BADUH Efendi,
Hemen ifade edeyim ki, BİR SÜNNET VE HADİS MÜNKİRİ olduğu sabit ve bu hâliyel bize göre küfr içinde olan "zeygue" nick'li şahıs benim muhatabım değildir ve olamaz. Onun ne nasları bildiğine inanıyorum ve de müslümanlığı bildiğine ... Şayet siz de aynı onun gibi inanıyorsanız şüphesiz sizi de muhatab olarak kabul etmem.
Şimdi gelelim yemek istediğiniz büyük lokmaların izahına !.. Aslında buraya aksettirdiğiniz meseleler müslümanın işi olmaktan çok hoş kafa bulan dırmakla ilgili olduğunu bilmiyor değiliz. Ama, cevap verilemedi denmesin diye açıklamamızı yapıyoruz. Lâkin ve Şayet, aramızda müslümanları faka bastırmak ve kafalarını bulnadırmak gibi bir niyet taşıyanlar var ise , Allahın tüm lâneti onların üzerine olsun. diyorum.
Mucize ve kerâmet olaylarından bahseden Kur’an bu tür harikulade olayları ayet, beyyine ve burhan gibi kelimelerle ifade eder. Mucize ve keramet gibi harikaları ifade eden ayet ayrıca Hak Teâlâ’nın varlığına işaret eden ve delil teşkil eden kıyametin alametleri olan hususlar için de kullanılmıştır. Harikaları dile getiren ayet kelimesi varlıklar arasında mevcut olan düzeni de ifade eder. Meselâ Hz. Salih’in devesi bir harika bir mucizedir. Kur’an’da sıra dışı bu husus ayet kelimesiyle ifade edilir. (bk. Hud, 11/64) fakat bir düzen içinde meydana gelen gece-gündüz ve benzeri tabiat olayları ve kanunları da yine ayet kelimesiyle ifade edilir.(bk. Âli İmran, 3/190) diğer bir deyimle ayet hem sıradan, hem de sıra dışı, hem fevkalade, hem de âlelâde olay ve haller için kullanılmıştır. Burada önemli olan her iki türünün de Allah’ın varlığına, kudretine işaret etmesidir. Hz. Peygamber, güneş tutulması dolayısıyla; “Allah’ın ayetlerinden iki ayettir.” buyurmuştu. (Buharî, Kusuf, 1; Müslim, Kusuf, 1).
Hâlbuki ender görülmekle beraber bu olay tabiat kanunları çerçevesinde meydana gelir. İslâm toplumunda çeşitli düşünce hareketlerinin ve mezheplerin ortaya çıkışı yavaş yavaş harika olaylar ve haller üzerinde düşünme, bu tür olayları sınıflandırma ve birbirinden ayrıştırma, aralarındaki ortak ve farklı noktaları tespit etme sonucunu doğurmuştu. Sınıflandırma ve ayrıştırma işi epey uzun süren bir süreç içinde gerçekleştirilmiştir. Bu süreç sonunda mucize, keramet, mâunet/magûse gibi olumlu; istidrac, keyd ve mekr gibi olumsuz harikalar yekdiğerinden ayırt edilmiş, bunlar ayrı ayrı tanımlanmıştır. Fakat bunların sınıflandırılmaları ve tanımlanmaları zor, sıkıntılı ve tartışmalı olmuş, bir türlü ortak kanaate varılamamıştır. Tartışmalar bu günde devam etmektedir. Bu konuda bir iki örnek üzerinde durmak maksadımızı açıklamaya yardımcı olacaktır.
Mucize, harika bir husus olup peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunur, insanlarıhayra ve saadet davet eder. Maksat Allah’ın elçisinin iddiasının doğru olduğunu göstermektir. Mucize, Allah’ın peygamberlik iddiasında bulunan elçisini tasdik için yarattığı ve insanların benzerini vücuda getirmekten aciz kaldığı harikulâde hususlardır. Kur’an’da ayet kelimesiyle ifade edilen mânâyı da karşılamaz. Bu tariflere göre Allah tarafından elçi olarak gönderilen ve vahyi alan peygamberlerden, bir meydan okuma (tahaddî) sonunda mucize zuhur eder. Hz. İsa’nın beşikten bir bebek iken konuştuğunu Kur’an bildirir. (Meryem, 19/29; Âl-i İmrân, 3/46). Burada Hz. İsa’nın Allah’tan vahyi alması, peygamber olarak gönderilmesi ve meydan okuması söz konusu değildir.
Bu problemi çözmek için; “peygamber olacak bir kimseden, peygamber olarak gönderilmeden evvel zuhur eden harikalara irhâs denir.” denilmiştir. Aslında Kur’an’da mucize-irhâs ayrımı yapılmadan bütün harikalara ayet veya beyyine denmişken sonradan böyle bir ayrım yapılmıştır. Görüldüğü gibi bazı âlimlerin mucize dediği olaylara diğer bazıları keramet diyor. (Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergis 16 i, yıl: 6 [2005], sayı: 15)
Diğer yandan İmamiye Şiası on iki imamdan zuhur eden harikulade olay ve halleri mucize olarak adlandırır. Kur’an’daki yedi uyurlar, Hz. Musa- Hızır ve Zülkarneyn olayları (bk. Kehf, 18/16-2 6, 18, 60, 83, 98),
Hz. Musa’nın (s) annesine bebeğinin geri verilmesi (Kasas, 28/7 -13), Sebe Melikesi’nin Tahtının bir anda Hz. Süleyman’ın yanına getirilmesi (bk. Neml, 27/38) Kur’an’daki hârikûlade olaylar olup mucize ya da keramet oluşları tartışmalı olan hususlardır. (bk. Kuşeyrî, ss. 667-68). Hz. Peygamber’in ümmetinden zuhur eden kerametlerin aslında O’nun mucizelerine dahil olduğunu söyleyen İbn Teymiye Sahabe ve Tâbiine ait bir çok kerametler nakleder. (Bk. el-Furkân beyne evliliyâi’r-Rahman ve evliyâi’ş-Şeytan, Kahire 1387; a.mlf, Mecmua Fetavâ, Rıyad 1381, ss. 156-310).
Üseyd b. Hudayr’ın okuduğu Kur’anı meleklerin dinlemeleri (Müslim, Salâtu’l-Müsafirin, 242; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 81), Hz. Ebu Bekir’ın misafirlerine ikram ettiği yemeğin bereketlenmesi (Burharî, Edeb, 88; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s. 192) ve benzeri bir takım sahabe kerametleri hadis kitaplarında nakledilir. (bk. el-Münavî, el-Kevadibü’d-dürriyye, Kahire, 1939, c. I, s. 10).
Hz. Peygamber zamanında âyet ve beyyine denilen ve Hz. Peygamber’den kaynaklanan harikaların çok sayıda vukua gelmesi, her an semadan bir âyetin inmesinin ve bir haberin gelmesinin beklenmesi, bunların müminleri derinden etkilemesinin bunun dışında kalan harikaları perdelemiş ve fazla itibar edilmez hale getirmişti. Kehanet, remil atmak, müneccimlik ve sihir gibi hususların günah sayılıp yasaklanması da peygamber merkezli âyetlerin (harikaların) dışındaki fevkalâde olay ve hallara pek fazla itibar edilmemesine sebep olmuştu.
Nübüvvet meşalesinden zamanla uzaklaşılması daha sonraki çağlarda meydana gelen harikaların belirgin hale gelmesine ve dikkattin bunlar üzerinde yoğunlaşmasına sebep olmuştu.
Bununla beraber keşif ve keramet meselesi ilk dönem Müslümanlarının yadırgadığı bir mesele değildi. Keramet ve harikaların dinî açıdan tartışma ve ihtilaf konusu haline gelen bir mesele değildir keramet
ve harikaların dinî açıdan tartışılır hâle gelmesinde felsefî üşüncenin ve akılcılık yani ağır basan Mutezile’nin etkisi olmuştur.
(Herkesi bu altı çizgili olan ifadeleri çok iyi tefekkür etmeye davet ediyorum)
Kerametin olağanüstülük derecesi
Bazılarına göre kerametin olağan üstü olma niteliği mucizelerin üstünde veya ona denk bir seviyede olamaz, mutlaka mucizenin altında olur. Diğer bazılarına göre peygamberlerden mucize olarak zuhur eden harikaların aynısı veya benzeri velilerden keramet olarak zuhur edebilir. (Teftazânâ, Şerhu’l-Makasid, c. II, s. 203).
Keramet kime aittir?
Ulema da mutasavvıflar da kerameti veliye değil, velinin tâbi olduğu nebiye bağlar ve bir “Bir nebiye tabi olan ve onu örnek alan sâlih ve takva sahibi bir Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergis 18 i, yıl: 6 [2005], sayı: 15 müminde zuhur eden keramet tabi olduğu nebinin mucizesi olup velide zuhur etmesi tabiatıyla keramet adını alır. Bu görüşe göre velilerde zuhur eden kerametler, bu velilerin tabi oldukları nebilerin devam eden mucizeleridir. Zaten mahiyet itibariyle mucize ile keramet arasında bir fark yoktur, ikisi de harikuladedir, ikisinin de yaratıcısı Allah’tır. Keramete İman İnanma bakımından mucize ile keramet arasında açık bir fark vardır. Kur’an’da anlatılan veya sahih hadislerde rivayet edilen mucizelere inanmak müminler için zorunlu olduğu halde Kur’an ve sahih hadisler dışında kalan belli ve somut keramet olaylarına inanma mecburiyeti yoktur. Mutasavvıflar muayyen ve müşahhas keramet olaylarına inandıkları, buna inanmanın faydalı ve gerekli olduğunu söyledikleri halde inanmamayı büyük bir dini kusur olarak görmezler. Çünkü Hz. Peygamberden sonra vukua geldiği rivayet edilen keramet olaylarına itikat etmek zarurât-ı diniyyeden değildir. İbn-i Hazm’ın kerameti peygamberler dönemi ile sınırlı tutması ve diğerlerini kabul etmemesi tekfiri gerektiren bir şey değildir.
Kerametin Amacı
Veliden kerametin zuhur etmesinin sebebi konusunda da çeşitli görüşler vardır. Bazılarına göre mucize göstermenin amacı neyse kerametin zuhur etmesinin amacı da odur. İmam Ahmed, Sahabe zamanında kerametin az görülmesi onların iman ve itikatlarının kuvvetli oluşundandır, der (el-Münavî, I, II). Kerametin fazla zuhuru da imanın za’fiyetine bağlanır. Mucize inkârcıların iddiası
üzerine gösterilir ve bunun inkârcılara fazla bir faydası da olmaz. Kerametin zuhuru da, kerameti inkâr edenlere bir fayda sağlamaz. Çoğu zaman onları inkârlarından da vazgeçirmez. Mucize, müminlerin imanını ve peygambere olan bağlılıklarını güçlendirir. Keramet de tasavvuf yoluna yeni girenlerin heveslerini kamçılayarak bu yolda şevkle yürümelerini, yolun gereklerini azimle yerine getirmelerini ve yola olan bağlılıklarını güçlendirmelerini sağlar, moral verir, maneviyatlarını takviye eder. Böylece keramet menkıbeleri Kur’an’da peygamber kıssalarının temin ettiği faydayı temin eder. Nitekim menkıbelerin Allah’tan gelen birer asker olup müritlerin gönüllerini kuvvetlendirdiklerini söyleyen Cüneyd Bağdadi Hud Sûresi’nin 20. ayetini buna delil olarak göstermiştir. (Serrâc, s. 275).
Keramet, sahibinin dürüst bir insan olduğunu gösterir, tutum ve davranışları doğru olmayanlardan keramet zuhur etmez. Bu suretle Allah hallerinde dürüst olanla sahte olanı bize tarif eder. Keramet, sahibinin yakin halini kuvvetlendirir, basiretini artırır. (Kuşeyrî, ss. 660, 663).
Kerametin Hak Olduğunun Delili ve İspatı
Kerametin ve diğer harikulade olay ve hallerin aklen, ilmen ve naklen imkânını ve vukuunu, özellikle kelam ve fıkıh âlimlerine karşı ispatlamak mutasavvıflar için hiç zor olmamıştır. Mucizenin imkân ve vukuunu ispatlamaya yarayan her delil kerametin ve diğer harikaların da imkân ve vukuunu ispatlar. Kerametin imkân ve vukuu şöyle bir mantıkla ispatlanır. Keramet alken tasavvur edilebilir
bir olay olup gerçekleşmesi her hangi bir akli esası ortadan kaldırmaz. Hakk Teâlâ bu tür şeyleri icada kadirdir. O’nun kerameti yaratmasına engel olacak her hangi bir şey de yoktur. Keramet aklen mümkündür, imkânsız değildir. (Kuşeyrî, s. 660) Tabiat kanunlarındaki düzenin, sürekliliğin, delinmezliğin, illet-ma’lul, sebep-sonuç (illiyet, nedensellik) ilişkisinin esas olduğunu savunarak mucizelerin imkân ve vukuunu kabul etmeyen bazı filozoflara, materyalist ve naturalist filozoflara karşı bunun imkân ve vukuunu akıl ve mantık yönünden ispatlamak için kelamcıların ortaya koydukları aklî, mantıkî, felsefî ve ilmî deliller aynı zamanda keramet ve diğer harikaların imkân vukuunu da ispata yarar. Bu bakımdan keramet ve harikalardan pek hoşlanmayan bazı kelam ve
fıkıh âlimleri çelişkiye düşmemek ve tutarlı görünmek için bu tür olay ve halleri açıkça red ve inkâr edemez, kerhen bunu kabul eder, ama ironik ifadelerle meseleyi hafife almaktan da geri durmazlar. Zahir ulemasının tavır takınmaları ve âmiyâne bir deyimle ehli tarikle, dalga geçmelerinin sebebi budur. Bu eğilimdeki zahir ulemasının zor ve sıkışık bir durumda kalması bundandır. Bunların daha makul ve gerçekçi olanları ise “Ne şiş yansın ne kebap” deyimi ile dillendirilen ortalama bir yol izlerler, keramet Kur’an ve sünnette geçen örnekleri ise genellikle bazı zâhir uleması tarafından te’vil edilerek, akla ve tabiat kanunlarına uygun yorumları yapılarak geçiştirilir.
Mucize ile keramet arasında bir mahiyet farkı var mıdır?
Ünlü sûfî Ebu Hafs Haddâd/demirci idi, bir gün kızgın demiri ateşten çıkarmış ve eli yanmamıştır. (Hucvirî, Keşfu’l-mahcub, Tahran 1338, s. 155,)
İbrahim Tennurî de kızgın fırına girerdi. (Camî, Nefahatu’l-üns, çev.: Lâmîi, s. 689; İbn Teymiyye, Mecmuatu’r-resâil ve’l-mesâil, Beyrut 1983, c. II, ss. 153, 172).
Ahmed b. Ebi’l-Havarî de kızgın fırına girmiş ama yanmamıştı (Kuşeyrî, s. 435).
Ateşin insanı yakması doğa yasasının, sebep-sonuç ilişkisinin gereğidir, yakmaması ise yasanın delinmesi, bir istisnası, belli şartlarda belli kişide etkili (Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergis 20 i, yıl: 6 [2005], sayı: 15) olmamasıdır. Bu tür olaylar çoğu zaman zâhir uleması tarafından garip karşılanır, dudak bükülerek geçiştirilir. Ama Hz. İbrahim’i Nemrud’un ateşinin yakmadığı (bk. Enbiya, 2/69) söylenince akan sular durur. Birincisi keramet, ikincisi mucize olarak tanımlanan bu iki olay arasında hiçbir mahiyet farkı yoktur, her iki olayın tabiat kanunu karşısındaki imkân ve vukuu bir ve aynıdır. Birini kabul, diğerini red mümkün değildir, ikincisinin imkân ve vukuunu ispat için getirilen delil birincisi için de geçerlidir. Birincisinin imkânsız olduğunu göstermek için getirilen her delil ikincisi içinde geçerlidir. Bundan dolayı keramet ve harika olaylarına dudak büken bazı zâhir uleması bu gibi olay ve halleri red ve inkârda fazla ileri gidememiş, sadece bıyık altından gülmekle yetinmek
zorunda kalmıştır.
Not : Şüphesi ki, cahillere bu kadar söz yetmez. Ama, samimi bir şekilde bir şey araştıranlara bu izahatımız ziyade bile gelebilir. Bu sebeple artık soru sormak isteyenler araştrmalarını kendileri yapsınlar. Çünkü, biz dini konuları eğelence haline getirmemeyi kendimize şiar edinmişizdir. Herkes kendi yoluna revan olsun Vesselâm.