dilhuba
Profesör
- Katılım
- 27 Eki 2006
- Mesajlar
- 2,630
- Tepkime puanı
- 20
- Puanları
- 0
- Konum
- Manisa
- Web sitesi
- mustafababuroglu.sitemynet.com
DOSTLARIN MALINDAN İZİNSİZ YEMEK
Kişi, eğer bir kardeşinin kendisinin yemeğinden yemesinden hoşlandığını biliyorsa; onun izni olmadan yemesinde bir sakınca yoktur; çünkü kardeşinin o durumunu bilmesi kendi için izin yerine geçer.
Muhammed b. Vâsi‘ ve dostları, izin almadan Hasan-ı Basrî'nin evine girer ve ne bulurlarsa yerlerdi. Bazen Hasan-ı Basrî eve gelir, onları evde bulunca çok sevinir ve: “Biz de dostlarımıza karşı böyle yapardık!” derdi.
Nakledildiğine göre, Hasan-ı Basrî (rah) yakındaki bakkalın malından izin almadan sepetin birinden incir, diğerinden fıstık alır yerdi. Kendisini gören Hâşim el-Evkas: “Ey Ebû İshak! Adamın malını izin almadan yiyorsun!” dedi. Hasan-ı Basrî de ona:
“Be hey gafil! Sen yiyeceklerle ilgili ayet-i kerimeyi okumadın mı?” dedi ve şu mealdeki ayet-i kerimeyi okudu:
“...aynı şekilde size kendi evlerinizde yemenizde, yahut babalarınızın evlerinde, yahut annelerinizin evlerinde, yahut erkek kardeşlerinizin evlerinde, yahut kız kardeşlerinizin evlerinde, yahut amcalarınızın evlerinde, yahut halalarınızın evlerinde, yahut dayılarınızın evlerinde, yahut teyzelerinizin evlerinde, yahut anahtarları ellerinizde bulunan kâhyası olduğunuz evlerde, yahut arkadaşınızın evinde yemenizde bir günah yoktur.” (Nûr, 24/61.)
Sonra Hasan-ı Basrî (rah) şöyle devam etti:
“Ayet-i kerimede geçen arkadaştan maksat; yanında kişinin rahat ettiği ve kalbinin mutmain olduğu kişidir. Böyle bir arkadaşın malından bir şey yemek için izin almaya gerek yoktur!”
Bir kısım insanlar Süfyân-ı Sevrî'nin (rah) evine geldiler; fakat kendisini evde bulamadılar; kapıyı açıp içeri girdiler, kendilerine sofra kurup yemek yemeye başladılar. Bu sırada Süfyân-ı Sevrî (rah) geldi, onları böyle görünce: “Sizler bana önceki salih insanların ahlakını hatırlattınız; onlar da böyle yaparlardı!” dedi.
Bazı kimseler Tâbiundan bir zatı ziyaret ettiler. Tâbiundan olan zatın evinde, misafirlerine ikram edeceği bir şey yoktu. Bir kardeşinin evine gitti; fakat kardeşini evinde bulamadı; eve girdi; içerde pişmiş yemek dolu bir tencere, ekmek ve daha başka şeylerin de bulunduğunu gördü. Bunların hepsini alarak kendi evine getirdi ve misafirlerine ikram ederek: “Buyurun yiyin!” dedi. Bir süre sonra yemek alınan evin sahibi evine geldi ve evde yemeğin bulunmadığını görünce bunun sebebini sordu. Evdekiler olan biteni anlattılar. Ev sahibi zat da: “Çok iyi yapmış!” dedi. Daha sonra yemeği alan kardeşiyle karşılaşınca ona: “Ey kardeşim! Eğer bir daha aynı durumla karşı karşıya kalırsan, yine aynı şekilde gelip yemek alabilirsin!” dedi.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de, (Hz. Aişe validemizin azatlısı olan) Berîre'ye (r.a) sadaka olarak verilen etten, Berîre'den izin almadan ve o yokken yemişti; çünkü bundan dolayı Berîre’nin (r.a) çok sevineceğini biliyordu. Sonra Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Sadaka yerine ulaşmıştır! Bu et Berîre için sadaka, bizim için de (Berîre'den bize) hediyedir!”( Hadis için bkz: Buhari, Zekat, 61-62; Hibe, 7; Itk, 10; Müslim, Zekat, 180; Ebu Davud, Zekat, 30; Nesai, Zekat, 99; İbnu Mace, Talak, 29; Ahmed, Müsned, VI, 181. Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.v) ve onun ehl-i beytinden olanların zekat ve sadaka malından yemeleri haramdır. Rasûlullah yukarıdaki ifadesi ile; Berîre’ye (r.ah) sadaka olarak verilen etin, onun elinden başka birine ikram edildiğinde sadaka vasfını kaybederek yeni bir vasıf kazandığını, yani bunun hediye niteliğinde olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre; kendisine zekat düşmeyen kişi, zekat alabilecek durumda olan bir kişiden, kendisine zekat olarak verilmiş bir malı hediye olarak alabilir. Yahut bu şekilde verilmiş bir yiyeceği hediye olarak yiyebilir.)
Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin birine elçi göndermesi izin yerine geçer.” (Davud, Edeb, 128-129.) Yani, elçi göndermekle o kişinin kendi evine girmesine izin verdiği anlaşılmış olur, tekrar izin almaya ihtiyaç kalmaz.
Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) uygulamaları ve sözleri üzerinde düşünüldüğünde şu da anlaşılmaktadır: Eğer bir kişinin yemeğinden yenilmesinden hoşlanmadığını biliyorsanız, size sözlü olarak izin verse bile onun yemeğini yememek gerekir.
Seleften bir zatın başından geçen şu hadise üzerinde de düşünmelisin. Bir yemek daveti verilmiş, davet sahibinin gönderdiği kişi davetlilerden birini bulamamıştı. Bu kişi daha sonra davet edildiğini öğrendi ve davet sahibinin evine geldi. Bu sırada bütün davetliler yemeklerini yemiş ve dağılmışlardı. Bu zat gelip evin kapısını çaldı; ev sahibi dışarı çıktı ve: “Bir isteğiniz mi var?” diye sordu; adam da: “Siz beni yemeğe davet etmişsiniz; gönderdiğiniz adam beni bulamamış, ben de öğrenir öğrenmez hemen geldim!” dedi. Ev sahibi: “Davetliler yemeklerini yiyerek ayrılıp gittiler!” dedi. Adam: “Onlardan artan bir şey yok mu!” diye sordu. Ev sahibi “Hayır!” dedi. Adam: “Bir kırıntı da mı kalmadı?” deyince; ev sahibi: “Hiçbir şey kalmadı!” dedi. Bu sefer adam: “Öyleyse tencerelerin diplerini sıyırayım!” dedi; ev sahibi: “Tencereler de yıkandı!” dedi. Bu söz üzerine adam Allahu Teala'ya hamd ederek ayrıldı. Daha sonra kendisine: “Neden artan yemeklerden az çok bir şey yemek istediğini?” sorduklarında; şu cevabı verdi:
“Adam, belli bir niyetle bizleri davet etmek suretiyle çok güzel bir iş yapmıştır!”
Bu adamın yukarıda sergilediği nefsini alçaltma ve tevazu yönündeki tavır; nefsin böbürlenme ve kibir özelliklerinden iyice sıyrıldığını gösterir. Bu hâliyle o, Ebu'l-Kâsım el-Cüneyd'in üstadı olan İbnü'l-Küdeynî'ye benzemektedir. Onun yaşadığı olay ise şudur:
Bir gün çocuğun biri İbnü'l-Küdeynî'ye, babasının kendisini davet ettiğini söyledi; o da geldi fakat çocuğun babası onu geri çevirdi; o geri dördü. Peşinden tekrar çağırttı, gelince, geri gönderdi, bu iş dört defa tekrar etti. İbnu’l-Küdeynî her defasında dışarı atılmasına rağmen çağrılınca geri dönüp geliyordu. İşte bu; tevhid ile itminana ermiş nefsin, başa gelen belaları Mevlâ'nın kulu imtihanı olarak gören kişinin durumudur. Onlar nefislerini zillet ile ezmiş ve tevazu ile yoğurmuşlardır. Bu, adetleri azdan az seçkin veliler içinden seçilmiş kişilerin erişebilecekleri bir makamdır.
Kişi, eğer bir kardeşinin kendisinin yemeğinden yemesinden hoşlandığını biliyorsa; onun izni olmadan yemesinde bir sakınca yoktur; çünkü kardeşinin o durumunu bilmesi kendi için izin yerine geçer.
Muhammed b. Vâsi‘ ve dostları, izin almadan Hasan-ı Basrî'nin evine girer ve ne bulurlarsa yerlerdi. Bazen Hasan-ı Basrî eve gelir, onları evde bulunca çok sevinir ve: “Biz de dostlarımıza karşı böyle yapardık!” derdi.
Nakledildiğine göre, Hasan-ı Basrî (rah) yakındaki bakkalın malından izin almadan sepetin birinden incir, diğerinden fıstık alır yerdi. Kendisini gören Hâşim el-Evkas: “Ey Ebû İshak! Adamın malını izin almadan yiyorsun!” dedi. Hasan-ı Basrî de ona:
“Be hey gafil! Sen yiyeceklerle ilgili ayet-i kerimeyi okumadın mı?” dedi ve şu mealdeki ayet-i kerimeyi okudu:
“...aynı şekilde size kendi evlerinizde yemenizde, yahut babalarınızın evlerinde, yahut annelerinizin evlerinde, yahut erkek kardeşlerinizin evlerinde, yahut kız kardeşlerinizin evlerinde, yahut amcalarınızın evlerinde, yahut halalarınızın evlerinde, yahut dayılarınızın evlerinde, yahut teyzelerinizin evlerinde, yahut anahtarları ellerinizde bulunan kâhyası olduğunuz evlerde, yahut arkadaşınızın evinde yemenizde bir günah yoktur.” (Nûr, 24/61.)
Sonra Hasan-ı Basrî (rah) şöyle devam etti:
“Ayet-i kerimede geçen arkadaştan maksat; yanında kişinin rahat ettiği ve kalbinin mutmain olduğu kişidir. Böyle bir arkadaşın malından bir şey yemek için izin almaya gerek yoktur!”
Bir kısım insanlar Süfyân-ı Sevrî'nin (rah) evine geldiler; fakat kendisini evde bulamadılar; kapıyı açıp içeri girdiler, kendilerine sofra kurup yemek yemeye başladılar. Bu sırada Süfyân-ı Sevrî (rah) geldi, onları böyle görünce: “Sizler bana önceki salih insanların ahlakını hatırlattınız; onlar da böyle yaparlardı!” dedi.
Bazı kimseler Tâbiundan bir zatı ziyaret ettiler. Tâbiundan olan zatın evinde, misafirlerine ikram edeceği bir şey yoktu. Bir kardeşinin evine gitti; fakat kardeşini evinde bulamadı; eve girdi; içerde pişmiş yemek dolu bir tencere, ekmek ve daha başka şeylerin de bulunduğunu gördü. Bunların hepsini alarak kendi evine getirdi ve misafirlerine ikram ederek: “Buyurun yiyin!” dedi. Bir süre sonra yemek alınan evin sahibi evine geldi ve evde yemeğin bulunmadığını görünce bunun sebebini sordu. Evdekiler olan biteni anlattılar. Ev sahibi zat da: “Çok iyi yapmış!” dedi. Daha sonra yemeği alan kardeşiyle karşılaşınca ona: “Ey kardeşim! Eğer bir daha aynı durumla karşı karşıya kalırsan, yine aynı şekilde gelip yemek alabilirsin!” dedi.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de, (Hz. Aişe validemizin azatlısı olan) Berîre'ye (r.a) sadaka olarak verilen etten, Berîre'den izin almadan ve o yokken yemişti; çünkü bundan dolayı Berîre’nin (r.a) çok sevineceğini biliyordu. Sonra Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Sadaka yerine ulaşmıştır! Bu et Berîre için sadaka, bizim için de (Berîre'den bize) hediyedir!”( Hadis için bkz: Buhari, Zekat, 61-62; Hibe, 7; Itk, 10; Müslim, Zekat, 180; Ebu Davud, Zekat, 30; Nesai, Zekat, 99; İbnu Mace, Talak, 29; Ahmed, Müsned, VI, 181. Bilindiği gibi Rasûlullah (s.a.v) ve onun ehl-i beytinden olanların zekat ve sadaka malından yemeleri haramdır. Rasûlullah yukarıdaki ifadesi ile; Berîre’ye (r.ah) sadaka olarak verilen etin, onun elinden başka birine ikram edildiğinde sadaka vasfını kaybederek yeni bir vasıf kazandığını, yani bunun hediye niteliğinde olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre; kendisine zekat düşmeyen kişi, zekat alabilecek durumda olan bir kişiden, kendisine zekat olarak verilmiş bir malı hediye olarak alabilir. Yahut bu şekilde verilmiş bir yiyeceği hediye olarak yiyebilir.)
Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir kimsenin birine elçi göndermesi izin yerine geçer.” (Davud, Edeb, 128-129.) Yani, elçi göndermekle o kişinin kendi evine girmesine izin verdiği anlaşılmış olur, tekrar izin almaya ihtiyaç kalmaz.
Hz. Resûlullah’ın (s.a.v) uygulamaları ve sözleri üzerinde düşünüldüğünde şu da anlaşılmaktadır: Eğer bir kişinin yemeğinden yenilmesinden hoşlanmadığını biliyorsanız, size sözlü olarak izin verse bile onun yemeğini yememek gerekir.
Seleften bir zatın başından geçen şu hadise üzerinde de düşünmelisin. Bir yemek daveti verilmiş, davet sahibinin gönderdiği kişi davetlilerden birini bulamamıştı. Bu kişi daha sonra davet edildiğini öğrendi ve davet sahibinin evine geldi. Bu sırada bütün davetliler yemeklerini yemiş ve dağılmışlardı. Bu zat gelip evin kapısını çaldı; ev sahibi dışarı çıktı ve: “Bir isteğiniz mi var?” diye sordu; adam da: “Siz beni yemeğe davet etmişsiniz; gönderdiğiniz adam beni bulamamış, ben de öğrenir öğrenmez hemen geldim!” dedi. Ev sahibi: “Davetliler yemeklerini yiyerek ayrılıp gittiler!” dedi. Adam: “Onlardan artan bir şey yok mu!” diye sordu. Ev sahibi “Hayır!” dedi. Adam: “Bir kırıntı da mı kalmadı?” deyince; ev sahibi: “Hiçbir şey kalmadı!” dedi. Bu sefer adam: “Öyleyse tencerelerin diplerini sıyırayım!” dedi; ev sahibi: “Tencereler de yıkandı!” dedi. Bu söz üzerine adam Allahu Teala'ya hamd ederek ayrıldı. Daha sonra kendisine: “Neden artan yemeklerden az çok bir şey yemek istediğini?” sorduklarında; şu cevabı verdi:
“Adam, belli bir niyetle bizleri davet etmek suretiyle çok güzel bir iş yapmıştır!”
Bu adamın yukarıda sergilediği nefsini alçaltma ve tevazu yönündeki tavır; nefsin böbürlenme ve kibir özelliklerinden iyice sıyrıldığını gösterir. Bu hâliyle o, Ebu'l-Kâsım el-Cüneyd'in üstadı olan İbnü'l-Küdeynî'ye benzemektedir. Onun yaşadığı olay ise şudur:
Bir gün çocuğun biri İbnü'l-Küdeynî'ye, babasının kendisini davet ettiğini söyledi; o da geldi fakat çocuğun babası onu geri çevirdi; o geri dördü. Peşinden tekrar çağırttı, gelince, geri gönderdi, bu iş dört defa tekrar etti. İbnu’l-Küdeynî her defasında dışarı atılmasına rağmen çağrılınca geri dönüp geliyordu. İşte bu; tevhid ile itminana ermiş nefsin, başa gelen belaları Mevlâ'nın kulu imtihanı olarak gören kişinin durumudur. Onlar nefislerini zillet ile ezmiş ve tevazu ile yoğurmuşlardır. Bu, adetleri azdan az seçkin veliler içinden seçilmiş kişilerin erişebilecekleri bir makamdır.