Rızk Risktedir
Kimi konular birkaç günlüğüne gündemimize misafir olup yerlerini yenilerine terketseler de, bazı konular gündelik konuşmalarımızın merkezinde kalmaya devam ediyor: fiyatlar, ihtiyaçlar, enflasyon ve hepsini içine alan "geçim sıkıntısı" gibi. Bu konular sadece "fakir-fukara"nın değil nisbî olarak zengin sayılabilecek insanların da dillerinde geziyor. Her ay yapılan "Bu ay en çok neyi konuştuk?" araştırmalarında, "ekonomi" birinciliği başka birşeye hemen hiç kaptırmıyor. Çok değil, 15-20 sene önce, gazetelerin özel bir ekonomi sayfası bile yokken, şimdi para, borsa, şirketler vs. için ayrı ayrı sayfalar tahsis ediliyor. Kısacası, gittikçe daha fazla ekonomi eksenli düşünüyor, konuşuyor ve yaşıyoruz.
Her yeni gün, yeni tedirginlikler, endişeler ve korkular taşınıyor dünyamıza. İhtiyaçlarımızı, isteklerimizi elde etmeye yönelik belirsizlikler, ihtimaller ve soru işaretleri birer sıkıntı kaynağı haline geliyor. "Acaba"lar, "yoksa"lar, "ya olmazsa"lar, geçim ve gelir konularında bize "dert" kaynağı oluyor. Öyle ki, bu kaygılar ve korkular, geçinmeyi bir dert ve sıkıntı haline getiriyor. Rızk ve ekmek kazanmak, bir aslanla savaşmak kadar tehlikeli ve korkulu bir konu bizim için. Ekmeği "aslanın ağzı"ndan alabilmek gerekiyor çünkü.
Peki, çözüm olarak ne yapıyoruz? Çoğu çareyi "kesin ve garantili" rızk kapılarında bulmaya çalışıyor ve bunların başında da devlet memurluğu geliyor. Esasen, umuma hizmet yeri olması gereken "devlet kapısı," ne yazık ki, çoğunluk tarafından risksiz bir gelir kaynağı olarak görülüyor. Çünkü, bu kapıya kapağı atanın düşük de olsa garantili bir gelire kavuşacağı düşünülüyor. Memur olabilmek için yüksek meblağlarda ödenen rüşvetler, memur alımlarında izlenecek yöntemlere ilişkin hararetli tartışmalar da bunu gösteriyor zaten.
Diğer bir "risksiz rızk" arayışı faize götürüyor kimilerini. Emek sarfetmeden, riske girmeden, yan geldiği yerde parasıyla para kazanmayı hedefleyen bu kimseler, ticaretin riskli ve kaygan zemininden kaçmaya çalışıyor. İlginçtir, sadece bireyler değil, en büyük şirketler dahi nice zamandır riskli ve zahmetli yatırım ve üretimi bir kenara bırakıp, devlete faizle borç vererek "garantili" kârlar elde ediyorlar ve bunu muhasebe defterlerine "faaliyet dışı gelirler" diye kaydediyorlar. Üstelik, bu faaliyet dışı kârlar yüzlerce büyük şirketin toplam gelirlerinin yüzde doksanından fazlasını teşkil ediyor.
Bu çözümün çıkmaz bir sokak olduğunu bugün yaşanan bunalımlar açıkça ortaya koyuyor. Bir kişinin işini üç kişinin yarım-yamalak yaptığı hantal ve tembel bir bürokrasi, borç faizi ödemekten canı çıkmaya yaklaşmış bir kamu ekonomisi...
Okuduğunuz yazı, ne mikro ne de makro ekonomik tahliller yapmayı amaçlamıyor. Eline alacağınız dindar ya da laik her gazetenin ekonomik sayfaları bu tahlillerle dolu zaten. Niyetimiz, bu tablonun bize gösterdiği yanlışın satıh altına inmek ve insanî varoluşumuzun bir parçasını oluşturan rızk konusuna risk penceresinden bakmaya çalışmak.
Herbirimiz, bir balıkçının ağlarını denize atması gibi, rızk yolunda adımlar atıyoruz. Satıcıysak dükkanımıza gidip mallarımızı sergiliyoruz, tüccarsak ticarî ilişkiler kuruyoruz, işçiysek emeğimizi sarfediyoruz. Fakat, attığımız bu adımlarla ulaşmak istediğimiz sonuç, yani rızk arasında riskler dolu.
Balıkçı örneğinden devam edecek olursak, sabah kalkıp teknemizle denize açılıyoruz. Bir vakit sonra ağlarımızı uygun gördüğümüz bir yerde usulca denize salıyoruz. Sonra? Elbette ki, bekleyiş. Ne denize, ne balıklara hükmeden birisi olmadığımıza, balıkların dizginlerini biz elimizde tutmadığımıza göre, yapacağımız, balıkların ağına doluşmasını beklemek. Ama biliyoruz ki, geri çektiğimizde ağları bomboş da bulabiliriz. Çünkü, denize açılıp ağları attık diye, balıklar mutlaka ağına doluşacak değil. Diğer bir ifadeyle, başvurduğumuz sebeblerle, umduğumuz sonuç arasında birebir ve kesin bir ilişki değil, belirsiz bir ilişki var.
İşte, yollar burada çatallanıyor. Şayet rızkımız için sebebleri merci tanıyorsak, ‘Her sonuç bir sebebin ürünüdür. Sonuçları sebebler yapar’ diyen Avrupa felsefesi, bilsek de bilmesek de, dünyamıza hâkim demektir. Hava, rüzgâr, balık sürülerinin gittiği yön, ağların sağlamlığı, teknenin arıza yapmaması... Olması ve olmaması ‘gereken’ sayısız sebeb, dünyamıza sayısız ihtimal taşır ve sonuçta bir tedirginlik ve belirsizlik yaşarız. Rızkımızı maddî sebeblerden biliyorsak, Batı felsefesinin şekillendirdiği zihnimizi bu belirsizlik tedirgin edip durur. Çünkü böyle bir zihin, sonucu -yani, rızkı- maddî ve zahirî sebeplerden bilir. Dolayısıyla, mutluluğumuzu da o sebeblere bağlarız.
Halbuki, merci tanıdığımız o sebebler ne bizim ihtiyacımızı bilecek bir bilgiye, ne o ihtiyaçları karşılayacak kuvvete, ne de iradeye sahiptir. Âciz, cahil, şuursuzdur. Onlarla sonuçları arasında koca bir boşluk vardır. Sebeblerde takılan insana ancak kaygı veren bir boşluk...
Zaten, Batı felsefesiyle beslenmiş esbabperest bir balıkçı, aslında tâ başından kaygılıdır. Ya fırtına çıkarsa? Ya teknesini akşam koyduğu yerde sabah bulamazsa? Ya, balık sürüleri ters yöne akın ederlerse? Bu vehimlerin herbiri, onun gözünde ağlarla balıklar arasındaki boşluğu daha da büyütür ve dünyasına maddi-manevi sıkıntıların dolmasına sebeb olur. Bu durumda girişeceği bütün faaliyetler sebeble sonucu birbirine biraz daha yaklaştırmaya, yani sonucu garantiye almaya yönelik olacaktır. Fakat, sebeplerle sonuç arasındaki o sisli, belirsiz perdeyi hiçbir zaman kaldıramadığı için rızk arayışı onun için bir ‘risk’ olup çıkar.
Burada ilginç bir noktaya işaret etmek gerekiyor. Türkçe’ye de mâl olan ‘risk, risque ve rizico’ gibi Avrupaî kelimelerin menşei, aslında ‘rızk’ kelimesine dayanır. Hiçbir olumsuz anlam ifade etmeyen, aksine tamamen olumlu çağrışımlara sahip olan rızk kelimesinin, Avrupa dillerine taban tabana zıt bir anlam değişikliği yaşayarak geçmesinin nedeni, yukarıda anlatılan rızk arayışının riskli olmasına biçilen değerdir. Yani, materyalist felsefî bakış açısı, rızkın riskte oluşunu "kötü" gördüğünden, rızk ve rızk arayışı bu bakış açısı için, risk olup çıkmaktadır.
Oysa, başka bir bakış açısı pekâla mümkündür ve gereklidir.
Ağını usulünce denize salsa da, rızkını ne bir o yana bir bu yana dalgalanan ve ihtiyaçlarını bilip onun yardımına koşmaktan âciz denizden, ne de yaz-boz tahtası misâli hava şartlarından bilmeyen mü’min bir balıkçı o belirsizliğe (riske) bakıp şükredecektir. Sebeple, yani balık tutmak için bütün yapıp ettikleriyle balıkların ağına doluşması arasındaki o mesafe onun için kaygı değil rahatlık vesilesidir.
Niye mi?
Çünkü, o belirsizlik ve mesafe, hem bir sonuç olan rızkı, hem de insanın ihtiyaç duyduğu şefkat, güven, tanınıp bilinme, muhatap alınma, istenen şeyin hep verilmesi, vs. gibi duyguları (ki bunlar da rızıktır) maddî ve zahirî sebeblerin elinde olmadığının delilidir.
Rızkı hem âciz, hem cahil, hem şuursuz, hem de gözsüz maddî sebeplerin veremeyeceğine inanmış bu balıkçı, maddî sebeblerin perdesinin arkasında, rızka muhtaçları tanıyıp bilen, onların her rızık isteğini işiten, o rızkı onlara vermeye gücü yeten, şefkat ve merhamet sahibi Birisini, yani hakiki Rezzak’ı, hisseder. Maddî sebeblerin olsa olsa Onun kudretinin perdeleri ve rezzakiyetinin kapları ve kapıları olabileceğini bilir.
Ve anlar ki, sebepler ile sonuçlar arasında bulunan ve Said Nursi’nin sema ile yer arasındaki ufka benzettiği -gerçekte sonsuz- mesafeyi kendi bakışında ne kadar açabilirse, yani sebeblerin rızık vermekten ne kadar uzak olduğunu anlarsa, o ufuktan gerçek Rezzakiyet bir yıldız gibi o kadar parlak doğar ve ruhen o kadar rahat edebilir. O yüzden ta baştan bir tevekkül içindedir mümin balıkçı. Her adımını da o tevekkülle atar. Sabah kalkışından ağı denize atıncaya kadarki bütün yapıp ettiklerinin sonuca bizzat ulaşma çabalaması değil, sonucu, yani rızkı Ondan istemek için bir helâl sa’y (çalışma) olduğunu bilir. Helâl rızkın sebeplerden değil, sadece ve sadece gerçek Rezzak’tan istenen, Ondan bilinen ve karşılığında Ona teşekkür edilen rızık olduğunu da.İnsanın amel ve hareketlerinde kulluğu esas alan şeriat, bundan dolayı faizi yasaklamış olmalı ve helâl kazançta ‘risk’ unsurunu bu hikmete binaen şart koşmuş olmalıdır. Yani, rızkın hikmeti Rezzak’ı tanıtmak olduğuna göre, Rezzak’tan yüz çevirerek, hiçbir rızk duasında bulunmadan ‘garanti’ edilen kazanç helâl sayılmıyor, çünkü insana gerçek anlamda rızk olup Rezzak’ı tanıtmıyor.
Yine, ‘Helâl rızkın onda dokuzu ticarettedir’ mealindeki ikazlar, bu hikmete binaen, rızıktan asıl maksadın gelip geçici birtakım ihtiyaçların temini değil ebedî hayatı kazanmak olduğunu ders veriyor; ve rızıktan Rezzak’a, çalışmaktan rızık duasına geçiş yapmamız için bizi teşvik ediyor olsa gerektir.
Yine, geçimi bir sıkıntı ve dert haline getirişimizin altında rızkı sebeblerden biliyor oluşumuz yatıyor olsa gerektir. Aynı şekilde, şefkat duygularını yanlış kullanan annelerin çocuklarının ‘devlet kapısı’na yamanmasını istemelerinin esas nedeni, devleti en kuvvetli rızk sebebi sebep görmeleridir. Hatta kimilerinin saplantı derecesinde devletçi kesilmesinin altında da geçimlerini devletin cebinden bilmeleri yatmaktadır.Kısacası, risksiz rızk arayışı kulluk hükmüne geçmiyor. Çünkü, Hakikî Rezzak’ı tanıma niyetini taşımıyor. Risksiz rızk, aslında rızk olmuyor. Çünkü, insanın maddî-manevî ihtiyaçlarına karşılık gelmiyor, çünkü Rezzak’ı tanıtmıyor.
Üstelik, insanoğlunun rızk hususundaki güven ihtiyacını iyi bilen Rabbimiz, ilâhî kelâmında defalarca Kendisini "Hüve’r-Rezzaku Zü’l-kuvveti’l-metîn" diye tanıtarak gerçek garantiyi verir. Rızkı Veren’i tanıtmak için sadece "Hüve," yani "O," demesi yetecekken, insanı teskin ve temin için, Kendisinin Hem Rezzak, hem Kuvvet Sahibi ve hem de Metîn olduğunu hatırlatır. Tâ ki, insanlar, rızk endişesiyle yanlış kapıları çalmasın ve kulluk yolundan etkisiz ve sahte rezzaklara dilencilik etmesinler...
Murat ÇİFTKAYA