Dünya Onu Özlüyor.

dilhuba

Profesör
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
2,630
Tepkime puanı
20
Puanları
0
Konum
Manisa
Web sitesi
mustafababuroglu.sitemynet.com
"Osmanlı Devleti’ni cihan çok arayacak ve onun elinden alınmış yerlerde kurulan yetersiz ve sun’î devletler, ne idarelerine tevdi ve emanet edilmiş halka, ne de devletler manzumesine faydalı, şerefli bir hizmet ifa edemeyecekler, bu topraklar üzerinde hâkimiyet ve ayrılık kavgası son bulmayacaktır.”

Said Halim Pasa' dan
 

dilhuba

Profesör
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
2,630
Tepkime puanı
20
Puanları
0
Konum
Manisa
Web sitesi
mustafababuroglu.sitemynet.com
Baron de Tott Osmanli Devletine çeşitli hizmetler yapan biriydi.

Fransa'da katıldığı bir toplantıda Osmanlıyla alay etmek için şu hadiseyi anlatır : " İstanbul'da bir medrese öğrencisine üçgenin iç açılarının toplamını sordum o da üçgenine göre değişir cevabını verdi"

Baron'a göre komik gelen ve cehalet göstergesi olan bu durum aslında doğrudur. Üçgenin iç açıları, iç bükey(konkav) bir üçgende 180 dereceden küçük ; dış bükey (konveks) bir üçgende180 dereceden büyüktür.


Baron'un yaşadığı çağda Avrupa bilime yeni yeni başlamış ve öklid dışı geometirden haberi dahi yoktu Oysa Osmanlı ve İslam medeniyetinde çoktan Küresel Trigonometri kurulmuş ve çok daha fazlası biliniyordu.
 

dilhuba

Profesör
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
2,630
Tepkime puanı
20
Puanları
0
Konum
Manisa
Web sitesi
mustafababuroglu.sitemynet.com
Osmanlılarda ahlak ve yaşam, Osmanlılar nasıl insanlardı?

Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı. Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Osmanlı gerçek anlamda bir “barış ve kardeşlik toplumu”ydu. Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.
Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder:
-“Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübarek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkki edilip dışlanırlar.”
Du Loir görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
-“Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa âit bir hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adetâ ilân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar.
Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bunun belirleyicisi “Zinaya yaklaşma)yın” mealindeki âyet-ti. Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi. (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hala ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar. Büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Lady Craven erkeklerin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’nin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor:
-“Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Mesela bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.” (Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
-“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir… Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir…
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
-”Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubalîlikler yoktur.” Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
-“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshir eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrifat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo De Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
-“Tetkik ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir.
-“Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayaktakımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı, “kul hakkı” sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi…
Hatta “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle, ağaçlan yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı. Osmanlı insanı asla yere tükürmezdi. Bazı Batılı gözlemciler, sırf yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirmişti:
Osmanlı insanının üstün bir ahlâk anlayışı vardı. Türkiye Seyahatnamesi ile meşhur Du Loir 1650’lerde şunları yazıyor:
-“Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
İnsan Merkezli Eğitim
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki ediyor.”insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi için de, hayırda yansır, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirirdi.
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı, hayırda yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgaları oluşturduğunu gösteriyor. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “insanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, , dil, renk, ırk, kıyafet faklı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Bu da Osmanlı’yı “dilencisiz millet” yaptı. Osmanlı ahlâkında insan, hayatın merkezidir. Vakıf müesseseler ise, insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir
….
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramasıyla mümkündür!
Belli ki, bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Bu idrak olmasaydı, yirmi altı binden fazla vakıf kurulabilir miydi? Bu vakıflardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, ortaçağda böylesine derin bir çevre bilincini takdirle anmamak haksızlıktır. Kendi ecdadımıza haksızlık demek, “sütsüzlük” demek olacağından, hayvanlara ve bitkilere bakış açısına birkaç örnekle işaret etmek isteriz.
Elisee Recus yazıyor:
-“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır… Gezgin Guer, Bir örnek veriyor:
-Bu adamlar (dediği bizim ninelerimiz ve dedelerimizdir) sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar… Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür…”
Osmanlı Müslümanlarının Azınlıklarla Münasebetleri Nasıldı?
-“Atalarımız zamanında Müslümanlarla gayrimüslimler kaynaşmışlar mıydı? Aynı semtlerde mi, yoksa farklı semtlerde mi otururlardı, Alışverişleri var mıydı? Osmanlı Müslümanları ramazanı dolu dolu yaşarken, Gayrimüslimler ne yapardı?”
Biliyoruz ki, Osmanlı Devleti çok uluslu ve çok kültürlü bir mozaikti… Farklı dinleri, dilleri, ırkları bünyesinde barındırırdı… Farklı dinlere mensup insanlar yer yer aynı mahallelerde de otururlardı; ancak genelde farklı unsurlar farklı bölgelerde yaşardı.
Bu eğilim hâlâ da var. Mesela İç Balat’ta nüfusun büyük çoğunluğunu Yahudiler oluştururdu. Dış Balat’ta ise Edirnekapı ve Draman’a doğru Türkler, Fener’e doğru Rumlar, iki kilisenin arasında kalan bölgede ise Ermeniler otururdu…
Osmanlı mozaiğinin belli başlı öğeleri olan insanlar asırlar boyunca barış içinde yaşadılar; birbirleriyle hem alışveriş. hem de komşuluk yaptılar.
Sözün özü
“Yürek adam”ların yetişmesinde sokaklar kadar mahallelerin eğitim sistemi kadar yaşanan evlerin rolü var. Mesela sayısız ”yürek adam”ın yetiştiği Osmanlı evleri sözün tam anlamıyla” yaşanacak mekânlar”dı ve evin tamamı kullanılırdı: Gösterişe açılan tek bir kapısı bile yoktu. Her kapı insana açılır, her bölüm insanın kendini huzurlu ve mutlu hissedeceği şekilde tasarlanırdi.
Osmanlı evinin odaları yüksek tavanlıydı. Tavanın yüksekoluşu insan ruhunu hem yüceltir, hem de ruha ferahlık ve sükûnet verirdi. Mahallenin merkezinde mutlaka bir mescit bulunur, evlerin kapı ve pencereleri karşılıklı birbirine açılırdı. Komşular pencereden pencereye “sohbet” eder, birbirlerine karşı muhabbetlerini arttırırlardı. Ayrıca evde biten herhangi bir şeyi komşudan istemenin en kestirme yolu yine bu pencerelerdi:
-“Hû komşu, misafir geldi de bir içimlik kahveniz var mı?” Diye başlayan sohbetler genelde koyulaşır, vakti unutturur, ama komşuluğu da ilerletirdi Tek veya çift katlı olan Osmanlı evlerinin bir tarafı, genellikle sokakla caddeye bakardı..
Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler ve ambar yer alırdı. Alt kattan üst kata çıkışlar ahşap merdivenle sağlanırdı. Üst katta “divanhane” (buna baş oda diyebiliriz), haremlik (kadınların bulunduğu bölüm), selâmlık (erkeklerin bulunduğu bölüm) olurdu… Bazı evlerde ise bir “yaz odası” (evin nispeten daha serin olan bölümü) bulunurdu.
Osmanlı evleri içe dönük, ama dışa kapalıdır. Bu yapılanma hem islamî aile yapısının hassasiyetiyle, hem de aileyi ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Merdiven başındaki geniş mekânın adı “sofa” idi. Sofadan odalara geçilirdi. Odalardan birinin sokağa bakan ve hâne halkının dışarıyı görebilmesini sağlayan bir çıkması vardı: Buna”köşk” denirdi. Üst kat pencereleri “cumba”lı olup dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti: Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı.
Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hatta aydınlanmak için birer ocak bulundurulurdu. Bir de odalarda yatak ve yorganların konduğu bir “yüklük” vardı. Yüklüğün bir köşeşi banyo olarak kullanılırdı (Asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıydı).
Osmanlı ailesi sofra bezi Ya da “sini” denilen büyük bakır tepsi üzerinde yemek yer, yemek yediği mekânda oturur, gece olunca da yatakları serip uyurdu. Sabah yatakları kaldırıp hayatına devam ederdi. Odalar hemen hemen mobilyasızdı. Yani evin her köşesi insana tahsis edilmiş, insanın yaşam alanı eşya ile sınırlandırılmamıştı.
Bu da o mekânlarda yaşayanları rahatlatan bir faktördü (Şimdiki evlerde insanın değil, eşyanın saltanatı var). Mobilya yerine, pencere kenarlarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu.
Mimari anlayış tamamıyla Osmanlı insanının hayat görüşünün bir yansımasıydı. Evlerini kendi faniliklerini simgelercesine, kireç ve ker*** gibi dayanıksız malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumlarıyla devlet binalarını sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparlardı.
Bu yansımanın bir boyutu “devlet-i ebed-müddet” anlayışı, diğer boyutu ise “hayırda ebedileşme” arayışıydı.
Dışarıdan bakıldığında, zengin eviyle fakir evini ayırt etmek pek mümkün değildi. Bu da, bugün pek çok çatışma alanı oluşturan sınıflar arası farkın, Osmanlı toplumunda yok denecek kadar az olduğunun ilginç bir göstergesidir.
Osmanlı evleri içe dönük, ama dışa kapalıydı. Bu yapılanma hem İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle, hem de aileyi ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Bu evlerde ve ortamlarda yetişen isimleri hatırlarsak, mekânın ve ortamın, çocuk yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz… “ (1)
Son bölümde, İngiliz yazar Phillip Blond’un, İngiliz toplumunun sorunları ile ilgili yaptığı çalışmasından çok ilginç tespitler aktarılacaktır. Yazar sanki toplumun kurtuluşuna örnek olarak Osmanlı modelini göstermektedir.

(1) Kayıtdışı tarihimiz, Yavuz Bahadıroğlu
 
Üst