Dinimiz orta yolu emretmektedir

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Tevazuun aşırı miktarına “Tezellül” bayağılık, kendini aşağı tutmak denir. Tezellül, kötü huydur haramdır. Başka haramlarda olduğu gibi, bu da zaruret ile câiz olur. Dînini, cânını, mâlını, ırzını korumak, zâlimden kurtulmak, zarurettir. Dinimiz orta yolu emretmektedir. Kibri yasakladığı gibi, kişinin kendini aşağı görmesini de yasaklamaktadır.
Tezellül, kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına bir ayyakkabı tamircisi geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve ayakkabılarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp otursaydı, ona yer gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı ve suâllerine güler yüzle cevâb verseydi ve davetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevazu göstermiş olurdu.
Hadîs-i şerifte, “Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana (nâfile) hac ve umre sevapı verilir” buyuruldu. Hazret-i Hasen, Sâbit Benânî’ye bir ihtiyacını görmesini istedi. “Câmide i’tikâf ediyorum, başka zaman yaparım” deyince, “Din kardeşinin ihtiyacını gidermek için gitmenin, (nâfile) hac sevabından daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dedi.
Mevki sâhiblerinin, muhtaç olanlara ve hocaların talebelerine, makâmları ile ve mâlları ile yardım etmelerinin çok sevap olması, bu hadis-i şerife dayanmaktadır. Nafakası, yani bir günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olur, haram olur.
Bunun, bir günlük nafakası olmayan, başka bir kimse için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediyye almak için, az bir şeyi hediyye vermek de, tezellül olur. Âyet-i kerîme böyle hediyye vermeyi menetmektedir. Alınan hediyyenin karşılığını bundan fazla vermek efdaldir. Fakat fazla karşılık için hediyye vermek câiz değildir. Davet olunmadan ziyâfete gitmek de tezellüldür. Hadîs-i şerifte, “Davet edilen yere gitmemek günahtır. Davet olunmadığı yere gitmek hırsızlık etmek olur” buyuruldu.
Nikâh sâhibinin davet ettiği yerde haram şeyler yoksa, bu davete gitmek vâcib olur. Başka davetlere gitmek sünnettir. Riyâ ve iftihâr için yani gösteriş ve övünmek için yapılan davetlere gitmek câiz değildir...

Hikmetler
Mehmet Oruç
 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Tezellül ve tevazu

Kötü huy olan tezellül, aşağılık ile güzel huy olan tevazuyu karıştırmamak gerekir. Her sanatı ve ticareti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubah olan işleri yapmak, meselâ çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşâatta ve hafriyâtta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül değildir.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve velîler “rahime-hümullahü teâlâ” bunları yapmışlardır. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını temîn için çalışmak farzdır. Başkalarına yardım için her türlü kazanç yolunda çalışarak daha fazla kazanmak mubahdır.
İdrîs aleyhisselâm terzilik yapardı. Dâvud aleyhisselâm demircilik yapardı. İbrâhîm aleyhisselâm zirâat ve kumaş ticareti yapardı. İlk olarak kumaş dokuyan Âdem aleyhisselâmdır. Din düşmanları, ilk insanların ot ile örtündüklerini, mağarada yaşadıklarını yazıyorlar. Bu yazılarının hiçbir vesîkası yoktur, uydurmadır.
Îsâ aleyhisselâm kunduracılık yapardı. Nûh aleyhisselâm marangozluk, Sâlih aleyhisselâm çantacılık yapardı. Peygamberlerin çoğu “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” çobanlık yapmıştır. Hadîs-i şerifte, “Evinin ihtiyaclarını alıp getirmek kibirsizlik alâmetidir” buyuruldu.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mal satmış ve satın almıştır. Satın alması daha çok olmuştur. Ücret ile çalışmış ve çalıştırmıştır. Mudârebe şirketi ve ortaklık yapmıştır. Başkasına vekîl olmuş ve vekîl yapmıştır. Hediyye vermiş ve almıştır. Ödünç ve âriyyet mâl almıştır. Vakıf yapmıştır. Dünya işi için kızmamış, kimseye incitecek şey söylememiştir. Yemîn etmiş ve ettirmiştir. Yemîn ettiği şeyleri yapmış, yapmayıp kefâret verdiği de olmuştur. Latîfe yapmış ve söylemiş, latîfeleri hep hak üzere ve faydalı olmuştur. Yukarıda sayılanları yapmaktan çekinmek, utanmak, kibir olur. Çok kimseler burada yanılırlar. Tevazu ile tezellülü birbiri ile karıştırırlar. Nefs, burada çok kimseleri aldatır.
Fakirlik, tezellüle sebep olmamalıdır. Çünkü, fakirlik utanılacak bir şey değildir. Müslüman, Allahü teâlâ emr ettiği için rızk kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibâdetlerini terk etmez ve haram işlemez. Kazanırken de, kazandığını sarf ederken de, İslâmiyete uyar. Böyle kimseye zenginlik de, fakirlik de faydalı olur.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Ucb; yaptığı ibâdetlerle övünmek

Kötü huylardan biri de ucbdur. Ucb, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmektir. Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb olmaz. Yahut, bunların Allahü teâlâdan gelen nimetler olduğunu düşünerek, sevinmek de, ucb olmaz.
Bunların Allahü teâlâdan gelen nimetler olduğunu düşünmeyerek kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur. Ucbun zıddına “minnet” denir. Minnet, nimete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduğunu düşünmektir.
Böyle düşünmek, ucb tehlikesi olduğu zaman farz olur. Diğer zamanlarda ise müstehabdır. İnsanı ucba sürükleyen sebeplerin başında cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu ucbdan kurtulmak için, her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana geldiğini ve akıl, ilm, ibâdet etmek, mâl ve mevki gibi kıymetli nimetlerin, Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı olduklarını düşünmek lâzımdır.
Nimet, insana faydalı olan, tatlı gelen şey demektir. Bütün nimetleri gönderen Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı ve gönderici yoktur. Eshâb-ı kirâmdan bazıları, Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, “Artık biz hiç mağlûb olmayız” dedi. Bu sözler Resûlullahın mubârek kulağına gelince, üzüldü. Bunun için, harbin başlangıcında nusret-i ilâhî yetişmeyip, mağlûbiyyet başladı. Sonra, Cenâb-ı Hak merhamet ederek, zafer nasîb eyledi.
Kibre sebep olan şeyler ucba da sebep olurlar. Allahü teâlânın nimetlerine şükretmek de, büyük bir nimettir. Ucbun zararları, âfetleri çoktur: Kibre sebep olur. Günahları unutmaya sebep olur. Günah kalbi karartır. Günahlarını düşünen kimse, ibâdetlerini büyük görmez. İbâdet yapmanın da, Allahü teâlânın lütfu, ihsânı olduğunu düşünür. Ucb sâhibi, Allahü teâlânın mekrini ve azâbını da unutur. Başkalarından istifâde etmekten mahrûm kalır. Kimse ile meşveret etmez, danışmaz...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
“Üç şey, insanı felakete sürükler”

Kötü huylardan olan, ucb ile kibir birbirine çok yakın olduğuğu için çoğu zaman karıştırılır. Bunun için ucbu iyi anlamak gerekir.
Hadîs-i şerifte, “Üç şey, insanı felâkete sürükler: Buhl, hevâ ve ucb” buyuruldu. Buhl sâhibi, yani hasîs, cimri kimse, Allaha karşı ve kullara karşı olan hakları ve vazîfeleri ödemekten mahrûm olur. Hevâsına, yani nefsinin arzûlarına uyan ve ucb sâhibi olan, yani nefsini beğenen kimse, muhakkak helâka, felakete düçâr olur.
Ucb sâhibi, hep ben, ben der. Toplantılarda baş tarafta bulunmak ister. Her sözünün kabûl olunmasını ister.
Hadîs-i şerifte, “Günah işlemezseniz, daha büyük günaha yakalanmanızdan korkarım. O da, ucbdur” buyuruldu. Günah işleyenin boynu bükük olur. Tevbe edebilir. Ucb sâhibi, ilmi ile, ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tevbe etmesi güç olur.
Günah işleyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir. Ucbun en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektir. Hep nefsine uyar. Nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir.
Bid’at sâhibleri, mezhebsizler böyledirler. Bozuk, sapık i’tikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. İşlediklerini ibadet olarak da yaptıklarından tevbe etmek, pişman olmak akıllarına gelmez. Tevbesiz olarak ölürler.
Böyle ucbun ilâcı çok güçtür. Mâide sûresinin, “Kendinize bakınız. Kendiniz doğru yolda oldukça, başkalarının sapıtması size zarar vermez!” meâlindeki yüzsekizinci
âyet-i kerîmesinin manasını Resûlullahtan sordular. Cevâbında, “İslâmiyetin emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi dinlemezse, kendi hâlinizi ıslâh ediniz” buyurdu.
Ucb hastalarının ilâcını hâzırlayan âlimler, Ehl-i sünnet âlimleridir. Fakat bu hastalar hastalıklarını bilmedikleri, kendilerini sıhhatli sandıkları için, bu tabîblerin nasîhatlerini, ilimlerini kabûl etmezler, felakette kalırlar. Hâlbuki bu âlimler, Resûlullahtan “sallallahü aleyhi ve sellem” aldıkları ilâçları, hiç değişdirmeden, bozmadan sunmaktadırlar. Câhiller, ahmaklar, bu ilâçları, onların yaptıklarını sanır. Hak yolda bulunduklarını zannederek, kendilerini beğenirler...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Hased; kıskanmak, çekememek

Kötü huyların biri de haseddir. Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Allahü teâlânın ihsân ettiği nimetin ondan çıkmasını istemektir. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, “gayret” olur.
İlmini, mâl, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Mâlını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günahları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günah olmaz.
Kalbde bulunan hâtıra, düşünce, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzûsu ile hased ederse, günah olur, haram olur.
Bu hasedini sözleri ile, hareketleri ile belli ederse, günahı daha çok olur. Hadîs-i şerifte, “İnsan, üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased etdiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmakdır. Sû-i zan, bir kimseyi kötü zannetmekdir. Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması, haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını istemek, haram olur.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, defedilir. Buna “hâcis” denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna “hâtır” denir. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüd olunur. Buna “hadîs-ün-nefs” denir. Dördüncü derece, yapması tercîh edilir. Buna “hemm” denir. Beşinci derecede bu tercîh kuvvetlenip, karar verir. Buna “azm” denir.
İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene ise yazılır. Seyyie ise, terk edilirse, sevap yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlemezse, bu da af olur.
Hadîs-i şerifte, “Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe af olur” buyuruldu. İnsanın kalbine, küfür veya bid’at i’tikâdı olan bir düşünce gelince, bundan üzülür ve hemen reddederse, bu kısa düşünce, küfür olmaz...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Hased edenin zararı kendisinedir

Hased edenin zararı kendisinedir. Hased olunanın, dünyada ve âhirette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydası olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nimetlerin azalmadığını, hatta arttığını görerek, sinir buhrânları geçirir. Hasedden kurtulmak için, ona hediyye göndermeli, nasîhat vermeli, onu medh etmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun nimetinin artmasına duâ etmelidir.
İnsan bir kimsede bulunan nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de bulunmasını isterse, hased olmaz. Buna (gıbta) imrenmek denir. Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyetin ahkâmına, yani farzları yapmaya ve haramlardan sakınmaya riâyet eden, gözeten sâlih kimseye gıbta edilmesi vâcibdir. Dünya nimetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur.
Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, mümin kuluna gayret eder. Mümin de mümine gayret eder” buyuruldu. Allahü teâlâ, gayretinden dolayı, fuhşu haram etmiştir. Allahü teâlâ, “Ey Âdemoğulları! Sizi kendim için yarattım. Her şeyi de sizin için yarattım. Senin için yarattıklarım, seni, kendim için yaratılmış olduğundan men ve gâfil ve meşgûl etmesin” buyurmuştur.
Başka bir hadîs-i kudsîde, “Seni kendim için yarattım. Başka şeylerle oyalanma! Rızkına kefîlim, kendini üzme!” buyurmuştur. Yûsüf aleyhisselâmın, “Sultânın yanında benim ismimi söyle!” demesi gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, senelerce zindanda kalmasına sebep oldu. İbrâhîm aleyhisselâmın, oğlu İsmâîl’in dünyaya gelmesine sevinmesi, gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, bunu kurbân etmesi emir olundu...
Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememekdir. Allahü teâlânın gayret etmesi, kulunun kötü, çirkin şey yapmasına râzı olmamasıdır.
Kulun vazîfesi, dilediğini yapmak değildir. Ona kulluk etmektir. Onun emirlerine ve yasaklarına uymaktır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsûstur. Yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günah işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur.





----------

Hased ve gayret

Hased, kötü bir huydur, kalb hastalığıdır. Kalbi kötülüklere açmak demektir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. Kalbin buna râzı olmaması, çırpınarak mani olması, gayret olur.
Ensârın reîsi olan Sa’d bin Ubâde, “Yâ Resûlallah! Zevcemi yabancı erkekle bir yatakta görsem, dört şâhid görmeden öldüremez miyim?” deyince, “Evet, öldüremezsin” buyurdu. Sa’d buna cevâben, “Dört şâhid, mahkeme kararı lâzım ise de, buna tahammül edemem. Hemen öldürürüm” deyince, Resûlullah, “Reîsinizin sözünü işitiniz! O çok gayûrdur. Ben ondan daha çok gayûrum. Allahü teâlâ, benden daha çok gayretlidir” buyurdu.
Yani böyle gayret olmaz. Ben ondan daha gayretli olduğum halde, İslâmiyetin dışına çıkmam. Allahü teâlâ, en çok gayretli olduğu halde, bu fuhşun cezâsını hemen vermez, demek istedi. Sa’dın haklı olan cezâyı vermekte acele etmesinin doğru olmadığına işâret buyurdu.
Kadının ortağına gayret göstermesi câiz değildir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir gece hazret-i Âişe’nin odasından çıktı. Hazret-i Âişe, zevcelerinden birinin yanına gittiğini zannederek gayret eyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gelince, üzüldüğünü anlayıp, “Gayret mi eyledin?” buyurdu.
Aişe validemiz, “Benim gibi bir zavallı, senin gibi, varlıkların en şereflisi, mahlûkların en merhametlisi bir zât için gayret etmez mi?” dedi.
Buna cevâb olarak, “Şeytanının vesvesesine uymuşsun” buyurdu. “Benim yanımda şeytan mı var? Yâ Resûlallah!” deyince, “Evet var” buyurdu.
“Ey Allahın Resûlü! Senin yanında da var mı?” deyince, “Evet benim yanımda da var. Fakat, Allahü teâlâ, beni onun vesveselerinden muhâfaza etmektedir” buyurdu. Yani, benim şeytanım, iman etti, bana hayırlı şeyleri hâtırlatır, buyurdu.
Bir hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, kimseye ihsân etmediği iki nimetini bana ihsân eyledi: Şeytanım kâfir idi. Onu Müslüman yaptı. İslâmiyeti yaymakta, bütün zevcelerimi bana yardımcı eyledi” buyuruldu.
Âdem aleyhisselâmın şeytanı kâfir idi. Zevcesi hazret-i Havvâ, Cennette şeytanın yemîn etmesine aldanarak, Âdem aleyhisselâmın hatâ etmesine sebep oldu.
İnsanların Allahü teâlâya gayret etmeleri, haram işlenmesini istememekle olur...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Riyakârların hâli!..

İslam büyükleri tam bir ihlâs sahibi idiler. İlim ve amellerine riya karıştırmaktan son derece korkarlar idi. Onların bu güzel ve örnek ahlâkına, herkesin çok ihtiyacı vardır. Resulullah efendimiz riyakârların hâlini şöyle bildirdi:
“Allahü teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman, orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer gönlünün hatırlamadığı nimetler yarattı. Ona ‘Konuş!’ diye emretti. O da üç defa: ‘Şüphesiz müminler felâh bulmuştur’ dedi. Sonra şöyle konuştu: Ben cimrilerin ve mürailerin hepsine haram kılınmışımdır.”
Vehb bin Münebbih şöyle buyurdu: “Uhrevî bir amelle dünyalığını temine çalışan bir kimsenin kalbini Cenâb-ı Hak tersine çevirir ve onu, cehennemlikler defterine yazar.”
Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “İsâ aleyhisselâm buyurmuş ki: Kim bildiği ile amel ederse, Allahın gerçek dostu olur.”
Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: “Validem bana derdi ki: Ey oğlum, ancak öğrendiğin ile amel etmeye niyetli olduğun zaman ilim edinmeye çalış. Aksi halde ilim, kıyamet günü senin üzerinde bir vebaldir.”
Hasan-ı Basrî çok kere kendisini hesaba çekerek: “Demek sen, Allahın âbid, zâhid ve sâlih kulları gibi konuşur, fasık, münafık ve müraîlerin işi gibi iş yaparsın ha. Vallahi ihlâslı kulların sıfatı bu değildir” derdi.
Fudayl bin İyaz diyor ki: “İşlerinde son derece titiz, tel üzerinde oynayan bir cambaz gibi dikkatli olmayan bir kimse, riya çukuruna düşmekten kendini koruyamaz.”
Zünnûn-i Mısrî’ye, “Kulun ihlâs sahibi kimselerden olduğu nasıl belli olur?” diye sormuşlar. O da demiş ki: “Kendisini tam manası ile tâate verip, insanların nazarında mertebe ve itibarının silinmesini severek kabul ettiği zaman.”
Yahya bin Muaz’a, “Kul ne vakit ihlâs sahibi olabilir?” diye sormuşlar. O şu cevabı vermiştir: “Ahlâkı süt emen çocuğun ahlâkı gibi olduğu zaman. Yani kendisini öven ve yerenlere hiç aldırış etmediği vakit.”





----------

“Üç kimseden kaçınız!..”

Ahir zamanda olduğumuz için hakiki âlim kalmadı. Dini konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Sanki dini bozmak için sözbirliği yapılmış. Din düşmanlarının, Müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içeriden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha Eshâb-ı kirâm zamanında başladı. Bunlar, her asırda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, İslâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, her asırda çok sayıda fıkh âlimleri ve tasavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile Müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önlüyorlardı.
Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp İslâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, İslâm âliminin nasıl olacağını bilmeleri lâzımdır. Bu konuda büyük âlim Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki:
İslamiyete uymayan ve sapık yola kaymış olan, bid’at sahibi ile ve fâsık, kötü kimselerle arkadaşlık etmeyiniz! Bid’at sahibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî, “Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız” buyurdu. Bu üç kimse; gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakçılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa, yâni İslâmiyete yapışmazsa ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak yakınlık, insanın dînini yıkar.
O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini, îmanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesîrli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır.
İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: “Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumayan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur.”




 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Resulullahın yolunda bulunmak

Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın Müslümanlarıdır. Yâni, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbiînin ve Tebe’i tâbiînin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imamı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akâid ve tasavvuf kitaplarında bildirilmiş olan yoldur. Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resûlullahın yolundan ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmiştir.
Her asırda bulunan tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, Selef-i sâlihînin yolunda idi. Hepsi İslâmiyete bağlı idi. Resûlullaha vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, İslâmiyetten kıl kadar ayrılmamışlardı.
Resûlullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmamalıdır. Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmamalıdır. Yahudiler, Hristiyanlar ve Budist, Berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki: “Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur.”
Bütün saadetlerin yolu İslâmiyettir. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha uymaktır. Onun dînine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız Müslümanlara mahsûs değildir.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa’îd Ebülhayr hazretlerine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? “Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer” dedi.
Filan adam havada uçuyor dediler. “Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var” dedi. Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. “Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, günah işlemez” buyurdu. Hadis-i şerifte, “Günah işlemek, insanı küfre sürükler” buyuruldu.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Kalbin temiz olmasının alâmeti

Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getiren ancak O’nun rızasına kavuşur. Kalbi temiz olur. Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî hazretlerine; “Bir kimse, her türlü günahı işliyor sonra da Kalbim temizdir. Sen kalbe bak diyor. Buna ne dersin?” dediklerinde, “Onun gideceği yer Cehennemdir, haram işleyenin kalbi temiz olmaz” buyurdu.
Bid’at işleyenin yani Resulullahın yolundan, sünnetinden ayrılanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü, hadis-i şerifte, “Bid’at sahipleri Cehenneme gideceklerdir” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Bid’at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytan çok ibâdet yaptırır. Onu çok ağlatır” buyuruldu. Bid’at, Resûlullah efendimizin ve Eshâbının zamanında olmayıp da daha sonra ortaya çıkan ve ibâdet olarak yapılan şeyler demektir.
Yine hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, bid’at işleyenin oruçlarını, namazlarını, haclarını, umrelerini, cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi İslâmdan çıkarlar” buyuruldu.
Bu hadis-i şerif, dinde reform, değişiklik yapan, meselâ namazı, ezanı radyo ile, hoparlörle okuyan, namaz vaktini minârede ışık yakarak bildiren kimselerin zuhûr edeceklerini haber vermektedir.
Şeyh ibni Ebî Bekr Muhammed bin Muhammed Endülüsî, buyurdu ki: “Doğruyu tanı, doğru ol! Kâmil insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullaha tam uygun olur. Çünkü, bütün saadetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, islâmiyete yapışmak demektir”
Bunun için din işlerinde Resulullahın yolundan ayrılmış, reformcu, bid’at ehli, câhil ve fâsık olan din adamlarına danışmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlarla birlikte bulunmamalıdır. Her işte, sünnete uymalı, bid’atten sakınmalıdır. Neşeli zamanlarda, İslâmiyetin dışına taşmamalı. Sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümidi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yokluktan rahatlık duymalı, varlıkta sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır...





----------

Resûlullaha uymak...

Resûlullaha uymak nasıl olur? İslam büyüklerinden Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri bu soruya şöyle cevap veriyor:
Günah işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günahın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günahın tevbesi açık olur. Tevbeyi geciktirmemelidir. Kiramen kâtibîn melekleri, günahı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar.
Câfer bin Sinân buyurdu ki, “Günaha tevbe etmemek, bu günahı yapmaktan daha fenadır.” Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Verâ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkça yasak edilmiş olan şeyleri, (Verâ) şüpheli şeyleri yapmamaktır.
Yasak edilenlerden sakınmak, emrolunanları yapmaktan daha faydalıdır. Büyüklerimiz buyurdu ki: “İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günahtan sakınır.”
Hadis-i şerifte, “Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzuruna kavuşanlar, verâ ve zühd sahipleridir” buyuruldu. Yine hadis-i şerifte, “Verâ sahibi ile birlikte bulunmak ibâdettir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevaptır” buyuruldu.
Kalbinin ürperdiği işi yapmamalıdır. Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır.” Yine hadis-i şerifte, “Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız” buyuruldu.
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şüphe edilmeyeni yapmak câiz olur. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlânın, Kur’an-ı kerimde helâl ettiği şeyler helâldir. Kur’an-ı kerimde bildirmediği şeyleri affeder” buyuruldu. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!”





----------

Herkese güler yüz göstermeli

Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî, Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır:
“Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını helâlden kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için, ticâret, sanat yapmak lâzımdır. Selef-i sâlihîn, hep böyle çalışıp kazanırlardı. Helâl kazanmanın sevaplarını bildiren pekçok hadis-i şerif vardır.
Muhammed bin Sâlim hazretlerine ‘Çalışıp kazanalım mı, yoksa yalnız ibâdet yapıp tevekkül mü edelim?’ dediklerinde, ‘Tevekkül etmek, Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da, Onun sünnetidir. Çalışıp da tevekkül ediniz’ buyurdu.
Yemekte, içmekte adaleti, yâni orta hâlde olmayı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yememeli. İbâdet yapamayacak kadar da, perhîz etmemelidir. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki: ‘İyi yi, iyi çalış!’ Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmaya yardımcı olan her şey, iyi ve mübârektir. Bunları azaltanlar da, yasaktır. Her iyi işte, niyete dikkat etmelidir. İyi niyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır.
İslâmiyete uymayanlardan, bid’at ve günah işleyenlerden uzlet etmeli, yâni bunlarla görüşmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hikmet, on kısımdır. Dokuzu uzlettedir. Biri de, az konuşmaktadır.) Böyle insanlarla zarûret kadar görüşmelidir. Vakitleri, çalışmakla, zikir, fikir ve ibâdetle geçirmelidir. Eğlenecek zaman, öldükten sonradır. Sâlih, temiz Müslümanlarla görüşmeli, onlara faydalı olmalı ve onlardan faydalanmalıdır. Lüzûmsuz, faydasız sözlerle, zamanları zâyi etmemelidir.
İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. Fitne çıkarmamalı. Düşman kazanmamalıdır. Hâfız-ı Şîrâzî’nin, ‘Dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir’ sözüne uymalıdır. Af dileyenleri affetmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir.
Şeyh Abdüllah Bayal buyurdu ki: Tasavvuf, namaz ve oruç ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuştur.”



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Kâmil imanın üç alâmeti

Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî, Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır:
Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Kahkaha ile gülmek, kalbi karartır. Çalışmalı, fakat karşılığını Allahü teâlâdan beklemelidir. Onun emirlerini yapmaktan zevk duymalıdır. Yalnız Ona güvenince, O, her dileği ihsân eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ yalnız Ona güvenenin her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.”
Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî buyurdu ki: “Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur”.
Kendi çıkarlarının arkasında koşma! Ebû Muhammed Abdullah Râşî buyurdu ki: “Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı düşünmelidir.”
Âileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüz çevirecek kadar olmamalıdır.
Kimsenin ayıbına bakmamalı, kendi ayıplarını görmelidir. Kendini hiçbir Müslümandan üstün bilmemelidir. Her Müslümanı kendinden üstün tutmalıdır. Her Müslümanı görünce, kendi saadetinin, onun duâsını almakta olabileceğine inanmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Üç şeyi yapan Müslümanın îmanı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yimek.” Bu üç şeyin, müminlerin alâmeti olduğu Kur’an-ı kerimde bildirilmiştir.
Selef-i sâlihînin, Allah dostlarının hâllerini öğrenmeli, onlar gibi olmaya çalışmalıdır. Kimseyi gıybet etmemelidir. Gıybet yapana mani olmalıdır. İşitince incineceği şeyi, arkasından söylediği zaman, sözü doğru ise, gıybet olur. Yalan ise iftirâ olur. Her ikisi de, büyük günahtır.
Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker yapmayı, dinimizin emir ve yasaklarını yaymayı âdet edinmelidir. Muhammed bin Alyân’a, Allahü teâlânın râzı olduğu nasıl anlaşılır dediklerinde, “Tâat etmek tatlı ve günah işlemek acı gelmesinden anlaşılır” buyurdu...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Dinimize göre haklar

Dinimizde, “Haklar” çok önemlidir. Herkes hakkını hukukunu bilmesi lazımdır. Dinimize göre, haklar konusunu evliyanın büyüklerinden, Kâdî Muhammed Senâullah-i Pânî-Pûtî hazretleri, “Hukuk-ul İslâm” kitabında kısa ve öz olarak bildirmektedir. Haklar konusunu bu kitaptan alarak sizlere sunmak istiyorum:
İslamiyet, her hak sâhibinin hakkını sâlim ve kâmil olarak, kusûrsuz ve fütûrsuz edâ etmekten ibârettir. İslâmda haklar yedi kısımdır:
1- Allahü teâlânın hakkı. 2- Anne, baba ve akrabâ hakkı. 3- İdarecilerin, idare ettikleri kimseler üzerindeki hakkı. 4. Halkın, idareciler üzerindeki hakkı. 5- Komşu hakkı, iş ve yol arkadaşlığı hakkı. 6- Bütün mü’minlerin, bilhasas âciz, zayıf, yetim, hasta, fakir vs. kimselerin hakkı. 7- Kulun kendi isteği ile kendisi üzerine lâzım getirdiği haklar...
Şimdi bu hakları sırasıyla biraz açalım:
İslâmın haklarından birincisi Allahü teâlânın hakkıdır. İlk önce varlığını ve varlığına bağlı olan her şeyi ihsân eden ortağı olmayan Allahü teâlânın hakkı ödenmelidir. Aldığımız her nefes hayâtı devâm ettiricidir. Verdiğimiz her nefes ferahlandırır. O halde her bir nefeste iki ni’met vardır. Her bir ni’mete de bir şükür lâzım gelir.
O halde kavuştuğun ni’metlerden bir ni’metin şükrünü, ister dil ile, ister a’zâlar ile, ister kalb ile olsun, yerine getirmek, Allahü teâlânın lutf-ü ihsânı iledir. Şükür yapmaya muvaffak olmak da Allahü teâlânın mevhibe ve ihsânı iledir. Her şükürde bu kadar şükür lâzım geldiğine göre Allahü teâlânın şükrünü tam olarak yerine getirmek mümkün değildir. Nitekim, Allahü teâlâ Nahl sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen “Eğer Allahın ni’metlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette Allah’a rahmet ve mağfiret edicidir” buyurması buna işârettir.
Allahü teâlâ, rahmet ve ihsânı ile, kullarına güçleri yetmeyecek teklîfte bulunmamıştır. Hakkıyla şükrünü yerine getirmeyi vâcib kılmamıştır. Herkesin, insânî gücü miktârınca Allahü teâlânın şükrü için çalışması gerekir.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
“Allah’ın nimetlerini sayamazsınız”

Her kim gücü yettiği hâlde Allahü teâlâya şükür etmekte kusûr ederse, zalim, çok zulm edici ve nihâyet sayısız ni’metlerin şükründe küfrân-ı ni’met etmiş olur. Bunca ni’mitleri verene karşı, en aşağı derecede, yani gücü yettiği şükrü yapmakta bile kusûr yapılmış olur.
Nitekim Allahü teâlâ İbrâhîm sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “... Eğer Allahın ni’mitlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette insan çok zulm edici ve çok küfrân-ı ni’met edicidir” buyurmaktadır. Hak teâlâ, rahmeti ile kulunu “şekûr” çok şükür edici diye ifade buyurmuştur. Nitekim Nûh aleyhisselam hakkında meâlen “... o şükr eden kul idi” (İsrâ-3) buyurmaktadır.
O halde şükür hakkında kullardan istenen şudur. Kul, Allahü teâlâyı, sıfatlarını gücünün yettiği kadar tanımasıdır. İnsan, i’tikâd, ahlâk ve amellerini Hak teâlânın rızâsına uygun şekilde yerine getirmelidir. Kullara yapmasını emir ettiği şeyleri en iyi şekilde yerine getirmelidir. Yasak ve mekrûhlardan sakınmalıdır.
Allahü teâlânın rızâsını, kendi nefsinin ve bütün mahlukların rızâsından mukaddes bilmeli, önde tutmalıdır. İnfitâr sûresi, beşinci âyet-i kerîmesinde “Kıyâmet günü her nefis neyi takdîr ettiğini, neyi tehîr ettiğini bilecektir” buyurulmaktadır. Bu günde utanacak hâle düşmemelidir. Yani herkes kıyamet günü kendi rızâsını Allahın rızâsı üzerine mi, yoksa Allahın rızâsını kendi rızâsı üzerine mi olduğunu anlayacaktır.
Allahü teâlâ tevbe sûresi, yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “Ey Resûlüm, de ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabîleleriniz ve kazanmış olduğunuz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz bir ticâret, beğendiğiniz meskenleriniz size, Allahtan, Resûlünden ve O’nun yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise artık Allahü teâlânın evri (dünyâ veyâ âhiret azâbı) gelinceye kadar bekleyiniz!” buyurmuştur.
O halde Müslümanlar; kimi seviyorsa Allah için sevmesi, kime düşmanlık ediyorsa Allah için düşman olması, kime bir şey veriyorsa Allah için vermesi, kime vermiyorsa Allah için vermeme gibi niyette olmalıdır. Allahü teâlâ bunu bana vâcib kılmıştır demelidir...





----------

Resulullahın hakkı...

Allahü teâlânın zâtını, sıfatlarını, razı olduğu ve beğenmediği şeyleri, Peygamberlerin aracılığı olmadan bilmek mümkün değildir, akıl bunda yeterli değildir. Bunun için ilâhî kitâblara, Peygamberlere ve onların getirdiklerine inanmak, hakîkî îmâna dâhil olmuştur.
Resûlullah “sallallahi aleyhi ve sellem” Abdül Kays kabîlesinden gelenlere, “Bir olan Allaha îmân etmek nedir, biliyormusunuz?” buyurunca, onlar, Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz, “Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allahın Resûlü olduğuna şehâdet etmektir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi bütün hadis âlimleri ittifakla bildirilmişlerdir.
Resûlullaha itâ’at, Allahü teâlâya itâ’attir. Nitekim Allahü teâlâ “Resûle itâ’at eden kimse Allaha ita’at etmiştir” (Nisâ 80) buyurmuştur. Resulullaha muhabbet, Allaha muhabbet gibidir, hatta aynısıdır. Nitekim hadis-i şerifte, “Sizden birinizin imanı; beni, babasından, oğlundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, imanı sahih olmaz” buyurulmuştur.
Buradaki muhabbet, dini muhabbettir. Yani Onun büyüklüğüne ve itaat olunacağına inanmaktır. Kul, Resulullahı, bütün mahluklardan büyük bilmedikçe ve ona itaat etmedikçe iman etmiş sayılmaz.
Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıttan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap eder.
Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, her şey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Eshab-ı kiramın hakkı...

Allahü teâlânın zâtını, sıfatlarını, râzı olduğu ve olmadığı şeyleri tanımak, bilmek, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aracılığı ile meydana gelmiştir. Hulafâ-i râşidinin yani dört büyük halifenin çalışmaları ile de din yayılmış, kuvvet bulmuştur. Hulefâ-i râşidinin çalışmaları ile Resûlullahın sözleri ve fiilleri tespit edilerek yapıldı. İhtilâflı meselelerde Eshâb-ı kirâm, hulefâ-i râşidînin çalışmalarını inceleyerek öğrenmiş ve icmâ hâsıl olmuş her tarafa yayılmıştır.
O halde ayırım yapmadan Eshâb-ı kirâmın tamamının ve Ehl-i beytin hakkını yerine getirmek, aynen Resûlün hakkını yerine getirmektir. Onlara muhabbet, Resûlullaha muhabbet ve itâ’at gibi olmuştur. Hadîs-i şerîfte, “Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğz eden bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyyet veren bana eziyyet vermiş olur. Bana eziyyet veren Allahü teâlâya eziyyet vermiş olur” buyurulmuştur.
Yine bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz, “Benim sünnetime yapışınız. Benden sonra hulefâ-i râşidînin yoluna sarılınız” buyurmuştur.
Zeyd bin Sâbit’ten “radıyallahü anh” rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte, “Size iki muhkem vesîle bırakıyorum. Biri Kitâbullah, diğeri ıtretimdir” buyurmuştur. Ya’nî ümmetine Kur’an-ı kerîm ile ehl-i beytini, âlimleri ve eshâbını bırakmıştır.
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: “Allahü teâlâ, beni insanların en asîlzâdesi olan Kureyş kabîlesinden seçti ve bana insanlar arasından en iyilerini arkadaş, sâhib olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezîrler olarak ve dîn-i islâmı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan ba’zılarını da Eshâr olarak, ya’nî zevce tarafından akrabâ olarak ayırdı. Bunları seb edenlere, iftirâ edenlere, söğenlere Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların la’neti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez.”
Peygamberimizin mübârek zevcesi Ümm-i Habîbe annemizin erkek kardeşi olan Muâviye ve babası Ebû Süfyân ve anası Hind “radıyallahü anhüm” de, eshârdan olup, bu hadîs-i şerîfe dâhildirler.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Âlimlerin ve evliyanın hakkı

Ehli sünnet âlimlerinin hakkını yerine getirmek, Sahâbe ve Ehl-i beytin hakkı gibi olup Allahü teâlânın ve Resûlünü “sallallahü aleyhi ve sellem” hakkını yerine getirmeye dâhildir. Bunlar Peygamber vârisleri ve dînin taşıyıcılarıdır. Resûlullah, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” ve “Peygamberler dînâr ve dirhem [altın, gümüş] mîrâs bırakmazlar, ancak ilim mîrâsı bırakırlar” buyurmuşlardır.
Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz, “Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim sizin en aşağınızın üzerine üstünlüğüm gibidir” buyurdu ve sonra Fâtır sûresindeki, “Allahtan ancak âlim kulları korkar” âyet kerîmesini okudu.
Bir hadîs-i şerîfte “Ben ancak size muallim [öğretici] olarak gönderildim” buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte “Allah en cömerddir. Ben insanoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi, ilm sâhibi bir kimsedir ki, ilmini yayar. Kıyâmet gününe o tek bir ümmet olarak gelir” buyurulmuştur.
Bu hadîs-i şerîfdeki ilim yayan kimse, Peygamber olmamasına rağmen, talebeleri onun ümmeti gibi olacaktır. Yine Zehebî’nin İmrân bin Hüseyin’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz, “Kıyâmet günü âlimlerin mürekkebi ile şehidlerin kanı tartılacak, âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanına gâlib gelecektir” buyurmuştur.
Âlimlere ve evliyâya itâat, Allahü teâlâya ve Resûlüne itâattir. Onlara muhabbet de aynı şekildedir...
Yine Resûlullah efendimiz, “Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık, zekât vermez ve namaz kılmazdık” buyurmuştur. Bunlarla dostluk ve düşmanlık, Allahü teâlâya dostluk ve düşmanlık gibidir. Nitekim Buhârî’nin Ebû Hüreyre’den “radıyallahü anh” rivâyet ettiği hadîs-i kudsîde “Benim velî kullarıma kim düşmanlık ederse, benimle harbe girmiş olduğunu bilsin” buyurmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de, “Evliyâm öyle kullardır ki, benim zikrimle onlar hatırlanırlar, onların zikriyle (hatırlanmasıyla) ben hatırlanırım” buyurulmuştur.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Ana-baba ve akraba hakkı

İslâmiyetteki haklardan biri de, insanın vücûda gelmesine, beslenmesi rızklanmasına ve benzeri şeylere vâsıta olan anne, baba, dede, nine gibi kimselerin haklarıdır. Hak teâlâ bunlar vasıtasıyla kullarına rızk ulaştırmaktadır. Bunlar vâsıtasıyla bir kısım insanlar menfaat bulmakta, izzet ve bedenî rahatlığa, mâli ni’metlerden birçoğuna kavuşmakta onlardan beslenmektedirler.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “İnsanlara şükretmeyen Allaha şükretmiş olmaz” buyurmuştur.
Allahü teâla Kur’ân-ı kerîmde meâlen “İnsana, ana-babasını itâ’at ve iyilikte bulunmalarını emrettik. O annesi meşakkat üzerine meşakkat çekerek karnında taşıdı. Ona iki sene süt verdi. Bana ve ana-babana şükret...” (Lokman-14) buyurmuştur.
Bu hüküm Kur’an-ı kerîm birçok yerde bildirilmektedir. Resûlullah büyük günahları zikrederken Allaha şirk koşmanın yanında “Ukûk-u vâlideyn” zikr etmiştir. Yanî ana-babanın sözünü dinlememek, onlara isyân etmek, karşı gelmek ve eziyyet etmektir. Resûlullah Efendimiz, on şeyi vasiyet etmiştir:
1- Öldürülsen veya yakılsan da Allaha şirk koşma. 2- Malından ve ehlinden ayrılmanı emretseler de ana-babana isyân etme. 3- Bile bile farz namazı terk etme. Çünkü farz namazı terk eden Allahın emniyyetinden uzak olur. 4- Asla içki içme çünkü bütün kötülüklerin başıdır. 5- Günâhtan sakın. Zîrâ günâh Allahın gadabına sebep olur. 6- İnsanlar helâk olsalar da harbden kaçma. 7. Senin de içinde bulunduğun insanlara bir musîbet, zarar gelirse oradan ayrılma. 8- Fazla malından çoluk çocuğuna sarf et. 9- Onlara terbiye vermekten el çekme. 10- Onların Allahtan korkmalarını sağla.
Bir kimse Resûlullahtan iyi muâmelede bulunmaya en ziyade hakkı olan kimdir? Diye sordu. “Annendir” buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, yine “Annendir” buyurdular. Daha sonra kmidir? Diye sorunca, yine “Annendir” buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, bu sefer “Babandır. Daha sonra en yakınlarındır” buyurdular.
Resûlullah üç kere “Burnu yerde sürünsün” buyurdular. Yâ Resûlullah o kimdir? Diye sordular. Buyurdular ki: “Ana-babası, yanında ihtiyarladığı hâlde, (rızalarını alamayıp) Cenneti kazanamayanın burnu sürtsün.”



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
“Cennet annelerin ayakları altındadır”

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Anne-babasına itâat eden kimse için Cennetten iki kapı açılır. Eğer anne-babasından biri varsa bir kapı açılır. Ana-babasına âsî olan için de Cehennemden iki kapı açılır.” Orada bulunan Eshâb-ı kiram, “Yâ Resûlullah! Ana-babası zulmediyorsa?” diye sordular. Cevâbında üç kere “Zulm etseler de” buyurdular.
Resûlullah efendimiz “İyilik sâhibi bir evlâd, ana-babasına rahmet ile nazar ederse, Allah onun her bir bakışına hacc-ı mebrûr?sevâbı yazar” buyurdular.
Bir şahıs Resûlullaha gelerek, “Yâ Resûlallah! Ben cihâd etmek istiyorum” dedi. “Annen var mı?” buyurdular. “Vardır” dedi. “Annenin hizmetinde ol. Cennet onun ayağı altındadır” buyurdu. “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadîs-i şerîfini Beyhekî, Muâz bin Câbir’den “radıyallahü anh” rivâyet etmiştir.
Bir kimse Resûlullahtan, “Annemin ve babamın hakkı nedir?” diye sordu. Cevâbında “Onlar senin Cennet ve Cehennemindir” buyurdular. Bir kimse Resûlullahın huzûruna geldi. “Babam muhtaçtır. Benim malımdan almak istiyor” dedi. Cevâbında “Sen ve malın babanındır. Çocuklarınız, kazandıklarınızın en iyisidir. Çocuklarınızın kazancından yiyiniz” buyurdular.
Anne, baba, dede ve ninelerin nafakası, kâfir veyâ zimmî de olsalar, hür, âkıl, bâliğ ve çalışabilen oğullarının üzerine vâcibdir. Bir kimse, Resûlulahdan sordu ki: “Annem kâfirdir. Onu ziyaret edeyim mi?” Buyurdular ki: “Evet et. Günâh ve farzı terk etmekten başka olan emirlerini yapmak ve rızâsını aramak vâcibdir.” Resûlullah “Allahın rızâsı, babanın rızâsında, Allahın hoşnud olmaması, babanın hoşnut olmasındadır” buyurmuştur.
Lokman sûresi, onbeşinci âyet-i kerîmesinde mealen, “Eğer baban ve annen, senin hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana şerik koşman için seni zorlarlarsa, onlara itâat etme onlarla dünyâda dine aykırı olmayan hususlarda mürüvvete uygun şekilde muamelede bulun...” buyurulmuştur. Resûlullah Efendimiz de “Hâlık’a isyân olan şeyde, mahlûka itâat olunmaz” buyurmuştur.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Baba dostlarının hakkı...

Babanın vefatından sonra, baba dostlarıyla dostluk yapmak, onlara iyilik etmek, babanın haklarındandır. Onlara bedenî ve mâli hizmetlerde bulunmak lazımdır. Akrabâyı ziyâret ve onlara iyilik etmek, ana-babaların haklarındandır. Anne, babanın çocuklarına yani erkek ve kız kardeşlerine, anne ve babanın kız kardeşlerine ve onların çocuklarına iyilikte bulunmak ve ziyâret etmek lâzımdır. Nesebi daha yakın olanın hakkı daha çok olur. İsrâ sûresi, yirmialtıncı âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ “Yakınlarına hakkını ver...” buyurmaktadır.
Bunun için zengin olan kimsenin; fakir olan ve kazancı olmayan Müslüman zi rahm-i mahrem akrabâsının yani yakın akrabının nafakasını vermesi vâcibdir. Zi rahm-i mahrem demek, erkek için anne, bacı, hala, teyze gibi, kadın için, baba, kardeş amca, dayı gibi evlenmesi haram olanlar demektir. Bakara sûresi, 233. Âyet-i kerîmesinde, “Evlâdın nafakası vâcib olduğu gibi vârisin üzerine de nafaka vâcibdir” buyurulmuştur.
Resûlullah efendimiz “Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir” buyurmuştur. Allahü teâlâ yeryüzünde fesâd çıkarana ve sıla-i rahmi terk edene lanet etmiş ve Muhammed sûresi, 22. ve 23. Âyet-i kerîmelerinde “Eğer Allahın hükmünden yüz çevirirseniz yeryüzünde fesad çıkarmanız ve akrabâyı ziyareti terk etmeniz umulmaz mı? Onlar o kimselerdir ki Allah onlara lanet etmiştir, hakkı görmezler” buyurmuştur. Resûlullahın, “Akrabâyı ziyâret etmeyen Cennete giremez” buyurdu.
Resûlullah efendimiz “Sıla-i rahm yapmayan kimsenin bulunduğu yere rahmet nâzil olmaz” buyurmuştur. Bunun için herkesin, nesebini, akrabalarını bilmesi lazımdır ki, onlara sıla-i rahm yapsın.
İki yakın kimseden biri diğerine kötü muâmele yapıp sıla-i rahmi yani yakın akraba ziyaretini kesse, diğerinin de ondan ilişkisini kesmesi câiz değildir. İkincinin ilişkiyi kesmemesi lâzımdır...



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Yakın akrabayı ziyaret hakkı

Bir kişi Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gelip dedi ki: “Yâ Resûlallah! Benim akrabâlarım vardır. Ben onları ziyâret ediyorum, onlar benimle görüşmüyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana câhilce davranıyorlar!” Cevâbında “Bu şekilde devam edersen Allahü teâlâ sana hep yardım edecektir” buyurmuştur.
Sıla-i rahm yapmanın, yakın akrabayı ziyaret etmenin âhiretteki sevâbından başka dünyâda da çok faydaları vardır. Resûlullah ittifakla bildirilen hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Rızkının geniş olmasını, isminin bâkî kalmasını, hep hayır ile anılmasını isteyen sıla-i rahm yapsın.” Yine, “Sıla-i rahm, malı çoğaltır, ailede sevgiyi artırır ve ömrü uzatır.” ve “Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin!” buyurmuştur.
Akrabâyı ziyâret etmemek (kat’-ı rahm), âhirette azâba, dünyâda da vebâle sebeb olmaktan başka bir işe yaramaz. Hadîs-i şerîfte Resûlullah, “Allahü teâlânın âhirette vereceği azâb ile birlikte dünyâda cezâsının acele edilmesine, bâgîlik ve sıla-ı rahmi terk etmekten dahî lâyık bir günâh yoktur” buyurmuştur. Resûlullah yine buyurdu ki: “Her günâhı Allahü teâlâ dilerse bağışlar. Ama ana-babaya isyân edeni, ölmeden evvel, hayâtta iken cezâlandırır.”
Ananın, babanın, kocanın, hiç kimsenin, dine uymayan emri dinlenilmez, yapılmaz. Fakat, anaya, babaya, yine tatlı söylemek, onları incitmemek lâzımdır. Ana baba kâfir ise, onları kiliseden, meyhâneden, sırtta taşıyarak bile, geri getirmek lâzımdır. Fakat, oralara götürmek lâzım değildir.
Evlenilmesi haram olan salih akrabayı ziyaret vacip; terki büyük günahtır. Hiç değilse, selamla, mektupla gönüllerini alarak bu günahtan kurtulmalıdır. Mektupla, sözle veya para ile yardımın zamanı, miktarı yoktur. Lüzum ve imkâna göre yapılır. Yakın akraba, fasık kötü kimseler ise, dinine, dünyasına zarar gelecekse, uzaktan ilgilenip, onunla samimi görüşmemelidir.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
Büyüklerin akrabasının hakkı...

Ana-baba haklarından, erkek kardeş, kız kardeş ve diğer akrabânın sıla-i rahminden bahsedince, Resûlullahın halîfelerinin, evliyâ ve âlimlerin haklarından, evliyâ ve âlimlerin çocuklarını ziyâret ve onlara iyilik etmekten bahsetmek de lazımdır... Allahü teâlâ Şûrâ sûresi, yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “Ey Resûlüm de ki, peygamberliği tebliğ ettiğim için sizden ücret istemiyorum. Akrabâlarımı sevmenizi istiyorum...” buyurmuştur.
Büyük âlimlerin ve evliyânın oğullarının bir kısmı fâsık ise, ona nasihat edip hakkını yerine getirmek lazımdır. Eğer sapıklığı küfre varmışsa ona dostluk göstermek lâzım olmaz. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın gadab ettiği kimselerle dostluk kurmayınız. Muhakkak ki onlar, kâfirlerin kabirdekilerden ümitsiz oldukları gibi, âhiretten ümidsizdirler” buyurmuştur. Ayrıca Hûd sûresi, kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde Nuh aleyhisselâmın oğlu için “... O senin ehlin değildir. Zira o sâlih olmayan amel işlemekdedir...” buyurmuştur.
Bütün hadîs âlimerinin ittifakıyla Amr ibni Âs’dan “radıyallahü anh” rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Falân şahsın akrabaları bana dost değildirler. Benim dostum ancak Allahü teâlâ ve sâlih Müslümanlardır. Fakat onlar benim yakınlarım olduğu için onlara sıla-ı rahm yaparım” buyurulmuştur.
Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, büyük âlimlerin evliyânın oğulları ve kendi akrabâları, eğer kâfir olurlarsa veya râfızî veya hâricî gibi küfre varan bir sapık yolda olurlarsa, onlarla dostluk yapmak lâzım gelmez.
Ancak onları ziyâret etmekten ve ihsan, iyilik etmekten de uzak durmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen “Allahü teâlâ sizinle dînin başlangıcında harb etmeyen, sizi diyârlarından dışarı çıkarmayan kimselere ihsân etmekten ve insâflı davranmaktan nehy etmemektedir. Elbette Allah iyilik edenleri sever” buyurmaktadır. Ya’nî zimmî olan kâfirlere ihsân ve iyilik etmek menolunmamıştır.



 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
İhlâs, kalbin hayat suyudur!..

Muhammed bin Mürkedir hazretleri buyurdu ki: “Talebe kardeşlerimizin güzel himmet ve çalışmalarını, geceleri yapmaları daha sevimli ve daha şerefli olur. Gündüzleri insanlar onu görebilir. Geceleri ise ancak Allah görür ve O’nun için yapılmış olur.”
Bir gün, Yunus bin Ubeyd’e, “Amel bakımından Hasan-ı Basrî hazretlerinin yerini tutmuş bir kimseyi gördün mü?” diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Vallahi ben, söz bakımından bile onun yerini tutmuş bir kimseyi görmedim. Amel bakımından onun gibisini nereden göreceğim? Onun vaaz ve nasihatleri gönülleri ağlatıyordu. Başkalarının vaazları ise gözleri bile ağlatamıyor.”
Ebu’s-Sâib, Kur’an-ı kerim veya hadîs dinlerken kendisine ağlamak geldiğinde, riya olur korkusu ile kendisini tutar, onu tebessüm haline çevirirdi.
Ebu Abdullah el-Antakî şöyle derdi: “Allah kıyamet gününde ikiyüzlü kimseye; (Kime gösteriş yaptınsa amelinin sevabını ondan al! Dünyada iken ilim ve amelinden dolayı insanlar sana meclislerinde yer vermediler mi? Sen onlara reis olmadın mı? Alışverişinde kolaylık göstermediler mi? Sana çeşitli ikramlarda bulunmadılar?mı?) buyuracak. Böylece dünyada gördüğü mükâfatları bir bir sayacak ve âhirette riyakârlara verilecek bir mükâfat olmadığını bildirecektir.”
Antâkî buyuruyor ki: “Kendilerine süs verenler üç kısımdır: 1- İlimle süslenenler. 2- Amelle süslenenler. 3- Süslenmeyi terk etmek suretiyle süslenenler. En gizlisi ve şeytanın en sevdiği üçüncüsüdür. Kişi zahirî amellerinde, gönlünde halkı mülâhaza ettiği halde ihlâslı olmak isterse, bu imkânsızdır. Zirâ ihlâs kalbin hayat suyudur. Riya ise kalbi öldürür.”
İyas bin Muaviye, İbrahim Temimî’nin kardeşi idi. Bunlar biribirini arkasından övmezdi. Bu hususta derlerdi ki: “Kişiyi övmek bir nevi mükâfattır. Ben kardeşimi insanlar arasında övmek suretiyle sevabının noksanlaşmasını istemem.”
Yusuf bin Esbat diyor ki: “Nefsimi ne zaman derin ve ciddi bir muhasebeye çektimse, onu halis bir müraî olarak buldum.”
Hasan-ı Basrî hazretleri de şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında kendisini zemmeden, kötüleyen kimse, hakikatte kendisini övmüş olur. Bu ise riya alâmetlerindendir.”





----------

İkiyüzlülüğün alâmetleri...

Hazret-i Ali buyuruyor ki: “Mürâîliğin, ikiyüzlülüğün üç alâmeti vardır: 1- Yalnızken tembeldir, nafileleri kılmaz. 2- İnsanlar yanında tembel değil, çalışkandır. 3- Ayıplandığı zaman ibadetlerini azaltır, övüldüğü zaman ise artırır.
Fudayl bin İyad hazretleri buyurdu ki: “İnsanlar görsün diye bir amelde bulunmak riyâdır. Gerekli olan ameli insanlar için terk etmek de şirktir. İhlâs ise, bunların ikisinden de Allahın seni kurtarmasıdır.”
Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “Cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme girmeleri, kendi amelleri sebebiyledir. Fakat onların orada ebedî kalmaları, niyetleri yüzündendir.”
Ebu Davud Tayalisî buyurdu ki: “Bir âlim, bir kitab yazdığı zaman ona yakışan, maksadının dine hizmet olmasıdır. Yoksa akrânı arasında ‘Ne güzel kitab yazmış’ diye övülmesi için değil.”
Süfyan-ı Sevrî de şöyle buyurdu: “Dersine gelenlerin çokluğu karşısında kendini beğenme hissine kapılmayan âlim, az bulunur.”
Günün birinde Hasan-ı Basrî, Harem-i Şerif’te çevresindeki büyük bir topluluğa hadîs yazdırmakta olan Tâvus hazretlerine uğramıştı. Ona yaklaştı ve kulağına eğilerek; “Kendini beğenme hissi geliyorsa, bu meclisi terk et” dedi. Tâvus da hemen kalktı ve oradan ayrıldı.
İbrahim bin Edhem de bir gün Bişr-i Hâfî’nin meclisine uğramıştı. Etrafını çevirenlerin çokluğunu görünce: “Yâ Bişr, nedir bu?” diye çıkıştı ve ilâve etti: “Eğer Eshabı kiramdan biri bu durumda olsaydı, nefsi hakkında kendini beğenme hissine düşmekten emin olamazdı.”
Süfyan-ı Sevrî hadîs yazdırırken yanında üç kişiden fazla bulundurmaz idi. Sonra biraz müsamahalı davranmıştı. Bir gün gördü ki çevresinde yüzlerce adam toplanmış. Birden ayağa kalkıp, “Vallahi daldırdık. Eğer benim gibi bir adamın etrafına bu kadar insan topladığını Emi’ül-Müminîn Hazreti Ömer görmüş olsaydı, ‘Bu sana yaraşmaz’ der ve beni buradan uzaklaştırırdı” dedi.





----------

“Size rızık kapıları açılacak!..”

Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olan Hazreti Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşmıştı. Mescide çıkamıyordu artık. Ziyaretine gelenlere o gece gördüğü rüyasını anlattı: “Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbiseyi giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyorum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamaya başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem, selâm verip müsafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. (Yâ Ebâ Bekr, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı) buyurdu. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim...”
Rüyasını anlattıktan sonra Eshab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare edip, hazret-i Osman’a şu vasiyeti yazdırdı: “Ben Ömer ibni’l Hattab’ı hilafete seçtim. Onu dinleyin, ona itaat edin. Sizin için hayırlı olanı tespitte kusur etmedim. Eğer sabır ve adaletle hükmederse beni tasdik etmiş olur. Böyle yapmazsa ben gaybı bilemem, mazurum. Ben ancak hayır murad ettim. Herkes amelinin cezasını bulur.”
Kendisinden nasihat istediklerinde, “Yakında size pek ziyade rızık kapıları açılacak. Birkaç günlük ömre aldanıp da yarın Cenab-ı Hakkın huzurunda mahcub olmayın” buyurdu.
Hazreti Ebû Bekir vefat etmeden önce kızı Hazreti Aişe’ye şunları söyledi: “Halife olalıdan beri, Müsümanların parasını kullanmadım. Herkesin yediği sıradan yemekleri yedim. Kaba elbiseler giydim. Devletin malı olarak, Müslümanların ihtiyaçlarını görmek için, bir köle, bir deve bir de kaftan kullandım. Vefatımdan sonra bunları Ömer’e gönder.”
Hazret-i Ömer’i çağırıp şunları söyledi: “Ben ümit ediyorum ki, bugün vefat ederim. Sen hemen halkı cihada davet eyle! Dinin emrini yerine getirmede size hiçbir musibet mani olmasın. Resulullahın vefatında benim ne yaptığımı gördün. Halbuki insanlar onun gibi bir musibet görmemişlerdi...”
Dediği gibi oldu. O günün gecesi akşam ile yatsı arasında hasret kaldığı Resulullaha kavuştu.






----------

“Her iyilikte ileridesin!..”

Hazret-i Ebu Bekir vefat edince, herkes ağladı. Hazreti Ali, ölüm haberini işitince, ağlayarak geldi. Kapı önünde durup şunları söyledi:
Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’tan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin.
Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşta, O’na en çok benzeyen sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi.
Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhta, O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi, O’nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Resulullahın yolunu tuttun.
Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, affedici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamayacağı bir dağ gibi idin.
Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allah bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun”
Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hazreti Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.



 
Üst