Düşünce Dünyamızdan

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Bundan sonra bu köşede Türk Düşünce dünyasının Parlak İsimlerinden alıntılar yapacağım.
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Rızk Risktedir

Kimi konular birkaç günlüğüne gündemimize misafir olup yerlerini yenilerine terketseler de, bazı konular gündelik konuşmalarımızın merkezinde kalmaya devam ediyor: fiyatlar, ihtiyaçlar, enflasyon ve hepsini içine alan "geçim sıkıntısı" gibi. Bu konular sadece "fakir-fukara"nın değil nisbî olarak zengin sayılabilecek insanların da dillerinde geziyor. Her ay yapılan "Bu ay en çok neyi konuştuk?" araştırmalarında, "ekonomi" birinciliği başka birşeye hemen hiç kaptırmıyor. Çok değil, 15-20 sene önce, gazetelerin özel bir ekonomi sayfası bile yokken, şimdi para, borsa, şirketler vs. için ayrı ayrı sayfalar tahsis ediliyor. Kısacası, gittikçe daha fazla ekonomi eksenli düşünüyor, konuşuyor ve yaşıyoruz.

Her yeni gün, yeni tedirginlikler, endişeler ve korkular taşınıyor dünyamıza. İhtiyaçlarımızı, isteklerimizi elde etmeye yönelik belirsizlikler, ihtimaller ve soru işaretleri birer sıkıntı kaynağı haline geliyor. "Acaba"lar, "yoksa"lar, "ya olmazsa"lar, geçim ve gelir konularında bize "dert" kaynağı oluyor. Öyle ki, bu kaygılar ve korkular, geçinmeyi bir dert ve sıkıntı haline getiriyor. Rızk ve ekmek kazanmak, bir aslanla savaşmak kadar tehlikeli ve korkulu bir konu bizim için. Ekmeği "aslanın ağzı"ndan alabilmek gerekiyor çünkü.

Peki, çözüm olarak ne yapıyoruz? Çoğu çareyi "kesin ve garantili" rızk kapılarında bulmaya çalışıyor ve bunların başında da devlet memurluğu geliyor. Esasen, umuma hizmet yeri olması gereken "devlet kapısı," ne yazık ki, çoğunluk tarafından risksiz bir gelir kaynağı olarak görülüyor. Çünkü, bu kapıya kapağı atanın düşük de olsa garantili bir gelire kavuşacağı düşünülüyor. Memur olabilmek için yüksek meblağlarda ödenen rüşvetler, memur alımlarında izlenecek yöntemlere ilişkin hararetli tartışmalar da bunu gösteriyor zaten.
Diğer bir "risksiz rızk" arayışı faize götürüyor kimilerini. Emek sarfetmeden, riske girmeden, yan geldiği yerde parasıyla para kazanmayı hedefleyen bu kimseler, ticaretin riskli ve kaygan zemininden kaçmaya çalışıyor. İlginçtir, sadece bireyler değil, en büyük şirketler dahi nice zamandır riskli ve zahmetli yatırım ve üretimi bir kenara bırakıp, devlete faizle borç vererek "garantili" kârlar elde ediyorlar ve bunu muhasebe defterlerine "faaliyet dışı gelirler" diye kaydediyorlar. Üstelik, bu faaliyet dışı kârlar yüzlerce büyük şirketin toplam gelirlerinin yüzde doksanından fazlasını teşkil ediyor.

Bu çözümün çıkmaz bir sokak olduğunu bugün yaşanan bunalımlar açıkça ortaya koyuyor. Bir kişinin işini üç kişinin yarım-yamalak yaptığı hantal ve tembel bir bürokrasi, borç faizi ödemekten canı çıkmaya yaklaşmış bir kamu ekonomisi...

Okuduğunuz yazı, ne mikro ne de makro ekonomik tahliller yapmayı amaçlamıyor. Eline alacağınız dindar ya da laik her gazetenin ekonomik sayfaları bu tahlillerle dolu zaten. Niyetimiz, bu tablonun bize gösterdiği yanlışın satıh altına inmek ve insanî varoluşumuzun bir parçasını oluşturan rızk konusuna risk penceresinden bakmaya çalışmak.

Herbirimiz, bir balıkçının ağlarını denize atması gibi, rızk yolunda adımlar atıyoruz. Satıcıysak dükkanımıza gidip mallarımızı sergiliyoruz, tüccarsak ticarî ilişkiler kuruyoruz, işçiysek emeğimizi sarfediyoruz. Fakat, attığımız bu adımlarla ulaşmak istediğimiz sonuç, yani rızk arasında riskler dolu.

Balıkçı örneğinden devam edecek olursak, sabah kalkıp teknemizle denize açılıyoruz. Bir vakit sonra ağlarımızı uygun gördüğümüz bir yerde usulca denize salıyoruz. Sonra? Elbette ki, bekleyiş. Ne denize, ne balıklara hükmeden birisi olmadığımıza, balıkların dizginlerini biz elimizde tutmadığımıza göre, yapacağımız, balıkların ağına doluşmasını beklemek. Ama biliyoruz ki, geri çektiğimizde ağları bomboş da bulabiliriz. Çünkü, denize açılıp ağları attık diye, balıklar mutlaka ağına doluşacak değil. Diğer bir ifadeyle, başvurduğumuz sebeblerle, umduğumuz sonuç arasında birebir ve kesin bir ilişki değil, belirsiz bir ilişki var.

İşte, yollar burada çatallanıyor. Şayet rızkımız için sebebleri merci tanıyorsak, ‘Her sonuç bir sebebin ürünüdür. Sonuçları sebebler yapar’ diyen Avrupa felsefesi, bilsek de bilmesek de, dünyamıza hâkim demektir. Hava, rüzgâr, balık sürülerinin gittiği yön, ağların sağlamlığı, teknenin arıza yapmaması... Olması ve olmaması ‘gereken’ sayısız sebeb, dünyamıza sayısız ihtimal taşır ve sonuçta bir tedirginlik ve belirsizlik yaşarız. Rızkımızı maddî sebeblerden biliyorsak, Batı felsefesinin şekillendirdiği zihnimizi bu belirsizlik tedirgin edip durur. Çünkü böyle bir zihin, sonucu -yani, rızkı- maddî ve zahirî sebeplerden bilir. Dolayısıyla, mutluluğumuzu da o sebeblere bağlarız.

Halbuki, merci tanıdığımız o sebebler ne bizim ihtiyacımızı bilecek bir bilgiye, ne o ihtiyaçları karşılayacak kuvvete, ne de iradeye sahiptir. Âciz, cahil, şuursuzdur. Onlarla sonuçları arasında koca bir boşluk vardır. Sebeblerde takılan insana ancak kaygı veren bir boşluk...

Zaten, Batı felsefesiyle beslenmiş esbabperest bir balıkçı, aslında tâ başından kaygılıdır. Ya fırtına çıkarsa? Ya teknesini akşam koyduğu yerde sabah bulamazsa? Ya, balık sürüleri ters yöne akın ederlerse? Bu vehimlerin herbiri, onun gözünde ağlarla balıklar arasındaki boşluğu daha da büyütür ve dünyasına maddi-manevi sıkıntıların dolmasına sebeb olur. Bu durumda girişeceği bütün faaliyetler sebeble sonucu birbirine biraz daha yaklaştırmaya, yani sonucu garantiye almaya yönelik olacaktır. Fakat, sebeplerle sonuç arasındaki o sisli, belirsiz perdeyi hiçbir zaman kaldıramadığı için rızk arayışı onun için bir ‘risk’ olup çıkar.

Burada ilginç bir noktaya işaret etmek gerekiyor. Türkçe’ye de mâl olan ‘risk, risque ve rizico’ gibi Avrupaî kelimelerin menşei, aslında ‘rızk’ kelimesine dayanır. Hiçbir olumsuz anlam ifade etmeyen, aksine tamamen olumlu çağrışımlara sahip olan rızk kelimesinin, Avrupa dillerine taban tabana zıt bir anlam değişikliği yaşayarak geçmesinin nedeni, yukarıda anlatılan rızk arayışının riskli olmasına biçilen değerdir. Yani, materyalist felsefî bakış açısı, rızkın riskte oluşunu "kötü" gördüğünden, rızk ve rızk arayışı bu bakış açısı için, risk olup çıkmaktadır.
Oysa, başka bir bakış açısı pekâla mümkündür ve gereklidir.

Ağını usulünce denize salsa da, rızkını ne bir o yana bir bu yana dalgalanan ve ihtiyaçlarını bilip onun yardımına koşmaktan âciz denizden, ne de yaz-boz tahtası misâli hava şartlarından bilmeyen mü’min bir balıkçı o belirsizliğe (riske) bakıp şükredecektir. Sebeple, yani balık tutmak için bütün yapıp ettikleriyle balıkların ağına doluşması arasındaki o mesafe onun için kaygı değil rahatlık vesilesidir.

Niye mi?

Çünkü, o belirsizlik ve mesafe, hem bir sonuç olan rızkı, hem de insanın ihtiyaç duyduğu şefkat, güven, tanınıp bilinme, muhatap alınma, istenen şeyin hep verilmesi, vs. gibi duyguları (ki bunlar da rızıktır) maddî ve zahirî sebeblerin elinde olmadığının delilidir.

Rızkı hem âciz, hem cahil, hem şuursuz, hem de gözsüz maddî sebeplerin veremeyeceğine inanmış bu balıkçı, maddî sebeblerin perdesinin arkasında, rızka muhtaçları tanıyıp bilen, onların her rızık isteğini işiten, o rızkı onlara vermeye gücü yeten, şefkat ve merhamet sahibi Birisini, yani hakiki Rezzak’ı, hisseder. Maddî sebeblerin olsa olsa Onun kudretinin perdeleri ve rezzakiyetinin kapları ve kapıları olabileceğini bilir.

Ve anlar ki, sebepler ile sonuçlar arasında bulunan ve Said Nursi’nin sema ile yer arasındaki ufka benzettiği -gerçekte sonsuz- mesafeyi kendi bakışında ne kadar açabilirse, yani sebeblerin rızık vermekten ne kadar uzak olduğunu anlarsa, o ufuktan gerçek Rezzakiyet bir yıldız gibi o kadar parlak doğar ve ruhen o kadar rahat edebilir. O yüzden ta baştan bir tevekkül içindedir mümin balıkçı. Her adımını da o tevekkülle atar. Sabah kalkışından ağı denize atıncaya kadarki bütün yapıp ettiklerinin sonuca bizzat ulaşma çabalaması değil, sonucu, yani rızkı Ondan istemek için bir helâl sa’y (çalışma) olduğunu bilir. Helâl rızkın sebeplerden değil, sadece ve sadece gerçek Rezzak’tan istenen, Ondan bilinen ve karşılığında Ona teşekkür edilen rızık olduğunu da.İnsanın amel ve hareketlerinde kulluğu esas alan şeriat, bundan dolayı faizi yasaklamış olmalı ve helâl kazançta ‘risk’ unsurunu bu hikmete binaen şart koşmuş olmalıdır. Yani, rızkın hikmeti Rezzak’ı tanıtmak olduğuna göre, Rezzak’tan yüz çevirerek, hiçbir rızk duasında bulunmadan ‘garanti’ edilen kazanç helâl sayılmıyor, çünkü insana gerçek anlamda rızk olup Rezzak’ı tanıtmıyor.

Yine, ‘Helâl rızkın onda dokuzu ticarettedir’ mealindeki ikazlar, bu hikmete binaen, rızıktan asıl maksadın gelip geçici birtakım ihtiyaçların temini değil ebedî hayatı kazanmak olduğunu ders veriyor; ve rızıktan Rezzak’a, çalışmaktan rızık duasına geçiş yapmamız için bizi teşvik ediyor olsa gerektir.
Yine, geçimi bir sıkıntı ve dert haline getirişimizin altında rızkı sebeblerden biliyor oluşumuz yatıyor olsa gerektir. Aynı şekilde, şefkat duygularını yanlış kullanan annelerin çocuklarının ‘devlet kapısı’na yamanmasını istemelerinin esas nedeni, devleti en kuvvetli rızk sebebi sebep görmeleridir. Hatta kimilerinin saplantı derecesinde devletçi kesilmesinin altında da geçimlerini devletin cebinden bilmeleri yatmaktadır.Kısacası, risksiz rızk arayışı kulluk hükmüne geçmiyor. Çünkü, Hakikî Rezzak’ı tanıma niyetini taşımıyor. Risksiz rızk, aslında rızk olmuyor. Çünkü, insanın maddî-manevî ihtiyaçlarına karşılık gelmiyor, çünkü Rezzak’ı tanıtmıyor.

Üstelik, insanoğlunun rızk hususundaki güven ihtiyacını iyi bilen Rabbimiz, ilâhî kelâmında defalarca Kendisini "Hüve’r-Rezzaku Zü’l-kuvveti’l-metîn" diye tanıtarak gerçek garantiyi verir. Rızkı Veren’i tanıtmak için sadece "Hüve," yani "O," demesi yetecekken, insanı teskin ve temin için, Kendisinin Hem Rezzak, hem Kuvvet Sahibi ve hem de Metîn olduğunu hatırlatır. Tâ ki, insanlar, rızk endişesiyle yanlış kapıları çalmasın ve kulluk yolundan etkisiz ve sahte rezzaklara dilencilik etmesinler...


Murat ÇİFTKAYA
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Birbirinizi Sevmedikçe

KİMİSİNDEN BELKİ HİÇ haberdar olmadığımız onbinlerce hadisler arasında, defaatle duyduğumuz hadisler de vardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam'ın "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" buyurduğunu haber veren hadis-i şerif, işte bu ikinci gruba dahil olanlardandır. Bu hadisi, belki onlarca, belki yüzlerce kez görmüş veya duymuşuzdur.

Şahsen, birçok kereler duymuş ve Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) hayatından ve rehberliğinden esintiler taşıyan birçok kitapta da görmüş olmakla birlikte, bu hadisin özellikle ikinci cümlesini uzunca süre pek kavradığımı söyleyemem. Tâ ki, bir ders ortamında, zihnini, fikrini ve kalbini beraberce bir hakikatin anlaşılması için yoran ve yoğunlaştıran arkadaşlar vesilesiyle cümlenin düğümü açılasıya kadar…

İman etmiş olmanın yahut imanın kalbe yerleşmiş olup olmadığının ölçüsü olarak, birbirini, yani mü'min kardeşini sevmeyi zikreden Resûl-i Ekrem (a.s.m.), bu ders ortamında anladık ki, gerçekten muazzam bir hakikate dikkatimizi çekiyordu. Bunu, 'birbirini sevme'nin zıddına, yani 'birbirini sevmeme'nin dayandığı zemine bakarak kavrayabilirdik.

Bir mü'mini sevmemenin, değişik gerekçeleri olabilirdi. Bu gerekçeler içinde bize belki en doğru ve esaslı görüneni ise, herhalde, o mü'minde görünen hata ve yanlışlardı. Bu hatalar ise ya bizim mizacımıza uymayan, bizim bakış açımız, görgü ve anlayışımız ile uyuşmayan, yani 'bize göre' (subjektif) hatalar olurdu; yahut, objektif kriterlerle göre, meselâ âyet ve hadisin kıstasına vurulduğunda yanlışlığı ortaya çıkanlar.

Bir kere, Kur'ân ve sünnetin ölçülerine vurulduğunda 'yanlış'lığı ortaya konamayacak olan, yani 'bize göre' yanlış olan şeyler yüzünden bir mü'mine karşı kalbini kapamak, başlıbaşına bir kusur idi. Bunu, başka insanların, mizaçlarına uymadığımız için bize husumet göstermelerine razı olup olmadığımızı vicdanımıza sorarak kolayca anlayabilirdik.

Kalbinde iman olan bir mü'minin, anlayış ve yaşayış olarak sergilediği, Kur'ân ve sünnet mi'yarına uymayan tablolar karşısında yine mü'mini kalbimizden silip atmada ise, vicdanın gene tedirgin olmasına mukabil, aklî savunmalar geliştirebiliyorduk. Yapılanın objektif kritere aykırılığı, bizi bu noktada cesaretlendiriyordu.

Ama burada da, 'empati' denilen ve birbirimize düşman olma gibi bir halin çözülmesinde en fıtrî çözüm araçlarından biri olan muazzam nimeti kullanacak olursak, yapılanın yanlışlığını kavramamız mümkündü. Şöyle bir düşünseydik, "Kalben doğru olanı tasdik etmek ve onunla amel etmeyi istemekle birlikte, nefsimize uyup işlediğimiz günahlar yüzünden mü'min kardeşlerimiz bize kalblerini kapasalar, razı olur muyuz?" Olmazdık; çünkü, imanımızı amel-i salihle süslemenin bir esas olmasının yanında, iman ile amel-i salih arasında bir mesafenin varlığı da vâkıa idi. Kur'ân-ı Hakîm defaatle 'iman edenler ve amel-i salih işleyenler'e hitap ederken, aradaki 've' ile hem iman ile amel-i salih arasındaki ilişkiye, hem de ameline bakarak kişinin imansızlığına kâil olamayacağımıza dikkat çekiyor değil miydi? Kendimiz, kendi hayatımızdan, bunu rahatça çıkarabilirdik. İşlediğimiz günahların yanlışlığını aklen biliyor ve yaptığımız halde kalben ıztırap çekerek içten içe istiğfar ediyor değil miydik? O halde, bir başka mü'mini de, gördüğümüz, Kur'ân ve sünnet gibi 'objektif kriterlere' ters düşen davranışları yüzünden daire dışına atmaya hakkımız yoktu. Nitekim, nefsin bu noktada oynadığı ve oynayacağı tuzaklara binaen, Kur'ân-ı Hakîm ve de Resûl-i Ekrem, "imanını ikrar edene, 'Sen mü'min değilsin' dememeyi" şart koşmuyor muydu?

Gelin görün ki, nefis kendini yüceltmeyi arzu ettiği için, kendini avukat gibi müdafaa ediyor ve karşımıza "hatalı insanlar, hatasız ben" tablosu çıkarma gayretine giriyordu. Bu yolda en büyük silahı, elbette, cerbeze idi. Bir mü'minin binlerce cümlesi, hatta senelerce söylediği o kadar çok söz arasından seçilen yanlış sözlerle tarif edip, sanki bütün söyleyip ettiği bunlardan ibaretmiş gibi görünce; yahut, yine bir mü'minin nice seneler işlediği—ve belki istiğfarı binlerce kez yapılmış ve ihtimal ki önemli kısmı fiilen terkedilmiş olan—günahları sanki her gün ve sürekli yapıyormuş gibi tahayyül etmeye kalksak, elbette 'sevmeyi' veya 'acıma'yı değil, 'nefret'i hak eden insan manzaralarıyla karşılaşırdık. Ama bu adilâne bir değerlendirme miydi? Bir insanın bir ömür boyu çıkardığı balgamı veya yellenmeyi bir günde çıkarmış gibi hayal edip ondan nefret ile kendisinden kaçmak ne kadar çirkin, kerih ve yanlış ise, bu da en az o kadar yanlış olurdu.

Velhasıl, mü'min kardeşimizi sevemediğimiz tabloların altında, iyice eşelersek, 'ene'nin hissesi, 'enaniyet'ten gelen bir asabiyetle nefsin kendini masum, başka mü'minlerin nefislerini ise mahkum etme gayreti yatıyordu. Tâ ki, kendini tezkiye ve tebrie edip yüceltebilsin!
'Ene' ise, özelde Risale-i Nur'un "Otuzuncu Söz"ünde açıklandığı üzere, 'Hüve'ye râm olmadıkça, şirk derelerini besleyen kaynak değil miydi?

Kısacası, mü'min kardeşini sevmemeler, zahirî gerekçesi ne olursa olsun, altında yatan aslî unsur, 'enaniyet' idi ve 'enaniyet,' sahih ve halis bir imanı engelleyen ve bozan en birinci şirk zeminiydi.

Bu çerçeveden bakınca, hadisin verdiği ders, nasıl da insanın içine oturuyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe—yani, buna göre, enaniyetinizi aşmadıkça—iman etmiş olmazsınız."

Metin KARABAŞOĞLU
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
İntikamdan vazgeçenler

Bugünün insanları intikam sözünü işitince tedirgin olur. Bunda alınan eğitimin elbette büyük payı var. İntikam almayı kan davası gütmeye koşut bir davranış sananlarımız bile vardır. Sıradan insanlar neyse; ama Müslümanların bu konudaki dalgınlığı hoş görülmemeli. Çünkü Esma-i Hüsna’dan biri “el-Müntekîm".

İntikamdan vazgeçmek haksızlık üzerine kurulmuş insan ilişkilerini “olan oldu” diyerek kabullenmek anlamına gelir. Zulmün karşısında savaşılamaz bir güç olduğunu var sayanlar intikamı önce imkânsız, sonra gereksiz görürler. Cehaleti ilmin yerine ikame etmenin bir başka adı da intikamdan vazgeçmektir. Küfrün geçerli değerler taşıdığı dalaletine sapmadıkça intikamdan vazgeçmek mümkün olmaz. Demek ki zalimlere yardakçılık etmeyi reddeden herkes yerini intikam alınacak günü bekleyenler arasında aramaktadır. Bilginin peşini bırakmamaya kararlı olan, ilme müracaat etmeksizin yolunu bulamayacağı inancını koruyan herkes zihnini, kalbini intikam almaya yarayan donanıma açmış olanlardandır. İman bütünlüğünden daha kıymetli bir vasfa sahip olunamayacağı bilinci taşıyan her kim ise o intikamdan vazgeçmemiştir.

Modern hayatın dolabını çekip çevirenler işin farkında. İnsanları Allah’a kulluktan alıkoymaya müteveccih bir dolap nasıl harekete geçmiş? İşte bu konu kurcalanmasın diyorlar. Karanlığı nasıl oldu da aydınlıkmış gibi yutturdukları ortaya çıkmamalı. Hangi dine mensup olursa olsun bütün dindarların sözlerinin alaya alındığı bir kültür üretenler yerküre üzerinde çok nazik bir dengeyi tesis ettiklerinin farkındadır. İntikam kelimesini işitince bunların rahatı bozuluyor. Bu yüzden intikam alması muhtemel insanları birer intikam düşmanı haline getirmeye çabalıyorlar. Pek başarısız oldukları söylenemez.Son numaraları küreselleşmedir. Böylece intikam alma özlemini dışa vuran herhangi bir insan topluluğunun düşünceleri, inançları ve davranışlarını nizama sokacak çalışmalar için tedarik sağlanan bir alanda dayanışması önlenmiş oluyor. Kurtlar koyun sürüsünün nasıl hareket edeceğini kararlaştırıyor. Küreselleşmeyi dayatanlar intikamdan vazgeçenlere mükâfat vaat ediyor. Vakit geçirmeden sormalıyız kendimize şu soruyu: Ben de bu mükâfata talip miyim? Eğer siz dünyanın sermaye hâkimiyeti altına girmesini bir kötülük gibi görmüyorsanız, insanlar arasında geçerli tek değer ölçüsünün para oluşunu iyilik olarak kabul ediyorsanız, gün gelecek sizi mükâfatlandıracaklar. Kimler mi? En büyük sermayeyi kontrol edenler. Ne zaman mı? Küreselleşme sona erince, yani sizin sermayeye intibaksızlık yoluyla dahi olsa söz geçirme imkânınız büsbütün ortadan kalkınca.

İsmet ÖZEL
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Kendine Zulmetmek

İmam eş-Şa'rânî, ilimde belli bir mesafe aldıktan sonra, hayatına yeni bir istikamet verecek olan Ali el-Havvâs hazretleriyle karşılaşır. Ali el-Havvâs ümmi (okuma yazması olmayan) birisidir; eş-Şa'rânî ise ulema zümresinden!

Şeyhinin eş-Şa'rânî'ye ilk direktifi, bütün kitaplarını satıp parasını tasadduk etmesidir. eş-Şa'rânî, nefis eserlerden oluşan muazzam kütüphanesini satar ve parasını fakirlere tasadduk eder. Fakat aklı kitaplarında kalmıştır. Zira her birine ayrı bir emek vermiş; üzerlerine notlar düşmüş, haşiyeler yazmıştır. Şeyhi bu durumu sezince, kitaplarıyla alakasını kesip, onları tamamen aklından çıkarmasını, bunun için Allah Teala'yı çokça zikretmesini söyler.

Bu giriş üzerine başlıktaki ifadenin bu tecrübeyi veya Tasavvuf tarihindeki pek çok benzerini anlattığını düşünmekte acele etmemenizi öneririm.

İmam eş-Şa'rânî, şeyhinin söylediğini yapar ve o alakadan kurtulur.

Sonra şeyhi ona uzlete çekilmesini emreder. Çekilir. Ama bir süre sonra –insanların gafil olduğu bir işle iştigal ettiğini düşünerek– kendini insanlardan üstün görmeye başlar. Bunun üzerine şeyhi tarafından, insanların en hayırlısı olduğu düşüncesini terk etme mücahedesine yönlendirir. Bu sürecin sonunda eş-Şa'rânî, insanların en rezilini bile kendisinden hayırlı görecek noktaya gelir.

Arkasından şeyhi, insanların içine karışmasını, onlardan gelecek eziyet ve sıkıntılara sabretmesini emreder. Bunu da yapar. Ancak bu süreç de –anlaşılabilecek sebeplerle– kendisini diğer insanlardan üstün görme hissine kapılmasıyla sonuçlanır. Bu defa da bu hissi yenmek için çalışmaya yönlendirilir ve bir süre sonra onu da aşar. Bu aşamadan sonra her şeyden alakasını keserek zikrullaha yönelir…

Başlıktaki ifade bu süreci mi anlatmaktadır?

Bugün elimizde bulunan eserlerini, bütün bu süreçlerden geçtikten sonra yazan, yani ilmî hayattan mutlak anlamda kopmamış olan bir eş-Şa'rânî ile karşı karşıya bulunduğumuza göre, başlıktaki ifadenin tarikatlardaki benzer uygulamaları anlatmayı hedeflediğini söylemek doğru olmaz.

O halde başlık neyi anlatıyor?

İstiap haddini aşan yükün altına girmenin, gerekli donanıma sahip olmadan, sadece "bilme arzusu"nun sevkiyle bilgi yüklenmenin, inançta, sözde, davranışta ve amelde "istikamet" sağlamayan bilginin hamallığını yapmanın zulüm olduğunu ve bu zulmü de kişioğlunun kendi kendine reva gördüğünü anlatmayı hedefliyor başlıktaki ifade.
Bilgilerini sağlam bir temele oturtmadıkları için, bu durumda bulunanlar, ters esen her rüzgârda "kafa karışıklığı" yaşamaktan kurtulamazlar. Bunun üzerine bir de "bilgi çağı"nda yaşıyor oluşumuzun dayattığı "bilme mükellefiyeti"ni ve her türlü bilginin rahatlıkla ulaşılabilir durumda olmasının doğurduğu sakıncaları eklediğimizde problem daha bir katmerli hale geliyor.

Şu halde kendilerini "öğrenme/bilme" eylemine mecbur hissedenlerin önünde iki seçenek var: Ya kendilerini, –temel mükellefiyetler dışında– içinde bulundukları durumda bilmeleri gereken şeyleri öğrenmekle sınırlayacaklar, ya da ciddi ve uzun bir eğitim sürecini göze alarak bu yola çıkacaklar.

Arada kalmak a'rafta kalmaktır çünkü…


Ebubekir SİFİL
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Maneviyatın light olanı

“YİRMİNCİ YÜZYIL İNSANININ temel sorunu nedir?” diye sorar Rollo May ve kendi sorusuna kendisi cevap verir: ‘Boşluk.’ İnsanlar neyi istediklerini ve neyi hissettiklerini bilmemektedirler.

Burada boşluk sözcüğünü kelime anlamıyla almamak gerekir. Boşluk yaşantısı, insanlar kendilerini kendi hayatları ve içinde yaşadıkları dünyayı değiştirme bakımından etkili birşey yapamayacak kadar güçsüz hissettiklerinde sökün eder. İçsel boşluk ya da ‘içimizdeki yoksulluk,’ kişinin kendi hayatını yönlendirebilecek veya başka insanların kendisine yönelik tutumlarını değiştirebilecek bir aktör olamadığı durumlarda belirginleşir. Ümitsizlik ve çaresizlik galip gelir ve nihayet insanlar istemekten, irade etmekten de vazgeçebilirler.

Modern Batılı insan yüzyıllar boyunca rasyonalite, tekbiçimlilik ve mekanikliğe vurgu yapan bir eğitim tornasından geçirilmiştir. İçsel boşluğunu sezen modern insan, kendi başına kalmaktan korkar, bir yalnızlık korkusu içinde yaşar ve içindeki boşluğu dolduracak müsekkinlere yönelir. Tüketim kültürü, sözde manevî rehberler, gurular, işkolik yaşam tarzı insanın bu iç boşluğunu gidermek için emre âmâde bekletilmektedir zaten.

Modern insanın temel meselelerinden birisi de, ölümle yüzleşememesi, ‘ölüme doğrudan bakamaması,’ dahası onu inkâr etmeye yönelmesidir. Bir tür beden oymacılığı olan kozmetik endüstri ve plastik cerrahi, ölümü durdurma saplantısından ekmek yemektedirler. Ölümün inkârı giderek hayatın inkârına dönüşmekte, varoluşsal nevroz insan ruhunu yurt edinmektedir. Gaye yokluğu, modern tecrübeyle birlikte bir gulyabanî gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır. Böyle bir fidelikte mistik yönelişler kaçınılmazdır.

İnsanın ruh yarasına deva olacağı düşünülen bilim, teknik ve ilerleme fikri, deva olmak bir yana, insanın yabancılaşmasını tırmandırmaktadır. Kendi benliğinden daha yüksek bir iradeye yönelmek, insanın doğasında vardır. Varoluşun niçin sorununa cevap veremeyen ve giderek bir ‘uzman körlüğü’nden muzdarip olan modern bilim, insanın yönünü aydınlatmıyor. İnsanlar da bu yüzden onun kapsamadığı bir alana, metafiziğe çeviriyorlar bakışlarını.

Ünlü kişilik kuramcısı Robert Cloninger 90’lı yıllarda kişilik boyutları arasında aşkınlık boyutunu da ekleyerek insanın aşkın olanla kurduğu ilişkiyi bilimsel bir düzlemde yeniden tanımlamak istiyordu.

Ama neden zahmete, oluşa, çileye dayalı bir manevî yönelişi tercih etmiyorlar da, içeriği boşaltılmış bir maneviyata yöneliyor insanlar?

Bence bu sorunun cevabı, insanların modernitenin sunduğu zihinsel ve fiziksel konfordan vazgeçmeden içsel boşluklarını doldurmak istemelerinde aranmalı. Erich Fromm’un meşhur dikotomisine başvurursak, sahip olmak ya da olmak arasında çileli bir seçim yapmaktansa her iki şıkkı birden işaretlemek istiyor modern insan. Bir feragat sözkonusu olacaksa, tercihini olmaktan vazgeçmek adına kullanıyor.

New Age dinleri, içi boşaltılmış sufizm ve Doğu meditasyonları, manevî açlık içinde debelenen Batı insanına pansuman niyetine servis ediliyor uzun yıllardan beri. Bu vasıtalarla, endüstri toplumunun yalnız ve tedirgin insanı içindeki boşluğu onardığı hissine kapılıyor, kendisini bir süreliğine de olsa iyi hissediyor.

Yaşadığımız zaman diliminin özelliklerinden biri, ‘adanmışlıktan uzaklaşma’ olarak tarif ediliyor. Bu, aşkınlıkla ilişkilerimiz için de geçerli. Kimse kulaklarını ve kalbini inandığı Tanrının sözlerine sonuna kadar açmıyor.

Maneviyat ve din, insanın aidiyet sorununa köklü bir cevap sunuyorlar. Dolayısıyla, üyelerini onaylıyor, teyid ediyorlar. Çağımızın tedirgin insanı özgürlük ve onaylanma arasındaki çelişkiyi yoğun bir biçimde yaşıyor ve Tanrıyla kurduğu ilişkiyi dahi, özgürlüğünü yitirme korkusu adına, daha pragmatik bir düzlemde inşa ediyor. Böylece maneviyat onun hayatını dönüştürmüyor, sadece ruh üşümesini bir yere kadar iyileştiriyor ve reel dünyanın kazanç ve faydalarından vazgeçmesi icap etmiyor.

Bu ‘light’ maneviyat, bütün diğer tüketim nesneleri gibi, kişinin geçici bir süre için kullandıktan sonra buruşturup attığı basit bir tüketim nesnesine dönüşüyor ve insan kişiliğinde kalıcı bir etki bırakmıyor. Zahmete, oluş çabasına, çileye yaslanmayan bir arayış, sonuç itibarıyla, iyileştirmeye çalıştığı boşluğu büyütmekten öte bir anlam taşımıyor. Yunus’un Tapduk’un dergâhına kaç yıl odun taşıdığını ‘light maneviyat ehli’ unutmuş olmalı.

Bilinen bir sûfî öyküyü hatırlamanın tam da sırası. Sekizinci yıla ait bu öykü, Belh hükümdarı İbrahim b. Edhem’le ilgilidir ve bu olaydan sonra İbrahim b. Edhem’in ‘yola girdiği’ belirtilir:

İbrahim b. Edhem bir gün sarayında uyurken geceyarısı tavandan tıkırtılar gelir. Sanki damda birileri yürüyor gibidir. İbrahim b. Edhem, “Kim var orada?” diye bağırır. “Bir dost!” diye cevap verir meçhul bir ses. “Devemizi kaybettik de, damda onu arıyorum.” İbrahim b. Edhem, “A ahmak!” diye seslenir. “Damda deve mi arıyorsun?” Meçhul ses, “A düşüncesiz!” diye karşılık verir. “Sen ipek elbiseler içinde ve altın sedirde uyuklayarak Allah’ı arıyorken, biz niye deveyi damda aramayalım?”


Kemal SAYAR
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Küreselleşme:İyi Haber

VARLIĞIN KALBİNE YÜRÜYEN ilk insan(lar)ın eğilimlerine akraba obur dalga! Ayak basılmadık bir kuytu, deşilmemiş iç gıdıklayıcı tek bir nokta bırakmayacak gibisin. Her uca, her derinliğe, her kıvrıma uzanıyorsun. Her yere ait ve her yerin de senin olduğunu sanıyorsun. Bir şey olarak her şey olmak istiyorsun. Uzaklardan, çok uzaklardan kopup gelmiş gibi kıyılarımıza sokuluyor, kendini bize bizi kendine bulandırıyorsun. Artık ne biz eski biziz, ne de sen eski sensin. Sen bize bulanarak çoğalmış ve daha da önüne geçilemez olmuşken, biz seni görmüş ve sana dahil olmuş olmanın sonrasını yaşıyoruz. ‘Yeni’ olanla karşılaşmış ve ona bulanmış olmanın o dile gelmez hisleri içindeyiz.

Şimdi ben, yani bu mektubu yazan fani... Titr sahibi nice kalem gibi, içini dışına çevirmiş değilim. Sana düşman, sana sevdalı nice söz okumuş olmanın ikircikli ruh halindeyim. Allı pullu giysilerinden etrafa yayılan ışıltıyla gözü kamaşanlarla elbiselerinin altında bir şeytan barındırdığını düşünüp korkanlar arasında gidip geliyorum. Ekonomik, kültürel, siyasî sayfalarda nasıl bir yüzle göründüğünü ayrıntılarıyla izah edemem. Doğrusu seninle makro seviyede ilgilenmiyorum. Yeryüzüne bırakılmış bir faninin, hem bu bırakılışı hem faniliği hem de bırakıldığı yerde olup bitenleri anlamak isteyişi dolayımında seninle ilgiliyim.

‘İnsanlığım’a nereden dokunuyor, bana ne söylüyorsun?

Seni düşününce aklıma bu soru geliyor. Evet, bu mektup sana yazılıyor. Seni düşününce aklına düşen sorunun etrafında beliren notları yüzüne doğru konuşmak isteyen bir insanın, ‘tek’ bir insanın duygularını içeriyor bu mektup. Yoksa başkasına seni anlatmak gibi bir derdim yok. Anlatamam da... Uzaklardan, çok uzaklardan gelip kıyıma sokulurken bana taşıdığın şeyin içimde aldığı şekli anlatmak derdindeyim, o kadar.

Adına küreselleşme, globalizm diyorlar. Adımlarınla ve sözlerinle büyülenmiş dünyanın küçük bir köye dönüştüğünden bahis açıyorlar. Etrafında gelişen hızın içinde, zaman ve mekânın yittiğini anlatıyorlar. Her yere uğradığından ve her yerin artık uğranılabilir olduğundan, dünyanın ‘giz’ini kaybettiğini, dolayısıyla ‘büyü’süz bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzu söylüyorlar. Daha çok şey söylüyorlar. Ancak mektubumun daha başlarında sana dair söylenenlerden bahis açıp, ‘herkes’in sözleri içinde sözlerimi yitirmek istemiyorum. Demiştim, bu mektupta kendi sözlerimle sana görünmek istiyorum.

Bilirsin, her insan teki gibi ben de; sınırları keskin, kendi dili kendi şartları olan, daha çok kendine kapanmış başkasına ise arada bir açılan bir ‘ülke’de yaşıyorum. Esasta ‘dünya’ya doğarken, sonradan geliştirilmiş dillerle, bize ‘ülke’lere doğduğumuz söyleniyor. Biz ‘dünya’ya aitken, ‘ülke’lere aitliğimiz ön plana çıkıyor. Ülkelerimiz evrenimiz oluyor, sınırlarımız neredeyse ülkelerimizin sınırlarıyla belirleniyor. Sınırları belirlenmiş ülkelerimiz, kaderimizi ve hikâyemizi kuruyor, başka ülkelere doğan insanlarla farkımızı belirliyor. Temelde hepimiz insanken, ülkelere doğduğumuz gerçeğiyle ‘başka’laşıyoruz. Ülkelere doğduğumuz gerçeği sonradan kurulmuş bir şeyken, esas bir şeye dönüşüyor. Dünyaya bırakılmış olmamız açısından bütün insanların temelde ‘aynı’ şey oluşları da unutuluyor.

Şunu diyorum: Ulus temelinde şekillenmiş devletlerin katı ve yerleşik gerçekliği, ‘insanlığımızı’ unutturarak bizi ‘vatandaş’ kılıyor. Dünyalı insan olmaktan çıkıp şu veya bu ülkenin vatandaşı ‘sayı’lar oluyoruz. İçine bırakıldığımız dünyanın gizine karşı mesuliyetten çok, ait olduğumuz ülkenin sırtımıza yüklediği vatandaşlığın sorumluluklarını hissediyoruz. Dünyaya değil, ülkelere karşı sorumluluk duyuyoruz. Bu, ontolojinin ölümüdür; insan-varlık ilişkisinden insan-ülke ilişkisine geçiştir; ‘kutsal’dan soyundurulan insanın, kurulabilir ve değiştirilebilir bir şeye dönüşmesidir. Oysa insan ‘ülke’den önce ‘dünya’ya aittir, dünya içinde bir ülkeye doğar. Ve bütün açıklığıyla ortadadır ki, dünya bütün ülkeleri kapsar; olan ise, ‘parça’ uğruna ‘bütün’den vazgeçiştir.

Ülkeler, ‘bütün’e karşı ‘parça’yı koruma esası üzerinde kurulmuşlar. Ülkelerin hepsi, çocuklarına, ‘parça’nın asıl, ‘bütün’ünse ‘kaçınılmaz’ olduğunu söylerler; yeri geldiğinde, onları ‘parça’ uğruna ölüme göndermekten çekinmezler. ‘Ülke’yi belirleyen sınırların aşılmaması çok önemsenir. Bu sebeple, diğer ülkelere kapanılır; ‘başkası’yla karşılaşma, karşılıklı alıp-verme, etkile(n)me durumu ortadan kaldırılır. Çünkü diğerleri, ‘başkası’ sizin ‘yabancı’nızdır, siz değildir; ait olduğunuz ‘parça’ya göz dikmiş bir ‘düşman’ da olabilir. Buradan hareketle, kendine kapanma, kendiyle yetinme, kendini tekrar etme gerçekleşir. Her şeyin ‘parça’dan ibaret olduğu sanılır, ‘parça’nın ‘bütün’ olduğu yanılsaması büyütülür. Gidilecek, görülecek ve gezilecek çok yer, belirlenmiş sınırlar sebebiyle sizin için ‘yok’ olur. Gidemezsiniz, göremezsiniz, gezemezsiniz. Gitmediğiniz, görmediğiniz ve gezmediğiniz için de, her şeyi bildiklerinizden/yaşadıklarınızdan ibaret görürsünüz. Aynı sesler, aynı sözler, aynı renkler, aynı tatlar kaderiniz olur. Tekrar üzerine kurulu bu hayatın, her şeyi bilindiğinden/yaşandığından, cazibesi kalmaz. Sıkan bu hayatta sıkıla sıkıla yaşarsınız.

Sen küreselleşme!

Bana ‘iyi’ görünen yüzün nedir, biliyor musun? Hani sınırları anlamsızlaştırıyorsun ya, o uğruna yığınla ölüm gerçekleşen hatları öylesine bir şeye dönüştürüyorsun ya, bu beni acayip heyecanlandırıyor. Umutlanıyorum. Ülkelerine kapana kapana ‘insan’dan ‘vatandaş’a dönüşmüş insan kardeşlerimin sarsılıp asıllarına döneceklerini umut ediyorum. Bir dünyaya doğduklarını ve doğdukları dünyanın kendilerine hissettirmek istediği anlama yaklaşacaklarını düşünüyorum. Diyorum ki, sınırları keskin ülkelerinin havası ve suyuyla şekillenmiş gözler/zihinler/kalpler, bir ‘başka’ ülkeyi farkettiğinde, yeniden görmek, anlamak ve hissetmek isteyecekler. Bağlılıklarını yeniden düşünüp yola çıkacaklar. Yola çıkıp bin bir renk, ses, koku ve sözle karşılaşacaklar. Karşılaşıp zenginleşecekler. Doğulu, Batılı, Afrikalı veya Asyalı olmanın ötesinde ‘insan’ olduklarını, ortak bir yolculuğa gönderildiklerini anlayacaklar. Gönderildikleri yolculukta birbirlerinin üstüne çıkma yarışından vazgeçip, yolculuklarını okumaya başlayacaklar. Delip geçilen sınırlarla birlikte parça bütüne akacak, bütün parçaya dökülecek. Hangi ‘ülke’de olduğu önemli değil, nerede yaşanıyorsa bir ‘değer’, artık bütün bir dünyaya ait olacak. Tamam, ‘kötü’ ve ‘acı’ olan da dünyalaşacak, ancak bu insanları birbirine daha da yaklaştıracak. Mesela ‘ülke’de söz sahibi olmuş güçler, daha fazla dikkatli davranacaklar. Çünkü daha çok gözün dikkati altında olacaklar. Acı çektiriyorlarsa hesabını verecekler.

Çok mu iyimserim?

Bugün şurada burada yaşananlar iyimserliğime toz kondurmuyor değil. Gelen günün giden günü arattığını biliyorum. Kendinden başka güç tanımayan aklın ve ‘değer’siz çıkarın başrolde olduğu modern zamanların bir yeryüzü cenneti kuracağını söylemiyorum. İlk insanın varlığa müdahalesiyle başlayan ‘bozulma’nın geldiği yerle kalmayacağının, yarın daha da artacağının farkındayım. Topyekün huzur ve sükûnetin geçmiş zamanlara ait bir şey olduğunu da anlıyorum. Ancak! Sıkıştırıldığımız ve neredeyse birer hapishaneye dönüşmüş ‘ülkelerimiz’den çıkarılıyor oluşumuz, beni yine de umutlu kılıyor.

Nihat DAĞLI
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Küreselleşme:Kötü Haber

ADINA ‘KÜRESELLEŞME’ DENEN önüne geçilemez dalga, hırçın ve haylaz küreselleşme! Melek misin, yoksa şeytan mı? Seninle birlikte zihnime üşüşen olumluluklardan, yukarıda anlatmaya çalıştığım çok önemli gelişmelerden kolay kolay vazgeçmem sözkonusu değil. Ancak korkularımı, şüphelerimi yazmadan da edemeyeceğim. Üzerindeki elbiselerden yayılan ışıltıyla gözlerimizi alırken, elbiselerin altında taşıdıklarını gizler gibisin. Yukarıda ‘melek’ yüzünü çizmeye çalıştım, şimdi ışıltı elbiselerini soyup altta yaşattığın o ‘şeytan’ tenine dokunmak istiyorum.

Sen böyle uzaklardan, çok uzaklardan kopup kıyılarımıza sokulurken, beraberinde ‘bir şey’ taşıyorsun. Evet, bir şey, tek bir şey... Dünyanın bugünkü gerçekliğinde öne fırlamış paradigmanın hayata biçtiği elbiseyi ‘herkes’e giydiriyorsun. Herkes kendi içinde çok şeyken, ülkeler kompartımanında çok şey yaşanırken, senin herkese giydirdiğin elbise içinde ‘çok şey’in öleceği korkusu yaşanıyor. ‘Çok şey’e sahip ‘herkes’in seninle birlikte ‘tek şey’le yetinmesi durumu vardır. Bir rengin diğer renkleri soldura soldura baskınlaşması sözkonusu.

Tekilliğin faşizminden bahsediyorum. Çokluğun biraradalığından doğan gerilimin/çatışmanın/alıp-vermenin bütünüyle bitmesinden, yerini, tekliğin kurup dayattığı düzenin doğurduğu monotonluğun ve ölümün almasından... Çünkü öyle bir şeysin ki, kendinden başka her şeyi dize getirmek istiyorsun. Sen olmayan, sana benzemeyen, seninle paralel yürümeyen, biraz da yürüyüşüne engel olan en ufak bir farklılığı ‘kara’layıp, üzerine yürüyorsun. Aykırılıkları çöze çöze ve sindire sindire, çok ‘uyumlu’, çok ‘sessiz’ ve çok ‘düzenli’ bir dünya kuruyorsun. Fransız filozof Jean Baudrillard, yaşadığım şehirde yaptığı konuşmada, düzeninin ürkütücü monotonluğuna işaret ederken, itiraf edeyim, ürkmüştüm. Kuyu gibi derin, kuyu gibi sessiz bir boşluk hissetmiştim. Herkese aynı rengi giydirerek renklerin, herkesin diline aynı sözleri takıştırarak seslerin, herkese aynı şeyleri yaşatarak duyguların ölümüne sebep oluyorsun. Tek başına çok şey olan insan tekini kendi havuzuna atıyor, onu orda, oraya attığın diğer insanlarla birlikte aynılaştırıyorsun. İnsanlar, rüzgârın önünde inip kalkan başaklar gibi, rüzgârınla bel kırıp baş indiriyor. Aynı giyiniyor, aynı konuşuyor, aynı yöne yürüyorlar. Eskiden insanlar ‘ülke’lerinde aynılaşıyorlardı, şimdi ise kurduğun ‘dünya’da aynılaşıyorlar. İnsanları ülkelerinden çıkarman, onları başka ülkelerin insanlarıyla buluşturman, sahici bir karşılaşmayı doğurmuyor. Ülkelerinden çıkanlar, başka ülke insanlarıyla oturdukları sofraya kendi seslerini bırakamıyorlar. Çünkü insanları kendi seslerinden soyundurarak ülkelerinden çıkarıyorsun. Farklı ülkelerin insanları, bir sofrada, ama ‘sessizce’ oturuyorlar. Kendi sesleriyle değil, onlar için geliştirdiğin ‘dil’le konuşuyorlar. Mesela ‘Dünyanın İngilizcesi’nden veya ‘İngilizcenin Dünyalaşması’ndan bahsedilirken, diğer dillerin ölümü/hükümsüzleşmesi anlatılmış olunuyor.

Uzaklardan, çok uzaklardan kopup gelen çılgın dalga, arsız küreselleşme! Televizyonun, görüntünün, görselliğin gözetiminde bir dünya kuruyorsun. Bütün bir insanlık, mavimsi ışıltılar yayan ekranların altında doğuyor, büyüyor ve ölüyor. Ekranda doğumları seyredilen çocukların ölümleri de canlı yayında gerçekleşiyor. İnsanlar seyredilerek doğuyor, seyrederek büyüyor ve seyirlik bir malzeme olarak ölüyorlar. Bir ‘büyük birader’ gibisin. Sanki Orwel’in, Zamyatin’in, Huxley’in romanlarından fırlamışsın. Hayatlarımız mı televizyonu doğuruyor, yoksa televizyon mu hayatımızı oluşturuyor, şaşırdık. Gerçek olan ne? Simulark nereye kadar götürülebilir? Varoluşsal karşılıkları olan, acı ve sevinçleriyle sahici olan hayat ‘matrix’e mi dönüşüyor?

Birbirlerine kapalı ulus-devletlerin çözülüşü, ülkelerin birbirlerine bağımlılığını getirdi. Bu ekonomilerin, kültürlerin, siyasî yapılanmaların iç içe geçmesi anlamına geliyor. Öyle bir bağlılık ki bu, uzak bir noktada çıkan lokal problem dünyanın diğer ucunu da vuruyor. Komşumun acısını paylaşır, onunla üzülürüm. Bu iyi bir şeydir, bu beni iyi eden bir durumdur. Ancak senin kurduğun bağlılıktan çıkan acının bütüne yayılımı böyle bir şey değildir. Ben komşumun acısını ‘insanî’liğimden hareketle paylaşırken, istesem ondan uzak kalabilme durumum varken, senin bağlılığında, bir başka ülkenin teknik düzenlenmesinden doğan lokal problemden kaçma şansım olmuyor. Sözkonusu lokal problem bir şekilde gelip ülkemin teknik düzenlemesini de bozuyor ve ben bu etkile(n)menin sonuçlarını yaşamak zorunda kalıyorum. Bu durum bana çok anlamlı gelmiyor; anlamlı bir ‘kaos’ta akışan hayatın iç diline ters bir yapılanma gibi geliyor. Dünyanın ‘düzen’ adına bu şekilde birbirine bağımlı kılınması, her şeyin düzenlenmiş olması, bütün ihtimallerin kontrol edilmesi, saldırgan bir ‘güvenlik saplantısı’nı geliştiriyor. Baudrillard konuşmasında şöyle demişti:


‘Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünya yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son, Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay ihtimalini ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır. En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.’

Ey çılgın sular gibi üzerimize gelen küreselleşme dalgası! Ürküten bu ironik durumun ne adına benimsendiği anlaşılınca da, ürkmüş insan bu sefer kahroluyor. Evet, insanı kahreden bir tarafın var. Akışınla birlikte dolaşan şey ‘değer’ değil, ‘para’dır. Yeni dünya düzeninde kurucu öğenin para olması, insanın ve insanî kazanımların geriye düşmesi demektir. Çıkar, yani para dominant hale gelip ‘değer’ önemsizleşince, ‘güçlü’leri kim ve ne dizginleyecek? Ne olacak yoksul çocukların ve güçten düşmüş ülkelerin hali? Dengeler nasıl korunacak? ‘Kötü’ ve ‘acı’ olanın paylaşımı kaçınılmaz olacaktır. Peki ‘iyi’ olanın ‘bütün’de dolaşımı mümkün olabilecek mi? ‘Kutsal’ı dinlemeyecek gibi görünen akışın, ‘para’ ve ‘çıkar’a rağmen ‘iyi’yi niçin tercih etsin?

Uzaklardan, çok uzaklardan gelip kıyılarımızı döven, kendini bize bizi kendine bulandıran küreselleşme! Işıltılı elbiselerin çok alımlı, insanın başını döndürüyor. Sanıyor ki insan, cıvıltılı bir parksın. Gizlenen ne kadar ‘uzak’ varsa, bunları insana ‘yakın’ kılıyorsun. Ancak elbiselerinin aralıklarından görünen şişman bedenin, üzerimize koca bir karanlık düşürüyor. Kuyu gibi derin, kuyu gibi bu karanlıkta, zihnimize uykularımızı kaçıran sorular üşüşüyor.

Yeryüzüne indirilmiş, derdi bu indirilişin anlamını kavramak ve bu anlama yabancılaşmamak olan bu fani, bu mektupta sana içini açtı, içine düşen gölgeni göstermeye çalıştı. İyimserlik ve karamsarlık arasında gidip gelen yüreğimin sözlerini okudun. İtiraf edeyim, ben her zaman kendimden yana kalacağım. Etrafa yaydığın ışıltılı renklerin de olsa, tercihim bana ‘iyi’ gelenden yana. Kalbimi ve vicdanımı ve insanîliğimi diri tutacak söz, mekân ve duruşlara tutunacağım. Bunu da böyle bilmeni istiyorum.

Nihat DAĞLI
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Ortak Kökler

"Bizdeki Amerikan aleyhtarlığının kökleri çok eski değil. İç savaş, soğuk savaş dönemi, cunta iktidarı ve Kıbrıs dramı... Ancak; bu trajediler hiçbir zaman teorik olarak ABD karşıtlığını açıklamaz. Batı aleyhtarlığının kökeninde bu bölgenin her şeyde Batı'nın gerisinde kalması var. Derinlere inersek de hâlâ Osmanlı'ya ait olduğumuzu görürüz." (Andonis Karayiannis, Katimerini, 12 Ekim 2001.)
Bu sözler bir Türk'e, bir Arap'a veya bir İranlıya ait değil, bir Yunanlıya ait. Karayiannis, kendini Batılı görmüyor, aidiyetinin bizce anlaşılması güç tarihsel köklerine atıflarda bulunuyor; derinlerde yaşanan bir travmanın Osmanlı'nın Batı ile yaşadığı gerilime dayandığına işaret ediyor.

Osmanlı yüzyıllara yayılan bir gökkubbe inşa etmişti. İslam'dan aldığı ilhamla Mimar Sinan'ın cami mimarisinde olduğu gibi ana kubbe, yarım ve çeyrek kubbelerden müteşekkil bir yapı inşa etmişti. Herkes bu gökkubbenin altında kendine göre bir yer bulabilmişti. Arada nahoş olaylar, yer yer çatışmalara yol açan memnuniyetsizlikler olsa da, sonuçta herkes esasta uygun bir yere aitti. Osmanlı'nın dağılması büyük bir travmaya sebep oldu; merkezî idareye karşı silahlı ayaklanmalarla bağımsızlıklarını kazansalar da Yunanlılar, Bulgarlılar, Arnavutlar ve diğerleri aktörü farklı kimlik profiline sahip kurulan yeni dünyada eski huzuru bulamadılar. Ermenilerin, Kürtlerin, Arapların ve Türklerin başına gelen de bundan başkası değildi.

Bir Yunanlının bilincinin derinliklerinde kendini hangi dünyaya ait hissettiğini bizim gibi "Garpzedeler"in anlaması çok zor. Biz İkinci Mahmut'tan beri kendimizi iğreti bir biçimde Batı'ya nisbet etmiş, bize ait olmayan bir kimliği üstümüze yamamışız. Bir ülkenin 'politik' olarak Avrupalı olması ile kültürel olarak Avrupalı olması arasında derin farklar var. Bizim için 'muasır medeniyet' Avrupa'nın işaret ettiği sınır çizgisidir; 'üstü'ne çıkma gibi retorik düzeyde kalan bir hedefimiz olsa da, sonuçta bu uygarlığın parametrelerini Avrupa'nın kendisi tespit ve tayin etmiştir. Avrupa domine etmektedir; kendi hegemonik varlığını sürdürmekte, kendi nihilizmini empoze etmektedir. İirazımızın anlaşılabilir tarafı vardır; ama bir Yunanlı'nın kendini "Batı'ya ait hissetmemesi" bizim için gariptir. Bir Yunanlı olmaya can atan nice aydın vardır. Rönesans ve Aydınlanma, Avrupa'nın kadim Yunan'ın felsefe ve ilimlerine dönüşünün hikayesidir. Araştırmalar, eski Greklerin son iki yüzyılda iddia edildiği kadar büyük felsefi ve kültürel katkılar yapmadığı yolunda önemli fikirleri öne çıkarsa da, Batı'nın kuruluşunda Yunan'a atfedilen kurucu rolün Yunanlıları fazlasıyla gururlandırması lazım. Herkes kendi 'kültürel Avrupalılığı'ndan kuşkuya düşebilir, ama bir Yunanlının kuşkuya düşmesi şaşırtıcıdır. Gerçek hiç de öyle değildir. Tarihte teşekkül etmiş olan felsefe ve bilgi haritasının takip ettiği seyri bilen Yunanlılar kendilerini Avrupa'ya nisbet etmezler, entelektüel yakınlıkları gibi duygusal yönelimleri de Doğu'ya aittir. Eski Greklerin modern Batı'nın referans çerçevesi olduğu iddiası kabul edilse bile, Grekler hikmeti ve ilimleri ana yurdu Babil olan Mısırlılardan ve Doğu'nun diğer havzalarından almışlardır. Fakat bu meselenin başka yönüdür.

Konunun bugün için anlamlı olan yönü, Batı'nın aslında ve esasta kendini Kıta Avrupası'nın tümüyle değil, sadece Batı Avrupa ile sınırlandırması, diğerlerini çizgi dışı kabul edip bir tür "ötekiler" olarak tanımlamasıdır. Bu, bize en azından son 600 yıllık tarih için Doğu Avrupa'nın "Osmanlı kültür havzası" olduğu gerçeğine götüren ilginç bir tanımlamadır. ABD aleyhtarlığı, Osmanlı'nın mirasını bilincinin derinliklerinde hisseden halklara tarihte kaybettiklerini kendilerine hatırlattığı için her zaman aktüeldir ve bu sadece Arap veya Türk dünyasında değil, Yunanlıları da içine alan bütün Osmanlı kavimlerinin tahassürünün ifadesidir. Ermeniler veya Yunanlılarla olan ilişki biçimimizi Fransız devriminden devşirdiğimiz milliyetçi fikirler çerçevesinde anlayamayacağımızı bilmemiz gerekir.


Ali BULAÇ
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yargısız infazcının riyası

Yeniçeri geleneğinin “Söyletmen, urun!” (konuşturmayın, vurun) sloganı günümüzün şartlarına “söylet, fakat dinleme!” biçiminde tornistan edilmiştir. Yeniçeri, başını almak istediği devlet büyüklerinden herhangi birinin kellesini isteyip de muradına nail olduğu zaman onun müdafaasını dinleme zahmetini ihtiyar etmez, zavallının konuşmaya teşebbüs ettiği her seferinde: “Söyletmen, urun!” diye bağırarak adamın kafasını kopartır veya olduğu yerde kıskıvrak boğarmış.



Çünkü ele geçirilmiş olan (ona artık mağdur mu, yoksa mazlum mu, yoksa maznun mu demek gerekir, kestiremiyorum) kişiye müdafaa fırsatı verildiğinde, belki de makul gerekçelerle kendini kurtarabileceği endişesi, yeniçerinin vicdanında pürüzler oluşturabilecektir. Yeniçeri: “Söyletmen, urun!” diyerek bu endişe ihtimalini ebediyen bertaraf ettiğini düşünmektedir. Yargısız infaz böylece gerçekleştirilmektedir.

Bu gün, bizler, ne de olsa, işbu yeniçeri geleneğini büsbütün üstümüzden atabilmiş, bu geleneğin uygulamalarından büsbütün vazgeçebilmiş değiliz. Şu farkla ki, artık “Söyletmen, urun!” demek yerine, “Söylet, fakat dinleme!” demeyi tercih ediyoruz.

İstiklâl Mahkemeleri “söylet, fakat dinleme” tarzındaki telâkkinin başlangıcını oluşturmuştur diyebiliriz. “Söylet, fakat dinleme!” aforizmasının sarih ve berrak biçimde dile getirildiği ilk merci ise Yassıada Mahkemesi olmuştur. O mahkemenin yargıcı, bir defasında, savunmasını dinlediği sanıklardan birine: “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek, aslında mahkeme yapmadıklarını, sanıkları sureta dinlediklerini, kararın önceden verilmiş olduğunu, belki farkına varmadan ve istemeden, belki bile isteye, bu durumu itiraf etmek zorunda kalmıştı. Sanık söylese de, söylemese de, hakkındaki karar değişmeyecek olduktan sonra, peki dinleme zahmeti niçin ihtiyar ediliyordu? O da, tabiî işin “şaşırtmacası” idi. “Bu adamlar” muhakeme edildikten sonra hüküm giymiş ve infaz böylece gerçekleştirilmiştir, diyebilmek için, kısacası dostlar alış verişte görsün için, mahkeme zahmetine katlanılıyordu.

Sonraki siyasal uygulamalarda da işbu aynı: “Söylet, fakat dinleme!” söylemi yürürlükte kalmıştır. Sanık mevkiinde duranlar -ki bunlar aslında belki de gerçek mağdurlar veya mazlumlardır- her şeye rağmen kendilerine verilen “Söyle!” fırsatını her defasında değerlendirerek “Belki de söylersem kurtulurum” ihtimaliyle kendilerini canla başla savunmuşlardır. Fakat zalim geleneği aslında bilmiyor değillerdir. Ama bilseler de, oyun, her defasında aynı saçma süreçlerden geçiyor ve neticede önceden verilmiş karar infaz ediliyor… Belki bu defa farklı olur umudu ve beklentisi, bir sürü insanın boşa kürek çekmesine yol açıyor, fakat her defasında aynı makus talih bir kere daha tecelli etmekten geri durmuyor..

Burada, Kafka'nın Dava romanında geçen ve “Kanun Kapısı” adını taşıyan bir öyküsünü hatırlamamak mümkün mü? Adam, kanun kapısına işi düşünce içeriye girmek ister, fakat kapıcı bunun yasak olduğunu söyler. Adam binbir türlü ricalarda, minnetlerde bulunur, fakat nafile. Kanun kapısının bekçisi, kendisinden sonraki bekçinin kendinden daha inatçı olduğunu, kendisi onu içeriye bıraksa bile ikinci bekçinin onu durduracağını, üçüncü, dördünce ve ilahiri bekçilerin her birinin bir öncekinden daha inatçı ve katı olduğunu söyleyerek izin talebini geri çevirir. Bunun üzerine, kapının önünde beklemesi için izin ister. Bu izin kendisine verilir. Kapının önünde aylarca, yıllarca bekler ve nihayet ecel gelip vade dolunca, ölüm döşeğindeki adam, kendisini hâlâ içeriye bırakıp bırakmayacağını son bir kez daha sorar ve gene aynı menfi cevabı alır. Bunun üzerine ricacı: “Peki beni içeriye bırakmayacaktın da, burada beklememe niçin müsaade ettin?” deyince, bekçi: “Burada beklemende bir sakınca yoktu, burada beklemene izin vermeseydim, içinden belki de diyecektin ki, acaba kapının önünde bekleseydim içeriye girmeme izin çıkartabilir miydim, diyecektin” diyor.

Desisedeki alçaklığın hududunu tahayyül ediyorsunuz, değil mi?

“Söylet, fakat dinleme!” söylemini benimsemiş olan mahkeme, insanı belki böyle bir ukdeden kurtarıyor. Hakkında hüküm infaz edilen kimse belki, hiç olmazsa söyledim diyerek teselli bulabiliyor. Hükmü verenler, dinlemeseler de, hiç olmazsa söyletmiş olmanın ferahlığını yaşıyor olabilir. Fakat vicdanların dinmeyen kanaması durdurulabiliyor mu? Durdurulabilir mi?

Rasim ÖZDENÖREN
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Görüntünün İktidarı I

İKTİDARDA KİM OLURSA olsun, ‘Cilalı İmaj Devri’nden beri, görüntünün iktidarına tanıklık etmekteyiz. Bu bazen, ‘kadının iktidarı’ şeklinde de görünebilir. Kim demiş, ‘Hürrem Sultanların dönemi bitmiş’ diye. Asıl sultanlık dönemi şimdidir, dostlar!


Şu sıralar kadın görüntüsü, çoğu kere, görüntü iktidarının amacı olarak kullanılmaktadır. Düşünsenize! Bu kaygı, laik kesimde olduğu kadar, ‘kadınlar yuvalarına dönmeli’ şeklinde özetlenebilecek fikirlerin sahiplerinde de bir tabu haline dönüşmüş durumda.. Yani, bir hanımın, kocasının izniyle dışarıya çıkıp çıkamayacağını tartışmak, görüntünün iktidarında, tartışılamayacak bir tabu olmaktan kurtulamıyor.

Böylece görüntünün iktidarı, kendisini ‘kadının iktidarı’na dönüştürüyor. Bunu, evimizdeki eşimizden, çarşı pazar dolaşan kadına kadar; çalışan kadından, patronların bayan yardımcılarına kadar, bir çok yerde gözlemleyebiliriz.


Eşinin güzelliğiyle övünerek, kasılarak yolda yürüyen erkek, aslında gölgesinin izinde yürümekte. Evindeki iktidarı, görüntünün iktidarına yerini terk etmiş. Gölge olması gereken eş ise, eşine gölgede bırakmakta. Sadece birine ve evinde gösterilmesi kendisine helal olan güzellik, herkese göründüğünde, güzelliğe müştak olanlar tarafından ya sahiplenme isteğini tutuşturmakta, ya da kıskançlık damarını tahrik etmekte.


Güzel olmak, elbette Yaratıcının bir lütfudur ve ‘Cemal’inin bir yansımasıdır. Ancak bu, güzelliğin uluorta sergilenmesi değil, ‘bir’ine münhasır bırakılmasıdır. Sadece ‘bir’isi için güzellik sergilenir; güzel, bir kalbin kabesine yönünü çevirendir; ‘Bir’ göze hitap edendir.


Ne güzel demişti Molla Cami: ‘Biri sev, Biri iste, Biri gör, Bire bak …’ Sadece Birisi sevilecekse, sadece ona karşı süslenir insan. Gözün sadece ‘Bir’i görüyorsa, kalbini sadece ona bağlayabilirsin. Ama günümüzün cemal sahipleri, evde pejmürde durup, dışarıda süslenen cinse dönüşmüş durumda. Cemale müştak olanlar da, ‘dışarıda’ki süslü ve yalancı durumu, evdeki pejmürde görüntüye tercih ediyor.


Görüntünün iktidarı sadece evlerde değil, bütün bir kamusal mekanda kendisini izhar ediyor. Elbetteki ‘dışarıda’ olanın, imajının düzgün olması elzemdir. Yani öyle uluorta geziyorsanız, güzel giyineceksiniz, süsleme sanatının bütün inceliklerini üzerinizde izhar edeceksiniz. Ki, güzelliğiniz takdir edilsin ve takdir sözcükleri ile efsunlanmış bir halde kendinizden geçiniz. Evinizde sizi takdir edecek kimse yoksa veya takdir sözcükleri sizi şımartmıyorsa, vitrinler ve dev alışveriş mekanları sizin için bir şımarma-hanedir.

Kollarınızı serbest bırakın, birazdan koltuklarınız kabaracaktır; bir türlü ulaşamadığınız ideal güzelliğinizin bir ‘görüntü’sünü göreceksiniz. Sizi takdir edecek yeni bir yüz, yeni bir imaj, yeni bir elbise, elbette size sunulacaktır. Zira, insanı oyalayacak bir oyuncak mutlaka vardır bu ‘oyun yeri olan dünya’da.


Kendinizi ‘Bir’ine ait hissetmiyorsanız, kendinizden bir fedakarlık sunamıyorsanız, ‘dışarıda’ sizi bekleyen bir çok iş var. Eşinize karşı fedakar değilseniz, kendinizi feda edecek bir işiniz bulursunuz mutlaka. Eşinize hizmeti, kadına karşı yapılmış bir aşağılanma olarak görüyorsanız, bir işverene karşı hizmeti, para uğruna yapabilirsiniz! Yeter ki görüntünüz, kendisinden bir şey kaybetmesin! Yeter ki, kamusal mekandan ‘içeri’ye, ‘yuva’nıza girmeyin!


İngiliz Müslüman Abdülhakim Murat haklı olarak şöyle sormuştu: ‘Neden erkekler, hep kadın sekreter kullanmak zorundadır?’ Veya kadın erkek eşitliğinden dem vuranlar, neden ‘ikincil’ derecede kalınacak bir görevi kabul etmek zorundadırlar? Bu soruların cevabını verirken, herkesi aynı kalıplarla itham etmek niyetinde değilim. Ama, ısrarla bayan sekreterlerle ve bayan asistanlarla çalışmak isteyen erkeklerin, görüntünün iktidarına karşı, kendi iktidarlarını kaybettiklerini düşünüyorum.
Herkese kendi gölgesi hoş gelir. Mutlaka kendisine tabi olan birinin varlığı, insanı mutlu kılar. Ve kendisinin gölgesinde kalan birileri olsa bile, insan, mutlaka başka birinin gölgesinde barınmak ister. Bir güneşe tabi olanların, gölgeleri daha berraktır. Gölgenin netliği, gölge sahibinin Güneşe doğrudan yüzünü çevirmesiyle doğru orantılıdır.

Eşinin gölgesine sığınmayanın, güneşi yoktur. Eşini, kendisine güneş yapmayanın da gölgesi yoktur. Gölgelenecek bir ağacı olmayanların, günün(haşir) birinde, terden sırılsıklam olacaklarına şüphe yoktur.


İnsan bir yolcudur. Ve bu yolculuk çok kısa sürecektir. Bu dünya hayatı, ağacın gölgesinde geçirecek kadar kısa bir zaman dilimidir.


Görüntüsü, gölgesinden ibaret olanlara da yazıklar olsun! Gölge iktidarlardan kurtulanlara ne mutlu!


Ahmet NAZLI
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Görüntünün İktidarı II

‘[B]FARKETTİNİZ Mİ? GÖKYÜZÜ hiç bu kadar mavi olmamıştı.’


‘Hayır! Ben fark etmedim. Şöyle bir etrafıma bakınıyorum da değişen pek bir şey yok. Yani daha önce nasıl ise şimdi de öyle.’ Öyle ise, neden İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, yukarıdaki sözleri kocaman reklam panolarına ve bilboardlara yazdırmıştı? Yanlış anlamayın, bu günlerde, hava şartlarından dolayı, gökyüzünü mavi göremediğimden dolayı, garipsemiyorum reklamı.Gariplik, reklam panosunun gerçeklerle uyuşmamasında.


Acaba bende bir gariplik mi var? Diyerek, reklam panolarına tekrar baktım, bir de kendime baktım, çevreme baktım, yine panoyu anlayamadım. Çevremdekilerden bazılarına sordum. Onlar da bir şeyler fark etmediklerini söylediler. ‘Acaba alnımda bir şeyler mi yazıyor?’ diye aynaya baktım.


Hayır! Alnımda bir şeylerin yazılı olmadığını gördüm. Reklamı, bazı arkadaşlara sorum, onlar da anlayamadıklarını söylediler. Onların da alnında bir şeyler yazmıyordu. Anladım ki, bu tür reklam panoları benim gibi, bu arkadaşlara da hitap etmiyordu.


Ama bir kısım insanların alnına dikkatle baktığımda, sanki bazı harfleri hayal meyal gördüm: ‘Eee…n…a…’, ama kelimenin sonunu getiremedim.


Sonra anladım ki, reklam panolarını yapanlar, bu tür insanlara hitap ediyordu. Yani, aklı gözünden ibaret olan, gördüklerini duyduklarına tercih eden, görüntünün etkisinde kalan ve görüntünün iktidarını her türlü iktidardan üstün tutan bir gruh vardı. Bu insan toplulukları, hemen her yerde bulunur ve kendilerini, bu tür aynalarda seyrediyorlardı. Aynalarda, bu gruhun bütün özelliklerini bulabilirdiniz. Ve aynaların(TV) bir çoğu, böyle insanları yansıtıyordu.

Sonra da Bakara suresinin 7. ayetini düşündüm. Kalpleri mühürlenenlerden bahseden ayetin ilk bölümü, önce kalbin, sonra sem’in(işitme duyusu), sonra da basarın(görme duyusu:basiret) mühürlenmesinden söz ediyordu. Sonra ayetin ikinci cümlesindeki ‘Ğişave’ kelimesini düşündüm.


Nifaktan dolayı, kalpleri mühürlenmesi önce kalpte başlıyordu, sonra kulağa sıçrıyordu, sonra da göze sıçrıyordu. Başka bir deyişle, Fesat önce kalpte başlıyor, bu yüzden kalbi fesada uğrayanın kalbi mühürleniyordu ki, diğer insanlar da bundan çok fazla zarar görmesinler. Sonra da kulağı(işitme duygusu) mühürleniyordu ki, diğer insanların daha fazla zarar görmemesi için, kulağı, her şeyi fazla işitmesin. Kalbine yakın olmasına rağmen, kalbi mühürlenmiş birinin kulağı, hakikatin kalbe girmesine mani oluyordu, hakikate karşı adeta sağır oluyordu. Sonra da gözü(basiret) mühürleniyordu ki, gözü, kalbindeki fesadı daha fazla insana sirayet etmesin. Ve basireti de bağlansın. Ta ki, basireti ile, batılı hakk ve hakkı da batıl gösterecek bir anlayışı başkalara da bulaştırmasın.

‘Ğişave’ kelimesinden de şöyle bir mana çıktı ki, ‘Ğişave’, göze çekilen bir perde gibi olmuştur. Göze çekilen bir perde, insanın hakkı görmesine engel bir perdedir. Aslında basiret, hakkı görmeye meyyal bir halde yaratılmasına rağmen, kalbi fesada uğrayan birinin gözü, bozulmamış bir kalbin gördüklerini görmez ve sanki gözü perdelenmiş olur.

Nifakın, fesadın ve bozgunculuğun yaptığı da budur: Göze perde çekerek, algı yanılması oluşturarak gözün, hakikati görmesine engel olmak. Gözün, hakikati görmesine engel olmanın birinci yolu, doğruyu gizlemektir. Yani, yalanın bir diğer şekli olan, doğruyu göstermemektir, gözü başka taraflara kaydırmaktır. Böylece göz kayınca, dikkat de dağılacak ve göz, asıl görmek istediğini değil, kendisine gösterileni görecektir.


Bir sihirbazlıktan, yani reklamlarda kullanılan bir tür sihirbazlıktan söz ediyorum. Daha açık bir ifade ile, reklamın bir tür sihirbazlık olduğunu anlatmaya çalışıyorum.


Evet, reklamlarla insan, görmek istediğini değil, kendisine gösterileni görmektedir.


Reklamın, gerçeği gizlemek olduğunu yedeğimize alalım. Nifakın(münafıklığın) da en özet biçimde iki yüzlük olduğunu da yedeğimize alalım.


Gerçeği gizleyen reklamda iki unsur vardır. Birincisi, ürünün gerçek yüzü; ikicisi, ürünün gösterilen yüzü. Demek ki reklam, bir ürünün birbirinden farklı iki yüzünün olduğunu bizlere göstermektedir. Öyle ise, reklamla, gözlerimize bir tür perde(Ğişave) çekilmektedir. Yanlış anlaşılmasın, reklamcılığın münafıklık olduğunu söylemeye çalışmıyorum. Gerçeği saklayan bir reklam anlayışının, içinde bir tür iki yüzlülük olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.


Reklamın kurgusunu yapan, adeta ‘okus pokus’ yaparak, gözü yanıltmakta ve gözü, kötülüğü isteyen nefsin emrine vererek, nefsin hoşuna giden şeyleri göze sunmaktadır. Hazır hazzı gelecekteki hazlara tercih eden böyle birinin gözü de algıda seçici davranarak, hazz alacağı şeyleri izler.


Hele reklamların bir çoğunda kadın faktörü yer alınca, bu hazzın etkileyici gücünü varın siz tahayyül edin. Kadınlarla ilgili bir ürünün reklamında kullanılan kadın unsurunu, diyelim ki ürünün kadınlara bir tanıtımı olarak kabul edelim. Peki kadınla yakından uzaktan ilgisi bulunmayan ürünlerin reklamında kadının, hem de bedeni ve teni kullanılan kadının ne işi var? Bu reklamın kurgusunu yapan, açıkça gözümüze perde(Ğişave) çekmiyor mu?


Soruyu bir de içinde kadın bulunan bir reklamdan etkilenenler(mesela kendimizi) açısından ele alalım. Bir araba reklamında, görüntüsü bizi etkileyen bir kadın kullanılıyorsa ve biz de bundan etkileniyorsak, böyle bir reklamı izleyerek, gözümüze bir perde(Ğişave) de biz çekmiyor muyuz?


Görülüyor ki, reklamcıların bir çoğu, zaaflarımızdan istifade ederek işlerini yürütmektedir. Ne kadar kendi kendimize muktedir olduğumuzu iddia etsek de, reklamlar, irademizi elimizden almakta ve nefsimizi irademize hakim hale getirmektedir. Zaaflarımızı kullananlar, görüntüleriyle, ruhumuzda ve irademizde taht kurmaktadır. Görüntünün iktidarını, iliklerimize kadar hissediyoruz.


Görüntünün iktidarı her yerde. Sokaklarda, caddelerde, iş yerlerimizde hatta evlerimizde. En çok muktedir olduğumuzu zannettiğimiz evimizde bile, TV görüntülerinin iktidarına ‘çanak’ tutmaktayız.


Her türlü medya ortamı, reklamla ayakta durmakta. Ve dördüncü kuvvet medya, bizim heva ve hevesimizin desteğiyle iktidarda bulunmaktadır.


Reklamın o denli saldırısına uğramaktayız ki, zaman zaman etrafımızı çok kuşatılmış hissetmekteyim. Bazı binaların asansörüne binip bir arkadaş ziyaretine gidene kadar bile, reklamcılar bizi rahat bırakmıyor ve bir sürü reklam dinleyerek, kata çıkıyoruz. Biraz abartılı gelecek ama, bir WC’de bile reklam görmüştüm ve ‘pes!’ demiştim. Oradaki azıcık zamanı bile değerlendirecek kadar, bizi istismar eden mahluklar var olduğunu görmüştüm.


Görüntünün iktidarında, görüntünün aldatıcılığından kurtulmanın yolu, reklamlardan korunmaktır. Reklamlardan korunmanın en iyi yolu da kalbimizi emniyet altına almaktır ve dünyevi ve süfli şeylerle kalbimizi meşgul etmemektir. Kalbimizi meşgul etmemenin en güzel yolu, antenlerimizi(kulaklarımızı), hakikate çevirmek ve gelen her sesin kalbe inmesine müsaade etmemektir. Başka bir deyişle, kulaklarımızı reklamlara ve süslü sözlere tıkamaktır. Kulaklarımızı korumak için ise, gözlerimizi Sahibimizin izni dairesinde kullanmak ve gözün gördüğü her görüntüyü kalbe göndermemektir.

Gözler, kalbin aynasıdır. Bu ayna, kalplerde olanı dışarıya taşımalı ve muhabbetle bütün kainatı kucaklamalı; dışarıdaki boş görüntüleri içeriye, kalbe taşımamalı.


Reklamlar gözlerimize çekilen perdelerdir. Ve gözlerimizi korumanın yolu da ve kendi kendimize perde çekmemek ve bu perdeleri aralamaktır. Haftaya bu perdeyi aralamaya devam edeceğim inşallah. [/B]
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Görüntü ve iktidar III

GÖZLERİMİZ, SADECE ÖNÜMÜZDEKİLERİ görür, yani sadece bize gösterileni görürüz. Bize görünenin arka planını gözlerimizle değil, kulağımızla ve kalbimizle görürüz.


Göz, sadece önünü görebildiği halde, kulak 6 yönden (ön-arka, sağ-sol, alt-üst) gelen sesleri işitir. Kulağın duyamadıklarını da kalbimizle görür ve hissederiz. Öyle ise, sadece gözümüze hitap edenler, bizi, en zayıf algılama uzvumuzla etkilemeye çalışmaktadırlar. Reklamın, genellikle göze hitap ettiğini hatırlamaya çalışalım. Ve reklamın en etkileyici olanının da kadın ve güzellik temalarının işlendiği reklamlar olduğunu hatırlamaya çalışalım.


Demek ki, tartışmayı klasik ‘bakmak mı, görmek mi?...’ ekseninden çıkarıp, ‘görmek mi, duymak mı daha önemli’ eksenine doğru götürmemiz elzemdir.


Demek ki, göz, en zayıf halkamızdır. Gözümüzün eli, görebildiği kadardır, görmenin ötesinde, eli kısadır. Gördüğü haksızlıklar karşısında, göz yaşı akıtmanın dışında yapabileceği çok fazla bir şey yoktur.


Gördüğümüz ve yaşadığımız olaylar karşısında, acze düştüğümüzde, bize yardım edecek en önemli uzvumuz, kalbimizdir. Zira kalbimizde, acizliğimize ve fakirliğimize yardım edecek dayanak noktalarımız (nokta-i istinad, nokta-i istimdad) mevcuttur. Gözümüzün aciz kaldığı bir çok noktada, kalbimizden ve vicdanımızdan medet isteriz. İşte göze hitap eden reklamların bir çoğu, kalbimizle gözümüz arasındaki irtibatı kesmektedir. Sözgelimi, bir şeye gerçekten ihtiyaç duyup duymadığımızı, kalben düşünüp anlarız. Oysa ki, içinde mesela kadın bedeninin/sesinin kullanıldığı bir reklamda, gözlerimiz, hemen reklam ürününün bir ihtiyaç olduğunu söyler. Gerçekte gözlerimiz yanılmıştır, kalben ve aklen düşündüğümüzde, gerçekte o ürünün ihtiyaç olmadığını görürüz. Gerçekte, kalbimizin bir aynası olması gereken göz, kalbe ayna olmamış, dışarıdaki görüntülere aynalık yapmıştır.
Geçen hafta sözünü ettiğim ayette (Bakara, 7), önce kafirlerin kalplerinin mühürlendiği, sonra sem’ (işitme duyularının) mühürlendiği, en sonunda da gözlerinin (basar) mühürlendiği ifade edilmişti. Neden en son mühürlenenin gözler olduğunu, biraz düşünmeye çalışalım.


Göz mü kalbe daya yakındır? Yoksa kulak mı kalbe daha yakındır? İmanın önce kalbe girdiğini, dışarıdaki bilgilerin kalbimize taşınmasında, kulağımızın daha fonksiyonel olduğunu unutmayalım. Zira hak ve hakikatin ilanı, önce sesle yapılır. Yani, mükellefiyet ve sorumluluk hakkı duymakla başlar. Gözümüz, bir çok hakikati görmemesine rağmen, sadece duymakla yetinip, o hakikati kulağımızla işitsek bile, kabul ederiz. Demek ki, hakkın kabul edilmesinde, kulak gözden daha ön plandadır.


Buradan şu geçici sonucu çıkarmamız mümkündür: Hakikat olan şeylerin görülmesi ve anlaşılması, genellikle kulakla mümkündür. Hakikat olmayan şeylerin görülmesi ve anlaşılması ise genellikle, gözle mümkündür. Yani gördüğümüz şeyler, hakikatin kendisi değil, sadece bir görüntüsüdür.


Hakikat olan şeylerin görülmesi kulakla nasıl mümkün olabilir? Elbette ki, kulak veya işitme duyusunun kendisi değildir hakikati gören. Hakikati gören, kalb kulağıdır. Kalbin gözü olduğu gibi, kalbin kulağı da vardır.
Hakikat olan şeylerin kabulünde, iradenin çok fazla bir şey yapmasına gerek yoktur, kulağını tıkamaması yeterlidir. Halbuki hakikat olmayan şeylerin kabulünde, iradenin yapacağı çok şey vardır. Özellikle sırf gözle nazar etmek, gözle takip etmek, gözle taramak gerekir. Yani, hakikatin anlaşılmasında, gözün işinin zor olduğunu söylemeye çalışıyorum.


Dolayısıyla, dışımızdan bize gelen her türlü bilgiyi, ya kulağımızla yada gözümüzle algılarız. Kulakla takip ettiğimiz bilgiler, nakli bilgilerdir.


Reklamların da hakikat olmayan şeyler içerdiği ön yargısından hareketle, gözlerimizin reklamı ve reklam ürünlerini özellikle seçtiğini, tercih ettiğini söyleyebiliriz.


Bu günkü yazıya münhasıran, ‘Görüntünün İktidarı’ından kastım, bu tarz bir reklam mantığıyla, gözlerimizi hedef seçerek yapılan reklamların iktidarıdır. İrademizi dumura uğratan, gözlerimizle bizi avlayıp, irademizi esir alan reklamların iktidarıdır.


Dua edelim ki, gözlerimiz, reklamlarla mühürlenmesin. Zira, reklamlarla uyuşturulan gözler, geçici olanı, heva ve heves olanı tercih etmemize vesile olur. Gözlerimiz, reklamlarla uyuşturularak, artık neyin doğru olduğunu, neyin yanlış olduğunu idrak etmekten mahrum bırakılmaktadır. Böyle bir göz, sanki mühürlenmiş bir gözdür. Reklamlarla yaşayarak, reklamları bolca seyrederek, kendi kendimize, kendi gözlerimize mühür vurmaktayız. İlahi damgayı, kendi ellerimizle, kendi gözlerimize, biz, vurmaktayız.


Reklamların etkisini fazlaca ciddiye aldığımı söylediğinizi duyar gibiyim. Hatta belki de reklamlardan dolayı, işi küfre kadar götürmemin abartı olduğunu bile söyleyebilirsiniz. Ancak, reklamların içimize soktuğu nifakı, aile ortamına attığı fitne ateşini, kalbimize soktuğu mal mülk sevdasını düşündüğünüzde bana hak vereceksiniz.

Nifaka düşmek korkusuyla yaşamak, rastgele yaşamaktan evladır

Ahmet NAZLI
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Görüntünün İktidarı IV

GÜCÜNÜ, NEFSİMİZİN HEVA ve hevesinden alan reklam pastasıyla ilgili serd-i kelam etmeye devam ediyorum. Reklam için, ‘gücünü nefsimizin heva ve hevesinden alan’ diyorum. Zira reklamlar, her Allahın günü, nefsimizi kışkırtarak, bizi, sürekli bir biçimde ürünlere bağımlı kılıyor.

Ticaret pastasındaki oranına baktığımızda, dev bir sektörle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

Radyo ve televizyonları kuran ya da batıran, gazeteleri sattırmak için elinden gelen her işgüzarlığı sarfeden ve her türlü medya ve tüketim malzemesini gözlerimize sokarcasına hakkımızı ve hukukumuzu ayaklar altına alan medyadan ve onu ayakta tutan reklamdan söz ediyorum.

Tükettiğimiz ürünleri, üzerindeki fiyattan daha pahalı bir şekilde almamıza ve tüketmemize sebep olan raklamdan söz ediyorum.

İhtiyacımız olmamasına rağmen, sırf görüntü olsun diye tükettiğimiz ürünlerden ve giysilerimizden söz ediyorum. İhtiyacımız olmamasına rağmen, sırf başkalarına hoş görünmek uğruna katlandığımız maddi sıkıntılardan söz ediyorum. Değişim uğruna, elimizdekileri çöpe atarak ya da kullanmayarak tükettiren reklama isyan ediyorum.

Haftalardır bu köşede, iki yüzlülüğü doğuran bir görüntünün iktidarından söz ediyorum. Özellikle reklam gibi eşyayı da iki yüzlü yapan bir görüntünün iktidarında yaşıyoruz: Birinci yüzü, eşyanın, nesnelerin ve hizmetlerin gerçek yüzü; ikinci yüzü ise gerçek olmayan, sanal olan, hatta yalan, sahte ve maskeli yüzüdür.

Eşyaya ikinci bir yüz ekleyen reklam, gerçekte bizim bakışımızı şaşı eylemiştir. Gözlerimiz bir taraftan ürünün gerçek değerine bakıp ihtiyacımız olmadığını görmekte; öte yandan ürünün süsüne/cilasına gözümüz kaymakta ürünü ihtiyaçmış gibi göstermektedir.

Git gide bu bir hayat tarzı haline dönüşmekte ve fikirlerimize de sirayet etmektedir. Önce düşündüğümüz gibi yaşamaktayızdır. Sonra, yaşamak istediğimiz gibi görünmeye başlarız. Reklamdan önce, olduğumuz gibi görünmüşüzdür. Reklamdan sonra, göründüğümüz gibi olmaya başlarız
. Önce adil olmamız gerektiği için, yabancılara adil olmuşuzdur. Sonra, adil görünmek istediğimiz için adil davranmışızdır. Kendi dindaşımıza göstermemiz gereken hoşgörüyü, başkalarına hoş görünmek için yapmışızdır. Oysa ki, ‘Yaratandan ötürü, yaratılanı hoş görmeliydik.’
Kırkayak’ın meşhur bir fıkrasının tam da yeridir şimdi. Güzel sesli ve iyi rakseden kırkayak, önceleri kendi halinde, doğaçlama bir şekilde dansediyor ve seyredenleri hayran bırakıyordu. Ne zaman ki, düşmanları onu övüp, ‘Aman efendim, kırk tane olmasına rağmen, ellerinizi ve ayaklarınızı nasıl oluyor da bir birine karıştırmadan , ritmi bozmadan dansediyorsunuz? Acaba dansederken, önce ellerinizi mi kullanıyorsunuz, yoksa ayaklarınızı mı kullanıyorsunuz vs?’ gibi övgü dolu sözleri duyan kırkayak, dans ederken kendi ellerine ve ayaklarına bakmış ve hangisini önce kullandığına bakmış; bakmış ama bakmaz olaymış. Zira hangi elini ve ayağını kullandığını tespit edeyim derken, ellerini ayaklarını bir birine karıştırmış ve elleri ve ayakları birbirine dolanıp dans edemez hale gelmiş. Artık kırkayak, bir türlü dans edemez hale gelmiş.

Reklamlar, hayat tarzımızı değiştiren, başkalarına göre bizi konumlandıran bir yaşayış biçimini bize sunmaktadır.

Reklamların bu iki yüzü, özellikle ticaret, siyaset, sanat ve medya aleminde kendini göstermektedir. Öyle ki, kaliteli malı üreten, sırf reklamını istediği düzeyde yapmadığı için, malını pazarlayamamaktadır. Öte yandan, hiçbir kalite standardına uymadığı halde, reklamını iyi yaptığı için, malını iyi pazarlayanlar meydandadır.

Bu, ibadet hayatımıza da aksetmekte ve maalesef ‘Allah rızasının dışında gayeler için, başımız secdeye gidebilmektedir. Mesela, dinin icabatından olan bir ameli(mesla hoşgörü), başkaları dinin bu yüzünü görsün diye yapmaya dönüşüyor.

Ahmet NAZLI
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Gençliğin Cinsellikle Imtihani

Cinselliğin sahte parıltısı, ancak kalbi boş ve sevgisiz kalmış bir genç için güneş gibi parıldar.


Cinselliğin gençler için sorun olması, bu zamana özgü değildir. Her devirde gençler, özellikle büluğ çağından itibaren iç dünyasında karşı cinse karşı şiddetli bir cinsel arzu duyar. Bu, onun fıtratında vardır. Önemli olan, bu arzunun meşru bir yoldan tatmin edilip edilmemesidir.

Aslında bu durum, insanı iç dünyasında zorlayıcı bir etkiye sahip olan her türlü dürtü ve eğilim için de geçerlidir. Örneğin, acıkma hissi, insanda tıka basa tok olana kadar yemek yeme eğilimi doğurabilir. Bu eğilim karşısında kişi, aç kalmadan, biraz yemeye, yeterince yemeye ya da tıka basa doymaya kadar geniş bir davranış setiyle karşı karşıyadır. Burada “İnsan acıktığını hissediyorsa, o hissi bastırmak için tıka basa yemelidir” şeklinde bir fikir ortaya atmak, son derece deterministçe bir bakış açısını yansıtır ve yanlıştır. Bir insanı içeriden zorlayan hiçbir dürtü ve eğilimin davranış açısından tek bir standart karşılığı yoktur. Her zaman çeşitli seçenekler vardır. İnsan iç eğilimlerini ilanihaye yok farzedemez, ama onun büsbütün esiri de değildir.

Meselâ Ramazan ayında oruç tutan bir mü’min, sahur vaktinden iftara kadar bir gün boyunca bedeninin ‘ben açım!” uyarılarına mukavemet gösterir. Çünkü ruhî inançları bedenî ihtiyaçlarına galiptir. “Rabbim, nimetlerine karşılık yılın bir ayında benden oruç tutmamı istiyor” inancı, o mü’mini gün içinde ağzına bir lokma koymaktan alıkoyar. Bu da gösterir ki, bedenin ihtiyaç olarak duyurduklarına mağlup olmak, her şeyden önce bedenin ihtiyaçlarını öncelemek ve daha değerli görmekle ilgili bir şeydir.

Hasılı, çalışma prensibi bakımından acıkma duygusu ile cinsel duygular arasında fark yoktur. Kişi, ikisini de iç dünyasında duyumsar ve bir şekilde o duyguyla ‘hesaplaşır.’ Bu hesaplaşmanın sonunda o duyguyu iç dünyasında bloke edebileceği gibi, meşru ve helâl dairede tatmin etmeye de yönelebilir. Ya da o duyguyu hemen ve azgınca tatmin etmeye yönelir, ki bu nefsin tercih edeceği yoldur.

Bir kişide nefsin hâkim olması, o kişideki rablık arzusunun bir sonucudur. Çünkü istediği şeyi hemen ve derhal gerçekleştirebilmek rablığın bir özelliğidir. Gelgelelim insanın nefsine prim vermesi onu rablığa taşımaz, tam aksine hayvanlığa yakınlaştırır. Çünkü arzu ve eğilimleri derhal gerçekleştirme tarzı, insan söz konusu olduğunda, akıl ve iradenin süreç dışı kalmasını, tüm sürece ‘kör duygular’ın egemen olmasını sonuç verir. Duygu ise şuursuzdur, ne yaptığını bilmez. Kural tanımaz, tecavüz eder. Tıpkı bir hayvan gibi, her şeyi içinde bulunduğu andan ibaret sanır. Bakışını, yaratıcısına ve öteye (ahirete) yükseltemez.
Nefsinin farkında olan dolayısıyla Rabbini tanıyan bir mü’min için ise cinsel duygularına karşı hareket tarzı daha farklıdır. O diğer bütün duygularında olduğu gibi, cinsel duygularını da Rabbinin çizdiği sınırlar içinde anlamaya, kıymet vermeye ve tatmin etmeye çalışır. Meşruiyetin kaynağı, Rabbin emir ve yasaklarıdır.

Nitekim Rabbin emir ve yasaklarını ihtiva eden İslâm, bir fıtrat dinidir. İnsanın duygularını, arzularını ve eğilimlerini inkâr etmez. Öte yandan tüm bunların kuralsız ve hazcı bir tutumla tatmin edilmelerine de izin vermez. Çünkü Rab insanı bu dünyaya indirmekle bir maksat gütmektedir. Bu maksat, hammadde mesabesindeki duyguların tensel ve yersel yönünü en başta iman kuvvetiyle, sonra akıl ve irade aletleriyle nakış nakış işlemek, onları doğru mecralarına oturtmak sûretiyle yüce gayelere çevirmekle hasıl olmaktadır.

Cinsel duygulara gelince, İslâm bu enerjinin nikah yoluyla teskin edilmesini teşvik eder. Eğer şartları buna uymuyorsa, gence iffetine sahip çıkmasını önerir. Fakat bunun zorluğunu da öngörür. O yüzden ona namahreme nazar etmemeyi, gerekiyorsa oruç tutmayı ve “Ya Rabbim bir anlığına bile olsa beni nefsimin eline bırakma!” duasını tekrarlamayı öğüt verir.

İtiraf etmek gerekir ki, bu zamanın gençleri için şartlar elbette daha zordur. Çünkü zaman nefisperestliğin son derece yaygınlaştığı bir dönemdir. İnsanların bedenlerini kendi mülkü saydığı, onu kendi istediği gibi sergileyebileceğini düşündüğü bu dönemde cinselliği hatıra getiren imgeler sayısızdır. Cinsel içerikli şarkı sözleri, en alâkasız üründe bile kadının kullanıldığı reklâmlar, açık saçık fotoğrafların yer aldığı dergi ve gazeteler.. gençleri iradelerini iptal edip her daim nefislerinin sesini dinlemeye davet etmektedir. Dahası, sokakta ve neredeyse her türlü mekânda rastlanan açık saçıklık, aile ve akraba ilişkilerinin bozulması, flörtün yaygınlaşması, evlenme yaşının geç yaşlara sarkması da gençlerin cinsel duygularıyla meşru yoldan baş edebilmesini zorlaştırmaktadır.

Nitekim İncil’de “Zina etmeyeceksin!” yerine, Kur’ân-ı Kerim’de “Zinaya yaklaşmayın!” emri üstü örtük olarak bu zorluğu ima eder. Bozuk bir çevrede her an göze takılabilecek bir cinsel imge, gencin aklını sürekli cinsellikle meşgul etmesine ve gözünü nefsinin arzuları doğrultusunda haz tarayıcılığında kullanmasına sebep olur. Böylesine cinsellik tehdidi altında yaşayan bir topluma ise, zina etmemek yerine zinaya yaklaşmamayı emretmek, elbette çok daha hikmetlidir.
“Zinaya yaklaşmayın” âyeti, iki noktada manidardır. İlki, gözün harama kaymasının zina sürecini düğmeye basılmış gibi otomatik olarak işleteceğine işaret etmesidir. O sebeple âyette zina kadar zinaya götüren yollar da yasaklanmaktadır. İkincisi ise, İncil âyetiyle birlikte düşünüldüğünde ahirzaman topluluklarının Allah’ın hükümlerini değiştirdiğine işaret etmesidir. Gerçekten günümüz toplumlarında örtünme emri yerini açık saçıklığın norm olduğu bir hâle terketmiştir. Nitekim içinde yaşadığımız toplumda seksen yıl önce sokakta başını açan tek tük hanımlar ayıplanırken, şimdi örtünen bayanlar dışlanır hâle gelmiştir.

İşte günümüz gençlerinin karşı karşıya kaldığı esas zorluk bu bozuk çevredir. Gençlerimizin bir başka zorluğu ise, aile ve akrabalık ilişkilerinin çözülmesidir. Saadet Asrı’nda bir genç, Resulallah’a gelerek zina etmek için izin ister. “Ya Resulallah, zina etmeme izin ver!” der. Orada bulunanlar hemen delikanlının üzerine yürüyüp onu azarlarken, Resulallah, “Onu bana yaklaştırın” buyurur. Aralarında şu konuşma geçer:

Böyle bir şeyi annen için arzu eder misin? Genç:
Vallahi hayır! Allah beni sana feda etsin ki hayır! Resulallah (asm):
Hiçbir insan da böyle bir şeyi annesi için istemez. Peki ya kızın için arzu eder misin? Genç:
Vallahi hayır! Allah beni sana feda etsin ki hayır!…

Konuşmanın devamında Allah resûlu, aynı soruları gence halası, teyzesi için de sorar. Gencin cevapları ise yine aynıdır.

Bu hadîsin tersten bir okumasıyla farkedileceği üzere, aile ve akrabalık ilişkilerinin olmadığı ya da zayıfladığı, üstüne üstlük açık saçıklığın kol gezdiği bir yerde, gençlere kadının cinsel obje dışında değerleri olan, toplum içinde önemli rolleri ifa eden bir varlık olduğunu anlatmak hiç de kolay değildir. Aynı şekilde baba, erkek kardeş, amca, dayı, enişte.. rollerine hayat tecrübesi içinde tanık olmayan bir bayanın, erkeklerin her zaman kadınlardan ‘istifade’ etmek isteyen bir tür olmadığını zihninde oturtması kolay değildir. Günümüzün yabancının akrabadan hem bedenen hem kalben daha yakın olduğu kent hayatı, bu açıdan son derece hatalı bir görüntü arz etmektedir.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, bugünün gençleri kendilerini cinsellik konusunda daha baştan mağlup olarak düşünmemelidir. Eğer mü’min iseler zaten daha başta nefsin cinsel arzularına karşı dengeleyici bir kuvvete, hem de iman kuvvetine sahipler demektir. Kalpte iman durduğu müddetçe, gençlerin cinsellik ya da açık saçıklık konusunda kendilerini çaresiz görmeleri doğru değildir. En önemli dayanakları, işte kalplerindeki bu imandır. Çünkü iman hem kuvvettir, hem lezzettir. Bir yandan dünyanın geçici hazlarına mukavemet gücü kazandırır, diğer yandan verdiği daimi huzur lezzetiyle şehevî hazlara tenezzül etttirmez.
Öte yandan iman, mü’min genci adaletli olmaya ve sorumlu davranmaya yönlendirir. İman gözlüğüyle bakan bir mü’min genç, şu anda ya da gelecekte birisinin eşi olacak birine sırf şehevî bir arzuyla bakmanın bile, bir hakka tecavüz olduğunu bilir. Ayrıca böyle bir davranışın kendisine karşı yapılmış bir haksızlık olduğunu da düşünür. Çünkü aklı, imanı, iradesi, ihlası, sabrı.. dururken; şehevî arzusunu kendisine rehber edinmesi ve anlık bir hazzı en büyük hedef yapması, Rabbinin kendisine verdiği potansiyeller açısından gerçekten çok büyük bir haksızlıktır. Koca kâinatı kuşatabilecek bir kalbin, zerrede boğulması gibi bir şeydir.

Cinsellik sınavı karşısında mü’min gencin bir diğer dayanağı, sağlıklı bir aile ve akraba ilişkisidir. Anne-babası, kardeşleri ve akrabaları tarafından sevilen ve değer verilen bir genç, başıboşluk, değersizlik ve can sıkıntısıyla cinsel dürtülerinin peşine koşturmaz. Sefahatin hocası olan sıkıntının yörüngesine girmez. Küçük yaşlarda onların nezareti, sevgisi; ilerleyen yaşlarda yoldaşlıkları, dostlukları, muhabbetleri sayesinde kalbi sevgi ve güven duygusuyla dolu olur. Sevgi ve ilgi mahrumiyetinden doğan bir sevgi arayışı ile yanlış adreslerde ve yanlış kollarda hayvansı bir cinsellik tuzağına düşmez.

Yine kalbi sevgi ve güven duygusuyla dolu olan bir genç, günümüzde çokça görülen ‘kötü arkadaş’ baskısına da dirençli olur. Onların cinselliği büyümenin bir göstergesi gibi gösterip alaycı bir tavır almalarına karşı kendisinde bir eksiklik varmış gibi düşünmek yerine, onlarda yersiz bir sapma olduğunu görür. Buna karşılık özellikle aile içinde sevilmeyen, varlığı önemsenmeyen, dokunulmayan bir genç, akranlarının baskısı karşısında dayanamaz; nefsine ve onların ayartmalarına yenik düşebilir.

Aslında tüm mesele, eninde sonunda gelip kalbe dayanmaktadır. Eğer bir gencin kalbi, iman nuruyla dolu, başta ailesi olmak üzere çevresindeki insanların sevgi ve ilgisine muhatap ise, o gencin cinselliği bir ısrar ve takıntı haline getirmesi söz konusu değildir. Cinselliğin sahte parıltısı, ancak kalbi boş ve sevgisiz kalmış bir genç için güneş gibi parıldar.

Dolayısıyla dikkat edilmesi gereken nokta, kalbin daima semavî hazlarla takviye edilmesine çalışmaktır. Aksi halde, tabiat boşluk kabul etmediği gibi, dünyevî hazlar da kalbi kendi çekim alanı içine alır. Kalbi semavî hazlarla takviye etmenin yolu ise en başta farz ibadetleri yerine getirmek, sonra tefekkür ve zikirdir. Bunları hayata geçirdiği ölçüde bir gencin kalbi cinsel arzuların ayartıcılığına karşı gerekli donanıma kavuşmuş olur.

Bu hale ulaştığında genç yapması gerekenleri yapmış demektir. Geriye bu halini korumaya çalışmak kalır. Onun da yolu Yusuf aleyhisselâm’ın “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, çünkü o daima kötülüğü emredicidir” sözü ile Rabbimizin “Zinaya yaklaşmayın, çünkü o açık bir kötülüktür’ buyruğunu birlikte düşünüp, zinanın da nefsin de ‘kötülük paydası’nda birleştiğini tefekkür ettikten sonra, Peygamber Efendimiz gibi daima “Allahım bir anlığına bile olsa beni nefsimin eline bırakma!” duasını dilden düşürmemektir
.

Ömer BALDIK
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Bütün Göller Maya Tutar

Akşehir Gölü’ne yoğurt mayası çalan Nasrettin Hoca’nın torunu olmakla müftehirim. Ömrüm boyunca göle maya çalmayı alay konusu edenler karşısında yılgınlığa kapılmadım. Eyvah, göl yine maya tutmadı, şimdi ben ne yapacağım, diyerek şaşkınlığa düşmedim. Acaba bu denemem de mi boşa çıkacak korkusuyla ayaklarım dolaşmadı. Önünde duran koskocaman göl, senin çalacağın maya ise ufacık diyenler olduğu zaman onları kendi hallerine bıraktım. Ukalaca ve bilgiçlik taslayarak şartların elverişsizliğini kanıtlamaya girişenler önünde yılgınlığa kapılmadım. Göle maya çalma kararlılığından vazgeçmedim ve elimden ne geliyorsa onu yaparken zaaf göstermedim.

Göl maya tutmaz, o halde neyi nereye tutturabiliyorsak onunla idare edelim görüşüne uygun uygulamalar baskın çıktığı sırada, tüh, keşke ben de onlar gibi yapaydım düşüncesi aklımı çelmedi. Kurnazlıkla ele geçirilen kazançların fırsatını kaçırdığıma dair bir eziklik hissi duymadım. Sonuç olarak göle niçin maya çaldığıma dair mazeret uydurmama gerek yoktu. Her an, ben de olan biten karşısında Nasrettin Hoca gibi başı dik bir cevap vermeye hazırım: Ya tutarsa!

Sanıldığının aksine bütün göller maya tutmaya meyyaldir. Hatta her göl maya tutmak için can atmaktadır. Üstelik şu gerçeği gözden hiç uzak tutmayalım ki bir gölde vukuuna şahit olduğumuz bütün değişmeler o göle çalınan maya yüzündendir. Her göl maya tutmamış haliyle bile maya çalınmadan önceki özelliklerini kaybetmiştir. Göle maya çalanlar şunu da aklından çıkarmamalı ki göle hiç maya çalınmamış olsaydı onların karşısına gölün maya tutmayacağını iddia edenler de çıkmayacaktı. Demek ki karşımızda engel olarak gölün maya tutmayacağını savunanlar duruyor. Onların birer engel, birer fırsatçı, birer fesat unsuru olduğunu işaret etmekle göle maya çalmaya devam ediyoruz.

Dünyada hak bildiği yolda ilerleyenlerle bu yolu katetmenin nafile olduğunu ileri sürenler arasında, bir çatışma değilse bile, bir uyuşmazlık var. Hak bildiği yolda ilerlemenin yapılabilecek tek şey olduğunu kabul ve tasdik eden taraf doğru’nun doğru olduğunu vurgulamak için özel şartların sağlanması zaruretine inanmıyor. Diğer taraf şartların mutlak değerine öylesine inanıyor, her ortamın kendine mahsus doğruları olabileceği fikrine öyle bel bağlıyor ki sonunda duruma göre doğru’nun doğruluğunu da feda edebileceğini savunuyor.

Bu uyuşmazlık içinde hak bildiği yolda ilerleyenler görünüşte mesafe katetmemiş sayılsalar bile hala bir yolu hak bilmenin üstünlüğünü ellerinde tutmuş oluyorlar. Hak bildiği yolda ilerlemenin arzulanan sonucu hasıl etmeyeceğini iddia edenler görünüşte bahsi kazanmış olsalar bile haksızlığın kabul görmesindeki en büyük etmen olma şerefsizliğini üzerlerinden atamıyorlar.
Siz siz olun, birisine göle yoğurt mayası çalarken rastlarsanız, zinhar onunla alay etmeye kalkışmayın. Mümkünse mayanın ziyan olmaması için çanağı siz tutuverin. Bakın o zaman neler oluyor!
İsmet ÖZEL
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Bir serçenin kanatları altınla kaplanırsa...

Paris'te bir Türk ailesinin evine davet edilmiştim. Yemek sırasında, babası, içeride annesine yardım eden 11-12 yaşlarındaki küçük kızını işaret ederek, biraz da gururla, “Amcası” dedi, “Kızım çok başarılı. Okulunun birincisi. Bütün derslerinden 10 alıyor. Fransızlar bile hayran kendisine!”

Ben hiç düşünmeden, “Eyvah!” dedim; “çocuğunuzun ne sorunu var?”

Masadakilerin tuhaf tuhaf baktıklarını görünce de ilâve ettim:

- “Bu yaşta bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duyduğuna göre, muhakkak bu çocuğun kendisini başa çıkmak zorunda hissettiği ciddi bir sorunu olmalı!”

Masadaki sessizlik uzun sürmedi, baba, “Ne sorunu olsun beyefendi? Hiçbir sorunu yok, gayet normal bir çocuk!” diye cevap verdi.

Huysuzluğum tutmuş olmalı ki “Mümkün değil!” diye mukabele ettim: “Değil bir çocuk, bir yetişkin bile, normal olduğu takdirde, yüksek başarıların peşinden koşmak ihtiyacı hissetmez. Mutlaka fark etmediğiniz bir sorunu olmalı.”

“Meselâ” dedim; “arkadaşlarıyla arası nasıl? Çok arkadaşı var mı? Oyun oynamayı seviyor mu?”

Baba önce nasıl cevap vereceğini bilemedi, sonra “Var tabii ki” deyû bir şeyler söylemeye çalışırken, eskiden beri ailenin yakını olan doktor arkadaşım, “Hay Allah, nasıl da farketmemişim. Dücane Bey haklı. Gerçekten de '...'nın doğru dürüst arkadaşı yok. Pek oyun oynamayı da sevmez. Ben ne zaman çocukları lunaparka götürmek istesem, o gelmek istemez, odasına kapanır, televizyon seyretmeyi tercih ederdi” diye açıklamalar yapmaya başladı.

Hikâyenin devamı o kadar önemli değil. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki beni şaşırtacak farklı bir neticeyle karşılaşmadım.

Eskiden beri, göz alıcı başarıların öykülerini hep kuşkuyla karşılarım. Ne zaman başarıyla övünen biriyle karşılaşsam, “Acaba bu zavallının ne sorunu var ki bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duymuş?” diye düşünürüm.

Başarının türü önemli değildir. Bedeli zor ödenmiş her başarı, her yükseliş, gerçekte bir kaçıştır. Kimsenin kuşkusu olmasın ki başarıların yegâne yararı, geride/içte saklı bir şeyleri örtmeye matuftur.

Başarmak kolay değildir! Başarı kazanmak zordur! Her başarının bir maliyeti vardır!

Bu cafcaflı açıklamaları duyunca sormak gerekmez mi: İnsan niçin bu maliyeti öder? Zorluklara katlanmayı gerekli kılan nedir? Kişi niçin durup dururken zorluklarla uğraşmak ister?

Cevap acaba şu mu: Başarılı olmak istiyorsan, bedelini ödemelisin!

Başarılı olmak için ne yapmak, hangi sıkıntılara katlanmak gerektiğini konuşuyor olsaydık, hiç değilse “kolay başarılar”dan söz etseydik, belki bu cevabın bir mânâsı olurdu. Oysa bizim cevabını merak ettiğimiz sorular şunlardı:

- “İnsan niçin başarılı olmaya ihtiyaç duyar?”

- “Başarı arzusunu ortaya çıkaran eksiklik duygusu acep ne ola ki?”

Başarıya ihtiyaç duymuş olan birinin, arzusuna ulaşmak için gerekli maliyeti ödemeye yanaşıp yanaşmaması farklı bir şey, bu maliyeti göze alabileceği başarılara talip olmak zorunda kalması ise başka bir şey!

Başarı, basitçe eksikliğin giderilmesi değil, eksik olanın ihtiyaç fazlası olacak kadar biriktirilmesidir. Bu bakımdan yeterince eksiklenmeyen insan yüksek başarılara ihtiyaç duymaz! (Tırmanmanın istikameti doğal olarak aşağıdan yukarıyadır. Aşağıda olmayan, niçin yukarıya tırmansın?)

Azim, irade, gayret, çaba, vb. faaliyetleri küçümsediğimi sanan akl-ı evveller, bu sözcüklerin yerini, hem de bir çırpıda “hırs, ihtiras, tamâ” gibi sözcüklerin alabileceğini de hesaba katmalıdırlar.

Bu yer değiştirme, eylemin türüyle değil, amacıyla ilgili olup kabaca “çok çalışma” olarak tanımlanabilir. Siyasî hırslar, sanatsal ihtiraslar, ticarî tamahkârlıklar, kolaylıkla azim ve gayret'le ilişkilendirilebilir.

“Başardım, başarılıyım” gibi boş lâfları bırak da söyle bakalım mutlu musun?

Ben başarılı ama mutsuz çok insan gördüm; keza bir o kadar da başarısız ama mutlu insan... Başarı insanı memnun eder, nefsine haz verir ama eğer aptal değilse aslâ mutlu olmasını sağlamaz!

Yanlış anlaşılmamak ümidiyle, yeri gelmişken Sezen Aksu'yu misâl olarak verebilirim. Kendisi zekî, başarılı ve iyi kötü hâlinden memnun bir sanatçı. Fakat göründüğü kadarıyla mutlu değil. Olsaydı, olabilseydi, başkaları nezdinde başarılı olmaz, aslâ bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duymazdı.

İyi ama kişi hem başarılı, hem mutlu olamaz mı?

Olamaz, çünkü bir serçenin kanatları altınla kaplanırsa, o serçe artık semâlarda yükselemez!

Unutmayınız, başarı altın gibidir. Çökertir. Mutluluksa her halûkarda toprağa ihtiyaç duyar; bir vasata yani.
Dücane Cündioğlu
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Kahkaha

AĞIZ GENİŞ BİR biçimde açılır. Dişler gösterilir. Kişiye göre tiz veya boğuk bir ses çıkarılır. Bu ses boğazdan gelir. Kahkaha ani bir üstünlük duygusunun dile getirilmesidir. Bir yutma organı olan boğazdan çıkarılan kahkaha sesi bize bir ipucu verir: yutulmak istenen aslında öteki insandır. Ya da öteki insanın çaresizliğidir.


Düşen bir insan bizde tebessüm uyandırır. Kış aylarında yolda kayarak düşenleri gören çoğu insan için bu durum tebessüme yol açar. Düşmesini özellikle istediğimiz bir insanın düşüşü ise kahkaha ile kutlanır. Kurgusu güce dayanan film ve çizgi filmlerin en önemli ses efekti kahkahadır. Savaşı kazanan ve üstünlük duygusu ile dolan taşan komutan zaferini kahkaha ile taçlandırmak ister. Kahkaha kendini efendi olarak konumlandıran insanın ses efektidir.



Efendi:


Efendi için öteki daha aşağı bir sınıf bile değildir. İnsandan daha aşağıdır. Efendi’nin narsistik gururu ve kibrinin beslediği şiddet Öteki’nin tanınmaması ile de beslenir. Bütün krallar aslan olmak istemişlerdir. Efendi kendini mutlaklaştırdığı için kendisi dışında hiç kimse ve hiç bir şey için var olamaz. Varoluşunu kendinden aldığı hezeyanı ile kendinin bağımlısı olur. Tam da bu nokta ihtişamın doruğunu oluşturur. Eylem anı, acımasızlığı, yapılma tarzındaki kendine güven hali, öldürenin asla sorgulanmayan üstünlüğü, istediği herşeyi kendine av olarak seçebileceği olgusu, Efendi’ nin iktidarının en yüksek düzeye yoğunlaşmış halidir.


Kendini efendi olarak konumlandıran insan efendiliğini kahkaha sesi ile pekiştirmek ister. Efendinin kahkakası insanda iğrençlik duygusu uyandırır. Kahkaha atarken ağız geniş bir biçimde açılır ve dişler gösterilir. Yüz sırıtan bir biçime dönüştürülür. Sırıtmak insani olan şeyleri sürür süpürür. Sırıtanan ve kahkaha atan efendinin yüzü her an yemeye hazır bir ağız ve her an çiğnemeye hazır bir dişi ima eder. Yenen her şey iktidarı besler. Efendi ötekini yutmak ister. Öteki kendi varoluşu için vardır. Bu insanı sadece ürkütmez, kahkaha atandan soğutur.


Vicdanlı insanlar kahkahadan hoşlanmazlar. Egemen olmanın narsistik hazzı ezilende nefret uyandırır. Acımasız bir Efendi Ezilen’lerin devrimci şiddetini uyandırır. Ezilen lerin Ezenlere göre daha az şiddete başvurduğu tartışmasız bir olgudur.



Kör Nokta olarak Kahkaha:


“Herşey karşıtların savaşı ile varolur ve her şey bir ırmak gibi akar” der Herakleitos. Her şey akar. İnsanlar ortaya çıkar. Bir nehrin üzerindeki yeni bir kabarcık gibi. Varedilir. Arzularını yansıtır ve gerçekliğe yeni bir biçim verir. Sonra nehirdeki kabarcık kaybolur, yerini bir başkasına bırakır. Varlık akıp gider ve korunmaya ihtiyacı yoktur. Varlığın koruyucusu onun Mutlak Sahibidir.


Efendi’nin benliği varlığa şekil vermek ister. Efendi’nin yardımı olmaksızın akıp gider varlık halbuki. Efendi hayatı tam bilemez. Çünkü yaşayan akışın içinde değil, yaşamın üzerinde durmaya çalışır. Arzulayan bir canlı varlık olarak Efendi doyurulmayan her arzusu için nefret duyar. Efendinin nefreti mutlak ve sınırsız olma özelliği taşır. Çünkü Efendi’nin doyurulmamış arzusu onun egemenlik arzusundan doğar. Yaşanmamış yaşamdan doğan nefret ancak Efendi, Efendi olmaktan çıkarsa yok olur. Efendi Efendi olmaktan çıkmaya razı olmaz.



Efendi engellenmeye tahammül edemez.. Efendi’nin herşeyi ve herkesi “ruhsuzlaştırma” eğilimi kuşkusuz, sahip olma hırsıyla birlikte sadizm eğilimine denk düşer. Sadist heveslerin temelinde başka bir kişi ya da öteki canlı varlıklar üzerinde kesin egemenlik kurmanın getirdiği menhus zevk yatar. Sadizmde yokluk kabul edilmez ve edilgen bir et parçası yani bir eşyaya çevrilen kurban üzerine yüklenilir. Efendi üretmekten çok yoketmenin mantığına başvurur. Narsisistik gururu yüzünden kirli işlerini yapacak başkalarını ayarlar.


Yaşayamadığı yaşamın nefreti bir taraftan Efendi’ye menhus bir haz verir. Efendi kahkasını atarken kendi narsistik hazzı ile meşguldur. Her narsistik haz gibi, bu hazda Efendide bir kör nokta oluştur. Narsistik haz bir nevi rüya gibidir. Rüya görmenin en tehlikeli yanı rüya gördüğünü bilmemektir. Kör nokta Efendi’yi kahkahasıyla sadist yapar.


Efendi bir imtiyaz olarak daha fazlasına sahip olma tekelinin ötekileri ve kendisini insanlıktan çıkardığını anlamaz. Bencilce sahip olma peşinde oluşuyla, kendi mülkü içinde boğulduğunu ve artık varolmadığını, sadece sahip olduğunu göremez.


Tebessüm:

Narsisistik gururdan arınmış bir kalbin dışa vurmuş halidir. Kişi kendini efendi değil, diğer varlıklar gibi yaratılmış, varoluşunu Ondan alan, diğer varlıklarla “yaratılmışlık açısından eşit” bir konumda kabul ettiğinde ruhu rahatlar, kalbi sukunete erer. Öteki varlıklar onun biçimlendirdiği değil, birlikte Onun istediği gibi biçimlenen varlıklara dönüşür. Böyle bir ruh yanında rahat edilen, huzur duyulan bir ruha dönüşür. Bir insanın başka bir insana verebileceği sukunetten, huzurdan başka ne olabilir? Bir insan başka bir insana huzur verebilecekse tebessüm etmelidir. Yüzün tebessümü ise ancak kalbin tebessümü ile mümkündür. Zorla tebessüm olmaz.



Kainat:

Kainat kahkaha atmaz. Kainat tebessüm eder. Bu yüzden insan gökyüzüne bakarken huzur duyar. Bu yüzden kedinin tüyleri yumuşacıktır. Gökgürlemesi bile kahkaha niteliği taşımaz. Celali tarafı ağır basan bir tebessümdür. Kainatta kahkaha atan bir iktidar hükmetmez. Kainata rahmetli bir iktidar hükmeder ve her rahmet sahibi gibi rahmeti tebessüm eder. Kahkahadan boğulduğunu hissetiğinde insan kainata bakmalıdır: insan ellerini yağmura uzatmalı ve meleklerin taşıdığı yağmurlara ve meleklere dokunmalıdır.


Kahkaha kalbi bozar. Çünkü bir üstünlük duygusunun eseridir. Tebessüm kalbi besler. Çünkü varlıklarla yaratılmışlık açısından eşitlik ilkesinin ifadesidir.

İnsan kainata katılmalı, onunla birlikte tebessüm etmelidir.

Mustafa ULUSOY
 
Üst