Edeble Varan Lutufla Doner

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Yâri bed, bed ter ez mâri bed

Günah işlemek için, yahut günah işletmek için, insana yardımcı olan arkadaş, zehirli yılandan daha fazla zararlıdır.

Men dakka bâbe-l-kerîmi infeteha

Kim cömerdin kapısını çalarsa, kapı ona açılır.

Âşık ender zâhiru ve bâtın neh bîned ğayri dûst.
Pîşî ehli bâtın în ma'na küftem zâhirest.


Açık ve gizlide aşık, dostundan başkasını göremez.
Ehli bâtın nezdinden söylemiş olduğum şu mana zâhirdir. Sâdi Şirazî

SORULDU : Bir alim Kur'ân'ı, hadîsi, fıkıh ilmini bilir, selefin kitaplarını okursa şeyhe ne hacet?..

BUYURDU: ( Abdulhakîm el-Hüseynî rahimehullah ) Doğru, doğru amma bir eczacı envâi çeşit otları bilir, hangisinden ne gibi şerbet çıkaracağını, hangi hastalığa yararlı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, doktorlar da onun tahlil, terbiye ve tahrîrine binaen, teşhis ettikleri hastalığa tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastayı teşhis etmekten acizdir, doktorun reçetesi olmaksızın bir hastaya ilac verse, hele hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıd olursa, eczacı o ilacı parasız olarak verdikten sonra hasta o ilacla ölürse cezalanır. Elbette böyle satış yapan cezayı hakeder.

Bununla beraber doktor kendi filmini çekmekten acizdir. Ondan da aciz olmaz derseniz, iki omzu arasında bir çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. Alimleri de buna kıyas et. Kaldı ki insan ahiret yolunda evvela avamdır. Nasıl kendini tedavi edebilir?

Kalbî hastalıkların tedavisi maddi tedaviden daha zordur. Acaba nazarî olacak tıb ilmini tahsil edene, o oğlun da olsa dimağ ve kalb ameliyatında sen kendini ona teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok zamanda muvaffak olan bir doktora kendini tereddüdsüz teslim edersin değil mi?

Bunca vaazlar nasihatleriyle az kimseleri yola getirirler, amma şeyhler öyle değil, pek çok fâsıkları günahtan vazgeçirirler. bu apaçık meydanda bir delildir. Diyebiliriz ki zamanımızda şeyhler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. İrşad vardır, mürşidler azdır.


O'nu bulmak için dostunu bulmak gerek.....

Ennâsu niyâmu feizâ mâtû intebehû

İnsanlar hep uykudadırlar; öldükleri zamanda uyanırlar.


Ve kun ardan liyenbut fîke-l-verdu
Feinne-lverdu munbitehu-t-turâbu


Yer gibi ol ki sende gül bitsin, zira gülü bitiren topraktır.

Hâcî birahi Ka'be ve mâ tâlibi didâr
Û hâne hemî cûyed ve mâ sâhibi hâne


Hacı Kâbe yolunda biz isek dîdârın talibi. O haneyi arıyor, biz hanenin sahibini. Hâfız Şirâzî

Allahumme lâ mânii limâ a'tayte ve lâ ma'tîye limâ mena'te

Allah'ın verdiğine engel yoktur, menettiğini veren yoktur.

SORULDU: Efendim ruhum kurban olsun. Şer'î hükümler birdir. Hakîkat kâbil-i taksim olmayan yine şeriatın kendisidir. Hakîkat, şeriat, tarîkat isimleri nereden çıkmıştır? Neden zâhire hüküm verilir? Bu hususta nefsimize nasıl itminan gelir? Terbiye-i nefs hakkında ad a'dâ aduvvike-l-lezî beyne cenbeyke " Sen en büyük düşmanını iki kürek kemiği arasında olanı bil. " mealindeki hadîs-i şerifin manasını bize ihsan buyurur musunuz?

BUYURDU: ( es Seyyid eş Şeyh Abdulhakîm el- Hüseynî rahimehullah) Allah Teâlâ'nın kuluna hitabı üç mertebededir:

a- İbadetin keyfiyetini beyan olarak muamele, cezalar, emanetler, miraslar ve bedene aid hitablardır. Bunun iç yüzüne şeriat denilir, dış yüzüne tarîkat denilir.

b- Kalbe müteveccih olan hitablardır. İtikad, amel, ahlak gibi kalb ve dimağ terbiyesine müteveccih İlâhî hitablardır. Bunun da dış yüzüne şeriat, iç yüzüne de tarîkat denilir.

c- Bir anda hem bedene, hem de bedenin iç yüzüne müteveccih olan hitablardır. Buna da hakîkat denilir.

Bazı meşâyıh birincisine beden terbiyesi, ikincisine nefs terbiyesi, üçüncüsüne kalb terbiyesi demişlerdir. Beden, sûreti taksimle tahrib olsa bile kâbil-i taksimdir. İnsanın içi ise kâbil-i taksim değildir. Binaenaleyh Ârif Sehreverdî ve Beyazıd-ı Bestâmî gibi zevat şöyle dediler: Men teşerra' ve lem yetesavvaf fekad tefesseka ve men tesavvaf ve lem yeteşerra' fekad tezendeka " Kim şeriatı tutup tarîkatı bırakırsa fâsık, kim de tarîkatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır. " yani şeriatın mücerred bir zâhirden ibaret olduğunu iddia eden fâsıktır; mücerred bâtın diye iddia eden de zındık ve münafıktır. zira birinci ve ikinci itibarla iç ve dış yüz birdir. ve men cemaa beynehumâ fekad tehakkaka " Kim ki şeriat ve tarîkatı birleştirdi ise şübhesiz o hakîkate kavuşmuştur. " buyurmuştur. Yani zâhir ve bâtın birdir.

Bir ağacın kökü var; yer altında damarları var; ve dalları var. Şeriat damarlar gibidir, tarîkat kök, hakîkat dal, meyvesi de ma'rifet gibidir. Hangisini ortadan kaldırırsan ağacın hepsi ortadan kalkar. Yahud şeriat beden, tarîkat kalb, hakîkat ruh, ma'rifet ise bunların müşahedesidir. Hadîs-i şerîfe gelince Şâh-ı hazne bize sohbet etti şöyle buyurdular:

İnsanın nefsi faydalı olanı def, zararlı olanı celbeder. Kalb onun zıddını ister. Fakat sûreten gizli olan nefs gizlice birçok hileler yapar. Hadîs-i Nebevî de o iki kürek arasında gizlenmiş nefsinin düşmanlığı ve hilesi, şeriatı inkar eden kafir, inanmayan münafık, tatbik etmeyen fâsıktan daha fazladır. Ezcümle sıfatı kötülüğü emretmektir. O nefsi sıfatından çıkarıp itminan ve sukûnet sıfatına yönelmek gerekir. Bu nefs ıslah olmayınca, ma'rifetin ne olduğu bilinmez. Nasıl ki hasta insana ne versen acı gelirse öylece nefse de İlâhî hitablar, emrler acı gelir. İtminan derecesinde nefs sıhhati bulur, sıhhat bulunca kendisi kendini muhafaza eder. Bu sayede Allah'ın ma'rifeti ona baş gösterir. Nefs bu saadete kavuşunca mü'min, kâmil ve salih olur. Ahirette de saîd olur.

Hürriyet Allah'tan başka hiç bir sebebe bağlanmamaktır. eş-Şeyh Abdulhakîm el-Hüseynî

İzâ mâ halevte-d-dehra yevmen felâ tekul
halavtu ve lâkin kul aleyye rakîbu
ve lâ tahsebenne-l-lâhe yeğful sâatun
ve lâ enne mâ tuhfîhi anhu yeğîbu
elem tera enne-l-yevme esrau zâhibin
ve enne ğadan linnâzîne karîbu


Zamandan bir günde tek başına kalsan, sakın, tek başıma kaldım, deme. Bilakis, üzerimde gizli ve aşikârımı murakabe eden vardır, de. Allah Teâlâ'nın bir saat senden gafil olduğunu ve O'ndan gizlediğin şeylerin Kendisi'nden gaib olacağını sanma.

Bugünün ne çabuk geçici olduğunu ve bekleyenler için yarının ne kadar yakın olduğunu görmez misin? İmam Şâfiî radıyallahu Teâlâ anh


Edeble Varış Lutufla Dönüş Dilara Yayınları
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Yarin Allah Teala'nin huzuruna vardigimizda: Kulum sen Bana ne ile geldin? diye sordugunda.

Ya Rabb! Ben Senin sahana tecavuz etmedim. Senin adina yargilayip, hukmedip bir seyler yapmadim. Bana kustuler, ben onlara kusmedim. Bana vurdular ben onlara vurmadim. Beni ezdiler, ben onlari firsat gecince elime ezmedim. Bana kizdilar, ben kizanlara kizmadim. Benim hakkimi yediler, ben onlarin hakkini yemedim.

Ben bunlari aciz insan olarak yaptim, Sen Rabb'sin Sen de benim haltlarima karsi benden daha sefkatli muamele edersin diyebilmek adina ne yapilacaksa onu yapalim.
 

AşK_€r

arabeskçi
Katılım
20 Kas 2006
Mesajlar
3,711
Tepkime puanı
23
Puanları
0
Yaş
44
Konum
yersiz-yurtsuz
Ya Rabb! Ben Senin sahana tecavuz etmedim. Senin adina yargilayip, hukmedip bir seyler yapmadim. Bana kustuler, ben onlara kusmedim. Bana vurdular ben onlara vurmadim. Beni ezdiler, ben onlari firsat gecince elime ezmedim. Bana kizdilar, ben kizanlara kizmadim. Benim hakkimi yediler, ben onlarin hakkini yemedim.
onu yapalim.
. . .

:clap2: :clap2: :clap2:
.
 

Dut_agaci

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
7,219
Tepkime puanı
330
Puanları
0
Web sitesi
www.Menzil.Net
Edeple Varan Lütufla DönerMustafa Bahadıroğlu | Aralık 2006 | DİĞER YAZILAR



0011-114203_200x200.jpg


Görgü kurallarını bilmek elbette takdire değer. Fakat en kıymetli sofra adabı, misafir olduğunu bilip sofra sahibinin izzet ve ikramına saygıyla karşılık vermektir; ona hürmeten, sofranın sükûnetini, bereketini kaçıracak her türlü davranıştan kaçınmaktır.

Tatlı bir heyecan ve ürpertinin iliklerimize kadar işlediği günlerdeydi. Hacı adayları mahşer öncesinin provasını yaparcasına, çıkılacak yolculuğun son hazırlıklarını bitirmek üzereydi. Sıra büyükleri, akraba ve dostları ziyaret edip helalleşmeye gelmişti.

Dualarla yola çıkmak

Ziyarete büyüklerden başlamak Hak dostlarının edebiydi. Bunun için sefer edip Zamanın Kutlusu’na varmak, huzura girmek gerekiyordu. Kutsî bir nazarın saçtığı nurlarla ruhu bir kez daha yıkamak… Himmetle örülmüş çelik zırhın içine girip, edepsizlik ve musibetlere kalkan yapmak… Duaların manevi gerilimiyle saflaşıp gönül ferahlığıyla yola koyulmak zamanıydı.
Huzura kabul edilenlerin çıkarken yüz ifadelerinden lütufla döndükleri her halleriyle belliydi. Hiç şüphe yok ki, “Edeple varanlar lütufla dönerler.” Gerçekten de lütuf ve keremle dönmüşlerdi. Sevinçten ortalık bayram yerine dönmüştü. Zamanın Kutlusu onlara: “Bizi de dualarınızdan eksik etmeyin.” demişti. Ruhunuzun derinliklerinden kopup gelen bir feryat o anda şöyle haykırmak ister: “Kusurlara bulanmış haccımın içinde eğer tek bir ecir varsa sana feda olsun!”

Hz. Ömer r.a. da bir gün böyle yüce bir huzura çıkmış ve umre için Allah Rasulü s.a.v.’den izin istemişti. Onlar her işlerini Gönüller Sultanı’na arz eder ve O’nun izni olmadan nafile ibadet bile yapmazlardı. İtikafa girerken dahi izin isterlerdi. Alemlerin Efendisi Hz. Ömer’e izin vermiş ve “Kardeşim bizi de duana ortak et.” demişti. Bu mübarek söz Hz. Ömer’i hayatının sonuna kadar duygulandırıp coşturmaya yetmişti. Nitekim daha sonraları: “O gün dünyalar benim olsaydı, o kadar sevinmezdim.” demiştir.

Baştan aşağı edepten ibaret olan yiğit oğlu yiğitlerin bile ödlerinin koptuğu mübarek makamlar vardır ki, bunların başında Mekke ve Medine gelir. Çünkü bütün iyilikler gibi kötülükler de Mekke’de yüz binle, Medine’de ise binle çarpılır. Sonra Hz. Rasulullah s.a.v.’i üzen bir kimse, bu zararını hayatı boyunca ağlayıp yalvarmaktan başka ne ile karşılayabilir?

Dua ve himmet olmadan o kutsî toprakların edebine kim riayet edebilir ki?.. Yapılan küçük edepsizlikler dahi o mübarek makamlarda büyük birer cürüm haline dönüşür. Oralardan ya hayatınızın kârı ile ya da -Allah korusun- zararıyla dönersiniz.

En bereketli sermaye

Gecenizi gündüzünüzü dolu dolu nafile ibadetle geçirmemişseniz, elinize geçen fırsatları bir ölçüde ziyan etmişsiniz denilebilir. Fakat bu suretle zarara girmiş olmazsınız da, kârdan geri kalmış olursunuz. Ama “edep” tahsil etmeden kutsî zatlara ve mekânlara gitmişseniz, edepsizliğin zararını ne ile kapatabilirsiniz?

İşte bu endişe ve mülahazalarla dolu iken daha oracıkta himmet imdadımıza yetişmiş ve Cenab-ı Hak karşımıza edep timsali bir gönül erbabını çıkarmıştı. Bu zat iki büyük Allah dostuna hizmet etmiş, şimdilerde ise Zamanın Kutlusu’ndan edep tahsiline devam ediyordu. Hayatı boyunca dümdüz bir çizgide dosdoğru giden ender zatlardan biriydi. Sağa sola saptığını gören olmamıştı. İncelik ve nezaketiyle muhataplarını utandırırdı. Hasılı, seven ve sevilen bir zattı… Kutlu yolun yolcuları sordular: Bu yolculuğun adabından söz eder misiniz? Gönül dostu, Sâdât-ı Kiram’dan örneklerle edep anlattı. Zaten sevenler her meseleyi sevgilinin dilinden anlatırlar. Özetle şöyle dedi:

Kâbe Allah’ın evidir.1 Mekke’nin ahalisi Allah’ın komşuları hükmündedir. Hacılar da hadis-i şerifte belirtildiği üzere kulları arasından seçtiği heyetlerdir. Dua ederlerse duaları kabul edilir, mağfiret dilerlerse bağışlanırlar. Aynı şekilde Medine-i Münevvere’nin ahalisi Hz. Rasulullah s.a.v.’in komşularıdır. Dünyanın dört bir tarafından akın eden ziyaretçiler ise, misafirleridir.

O yüzden bu iki mübarek beldenin ahalisini ve ziyaretçilerini üzmek son derece tehlikelidir. Hatta alışveriş esnasında ileri gidip aşırı derecede pazarlık etmek bile doğru değildir. Zira böyle bir davranış onları üzebilir. Bir miktar fazla ödeseniz bu sizi fakir yapmaz. Ama onları üzerseniz Allah ve Rasulü’nü gücendirebilirsiniz.

Misafirden beklenen edepli olmasıdır

Sonra Gavs Hazretleri’nden naklen bir menkıbe anlattı. Dedi ki:
Velilerden bir zat Medine-i Münev-vere’ye yerleşmişti. Bir gün bu zat hastalandı ve hizmetçisini çağırarak çarşıdan yoğurt almasını emretti. Az sonra dönen hizmetçiye yoğurdu kaça aldığını sordu. Fiyatı öğrenince de: “Amma da pahalıymış ha!” dedi.

Ehlullahtan olan bu zat, o gece rüyasında Hz. Rasulullah s.a.v.’i gördü. Sitemli bir vaziyette arkasını dönmüş ve kendisini şöyle azarlıyordu: “Bizim beldemizin yoğurdunu pahalı bulan, bizim beldemizi terk etsin!”

Büyük bir korku ve telaşla uyanan zat, başını duvarlara vurup ağlamaya başladı. Gözlerinden yaş yerine adeta kan akıtmaya başlamıştı. Orada bulunan başka bir mana dostu kendisine şu tavsiyede bulundu: “Affedilmek istiyorsan, Hz. Rasulullah s.a.v.’in amcası Hz. Abbas r.a.’ın kabrine git ve onun şefaatçi olmasını, senin için İki Cihan Güneşi’ne yalvarmasını iste.” Bu tavsiyeyi yerine getiren velî zat, o gece yine Allah Rasulü s.a.v.’i rüyada gördü. Alemlerin Efendisi ona arkası dönük şöyle diyordu: “Tamam affedildin ama bizim beldemizi terk et!”

Sonra şöyle devam etti: İşte bu yüzden iki mübarek beldenin halkına ve misafirlerine son derece nazik davranmalısınız. Gıyaplarında konuşurken de onları aşağılayıcı sözlerden şiddetle kaçınmalısınız.

Bir başka zat da şu sohbeti yapmıştı: Gavs-ı Bilvanisî k.s. Hazretleri bir keresinde Medine-i Münevvere’de oranın ahalisinden birinin çocuğuyla oturmuş, oyuncak arabayla oynamıştı. Çocuk ayrılıncaya kadar da oyunu bırakmamıştı. Yine bu zatın torunlarından baştan aşağı edep manzumesi olan bir seyyidin Medineli bir gence gösterdiği fevkalâde hürmet ve tevazu gerçekten görülmeğe değer bir husustu.

Sonunda varılacak yer cennet olunca

Bilumum haram ve günahlardan kaçınmak edeptir. Farz, vacip ve sünnet-i seniyye ile amel etmek edeptir. Allah Tealâ’yı görüyormuşçasına ibadet etmek, O’nun her an bizi gördüğünü, açık gizli bütün halimize vakıf olduğunu bilerek davranmak edeptir. Hangi renkten, hangi ırktan olursa olsun oradaki müminlere hizmet etmek, onlara lütuf ve keremle muamele etmek, güzel ahlâk, haya edeptir. Diline sahip olmak, kimsenin kalbini kırmamak, nefsi için herhangi bir davada bulunmamak, sabır ve sükunetle hareket etmek edeptir. Otelde, asansörde, araçlarda ve elden geldiğince, güç yettiğince tavaf esnasında kadın-erkeğin birbirine karışmadan vazifelerini yapması son derece mühim bir edeptir. İmam-ı Rabbanî Hazretleri k.s. buyuruyor ki: “Edeplerden bir edebi korumak, tenzihî bile olsa bir mekruhu terk etmek, zikirden, murakabe ve teveccühten daha efdaldir.”

Burada iki hadis-i şerifi hatırlamakta fayda var: “Kim Allah için hacceder, bu esnada kötü işlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa -kul hakları müstesna- annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner.” “İçine günah karışmamış ve kabul olunmuş bir haccın karşılığı ancak cennettir.” Yani edeple haccedenlerin hacları kabul görebilir. Onların varacağı yer ise cennettir. İşte hac budur. Kısaca edepten ibarettir.

Şair Nâbi ne güzel söylemiştir:

Sakın terk-i edebten kûy-ı Mahbubu Hüda’dır bu
Nazargâh-ı ilâhidir, makam-ı Mustafa’dır bu
Muraât-i edeb şartıyla gir Nâbi bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyadır bu!

Kâbe de konuşur

Şüphesiz her yerde edepli olmak lazımdır. Fakat bu gibi makamlarda belki bin kere daha edepli olmalıdır. Hatta denilebilir ki bu iki makamda yani Kâbe ve Mescid-i Nebevî’nin hariminde kalbi dahi korumak gerekir. Çünkü Allah Tealâ bu makamlara içten ve dıştan O’nun adına hürmet edilmesinden hoşnut olur. Ayrıca Kâbe’yi ve Efendimiz aleyhissalât u vesselamı kalpten geçen manalara muttali kılabilir.

Buna şaşırmamak gerekir. Zira Kâbe’nin manevi bir hakikati vardır ki, Hakikat-i Ahmediyye’nin bir başka yönünü teşkil eder. Bu hakikat Allah’ın izniyle gören, işiten ve dile gelebilen bir hakikattir ve makamı çok yüksektir. Bizler sadece Beytullah’ın taştan örülmüş mübarek yüzüne bakabiliyoruz. Şayet hakikati bir an için açılmış olsaydı, o anda ruhumuzu teslim ederdik. Çünkü ona bakmaya asla güç yetiremezdik. Velilerin havassı ise böyle değildir. Kim bilir onlar tavaf ederken Kâbe ile aralarında ne gibi konuşmalar ve hangi sırlar cereyan etmektedir?

Büyük veli Muhyiddin ibn Arabî Hazretleri k.s. tavaf esnasında Kâbe’nin kendisine hitab edip konuştu ğunu, bunu bizzat kulağıyla duyduğunu, aralarında geçen konuşmalardan sonra kendisinin o anda hazırlıksız olarak bir şiir söylediğini belirtmektedir. Hatta bu şiirlerini meşhur Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde zikretmiştir.

İbn Arabî Hazretleri başka bir seferinde şöyle demektedir: “Bir gün Kâbe’ye baktım kendisini tavaf etmemi istiyor, zemzem ise, bize kavuşmayı arzu ederek kendi suyundan bol bol içmemi diliyordu. Her ikisine hitaben beyitler söyledik…”

Yine bir tavafını şöyle anlatmaktadır: “Soğuk ve mehtaplı bir gecede sağnak yağmurla abdest almış ve şiddetli bir rahatsızlıkla tavafa çıkmıştım. Sonra Hacer-i Esved’i öperek tavafa başladım. Rükn-i Şâmî köşesine ulaştığımda, Kâbe beni kulağımla işittiğim bir konuşmayla tehdit etti. Şiddetli bir sancı duydum. Sonra Allah’a yemin ederim ki, Kâbe temelleriyle birlikte yerden yükseldi. Derhal irticalen şiir söyledim. Kâbe bana tavaf etmemi tekrar işaret etti… (…) Sonra ona teşekkür ettim ve aramızda sulh yaptık…” (Fütuhat)

Görülüyor ki, Beytullah sadece taş bir binadan ibaret değildir. Ehlullah orada ve Hazreti Rasulullah s.a.v.’in Ravza-i Tahire’sinde çok manalara muttali olabilmektedirler. Yukarıda anlatılan hususlar adı geçen mübarek makamların heybetini hissetmek ve edebi muhafaza etmek açısından önem arz etmektedir.

Edepli bir ecdadın torunları

Elbette ki mukaddes topraklarda mübarek makamlar Kâbe-i Muazzama’dan ve Ravza-i Tahire’den ibaret değildir. O bölgenin her karışı Hz. Rasulullah s.a.v.’in, sair Peygamberlerin -salât ve selam üzerlerine olsun- Sahabe-i Kiram Efendilerimizin -Allah hepsinden razı olsun- ve Evliyaullahın -Hak Tealâ sırlarını mukaddes kılsın- mübarek ayaklarının değdiği yerlerdir. Bir sahabi kabrine gittiğiniz zaman kendinizi küçük bir Ravza’nın önünde duruyormuş gibi hissedersiniz. Rabıta ile huzura girer, selam verir ve mübarek ruhlarına Kur’an okursunuz.

İki Cihan Güneşi s.a.v.’in edebinden nasibi olmayan O’nun nurlu yolundan istifade edemez. İnce bir duyuş, ince bir hissiyata sahip olan büyükler kutsî mekânlarda diğer yerlere nispetle edebe çok daha fazla dikkat etmişlerdir. İmam Malik rh.a Hazretleri, Allah Rasulü s.a.v.’in bastığı toprağa hürmeten Medine-i Münevvere’de hayvan üstüne binmemiş, ayakkabı da giymemiştir.
Sultan Abdülhamid Han k.s. Hazretleri zamanın büyük velilerindendi. İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye kadar tren hattı yaptırmıştı. Allah Rasulü s.a.v.’in muazzez ruhlarını gürültüyle rahatsız etmemek için Medine İstasyonu’nda rayların altına keçe döşetmişti. Osmanlı’nın o ince ruhlu insanları Mescid-i Nebevî’yi tamir ederken yine aynı maksatla çekiçlerine keçe bağlıyorlardı. Bu zamanın Kutlusu k.s. Sahabi kabirlerini ziyaret ederken mezarlıkta ayakkabılarını çıkarıyor ve derin bir hürmetle huzurlarına giriyordu. Allah onlardan razı olsun ve gölgelerini başımızdan eksik etmesin.

Şair ne güzel söylemiş:

Ehli dil arasında aradım, kıldım talep
Her hüner makbul imiş, illâ edep illâ edep…
1 Allah Tealâ her türlü mekândan ve yaratıkların hallerine benzemekten münezzehtir. Buradaki Beytullah, Allah’ın evi ifadesi mecazidir.

SEMERKAND DERGİSİ
 
Üst