DÜŞenİn Dostu Olmak

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
BİZATİHÎ RABBİMİZ TARAFINDAN 'hakîm' (bkz. Yâsîn) ve 'kerîm' (bkz. Vâkıa) olarak tarif edilen Kur'ân-ı Hakîm'in hikmet ve rahmet yüklü âyetleri arasında, toplum hayatı, özellikle de cemaatî hayatlar açısından beni had safhada sarsan âyetlerin belki de en başında, Âl-i İmran sûresinin 159. âyeti gelir. Hakîm ve Rahîm olan Rabbimizin hikmet ile rahmeti beraberce nazarımıza sunduğu bu âyet, diğer taraftan, yine Kur'ân'ın ifadesiyle 'rahmeten li'l-âlemîn' olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm'ın bizim için nasıl bir rahmet olduğunun da belgesi hükmündedir.

Bu âyet, ondan önce gelen otuz civarındaki âyetle birlikte, Uhud savaşının akabinde nazil olan âyetler arasındadır. Nitekim, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) Uhud savaşında, özellikle de savaşın 'galibiyet'ten 'mağlubiyet'e dönüşmesiyle birlikte sergilediği davranışı övmektedir. Çoğumuzun bir derece bildiği üzere, Uhud'da, Resûl-i Ekrem'in tercihi hilafına tahakkuk eden bir karar, ve onun direktifi hilafına gelişen iki olay vardır. Hz. Peygamber Medine üzerine yürüdüğü haber alınan Kureyş müşrikleriyle bir meydanda karşılaşmak yerine, Medine'de kalıp şehri savunma yönünde tercihini göstermiştir. Ancak, özellikle Bedir'e katılamamış sahabilerin, Hz. Hamza gibi bahadır sahabilerin ve de genç sahabilerin arzuları aksi istikamettedir; ve Hz. Peygambere şehri savunmayi kendisine Allah'ın mı emrettiğini, yoksa şahsî reyinin mi bu merkezde olduğunu sormuşlar, bu konuda bir âyetin inmediği kendilerine bildirilince, kendi görüşlerini arzetmişler; sonuçta yapılan istişarede bu görüşü tercih edenler sayıca çok çıktığı için Hz. Peygamber de ashabını Uhud'da bir meydan savaşına hazırlamıştır.

Uhud'da Resûl-i Ekrem'in üzerinde ısrarla durduğu, ashabını ısrarla tenbihlediği iki husus vardır:

1. Kureyş süvarilerinin hücumuna açık bölgede bulunan okçular, meydanda ne olursa olsun, asla mevzilendikleri gediği terketmeyeceklerdir.

2. Meydanda doğrudan müşriklerle çarpışan mü'minler, Kureyş müşrikleri arkalarını dönüp kaçmaya başlasalar dahi, ganimet peşinde olmayacaklardır.

Ancak, savaşın müslümanlar lehine cereyan etmesi ve bozguna uğrayan müşriklerin kaçmaya başlaması üzerine hem doğrudan çarpışmada yer alan sahabiler, az bir grubu hariç, ganimet toplamaya başlamış; hem de, az bir kısmı hariç, okçular mevzilerini terketmişlerdir. Ve süvarilerin okçularca boş bırakılan gedikten hücum etmeleri, onların saldırısını gören müşriklerin ise kaçmayı bırakıp geri dönmeleri üzerine mü'minler ordusu iki ateş arasında kalmış; Hz. Hamza ve Mus'ab b. Umeyr gibi güzide sahabilerin aralarında olduğu yetmişten fazla sahabi şehit olurken, Resûl-i Ekrem'in dahi kendisine yönelik saldırı sonucu dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır.

Resûl-i Ekrem'in beyan buyurduğu tercihin aksine girişilen meydan muharebesi, yine Resûl-i Ekrem'in iki ısrarlı tenbihine uyulmaması sonucu, mağlubiyetle, ciddi zayiatlarla, bu arada Resûl-i Ekrem'in çok sevdiği amcası Hamza'nın da şehadetiyle sona ermiştir.

Açıkçası, ortada ciddi bir kusur vardır. Bedeli muazzam derecede ağır olan bir kusurdur bu. Ki mü'minler, işledikleri bu kusurun da, bu kusurun getirdiği feci bedelin de farkındadırlar; ve tam bir suçluluk psikolojisi içindedirler. Duydukları pişmanlık ve utanç had safhadadır. İşte böyle bir zamanda Resûl-i Ekrem, 'rahmeten li'l-âlemîn' oluşunun eşsiz bir nümunesini gösterir. Onlara, ne "Ben size Medine'de kalalım dememiş miydim? Niye beni dinlemediniz?" diye çıkışır; ne "Gördünüz mü yaptığınız işi? Tenbihi dinlemediniz de sizin yüzünüzden bak yüzüm n'oldu? Hem sizin yüzünüzden amcamı da kaybettim?" diye serzenişte bulunur. Bilakis, işte Al-i İmran sûresinin 159. âyetinde buyurulduğu üzere, Allah katından gelen bir rahmet ile, onlara karşı yumuşak davranır! Resûl-i Ekrem'i dinlememeleri yüzünden yaşananlar, hele savaşın o hezimet ortamında duydukları "Muhammed öldü!" sadalarını bir zaman için gerçek olarak algılamaları, onlara zaten yeterince büyük vicdanî acılar ve sorgulamalar yaşatmıştır. Resûl-i Ekrem, olan-bitene, sergilenen kusura dair onlara çıkışma, sitem veya serzeniş kabilinden tek kelime dahi etmez. Ki âyetin bildirdiği üzere, onlara herşeye rağmen yumuşak davranan Hz. Peygamber'in (a.s.m.) aksi türlü bir davranışı, zaten suçluluk psikolojisi yaşayan sahabiler için büsbütün yıkıcı bir tesir icra edecekti. Rabb-ı Rahîm, Resûlullah'ın (a.s.m.) Allah katından gelen bir rahmetle ashabına yumuşak davranışını zikrettikten sonra, bu durumu şöyle bildirir: "Eğer onlara sert davransaydın, kırılan tesbih taneleri gibi, senin etrafından dağılıp giderlerdi."

Âyetin verdiği bu dersin, iman hizmeti dairesinde mü'minlerin yaşadıkları problemlere dair ciddi bir mesaj taşıdığını düşünüyorum. Tecrübeyle sabit olduğu üzere, ortaya koyduğumuz bir ölçünün o ölçüye uyma sözü veren kişilerce çiğnenmesi; veyahut--özelde bizim ortaya koyma durumunda olmadığımız--genelgeçer imanî ölçülerin çiğnenmesi gibi durumlarda sergilediğimiz tavır, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) sergilediği tavır değildir ne yazık ki. Yanlış bir muhakemeyle veya nefsine uyarak düşen, tökezleyen, kalbi ve vicdanıyla yaptığının yanlışlığını da bilen, ve hatasının yüzüne vurulacağı, hatta umuma ilan olunacağı endişesiyle iyice kendini harap eden bir mü'min kardeşimize bu durumda yaptığımız, sanki 'birşey olmamış gibi' davranmak mıdır? Yoksa olabilen en sert tepkiyle karşılık vermek midir?

Ve, ortaya çıkan sonuç ne olmaktadır: Hatayı sergileyen mü'min kardeşimizin daire içinde kalması mı, kırılan tesbih taneleri gibi, dağılıp gitmesi mi?

Biliyorum ki, hepimiz, nefsimize uyarak veya yanlış muhakemeler sonucu düşebildiğimiz durumlarda, mü'min kardeşlerimizin ve hizmet-i imaniyede arkadaşlarımızın başa kakanlardan olmayıp bizi yine de aralarında tutacaklarını ummak istiyoruz. Biliyorum ki, bu âyet dahil, Kur'ân âyetlerinden ve hayat-ı nebevîden aldığı dersle "Asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmaktır" diyen Bediüzzaman'ın bu tavrının düştüğümüz anlarda bize karşı tercih edilen tavır olmasını istiyoruz?

Bugün kopan tesbih taneleri gibi oraya buraya saçılan, ama âyetteki bu ölçüyü ve bu ölçüyle Bediüzzaman'ın verdiği dersi tatbik edebildiğimizde yine yanımızda ve yakınımızda görebileceğimiz o kadar çok insan var ki!

O yüzden, bir büyük şefkatle donanmak gerekiyor.

METİN KARABAŞOĞLU
www.karakalem.net
 
Üst