Din Tahripçileri)

Prof. M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa isimli kitabında, (Efgani, her mason gibi İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmıştır) diyor. Mısır’da kurulan mason localarının başına gelen C. Efgani ve M. Abduh, müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler. (Les franco-maçons s.127)

İngiliz belgelerine göre bir ilaha inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası'na üye iken, buradan ateistlik ithamıyla kovulmuş, o da ateistliğin makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası'na reis olmuştur. (Dr. M. Reşad, Efgani Etrafında Makaleler)

[Bir konferansın ardından
İlim Yayma Cemiyetinde Efgani Efsanesi üzerine bir konferans verildi. Konuşmacı, Dr. M. Reşad, medya önüne çıkmayı sevmeyen, mütevazı genç bir araştırmacı idi. Resim çekip konuşmasını gazetede neşredemedik. Efgani Etrafında Makaleler adıyla bir kitap da neşretmişti.

Konferansı da bu kitabının açıklaması mahiyetinde idi. Bu kitap, 400’ün üzerinde kaynak taranarak hazırlanmış, ciddi bir eserdir. Aşağıdaki konuşmaların kaynağı için kitaba bakılabilir. Dr. Muhammed Reşad özetle dedi ki:
Abduh, Efgani’ye diyor ki:
"Azametli mevlâm, siz nefsimizde olanların cümlesini bilirsiniz. Bizi en güzel bir şekilde yarattın ve resminiz ki yeri, kıble-i salâtımızdır."

Reşid Rıza da Efgani’yi övmekte, Abduh’tan aşağı kalmaz:
"İrfan ağacı, iyilikler ve lütuf Cennetinin efendisi, her alınan nefeste ecri bulunan büyük İmam, Kendisinde en mükemmel bir biçimde güzellik sırrı tecelli eden.."
diyor.

Renan; (İslamiyet ilme ve felsefeye daima eza etmiş ve nihayet onları boğmuştur. İnsan zekası için İslamiyet çok zararlı olmuştur) diyor. Efgani, bunca hezeyan karşısında bir misli hezeyan da kendi ilave edip şunları yazdı:
"İlmin tekamülünde İslam’ın bir mani teşkil ettiği doğru ise de, bu maninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? Ben Renana karşı Müslümanlığı değil, cehalette yaşamaya mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmi tekamülü yok etmek istediği bir gerçektir." (10 Ekim 1996, Türkiye)]
 

buharaA

Paylaşımcı
Katılım
11 Ara 2006
Mesajlar
163
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İbni TeymiyeSual: Vehhabilerin [selefilerin] Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikleri İbni Teymiye kimdir, âlimlerimiz onun hakkında ne demiştir?
CEVAP
Hanbeli fıkıh ve hadis âlimi iken mezhepsiz oldu. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defa hapsedildi. 1263 senesinde Harran’da doğup, 1328 de Şam’da kalede hapiste iken vefat etti.

İbni Teymiye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlamamış, tasavvufu inkâr etmiş, Ehl-i sünnetten ayrılmıştır. Kitapları, kendilerine Selefiyyeci diyen mezhepsizlere kaynak olmaktadır. Mezhepsizler, onu övmekte, İslam müceddidlerinin piri demektedirler. İbni Teymiye’nin şaki ve dalalette olduğu Seyf-ül-Cebbar ve farisi Tâlim-üs-sübyanda da yazılıdır.

Camiul-ezherdeki hanefi âlimlerinden Muhammed Bahitin (Tathir-ül-füad min-denisil itikad) kitabı, (Et-tevessüli bin-Nebi ve bis-Salihin), (Şevahid-ül-hak), (Cevahir-ül-bihar), (Seyf-ül-Cebbar) ve (Tâlim-üs-sübyan) kitapları, İbni Teymiye’nin dalalete düştüğünü vesikalarla ispat etmektedir.

İbni Battuta, ibni Hacer-i Mekki, imam-ı Sübki, kendi oğlu Abdulvehhab, izzeddin bin Cema'a, Ebu Hayyan Zahiri, Zahid-ül Kevseri, Yusuf-i Nebhani, imam-ı Şarani, Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Şeyh-ül-İslam Mustafa Sabri Efendi gibi nice âlimler İbni Teymiye’ye reddiyeler yazmışlar, dalalet ve küfürlerini açıklamışlardır. Üstad Necip Fazıl da, (14. asrın irşad kutbu seyyid Abdülhakim Arvasi, “İbni Teymiye dini içinden zedeleyen mülhiddir” buyurdu) diyor. (Türkiye’nin Manzarası)

Dal ve mudil olduğu, Savi tefsiri 107. sayfasında da yazılıdır.

İslam âlimleri buyuruyor ki:
(Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir.) [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]

(İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına, büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.) [İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]

(İbni Teymiye’nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalalettedir ve Müslümanları dalalete sürüklemektedir. Müslümanların icmasından ayrılmış, bid’at yolunu tutmuştur. İslam âlimleri, onun dalalette [sapık] olduğunu, sözbirliği ile bildirdi. Kutbüd-Berdiri, Şerhi Muhtasarda, bunu uzun yazmaktadır.) [Tahir Muhammed Süleyman - Zahiretül-fıkhil-kübra]

(Kitab-ül Arş onun en çirkin kitaplarındandır. Ona Şeyh-ül-İslam diyenin kâfir olacağını söyleyen âlimler vardır.) [İmam-ı Sübki] (Nebras haşiyesinde bildiriliyor.)
(İbni Teymiye’ye uyanın malı ve canı helaldir.) [Miratül-cenan, Nebras haşiyesi]

İbni Teymiye, Kitab-ül Arş isimli eserinde, “Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır” diyor. Essırat-ul-müstekim kitabında da, ibni Abbas gibi büyük sahabilere kâfir demiştir. (Keşfüzzunun)

El-ubudiyyet kitabında ise, Allahü teâlânın ismini zikretmenin bid’at ve dalalet olduğunu bildirmekte ve tasavvuf âlimlerine çirkin iftiralar yapmaktadır.

(Arş kadimdir) diyor. (Akaid-i Adudiyye şerhi)
(Şam camiinin minberinden inerken “Allah gökten yere, benim indiğim gibi iner” dedi.) [İbni Battuta -Tuhfetünnüzzar tarihi]

Abduh’un yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Abdürrazık paşa bile diyor ki:
(Vehhabilik, bir bakımdan ibni Teymiye’ye bağlı olduğu gibi, son asrın müceddidi denilen Abduh’daki dinde reform fikirleri de, ibni Teymiye’ye bağlıdır.)

(Kaza namazı kılmak lazım değildir) derdi. Halbuki dört mezhepte de farzdır.

Cehennem azabı sonsuz olmadığını söylerdi. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarına dair bir çok âyet-i kerime vardır. (Bekara 81, Ahzab 65, Fussilet 28, Zuhruf 74)

(Ömer çok yanılmıştır) diyerek, imam-ı Ahmed’in bildirdiği (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömer’in dili üzerine koymuştur. [O hiç yanılmaz]) hadis-i şerifine karşı gelmiştir. Eshab-ı kiramın çoğu, ictihad ile anlaşılacak işlerde yanılmış olsa da, onların yanılmaları, ictihadi mesele idi. İctihadda müctehidin yanıldığı bilinemez. Çünkü ictihad ictihad ile nakzedilmez. Bunun için, müctehid olan o büyükler tenkit edilemez. Dört mezhebin ictihadları farklı olduğu halde, benimki doğru diyerek biri ötekini tenkit etmemiştir.

Sadreddin-i Konevi, İbni Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine de saldırmıştır. “Gazali’nin kitapları uydurma hadis ile dolu” derdi. (Hadika)

İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, ariflere dil uzatırdı. Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.) [Tabakat-ül-kübra]

İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye kibirliydi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.) [Kam-ul Muarıd]

Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şam kitabında diyor ki:
(İbni Teymiye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, Hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslamınki olamadı.)

İbni Hacer-i Askalani hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye; “Kabri Nebeviyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. [Hz.] Ali iman ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. [Hz.] Osman malı çok severdi” diyerek eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.) [Ed-Dürer-ül-Kamine]

İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye, Peygamberlerin masumiyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Halbuki, masumiyet Peygamberlerin sıfatlarındandır.
Başta Peygamber efendimizin kabri şerifleri olmak üzere eshab-ı kiramın, velilerin, âlimlerin ve salih Müslümanların kabirlerinin ziyaret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefaate vesile kılmayı da haram saymıştır.) [Fetava-i Hadisiyye]

Sual: Selefilerin vazgeçilmez üç prensibi varmış, bunlara uymayan Allah’ın gönderdiği din ile amel etmezmiş. Bu hususta açıklama yapar mısınız?
CEVAP
İbni Teymiye, Furkan isimli kitabında dini üç kısma ayırmaktadır. Selefilere göre bu üç prensip vazgeçilmez esaslardır. İslamiyet ancak bu üç kaide gereğince, aslına uygun olarak bilinebilirmiş. Yoksa İslam pınarını, etraftan karışmış bulanık sulardan yani mezhep imamlarının ictihadlarından arındırmak mümkün değilmiş. Çünkü fıkıhçılar, kelamcılar ve tasavvuf ehli, dinin aslına ilaveler yapmışlar, bu bakımdan din çok genişletilmiş ve içinden çıkılmaz bir hâl almışmış. Dine yapılan bu ilaveleri çıkarmak gerekirmiş.
Selefilerin sımsıkı bağlandıkları üç prensip şöyle:
1- Münezzel din: Kur’an-ı Kerimden ve sahih kabul ettiği hadis-i şeriflerden kendi anladıkları.
2- Müevvel din: Mezhep imamlarının Kitap ve sünnetten çıkardıkları hükümler.
3- Mübeddel din: Geçmiş dinlerin hükümleri ve uydurma saydığı hadis-i şerifler.
İbni Teymiye’ye göre, Münezzel dine uymak bütün müslümanlara farzdır. Çünkü Allahü teâlâ bir müctehidin Kitap ve Sünnetten neyi anladığını bir başka mükellefe sormaz. Hatta onu mükellef de tutmaz. Herkesi Kitap ve Sünneti anladığı ölçüde sorumlu tutar. Bu bakımdan herkes, Münezzel din ile amel etmelidir.

Müevvel dine, tevil edilmiş olana, ictihaddan aciz olan mukallitlere caizdir. Ama müctehid olanlara bu caiz değildir.

İbni Teymiye’nin selefiye yolunu savunan bütün mezhepsizler, kendilerini birer müctehid zannettikleri için, mezhep hükümleri onlar için muteber değildir, Kitap ve Sünnetten anladıklarına tâbi olurlar. Kendilerine selefiyiz diyen bugünkü mezhepsizler, kraldan çok kralcı olup, İbni Teymiye mukallit halk için müevvel din ile [mezhep imamlarının hükümleriyle] amel etmeyi caiz görürken, onlar cahillerin de, mezhep hükümleriyle amel etmesini caiz görmezler, herkesi Kitap ve Sünnete el atmaya iterler.

İbni Teymiye’nin Mübeddel din diyerek eski dinleri bir kalemde silip atması caiz olmaz. Çünkü geçmiş dinlerin iman yani inanılacak hususları (yani amentüdeki esaslar, insanlar tarafındanbozulmadan önce) bütün dinlerde aynı idi. İslamiyet bozulan bu hususların doğrusunu bildirmiş, amele ait hükümlerin de, hepsini değil bazılarını nesh etmiştir.

Uydurma hadislerle amel edilen bir din yoktur. Uydurma hadis meselesi de ayrı bir konudur. Bir müctehidin usulüne göre, uydurma sayılan bir hadis, başka bir müctehidlerin usulüne göre sahih olabilir. İbni Teymiye, aklının almadığı hadis-i şeriflere hemen uydurma damgasını basmıştır. Fıkıh, kelam ve tasavvufun ortaya koyduğu hükümleri, usulleri, uydurma hadislerden çıkarıldığı havasını uyandırmak istemiştir. Onun bu mugalatasına İslam âlimleri gerekli cevaplar vermiştir.

Mezhepsizler, imamları olan İbni Teymiye’nin görüşlerine uyar ve onun usulüne uyup Kitap ve Sünnetten ahkam çıkarmaya çalışırlar. Bunu da gayet normal sayarlar ve buna münezzel din derler.

Biz de mezhep imamımız olan imam-ı a'zam hazretlerinin hükümleriyle amel edince, onun usullerine uyunca, Allah’ın gönderdiği din ile değil, mezhep imamlarının çıkardığı din ile amel ettiğimizi söylerler.

İbni Teymiye’ye uyup Kitap ve Sünnete el ve dil uzatan mezhepsizler, bizim de imam-ı a'zama uymamıza ne hakla karşı çıkarlar ki?
 
Üst