dedekorkut1
Doçent
DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ
SELİM GÜRBÜZERElçiye zeval olmaz denir ya hep, aynen biz de bu noktada RNA için biyokimya hayatında DNA’nın şifre kodlarını üzerinde taşıması hasebiyle ona da elçiye zeval olmaz gözüyle bakarsak yeridir. Her ne kadar RNA, bilgi kodunun baş mimari değilse de, protein kodlayıcı yönünde yüklenmiş bir bilgi taşıyıcısıdır. Malum, bilgi kodunun asıl baş mimari DNA’dır, RNA’nın buradaki fonksiyonu DNA’daki bilgiyi protein sentezi imalatının yapıldığı ribozom fabrikasına taşıyaraktan protein sentezinde aracı rol üstlenmesidir. Ki, bilgi kodu olmaksızın protein sentezi gerçekleşemez. Protein sentezinin gerçekleşmesi için DNA bilgisinin mutlak surette RNA üzerinden kopyalanıp sitoplazma alanına iletilmesi gerekir. Tüm bunlardan da öte Allah’ın El- âlim isminin tecellisi ‘Ol’ emri bilgi kodunun DNA başkanlığında ve RNA’nın aracılığıyla ilgili yerlere ulaştırılması gerekir ki “Ol” emri bilgi kodundan maksat hâsıl olun.
Nasıl ki Yüce Allah (c.c) bulutu yağmurun yağmasına vesile kılmış aynen DNA bilgi kodunun protein sentezine dönüşmesi içinde bu hususta RNA’yı aracı kılmıştır. Zaten elçilik aracı olmayı gerektirir. Nitekim RNA, elçi sıfatılığı sayesinde bilgi transfer işlemleri takriben 50 makro molekül yapıtaşları eşliğinde mümkün hale gelmekte. Ve bu söz konusu makromolekül seviyedeki yapıtaşlarının her biri DNA’nın bilgi bileşenleriyle kodlanır da. Dolayısıyla DNA’nın boyasıyla boyanmadan sitoplazma içerisinde yer alan monomerlerin polimerleşmesiyle oluşmuş çok büyük moleküllerin (makromoleküller) hiçbir hükmü olamayacaktır. İlla ki RNA vasıtasıyla gelen bilgilerle boyanmaları gerekir ki sitoplazma içerisinde bulunmalarının bir anlamı olsun. Aksi halde içi boş artık maddelerden başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir. İşte bu noktada meseleye anlam cihetiyle baktığımızda genetik bilgi demek hücrenin bütününü kapsayan enformasyonu demektir. Bu ne tek başına RNA’nın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir genetik enformasyondur (genetik bilgidir), ne de her hangi bir hücre elamanının tek başına başardığı bir enformasyon hadisesidir. Tam aksine DNA’nın öncülüğünde, RNA’nın ise elçiliği vasıtasıyla ve takriben 50 makro molekülün işbirliği ile gerçekleşen genetik enformasyonun ta kendisi mucizevi bir hadisedir bu.
Evet, bu mucizevi hadiseyi bir kez daha söylemekte fayda var; DNA’nın bilgi koduyla renklenmeksizin RNA’nın kendi kendini kopyalaması mümkün olmayacağı gibi hayat biyokimyası da “Hayy” olarak işlerlik kazanmayacaktır. Hiç kuşkusuz hayat biyokimyası, Yüce Allah’ın (c.c) isminin tecellilerinin tezahürü olarak iri ve diri olması anlamında “Hayy” olmakta. İşte bu noktada DNA, Yüce Allah’ın “Ol” emri koduyla hayat biyokimyasının “Hayy” olmasında Başbuğ Başkanı olarak görev yüklenirken, RNA’da hayat biyokimyanın elçisi konumunda vezir-i azamı olarak görev yüklenmiş olmakta. Her ikisi de bu durumda Yücelerden emir almış, gereğini yapmaktalar. Hani halk arasında olumsuzluk anlamında ifade edilen “haydan gelir huya gider” diye söylenen bir söz var ya, neyse ki tasavvufi çevreler de bu söz olumlu yönden ifade edilerek “Hayy’dan gelir Hû’ya gider” şeklinde, yani müsbet manada Allah’tan (hayat sahibinden) geldik O’na gideceğiz olarak karşılık bulmakta. Zaten doğru ifade edileni de tasavvufi hayat yaşayanların algıladığı ifadedir. Zira “Hayy” da hayat bulmak vardır, “Hû” da ise “Allah’ım maksadım Sensin, isteğim Senin rızanı kazanmaktır” anlamında Fenafillah, Bekabillah ve Hüve (Vücud) olmak vardır. Gerçekten de öyle değil mi, Yüce Allah’ın isminin tecellileri olmadan asla hayat biyokimyamız hem madden hem de manen vücut bulamaz.
Şu bir gerçek, her kim ki istediği kadar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri devasa büyüklükte deney tüplerine koyuverse de, akabinde bu deney tüpleri içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik edivermiş olsa da şunu iyi bilsin ki cansız bileşenlerden bir diriliş asla ortaya çıkaramayacaktır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı sınanmasına ama her defasında sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır çıkmıştır hep. İşte bir zamanlar hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe muhtemeldir ki etrafında gözlemlediği sıfıra sıfır, elde var sıfır sonuçlar karşısında “Şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Tek mantıklı cevabın yaratılış gerçeği alakalı bir durumu kabullenmek olmalıdır” şeklinde bir takım gerçekleri dile getirme itirafında bulunabilmiştir.
Malum altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında yeni bir adanın doğuşuna şahit olunmuştu. Bir kısım bilim adamları bir ümitle yollara düşüvermişlerdi. Hayata daha yeni merhaba diyen ada da kendi hal lisanıyla gelenlere adeta hoş geldin dercesine rengârenk çiçeklerle kaplı bitki florasıyla ve birtakım böcek ve kır çiçekler karşılayıverir. Gerçekten de adanın iki yıl içerisinde bu denli zengin flora ve faunaya kavuşmasını izleyenlerin dikkatinden kaçmaz da. Dikkat edin sözü edilen iki yılda oluşan manzaradan bahsediyoruz, yani uzun bir zaman diliminde oluşmuş bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ancak iki yılda da oluşan bir manzara olsa Evrimci tezlere ters düşen bir durumdu bu. Çünkü evrimciler o güne kadar her türlü hayat oluşumunun ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Dolayısıyla daha yolun başında, hayata yeni merhaba diyen adanın yeni sakinlerinin kısa sürede ulaştığı konum doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her ne kadar bu rengârenk manzara içerisinde gelişmiş ağaç ve gelişmiş hayvan türleri olmasa da, sonuçta ada da Amerika’da yaşayan bir karınca cinsiyle karşılaşmaları onları büsbütün çıldırtmaya ziyadesiyle yetmişti. Onlara çıldıra dursun, böylece yaratılışçıların ısrarla ileri sürdükleri canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Malum yine bir ilginç araştırma konusu olan RNA’nın protein senteziyle alakalı bir molekül olduğu gerçeği bir kısım bilim adamları tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra bu kez dikkatler protein sentezinin acaba hücrenin neresinde gerçekleştiği yöne çevrilir. İşte bu amaç doğrultusunda Henry Borsook, radyoaktif amino asit içeren bir maddeyi kobaya enjekte etmekle işe koyulur. Derken 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde karıştırdıktan sonra oluşan ekstraktı üç değişik hız ayarında santrifüj işlemine tabi tutaraktan çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırabilmiştir. En nihayet yaptığı analiz ve ölçümler neticesinde ise ribozomdaki radyoaktif amino asit miktarının diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu gözlemlemiş ve böylece aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezini gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Üstelik Boorsok 1950 yılında bu deneyi yaptığı zaman daha henüz ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu.
Hakeza, Paul Charles Zamecnik ve arkadaşları, Boorsok’un izlediği yola benzer bir metotla fareyi uyuşturup karaciğerini vücudundan ayırıp ardından radyoaktif amino asit içeren bir çözeltiyi kuyruk toplardamarına enjekte etmişler. Sonrasında 2 ila 20 dakika arası bir zaman diliminde karaciğerden birer parça alarak asit miktar tayinini belirlemişlerdir. Derken netice itibariyle ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarının endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit içerdiğini ölçümlemişlerdir. Böylece bu deneyle birlikte proteinlerin ribozomlar üzerinde gerçekleştiği kesinlik kazanmış oldu. Aslında Paul Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında da yapılıp yapılmadığını belirlemek amacını gütmüşler. Ancak yaptıkları deneylerle hücre içerisinde protein sentezinde asıl etken unsur olan yapıların başında çekirdek tahtında oturan DNA molekülü ile çekirdek, sitoplâzma ve ribozom hattı üzerinde mekik dokuyan mRNA’ın yanı sıra mesajları doğrudan ribozoma taşıyan tRNA molekülleri olduğu anlaşılmıştır.