Dostluk üzerine

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
  • DOSTLUK ÜZERİNE


    (Fehmi Gemuhluoğlu'nun 22Kasım 1975 tarihinde irticâlen yapığı konuşma.)

    Efendim,
    Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. El-Evvlü Allah, el-Ahiru Allah, ez-Zâhirü Allah, el Bâtinü Allah. Sâhib'i selamlarım. Sâhib'i Hâkîkî'yi selamlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı selamlarım. "Levlâke sırrının mazharı"nı selamlarım. Vâlidesini, Hadîce Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selamlarım. Çihâr-ı Yârı Güzîn'i selamlarım. Erkân-ı Erbaa'yı: Selmân'ı, Mikdâd'ı Ammâr'ı, Ebû-Zer'i selamlarım. İmâmeyn-i Muhteremeyn'i selamlarım.Tâife-i Ecinnîyi selamlarım, mü'minlerini ve müslimlerini.
    Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde buyuruyorlar ki, "Önce selam, sonra kelam.". Önce sizi selamlıyorum. Yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir hadis-i nebevilerinde," Önce refîk, sonra tarîk." Önce yolda yoldaş, sonra yol.
    Dostluk üzerine konuşmak gibi; hiç mu'tadım değil konuşmak. Elliüç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim. Zaten okur yazar takımından da değilim. Ama bu sözleri size sanki bir veda gibi, sanki son sözlerim gibi..."hâl sârîdir" buyurulmuştur. Maraz da sârîdir. Dilerim ve umarım ki, benim marazım sârî olmasın ve burada şevk sârî olsun, cezbe sârî olsun ve aşk sârî olsun.
    Tabiî, ezelde aşk vardı. "Levlâke levlâke lemâ halaktü'l-eflâk" de kâinatın aşk için halk edildiği meydanda. Onu.. Eşefoğlu diyor ki.
    "Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi
    Âşık u ma'şûk u aşk bir yâr idi
    Âşık u ma'şûk u aşk bir yâr iken
    Cebrâil ol arada ağyâr idi"
    Cebrâil, Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı Ekber ol arada ağyâr idi, der. Demek ki, kâinât, eflâk aşk üzere, dostluk üzere halk edilmiştir.
    Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatin ta kendisidir.Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr'dır. Kucağında mübarek bir emanet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû Bekir'i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.
    Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâdan doğuyorlar. İnsanlar hâl-i cimâdan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor.Ve gönül çocukları onun için "yol evladı" oluyor., "bel evladı" olmuyor. Tasavvufta yol evladı olmak, bel evladı olmaktan onun için mukeddemdir.
    Benim size bir mübarek söz gibi arz edeceğim bir husus yok. Her şey söylenmiştir. Kur'ân-ı Mecîd'de söylenmiştir, Kelâm-ı Kadîm'de söylemişlerdir, Peygamber-i Ekber, Hadis-i Şeriflerde söylemişlerdir, tefhîm edilmiştir, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir. Tefhîmi ilahîdir, teklîmi de ilâhîdir. Tefhîmi Rabb'dandır, teklîmi Peygamber-i Ekber'dendir., Levlâke Sırrının Mazharı'ndandır. Her şey söylenmiştir.
    Türkiye'deki yanlışlık, tenkid fikrinden başlıyor. Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak... insana dost olmak, fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücuduna dost olmak, komşuya dost olmak gibi kademe kademe, ama entegre, bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecburdur. Bütün dostluklar söylenmelidir. Ama fikre dost olmak, İslam'da tenkidi mümkün kılmıyor. Tenkid İslam'da yok. İslam, Mübelliğ-i Hakîkî'ye imtisâlen, ki Mübelliğ-i Hakîkî'ye Peygamberlerin peygamberi, Peygamberlerin imamı olan, Levlâke sırrının Mazharı olan Zat-ı Akdes'tır... tenkid yok, ama O'nun tebliği var. İslam onun için tenkid üzere değildir., islam tebliğ üzeredir.Biz şimdiye kadar...bizim son zamanlarda çektiğimiz, tenkid ile vakit geçirmiş olmamızdandır.. Meseleyi bir disiplin üzere, meseleyi bir nizam üzere ortaya koymuş olmamanın hicabıdır bu. Meseleyi bu şekilde vaz etseydik...tenkidle vakit geçireceğimiz yerde, tebliğ vazifesini yüklenseydik, o zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmememiz gerekir.."Dünya bir cenabetin elinden, bir cenabetin eline geçen hamam tasıdır" dense bile, dünya yaşanmaya değer. Ve Bedri Rahmi doğru söylüyor tabiî, tasavvufla hiç alakası olmadığı halde, bir şair hassasiyetiyle, "Dünya kiri ile, pası ile sevmeye değer." Batı adamınındır bunalım. Fikre dostluk, nasıl fikre dostluk tebliğ ile başlıyorsa...
    Mü'min kişi, yerinmenin ve sevinmenin ötesindedir. Mü'min kişi yerinmez ve sevinmez, çünkü gerçekçidir. Sarîh, Kur'ân-ı Kerîm, Kurân-ı Mecîd, Kelam-ı Hakîkî. Mü'min kişi zann üzere değildir. Zannın büyüğünden de küçüğünden de sakınmıştır. Hırs-ı mal, hırs-ı câh üzere değildir. Tûil-i emel sahibi değildir. Hâyalperest değildir. Mâl ve mevki hırsından azâdedir. Zannın büyüğünden ve küçüğünden berî kılmıştır. Zaten nefsi yoktur. İzzet-i insânı ve izzet-i islamı vardır. Nefsin izzeti olmaz. İzzet-i insânı ve izzet-i islamı vardır. İzzet buna râci'dir.
    (Yeni gelen arkadaşlarımı da selamlarım. Peygamber-i Ekber, "Önce selam, sonra kelam" buyuruyorlar. Ben, bu yeni gelen arkadaşlarımı da saygıyla selamlarım. Selam veriyorlar bana, mukabele ederim. Daha mergubu ile, daha güzeli ile, daha izzetlisi ile de yine onların selamlarına mukabele ederim.)
    Şimdi, batı adamınındır bunalım, diyorum. Doğu adamının, gerçek mü'min ve muvahhid kişinin bunalımı olmaz diyorum. Ve bunu şiir yazan, hikâye yazan, roman yazan dostlarıma da her zaman bıkıp usanmadan söylüyorum. Ben hayatın cezbe ve şevk üzerine bina edildiğine kailim. Hani ilk defa Kelime-i Şahaâdet getiriyor gibi getirmedikçe, Kelime-i Şahâdet olmaz. İlk defa âşık oluyor gibidir, ilk defa güneş çarpmışa dönüyor gibidir. İlk defa şevk içindedir., vecd içindedir, istiğrâk içindedir ve bir aşk-ı ilâhide müstağraktır. Onun için.. biz müstağrak adamlara pek tahammül edemiyoruz.
    Bu makam-ı temkîn ayrı şey, makam-ı telvîn ayrı şeydir. Buradaki cezbe, buradaki istiğrak, buradaki müstağrak oluş makam-ı telvîn üzeredir. Yoksa Peygamber-i Ekber her şeyi gördü, hiç birinde renkten renge girmedi; yalnız makamı Ahmediyet'te idi, Makam-ı Ahadiyet'de idi; onun için, O temkîn sahibidir. Musâ, o da ulü'lazm peygamber, hem risaleti var hem nübüvveti var, ama makam-ı telvînde olduğu için bir yerde Peygamber-i Ekbar'in, Peygamberler Peygamberi'nin, Peygamberlerin imâmı'nın makamını haîz olamadı.
    Yani, aşk diyorum. Yani... Bunalıma gelince, biraz önceki sözümü itmâm edeyim. batı adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzûn olmayız. Bizim olsa olsa... Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saadet'de gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi. Yine insanoğlu, Peygamber-i Ekber'e ittibâen ve inkıyâden Hakkın ayâli olan halka hizmet ile mükelleftir. Peygamber-i Ekber geceleri hakka ait idi, teheccüdle; gündüzleri tebliğ ile halka âid idi. Tebliğ gündüz ve gece duraksızdı, ayrı. Gece ile gündüz bu manâda tefrîk edilmez; gece ile gündüz ancak birbirini itmâm eder, ancak birbirini tamamlar. Yalnız buradaki Hakk'a âidiyyetle halka âidiyyet, Hakk ve halk tefrîkini ortadan kaldırmak ve halka hizmette ibadet neşvesi duymak gibi..yalnız burada da halka dostluk var.
    Fikre dostluk, tebliğe dostluk... Düşmanlık yok. Tenkide düşmanlık manâsına söylemiyorum. Hiç bir şeye düşmanlık söylemeyeceğim. Hiç bir şeye düşman olunmaz. Dostlukları insanlar ayırırlar. Karşımızdakiler düşman olup olmamakta muhtârdırlar. Her sabah evimizden. Allah'a ev halkını, hâne halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar size "Güle güle" deyip dememekte muhtardırlar. Hâne halkına yaptığınızı gayrı olmayan halka da yapınız. Yine, herkes, her zaman....
    (Teşekkür ederim, bu yeni gelen arkadaşlarımı da selamlarım. Yine " Önce selam, sonra kelâm" derim. Yine "Önce refîk, sonra tarîk derim" derim ve Allah'ın Selam'ı üzerlerine olsun derim; ve görüneni ve görünmeyeni selamlarım; ve evveli ve âhiri ve zâhiri ve bâtını ve Sahib-i Hakîkî'yi selamlarım; Ricâle'l-Gayb'ı selamlarım; ve selamlarım; ve selamlarım ve selamlarım. Sizi yeniden yormamak için bu selamları mükerrer arzetmiyorum, mükerreren arzında fâide olduğu halde. Mükerreren arzı bize şevk ve cezbe vereceği halde, bizi müstağrak kılacağı halde edep ediyorum, hayaâ ediyorum. Belki acaba bu selamda da, bu coşkunlukta da nefs var mı, diye edep ediyorum; ondan imtina etmek istiyorum, ondan hayâ ediyorum. Onun için burada birinci selamımla iktifâ ediyorum. Son selamı söyleyeceğiz " Nefesler payende ola" diye; o da bir nevi son selam olacak.)
    Tabiî, insan fikre dost olunca tarihe, coğrafyaya, ormana da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu'da. Peygamber-i Ekber bir hadis-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden buyuruyorlar ki. "Kıyamet alametleri belirse, kıyamet an meseli hâline gelse, elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyamete hazırlanınız." Orman... Orman için, ormana destân düzmek için, ormana övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağaca orman fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadîs-i nebevîden hareket etmek kâfidir.
    Komşuya dost! Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki," Bana komşu hakkından öyle bahsedildi ki, komşunun komşudan mîras yiyeceğini zannettim." Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene dost! Her ân kendi raksı üzerine olan mâdde zannettiklerimize dost! Yani... "Beni Allah te'dip etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim" diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i Kudsîlerinde de,”Allah'ın ahlâkı ile tahalluk ediniz.” diyor. Allah'laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah'laşınız, diyor.
    Ömer'ül Halvetî Azîz, Türbedâr Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine, "Ubûdiyyetinizi tecâvüz etmesin" buyurmuşlar. Ulûhiyeyet tarzında biliyordum, huzûr-ı ulyâlarınıza gelirken öğrendim ki, rubûbiyyetmiş; çok fark var aralarında. Ulûhiyyetle rubûbiyyet arasında çok fark var. İbrahîm'in İsmâil'i durumunda olan bir mübârek zât, boynu ile " Evet öyledir" diyor, İsmâil Hakkı Bey. İbrahim'in.." İbrahim içimdeki putları devir" İbrahim'inin, "İbrahimüyyü'l-meşreb olunuz", "Duanın iyisi Fâtiha-yı Şerîfe'den ibârettir" denilen İbrahim'in İsmâil'i öyle diyor; o da tasdîk ediyor. Öyle imiş.
    Tabiî, orman dedik, komşu dedik... Ana toprak diyelim isterseniz, çünkü gök yağmurla, rahmet-i ilahi ile ana toprağı döllüyor. Azîz olan ana toprak; döllenen ana toprak; gizleyen ana toprak, settâr'ül uyûb olan kendisinden aksi gibi simgesi gibi ana toprak...
    Burada bir hususu arz edeyim. Bu büyük Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ'lâ-yi Kelimetullah üzere halkedilmiş olan Osmanoğlu. İ'lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan Osmanoğlu, ve alınmamış olan Osmanoğlu. Verilmiş de alınmış değil; buna bilhassa işaret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emanet onlara verilmiş, fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkûş hale getiriniz. Bu emanet verilmiştir alınmamıştır. Min tarafillah'tır. Min tarafillah kaldırılabilir. Min tarafillah kaldırıldığına dâir bir işaret yok. Bu Osmanoğlu'na çok ihanet edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak istemişler. Niye, Âl-i Midhat olmasın, demiş. Âl-i Midhat olsun diyen, Rumelihisarı'ndan bir misyonun hem de bir Bektâşî Tekkesi toprağından, ama Türklerin girdiği yerden, şehre girmesini istemiş; bayrağa haç koymuş. Bakınız kitaplara, bilhâssa son devrin ciddi kitaplarına bakınız. Büyük Reşid Paşa'dan, Âl-i Midhat'ı yapmak isteyen Midhat Paşa'dan, Carbonari Cem'iyyetlerinin ilk nizâmnâmelerini tercüme eden Ziya Paşa'dan.. oğlu Ali Ekrem Bey'i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamid Hân'dan, Hân-ı Mahlu'dan atiyye talebinde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen, hâlâ mekteplerin, edebiyat fakültelerinin hocaları burada- edebiyat fakültelerinin resmî devlet şairi olan Nâmık Kemâl ve Fikret'i şimdi anlatmak isterim size. Fikret'ten B.E.'e kadar olan zevâtı,-zevât-kiram demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifak vazifelerini yapmışlardır- bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali Suâvi kendisine, yanına, koynuna verilen kadınla birlikte ajandır. Prens Sebahattin, Ermeni komitacıları ile Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, yani eski Türk ahlâkına göre, töresine göre yabgu ancak olan, ama kendisini prens olarak takdîm eden Prens sabahattin.. Edmond Demolins'nin.. yani "science social"i [Frederic Le Play'nin sosyoloji ekolünü] getirmek isteyen Prens Sabahattin'in de Katolik Kilisesi'nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi'nden maâş almıştır. Eski Jön Türkler'le bugünkü yeni Jön Türkler arasınada, ihânet bakımından çok büyük fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için... Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilm ile ilimlenmediğimiz için- talib olmadığımız için...ilme, irfâna-, tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz.
    Ağaca dost, komşuya dost, süflî olmayana dost... Görüyorsunuz tabîatte her şey yerli yerinde. Nasıl klasik medrese ta'rîfinde Allah "ezdâdı câmi" ise, insan da ezdâdı câmi'dir. İnsanda da süflî yoktur. İnsan bağırsaktan ibâret değildir. Bağırsak da insanda vardır. Ama insan gönülden ibarettir. "elem neşrah leke sadrek" diyor, "Biz Sen'in Sadr'ını yarmadık mı, genişletmedik diyor," Biz Sen'in Sadr'ını yarmadık mı, genişletmedik mi?". Sizin Sadr'ınız ne zaman yarılacak, ne zaman genişleyecek?
    Size, coğrafyaya da dost olamadığımız için, Anadolu Beylerbeyliğini artık çok görüyorlar. Hânedân-ı âl-i Osman'ını mülkünü, particilik yaparak 1912'den 1920'ye kadar bitirdiniz Eskiden vâli gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdat vâlilerinden biri, Süleyman Nâzif Bey; Vâlâ Nureddin Bey'in babası son Beyrut vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut'u görüyorsunuz. Bıraktığımız Lübnan'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye'yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda ."Fitnenin evveli Şam, âhırı şam." Görüyorsunuz. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok.
    Uzuvlarımızı da dostluğumuz yok. Uzuvlarımıza dostluğumuz olsa..."Dost yüzünü görmezsem bu gözlerim nemdir benim" diyor. Biz dost yüzünü göremiyorsak bu gözlerimizin vazîfesi nedir?" Dilsizlerin haberini kulaksız dinleyesi" diyor; kulağmızıa dost değiliz. Gönlümüze dost değiliz. Gönlümüz Beytullah değil. Kan deverân ettiren -ettiriyor mu, ettirmiyor mu benim ki; o da mechûl- bir uzuv. Biz uzuvlarımızın da hakkını vermiyoruz. Uzuvlarımıza da dost değiliz. Çünkü kendimize dost değiliz.
    Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar, kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar. Kaldı ki savaş yoktur. Dünya, dostluk üzere halk edilmiştir. Makam-ı Mahmûdiyyet, Makam-ı Ahmediyyet ve hepsinin müncer olduğu Makam-ı Ahadiyyet dostluk makamlarıdır. Derece derece dostluk makamlarıdır. Ve levlâke Sırrının Mazharı'na mevdû'dur.
    Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da dost değiliz. Coğrafyaya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin eşiğindedir. Bir doğu batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliğini bile size çok görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya'yı yahut Kırım'ı kurtarmalarını... ve belki orada yaşamak imkanımız olup olmadığını araştırmak gibi bir gaflete düşeriz.
    İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye'de insanlar, Türk insanı , Müslüman insan, Millet-i İslamiyye'nin insanı, İslâm miletinin insanı, yeniden bir "ba'sü ba'de'l mevt" sırrını yaşamak istiyorsa, yeniden bir ba'sü ba'de'l mevt'e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, hır-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Her şeye dost olalım ve paraya dost olmayalım. Ben parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım. "Feleğin kahpe başında paralansın parası", "Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye" diyor büyük Hazret-i Neyzen, Kaddesallahu sırrâhul azîz, diyorum. Belki şaşıracaksınız, bir şârib'al leyli ve'nehâr, bedmest bir zât-ı âliye öyle diyorum. Öyle demenin, bu şekilde kendisini tekrîm etmenin dahi gerçekte takrîm ma'nâsının dışında kaldığına kailim, yetmiyor bu tekrîm ve takdîs dahi yetmiyor.
    Kusura bakmayın, ben mesleğinde konuşmak olan bir arkadaşınız değilim. Biraz önce pek muhterem ve muazzez Süleyman Bey, "1948'de" dedi. Biraz sonra "ilk geldiğiniz zaman", Ergun Bey,"ilk geldiğiniz saman, Almanya'dan döndüğünüz zaman 1964'de konuşmuştunuz." dedi... Kelâma saygısızlık etmekten, hak beni vikaye buyursun. Himâyet-i Azîzân'a iltica ederim. Burada bu i'tirâfımı da yapayım.
    Mesleklere de dost olmak var. Büyük Osmanlı kurduğu fütüvvet düzeninde, bazı meslekleri fütüvvet düzeninin içine almamış. Sayyâdları almamış, -avcıları-, kassâbları almamış-kasapları-. Her mahalleye bir kasap lâzımdır beyefendiler, o siz olmayın. Kan dökücü olmayın. Makt^ül olun katil olmayın. Mazlûm olun, zalim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze koyarlar, Allâh'ın Settârü'l Uyûb vasfını rencîde ederller. Dellâller iki kişinin mâbeyninde bir kişiyi iltzâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın, dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî insâf olmayın. Bazı mesleklerin de, mesleklere sülûk da... Onlara düşmanlık ilân edilmemiş, cem'iyyette onların da bir fonksiyonu var. Cem'iyyet, onları da bu edebin dışında olanlara bırakmış, yahut bunu bilmeyenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl dolayısıyla makam-ı aftadır. Cehl bir nevi sebe-i aftır. Seyr-i sülûkda, cehl, makam-ı ma'zaret değildir; o, orada ma'zeret olarak beyân edilemez, bir ma'zeret sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere sülûk edemezsiniz. Bazı meslekler de, dost meslekler değildir.
    Tarihe dost, kişinin kendi uzuvlarına dost, komşuya dost, ağaca dost, coğrafyaya dost ve sazı mesleklere dost! Öyle ise, öyleyse âdeta her şey tanzîm edilmiş. Hani çok açık tanzîm edilmiş. Ne füzel söylüyor onu, Melûl hoca, kendi melâli içinde, kendi rıfkı içinde, kendisine karşırıfk üzere değil di de, gayrıya karşı, bu memleketin halkına karşı melâl üzere idi ve hakikaten melûl Meriç'di. Ne güzel söylüyor,

    "Her da'veti hep mağfiret, âsâniyyet,
    Marûf-ı safa, münker-i nefsaniyyet.
    Tahkîk ile bi'n-netîce öğrendim ki,
    İslâmiyyetle birdir insâniyyet."

    Yine bunun şevkini de söylüyor,
    "Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür.
    Mahz-ı ezeliyyet ebediyyet görünür,
    Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,
    Mahbûbiyyet Muhamediyyet görünür."
    [Rıfkı Melûl Meriç]
    "Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte", "Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür"...
    Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk içinde olsun, eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar görüyorum: Huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye'nin içinde bulunduğu felâketi idrak etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onunu için... kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü,-va'd-i ilâhîde hulf yok, Allah va'dinde sâdıkü'l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, "Gönlü kırık olanlarla beraberim." Ounu için gönlüm kırık. Ounun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiç bir şevk, hiç bir neş'e bir ma'nâda tashîh etmiyor. Bir felaketin eşiğindesin. Felaket mukadderdir,lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes ilticâ'ede. Yoksa muhakkakdır.
    Size bazı şeyleri söyleyeyim, kısa kısa. Onları ma’nâlandırmak size ait olsun. Asıl niyyetim, zaten zaten uykusu çok az olan sizlere uykularınızı kaçırmaktır, yatağı dar etmektir. Sizin içinize bir azâb, sizin içinize bir çile, sizin içinize bir dram tohumu ekmek isitiyorum. Son söz gibi, son söz kadar azîz, son söz kadar bâkir, son söz kadar saffet ve iffet dolu..sanki bir amânet gibi- kendimden ve nefsimdin değil, hâşâ emaneten söylüyorum: Sanki kan geliyor; ama –va’d-i ilâhide hulf olmadığına göre-, sonu, merhabâ ile idare edilecek kadar güzel günler. Şâh-ı Velayet buyuruyorlar ki, “Gözü olana sabah ışımıştır.” Şeb-i yeldânın bittiği mutlak. Türkiye’de küfür ve Türkiye’de nifâk kemâlini bulmuş ve zevâli olmuştur. Tekrar söyleyeyim, bu beldenini üstünde, bu Belde-i Tayyibe’nin üzerinde küfür ve nifâk hükümlerini icra etmişlerdir. Şimdi riyâ’, saltanatını sürüyor. Onun da ömrü kısadır. Gelecek bir mübarek vakte hazır olunuz. Şah-ı Velâyet’in kelâm-ı mübârekelerini tekrar söylüyorum. “Gözü olana sabah ışımıştır.”Hâl-i yakazadayız. O sabahın alacasındayız.
    İnsan kendisi ile dost olsa, insan kendi kendisine karşı saygılı olsa, sâcid ile mescûd secdede bir olur, hâl-i tevhîdde olur. İnsanın, biraz önce ubûdiyyet ve rubûbiyyet dengesi olarak söylediğimiz insanın, kendi kendisini gözden geçirmesinin, kendi içine bakmasının, kendi karanlığını kendi aydınlığı ile aydınlatmasının, tek mihengi, tek ölçüsü secdede sâcid ile mescûdun ayniyyeti, tevhîdi hâlidir. Onun için Şâh-ı Velâyet, vücûdlarına saplanan okun secdede iken çıkarılmasını istediler.
    Ben konuşmayı bilmediğim için, içimden geleni söylemeye çalışıyorum. Akıl kutsaldır beyler. Dîn-i mübîn, akıl sâhiplerine teklîf edilir. Dîn-i mübîn, şerîat-ı garrâ, akıl sâhiplerinedir teklif. Fakat akıl, akılsazlara gereklidir. Aklı olanlar, aşkı seçsinler ve aklı terk etsinler. Akla mâlik oldukları halde.. Asıl saltanat, asıl saltanat-ı ilâhiyye mâlik olduğu şeyi terk etmektedir. Allah, hiç şüphesiz, her verdiği ni’meti, hamde vesîle olsun diye, ni’metini üzerimizde görmek ister.
    Size diyorum ki, tarihe dost.. ama bir yerde diyeceğim ki, ölüme dost olunuz. Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve Ahiret tefrîki bizim izâfî değerlerimiz olduğuna göre, biz dünya ve âhireti kendimiz tefrîk ettiğimize göre, hadd-i zâtında kendisi bir olduğuna göre, Bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve yaşam diye iki ayrı şey olmadığına göre; o zaman, nasıl kendimize dost olmak mecburiyetinde isek, ölüme de dost olmak mecburiyyetindeyiz. Çünkü ölüm, insana gözünün akının siyahına yakınlığından daha yakındır. Peygamber-i Ekber, “ Ölüm, insana, gözünün akının siyahına olan yakınlığından daha yakındır.” buyuruyorlar, ve asıl daha güzeli yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ölüm, mü’minin tuhfe-i cânıdır.” Sâhi’ine, Rabb’ına canını hediye etmesidir, tuhfedir.
    Yaşama sevincini yitirmemek, amma hiçbir şeye yetinmemek ve sevinmemek mesleki İslâm’ındır. Bunalım, Batı insanınındır. Batı insanı zann ile melûftur. Batı insanı hayâlperesttir. Batı insanı tecessüs ile ma’lûldür. Ve batı insanı vehimlidir. Doğu insanı yerinmez ve sevinmez, tekrar söylüyorum. Mecelle’de ne güzel bunlar anlatılmıştır, vehme i’tibar yoktur. Mecelle, bunu fevkalâ de güzel, kendi izzeti içinde, kendi Kelâmullah’a nisbeti içinde, Kur’an-ı Mecîd’e nisbeti içinde vehme i’tibâr olmadığını ve asıl tam ta’rîfiyle tevehhüme i’tibâr olmadığını bildirmiştir. Yine, zaten hatâ’sı olan zanna da i’tibâr yoktur.
    Hepsi halledilmiş beyefendiler. Bizim yerine koyamadığımız mesele, tenkid ile vakit geçirmek, biraz önce size arz ettiğim gibi Mübelliğ-i Hakikî olan Peygamber-i Ekber'in tebliğini tebliğde devam etmemek. Yanlışı budur, bu Belde-i Tayyibe'de oturan, şeref'ül-mekân bi'lmekîn olan, yani bu Belde-i Tayyibe'de oturan ve mekinleri ile bu mekân şerefli kılınan yerin insanlarının yanlışı budur. Tenkid ile vakit geçirmektedirler. Asıl vazîfe-i aslîleri olan tebliğe dönememişlerdir. Tebliğe dönmekte gecikmişlerdir.
    Şimdi bazı hukukî meseleler söylemek istemiyorum. Hangi Marksit diyebilir ki, toprakta mülkiyyet yoktur? Ben size, yine Kelâm-ı Kadîm'e göre diyorum ki, toprakta mülkiyyet olmaz. Toprağın, ancak topraktan müteneffi olanlar.. ve müteneffi olmak için de ona hizmet edenler, hadîm olanlar, ancak ondan müteneffi olurlar. Ve buradaki sistem de çok aşikârdır. Bunların bir disiplin içinde îzâhı artık gerekmektedir. Vakit gelmiştir.
    Burada vakit için de bir şey söyleyeyim. Vakte de dost olmak gerekir. Çünkü, beyefendiler, vakit de mahlûktur. Vakit de halkedilmiştir. Vaktin de bir eceli vardır. İnsanın eceli gibi, vaktin de bir eceli vardır. Ve vakit de mahlûkdur. Şair doğru söylüyor, " vakit dar olsa gerek" diyor. Vakit dardır. İnsan ömrü kısadır. Milletlerin ömrü kısadır. Bu Osmanlı'dan kalan halk, kendisini gözden geçirsin. Biz İlâ-yi Kelimetullah üzere Allah'ın vazîfelendirdiği halkın devamı mıyız? Yine kendimizi gözden geçirelim, biz Hakk'ın ayâli olan halk mıyız? Biz Hakk'ın ayâli olan halk mıyız, kendimizi gözden geçirelim, Ensâr'dan mıyız, Muhâcirîn'den miyiz? Hangi ahlâk ile, Allah'ın ahlâkı ile tahaluk etmiş miyiz? Kim karşımızda Muhacirîn'dendir, kim Ashâb ahlâkı ile ahlâklanmıştır, kim Ensâr'dandır? Öyleyse oturup kendi kendimizi de.. başımızı ellerimizin arasına alarak , her türlü silahı terk ederek, " Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem gazî." diyerek, cihâdın küçüğünden büyüğüne dönerek; "Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim, hem gazî"yim diyebilmek, bunu demenin iffetini yaşayarak, bunu diyebilmenin temrînini icra ederek; kendimize karşı saygılı olarak, kendi ubûdiyyetimizle kendi rubûbiyyetimize karşı saygılı olarak; kendimize karşı çok halîm, selîm, ve kerîm olmadan gayrıya karşı çok halîm, selîm ve kerîm olarak; gayrıya karşı rıfk ile , hilm ile; gayrıya asıl dost olarak, ama önce kendimize dost olarak; tarihimize, coğrafyamıza, ağacımıza, komşumuza, uzuvlarımıza, dişimize....Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde buyuruyuorlar ki fem-i saâdetlerinden, "Diş fırçalamak farz olacaktı." Eğer Peygamber-i Ekber'in ümmetinden ağzında dişi olmayanlar varsa, bir tanesi bile delikse, azı bomboşsa, onların Kelime-i Şehâdet getirmekten adeta utanmaları gerekir. Hayâ' sahibi olmaları gerekir. Dişimize bile saygıyı emrediyor, bütün uzuvlarımıza , sonra gönlümüze, sonra insanımıza, sonra vakte..yani dostuk.
    Sözümüzün başına dönüyorum, yani aşk." Aşk gelicek cümle eksikler biter" dendiği doğrudur. İlmin kîl u kâl olduğu doğrudur. Çünkü gerçek olan aştır. Doğru söyüyor Eşerefoğlu, gayet tabiî Hakk kelâmı ediyor, şiir yazmak gayreti içinde değil. Diyor ki, "Gökten bela yağmur gibi yağsa", "Başını ana dutmaktır adı aşk". Tabiî, Yunus doğru söylüyor, "Aşk gelicek cümle eksikler biter" diyerek. Tabiî, bunlar doğru. Tabiî, biz meczûbu yanlış anlıyoruz. Biz itiğrâkı yanlış anlıyoruz. Biz aşkta müsağrâk olmayı yanlış kıymetlendiriyoruz.
    Ve Peygamber-i Ekber yine söylüyor....Bir zaman bir küçük çalışma yapıyordum. Okuryazar olmamam buna mani' oldu. Bilemedim, emri bilemedim, kıymetini bilemedim, kendimi bilemedim, kendime saygısızlık ettim. Ama bu saygısızlık esnasında Yunus'la meşgul oldum. Yunus'da kırka, elliye yakın beyit ve mısrâ' yakaladım. İlm-i hadîsde ileride değilim, ama gördüm ki, Yunus'un çok sevilen mısrâ'ları ve beyitleri hadîs tercümeleri. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, "Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz." Yunus diyor ki, "Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar". Görüyorsunuz ki, hilkat muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş.
    Benim size emanet sözüm yok. Dost ol kişidir ki... Şimdi emânetimi geri alıyorum. Bu kadar emânet diye konuştuktan sonra, şimdi kendimi geri alıyorum. Ben de size emânetim. Söz kalsın ve devam etsin. İbtidâ'da kelâm vardı tabiî. Biz kelâmı selâm ile itmâm ettik. Selâmdan başladık kelâmı tüketiyorum. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukadder olan gecede Peygamber-i Ekber'in yatağında yatar, Şâh-ı Velâyet'ir. Dost ol kişidir ki, mağara arkadaşıdır, Yâr-ı Gâr'dır, Ebû-Bekr'dir. Ve bütün delikleri tıkadıktan sonra, yılan gelmesi muhtemel olan deliği tabanı ile tıkar ve O'nu yılan ısırır.
    Bir vakittir... Bir vakittir diye size bu ma'nâda bir şey söylemeyeyim. Yalnız yine dostluk için, hani "Susayınca çağıldak sular sesi" diyor, "Kara ekmeğimin akça mayası." Size bir dostluk şiiri okuyarak, bana hakkınızı helâl etmenizi taleb edeyim. Diyor ki,
    "Dost dost diye deli derviş gezdiğim,
    Bir ağladığım, bir geleyazdığım,
    Adını dağa taşa kazdığım
    Benim bir tanem dost, gözümün nuru!
    Tutmaz elim, topal ayağım uğru,
    Amansız karabahtımdan ötürü
    Kan ter dolandığım yollar gölgesi,
    Kara ekmeğimin akça mayası,
    Susayınca çağıldak sular sesi,"
    Biraz sonra diyecek ki, "Gözyaşını gözden gizli silenim". "Susayınca çağıldak sular sesi", "Kara ekmeğimin akça mayası." Şiire dönüyorum,
    "Ay aydınlığım, gün ışığım, canım,
    Bayramım, bolluğum, yemişim, yenim,
    Gözyaşını gözden gizli silenim!
    Pek garipçe kaldım köyümde ıssız,
    Otsuz ocaksız, akılsız, ayvazsız.
    İki elin kanda olsa, durma, tez
    Dağ başını duman almadan beri,
    Eyüb sabrım, eyi düşlerim yoru,
    Yet bu yana! avarayım, yet yürü!"
    [Ahmet Muhip Dıranas]

    Eyi düşlerimin yorumu, kara ekmeğimin akça mayası, susayınca çağıldak sular sesi... Dost budur. Hakk dost!
    Şimdi, bir şey daha, bir emânet daha söyleyeyim. Hep cezbeden, aşktan bahsettim. Fakat size ehl-i aşk için de bir hadîs-i nebevî söyleyeceğim. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, "Ehli aşk ile meşveret eylemeyiniz." Onlar ehl-i temkîn değillerdir. "Ehl-i aşk ile meşveret eylemeyiniz. Zira onların kalbleri muhterik, akılları maslûb olduğundan re'y-i tedb'irleri olmaz.
    Ve kelâm, ölüme dostluğa kadar kelam burada tükeniyor. Kelâmı tükettim. Yine selâma dönmüş oldum. Ve size diyorum ki, gözü ışımış olun. Çünkü sabah oluyor. Şeb-i yelâdan geçtik, küfür bitti. Küfür bir zatta kemâlini bulmuştu, bitti. Şimdi onun önünde duruyorlar, şimdi putperestliği onun önünde icrâ' ediyorlar. Nifâk bir zatta idi, o da bitti. Riyâ' devrini geçiyoruz beyler. Hiç bir tünel ebdî değildir; ebedî olursa adına tünel denmez. Hiç bir tünel ebdî değildir. Yahya Kemal Bey yanlış söylüyor, " Îmân bir şevk olan zamanlar geçti" diyor geçmemiştir. Îmân bir şevk olan zaman tekrar gelmiştir. Ebedîdir. Her zaman öyledir. Her zaman îmân bir şevktir. O zaman geçmemiştir. Onun vakt-i eceli... Hani, onun vakti henüz ecelsizdir; sonunda mukadderdir o. Son sözüm: "Nefesler pâyende ola. Demler,safâlar müzdâd ola. Kulûb-ı küşâde ola..."
    Bana hakkınızı helâl ediniz.
 

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Sadık Yalsızuçanların derlemesiyle Timaş yayınlarından çıkan Dostluk Üzerine adlı kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.
 
Üst