‘Dini tiyatro’ olur mu olmaz mı?

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
ENGİN NOYAN'A SORDUK!
23212.jpg

İslam’da tiyatro var mı yok mu?
Tiyatro Sanatçısı ve Yazar Engin Noyan ile konuştuk. Kompleksli hangi konu ne varsa sorduk. Bugünki konumuz: bale ve dans..




Öncelikle, şöyle bir yaklaşım sergileyelim. Dünyada herkesin Müslüman olduğunu düşünelim. Bale, bir sanat olarak, böyle bir sistemde kendine yer bulamaz, çünkü İslam açısından düşünüldüğünde, kıyafet, yapılan dans uygun değil. Doğru mu?
Tabi, büyük bir ihtimalle olmaz.



Dolayısıyla, İslam baleye karşı?
Belirli sebeplerden dolayı, anlaşılabilir gerekçelerle uygun görmez. İslamî bir sanat olarak yer almaz bale.



Peki, bu durumda, bale olmayacak dedik, resim-müzik-heykel-dans gibi sanatlara baktığımızda, bunlar da kısıtlanır, değil mi?
Tabi, zaten hayata baktığımızda birçok şey değişir. Hayatın geneline baktığımızda, yapılabilir gibi görülen şeylerin ne kadarı törpüleniyorsa, sanat da o kadar törpülenir. Ama İslam’da özellikle sanatta ‘şuna şuna bir şeyler yapalım’ diye bir planlama yok. Hayatın neresinde ne kuralı koymuşsa, sanatta da o geçerli. Aynı şey. Ama İslam sanatı kısıtlamaz. Onu tarif ederken, doğru ifade kullanalım. Âlemlerin Rabbi yüce Allah’ın (cc) dini İslam’dan bahsediyoruz. Onu bir netleştirelim. Çünkü bir de, bir İslam daha var yani, feodal yapının geliştirdiği, törelerle, vs ile gelişen bir “avam İslamı” var ki, o çok karıştırılıyor fakat ikisi aynı şey değil. Allah’ın (cc) yaptığı bütün kısıtlamaların, daha doğrusu bize kısıtlamaymış gibi gözüken sınırlandırmaların, bir tek amaca hizmet ettikleri kanaatindeyim. Bu amaç da, insanın zihnen ve bedenen bir bütün olarak özgürleşmesine hizmet eder. İnsanı kölelikten kurtarır. İnsanın özgürleşmesi, özgür iradesiyle tevhidi benimsemesi için, olmazsa olmaz şarttır. Özgür olmayan insan, dinî vecibelerini yerine getiremez. Fizikî vecibelerden bahsetmiyorum.



Ama sınırlı olan bir insanın özgür olduğunu nasıl söylüyoruz? Bu, özgürlüğü kısıtlamıyor mu?
İnsan zaten sınırlı bir varlık. Bir kere, her şeyden önce fiziğiyle sınırlı. Mesela 100 metreyi 1 saniyede koşamazsınız. 9.5, 9.4, 9.6 gibi koşabilirsiniz. Bir saniyede koşamazsınız. Çünkü ortada bir fizikî bedenimiz var. Bu bedenin havaya karşı direnci var. Bu bedenin yapacağı bir sürat var. Yani, biz limitli, sınırlı varlıklarız. En gelişmiş, en soyut mekanizma olan insan aklının bile sınırları var. Akıl çok kolay yanılabiliyor, çok kolay sapabiliyor, basit bir kimyevî müdahale aklın sınırlarını patlatıyor, akıl saçmalamaya başlıyor bir anda. Var olanı yok gibi görüyor, yok olanı var gibi görüyor. Adam bazı şeyler kurguluyor, binanın 325. katından kendini aşağıya atıyor, uçacağım ben diye. Bizim kuşağımız bunu yaşadı. Arkadaşlarımız yaşadı bunu, öldüler adamlar. Akıl normalde böyle bir şey yapmaz, ama akıl da sınırlı. Dolayısıyla biz zaten sınırlı varlıklarız. Allah (cc), bu sınırlı varlığın, bu kendi sınırları içinde özgür hareket edebilmesi için, başka hiçbir şeyin kölesi olmaması için, bazı kurallar, bazı sınırlamalar koyuyor.
Bu sınırlamaların gerekliliğini insan, kendi aklıyla bulamaz. İnsan aklının sustuğu yerde vahiy konuşur. Vahiy bize omlet yapmayı öğretmez, vahiy bize denizaltı gemisi yapmayı öğretmez. Vahiy bize teleskop yapmayı öğretmez. Vahiy bize, bu tür akıl yoluyla bulunabilecek şeyleri öğretmez. Eğer böyle bir şey olmasaydı, vahyi kabul etmeyen kâfirler, bilimsel yolla hiçbir şey yapamazlardı.
Bir omleti kötü yaparsın, ikinci defasında da kötü yaparsın, üçüncü defada doğru yaparsın. Eğer doğru yaptığını kayda geçirirsen, o doğru yaptığını herkes o kayıtları okuyarak, ondan yararlanarak doğru omlet yapabilir. Vahiy, aklın sustuğu yerde, aklın kendi imkânlarıyla çözüm üretme imkânına sahip olmadığı, çözüm ürettiğini zannettiğinde ise, ürettiği çözümün çok büyük bir ihtimalle yanlış olacağı devrededir. Vahiy bunun için var. İnsan, özgür olma eğilimindedir. Allah (cc), yaratanını bilme ve ona kulluk etme fıtratını insanın içine yerleştirmiştir. Çünkü her insanın kulluk etme eğilimi vardır, bu eğilim olmazsa rabbine kulluk etmez. Mühim olan o insanın kulluk etme eğilimini nereye yönlendirdiği. Esas sorun burada. İnsanların çok büyük bir kısmı, önce kendi nefislerine kölelik ederler. Onun zevklerine uyarlar. Allah (cc) bunun doğru olmadığını söylüyor. Hevâ dediği şey budur işte. Nefse uymak, budur. Hatta bununla ilgili çok çağrıcı bir ifade kullanır Kur’an’da, beni düz duvara tırmandıran ifadelerden birisidir o: “nefsini ilah edinme” ifadesi. “Rab” da değil, “ilah edinme”. Tapmak yani, ilah olarak. Çoğumuz bunu yaparız. Ama insanın, ilahî iradeyi kavrayabilmesi, varlık âlemiyle uyumlu ve o sistemin bir parçası olarak anlamlı bir hayat sürebilmesi için, bu iradeyi ortaya koyabilmesi için, özgür olması lazım.
Özgür olmayan insan, bu iradeyi ortaya koyamaz. Ama bizim özgürlük anlayışımız çok farklı. “Ben ne istersem onu yaparım”la başlar, maddeye bağımlı olmamak, patrona isyan etmek, devlete kafa tutmak, aileye kafa tutmak, ya da herhangi bir baskı sistemine kafa tutmak… diye devam eder. Ama böyle bir şey değil bu. Mübarek Kur’an, bunu çok daha büyük çapta anlatıyor. Bütün bu bağımsızlıkların, bütün bu kurtuluşların özünde yatan bir tek şey var. Allah (cc), çok çarpıcı bir ifadeyle, zihnim yanıltmıyorsa, Zariat suresindedir o, 56. ayettir üstelik; “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler/ibadet etsinler diye yarattım”. Bu ayeti kerimeyi doğru anlamak lazım.
Allah’ın (cc) hâşâ bizim namaz kılmamıza, bir takım gösterilerde bulunmamıza ihtiyacı yok. Ben şimdi kalkıp desem ki, “etmiyorum sana kulluk” desem, âlemlerin rabbi olan Allah (cc), karalar bağlayıp da, “bir kişi daha eksildi bizim kadrodan, demirbaş listesinden düştüm Hacı Engin Noyan’ı, bir daha o bana kulluk etmeyecek” mi diyecek yani? Allah’a (cc) kulluk etmemek mümkün mü? İnsan kendini anlatır canım, başka çaren yok ki.
Bütün varlık âlemi, rabbine kulluk eder sonuçta, rabbine müslimdir. Başka çaresi yoktur insanın. Allah bize diyor ki, “kendi iradenle karar ver”. İrade sahibi iki tane varlık var, aklı ve dolayısıyla iradesi olan. Birini biz bilmiyoruz, mübarek Kur’an bunun varlığından bahsetmese ve “bu vardır” demese, beni hiçbir kuvvet, bunların varlıklarına inandıramaz. Adına cin denilen varlıklar. Allah “var” dediği için ben zaten ona iman ediyorum. Yoksa cin görülemez, “cenne” olan, yani, üstü kapalı olan, demektir zaten. Ama bir şey biliyorum; bunlar var ve bunlar akıl, dolayısıyla irade ve bu sebeple de sorumluluk sahibi varlıklar. Bir de, benim türdeşlerim var, adına insan denilen. Beni hayvandan ayıran en büyük şey o, benim aklım iradem. Hayvan namaz kılmak mecburiyetinde değil, kulluk derseniz zaten ediyor. Bizden daha iyi kulluk ediyor. Şimdi, insanın bu varlık âlemindeki prensibi olan “Allah’a kulluk edebilme prensibi”ni iradesiyle yerine getirebilmesi için, özgür olması lazım. Allah’ın (cc) koyduğu bütün sınırlamalar, bizi özgürleştirici, bizi geliştirici sınırlamalardır. Bu sınırlamaların hiçbirini tanımamış olarak (ama tanımamışı bilmemiş olarak değil, bilinçli bir tanımamaktan bahsediyorum, “tanımıyorum seni” anlamında) hayatının çok büyük bir kısmını, bu sınırlamaların tamamını reddederek geçirmiş bir insan olarak söylüyorum bunu. Sonradan bu sınırlamaları yaşamaya başlayan ve bu sınırlamaların ne demek olduğunu idrak eden bir insan olarak söylüyorum.
Din insanı köleleştirmeye karşı. İnsanı köleleştiren her şeye karşı. Koyduğu bütün sınırlamalar onunla alakalıdır. Biraz ciddi incelediğiniz anda, görürsünüz bunu.
Yani, sonradan bu sınırlamaları yaşadınız ve özgürleştiniz?
Evet. Biz sonradan gelmeyiz ya, bize hâlâ mübtedî diyorlar. Biz sonradan gelmeyiz ya, hâlâ mü’min kategorisine terfi edemedik. Bizim gibi mübtedîlere sorarlar “Müslüman olmakla hayatında ne değişti” diye. En çok sordukları soru “nasıl oldu” sorusudur, hayatımızda ne değişti sorusu üçüncü sorudur. Benim verdiğim cevap hep aynıdır: “Özgürleştim”. Özgür bir insan oldum. Rahat düşünmeye başladım, olayları kavramaya başladım. Bunların hepsi, Allah’ın (cc) koyduğu sınırlamalar sayesindedir. Şimdi, bale sanatını içerden yaşamış bir adam olarak söylüyorum. Bale sanatı, her şeyi bir tarafa bırakalım, insan anatomisine %100 aykırıdır. İnsanın anatomik yapısını çarpıtır, bozar. Güzellik adına, estetik adına bozar. Bağışlayın, ben babanız yaşında adamım, daha rahat konuşurum yanınızda, bu durumun, Çinli kadınlar daha erotik kalça salınımı sergilesinler diye, ayaklarını küçücük yaşta cendereye sokarak deforme etmekten hiçbir farkı yoktur.
Bir adamın bale dansçısı olup olmadığını yüz metreden görsem hemen anlarım. Çatısının, yürüyüşünün bozukluğundan anlarım. İnsan, ondan sonra normal bir şekilde yürüyemez çünkü. Balede, bir bale dansçısı adayının ilk öğrendiği pozisyonu bir takdir edin. Gözünden yaşlar gelerek öğrenmek zorunda kaldığı birinci pozisyonu bir inceleyin. Sadece birinci pozisyondan bahsediyorum. Bunu incelediğinizde, insan yapısına fizik anlamında ne kadar aykırı olduğunu göreceksiniz. Diğerlerinden bahsetmiyorum bile.
O zaman, başta bahsettiğimiz, herkesin Müslüman olduğu bir dünyada dans da olmayacak?
Dans olur.
Yani, şimdiki formatlarıyla olmayacak.
Kim demiş onu canım?
Halkoyunları bile tehlikeli ama, kadın-erkek kol kola giriyor mesela..
Bir dakika. Sırf erkeklerin oynadığı halkoyunları yok mu?
O zaman kadına yasak..
Kadınlar kendi aralarında oynamıyorlar mı? Bir tiyatrocu olarak, hiç kına gecesine katılmadınız mı?
Ama orada, eşit bir sınırlamadan bahsedilmiyor. Erkekler her tarafta oynasın halkoyununu, kadınlar kendi aralarında oynasın, deniyor.
Niye? Gayet de eşit bir sınırlama var. Erkekler de her tarafta oynamasın canım. Erkekler niye kadınların karşısında oynuyor ki? Kadına tesettür var da, erkeğe yok mu? Bu ne ayıp bir şeydir yani. Erkeğin tesettür imtihanı, kadınınkinden bin defa daha zordur. Kadına, tesettür konusunda kural koymuş Allah (cc), ölçü belli orada. Erkeğe de hiçbir şey söylemiyor. Ama yok mu, var. Erkek de tesettüre riayet etmek mecburiyetinde. Ben tesettürü sadece fizikî bir örtünme olarak da ele almıyorum. Tesettür çok daha geniş kapsamlı bir şeydir. Edep örtünmesidir. Şimdi bir erkek, dans etmekle, karşısındaki kişiye erotik bir mesaj verir mi, vermez mi?
Dansa göre değişir sanırım.
Ama mümkündür. Ben, dans yoluyla birilerine erotik bir mesaj verebilir miyim?
Tabi, mümkündür.
Elbette. Şimdi deniyor ki, “erkeklerin kadınlar karşısında dans etmesinde bir mahsur yok”. Ne demek canım? Belki kadın o dansı izlediğinde bir erotik dalgalanma oluşuyor? Ben bu riske nasıl girebilirim ki? Hatta, erkek bir başka erkeğe de erotik mesaj verebilir. Bizim çok dikkatli olmamız gerekir. Mümin çok hassas olmalı. Büyük bir ihtimalle, danstaki soyut anlatımın feriştahını Müslümanlar yapacaktır. En üst zirveye onlar tırmandıracaklardır. Yazıyla, görselliği ve soyutluğu nasıl tepeye tırmandırdılarsa, aynı durum.. Görsel anlatımda, tablosal anlatımda “niçin Hz. Muhammed’in (sav)’in resmi yok” deniyor. Ötesi var. Sadece resmi değil. Ben onu okuduğum zaten sesinin tonu, yürüyüşündeki ahenk, hepsi bir arada. Büyük İslam peygamberi Hz. İsa’ya edilen zulmün haddi hesabı yoktur. Bir Müslüman sanat tarihçisi bir incelese, dünyada kaç çeşit Hz İsa (as)’ı resmettiğini söyleyen kaç çeşit resim vardır? Ben, amatörce küçük bir deneme yaptım. Sarışını var, esmeri var, zenci olanı var. Sarışının kendi içinde ela gözlüsü var, mavi gözlüsü var, kahverengi gözlüsü var, kara gözlüsü var. Esmerin içinde göz kategorileri var. Uzun boylusu var, kısa boylusu var. Kepçekulaklısı var, kargaburunlusu var. Çeşit çeşit var. Bu büyük İslam peygamberinin sureti bunlardan hangisidir canım?
Tabi, onların deyişiyle 2000 yıldan bahsediyoruz.
Biz de yaklaştık, 1500 yıldan bahsediyoruz. (Gülüyor) Dolayısıyla, bu durum insanın hayal gücünü kısıtlamaktan başka bir işe yaramaz. Hayal gücünü sınırlar sadece. Ama bende öyle bir şey yok. Ben eminim, ikimizin de kafasında Rasulullah (sav)’e ait bir görüntü vardır ve ikimiz de aynı görüntüye sahip olduğumuzu düşünürüz. Ama eğer ikimizin kafasındaki görüntüyü görselleştirmek mümkün olsaydı, çok da birbirine benzeyeceğini düşünmüyorum. Ama geneli itibariyle, biz ikimiz de Rasulullah’ın aynı görüntüsüne sahip olduğumuza eminiz. Ya benim sanatsal özgürlüğüm ne kadar gelişmiş ya, ne kadar ileri bir seviyedeyim. Bir ressamın kölesi değilim ben.
Ama, sonuç itibariyle, sınırlamamız var..
Bu sınırlamalar bunlardır işte. Müslüman bu sınırlamalara “ah keşke olmasaydı” gözüyle bakmaz. İdrak etmiş, imanını içselleştirmiş bir mümin ya da mümine “ah olmasaydı” diye bakmaz. O meşhur fıkrada olduğu gibi. Yani, seneye inşallah yaşayacağız onu, Ramazanda, yazın ortasında, ağzımız dilimiz şiştiğinde, damağımız kuruduğunda, lökür lökür su içen bir adamı gördüğümüzde, Karadenizli kardeşlerimize atfedilir, tenzih ederim tamamını, “ula dininizin gıymetini bilin” dediği.. Bir mümin böyle bir şey söylemez. Bir mümin dili ağzında şişmiş vaziyette, susuzluktan kıvranırken, bir insnanın şakır şakır su içtiğini gördüğünde, ona der ki, “Ah zavallı. Keşke sen de benim gibi olsaydın” Çünkü hayvan da su içer. Susadığı zaman su içmeme iradesini ortaya koyabilmek, insan denen varlığa mahsustur. Hiçbir hayvanı sorumlu tutamazsınız. Diğer insanlara da dua edersiniz, Allah size de hidayet nasip etsin, diye.
Sonuç olarak, “Müslüman baleyi sevmez” diyebilir miyiz?
Müslüman baleyi sevmez, evet. Çok uzun yıllar bale seyretmiş, baleye katkıda bulunmuş, bilfiil içinde bulunmuş bir insan olarak söylüyorum: Ben bugün bale seyretmiyorum, seyredemiyorum. Rahatsız oluyorum.


http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5325
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Dindardan tiyatrocu olur mu?
Dün Engin Noyan ile tiyatro ve balenin İslam toplumu içindeki yeri ve algılanmasınıdan sonra bugün 'dindar insandan tiyatrocu olur mu?' Sorusu çerçevesinde devam ediyoruz.

Peki, şimdi bir şey soracağım, ama bir cümlelik cevap istiyorum.
Ben çok mu konuşuyorum?
Yok hayır, cevaplar çok güzel, ama soru tuzak..
Ha, tuzak soru, o zaman tamam.
Dindar bir insandan tiyatrocu olur mu?
Olur, tabi hem de çok güzel.
Dindar bir insandan oyuncu olur mu?
Olur.
Dindar bir kadından oyuncu olmaz ama?
Olur.
Bu cevabı beklemiyordum.. Nasıl olur peki?
Bak güzel kızım, sen bana sordun, “Dindar bir insandan oyuncu olur mu” diye, insan dediğin zaman, ben kadını ve erkeği aynı anda anlıyorum. Dindar bir erkekten oyuncu olur mu? Tabi olur. Dindar bir kadından oyuncu olur mu? Vallahi olur. Şahane bir oyuncu olur hem de.
Ben dindarım diyelim ve sahneye çıkacağım. Anne rolü oynayacağım diyelim, ve oğlum rolündeki erkek de gelip rol icabı elimi öpecek, günah. Ya da, daha ileri gidelim, oyunlarda hayat kadınından tutun da, dine göre uygunsuz olan roller olmak zorunda.
Dindar bir mümine kadının, tıpkı bir dindar bir mümine erkek gibidir, ben bu konuda ayırım yapmıyorum. Ben Rasulullah’ın (sav) mescidindeki ilişki biçimini rehber edinen bir insanım. Ki, Allah da üstelik Tevbe suresinde, 71. ayette, müminleri ve mümineleri ayrı ayrı zikretmek kaydıyla ki mümin dediğiniz zaman içine mümineler dâhildir otomatikman, ama ayrı ayrı zikrediyor Rabbimiz, bizim ne mal olduğumuzu biliyor çünkü bizi yaradan o. Bizim orada numara yapacağımızı, kaçamak yol arayacağımızı gayet iyi biliyor. “bütün müminler ve mümineler birbirinin evliyasıdır, hükmü, yani birbirlerinin karşılıklı sorumluluklarını üstlenecek seviyede, en yakın dostlarıdır. Ama biz bunu ihlal ettik. Ayet hükmüne uymuyoruz. Bu ayet yokmuş gibi davranıyoruz. Onun için, ben aynı seviyede davranıyoruz. Mümin ya da mümine bir Müslümanın tiyatro oyuncusu olabilmesi için, onun tiyatrosunun inşa edilmiş olması lazım. Bina olarak değil. Teori olarak. Bir kere, şunu gözden geçirmemiz lazım:

Mümin Müslümanın tiyatrosu nasıl olur? Neler vardır, neler yoktur? Bunun teorisine dair bir malzeme yok elimizde. Mümin ve de mümine Müslümanın oynayabileceği bir tiyatro oyunu nasıl bir oyundur? Yani, kusura bakmasınlar da, “kızlar erkek kılığına girsin, efendim oynasın da, o zaman caiz oluyor” falan deniyor. Eğer bunu yapacaksak, bunun yöntemlerini araştıralım. Bıyık takılmış hatunlar sahneye çıkıp da, ince sesle konuşan erkek rolleri olmasın. Bunu yapacaksak, Brehctsel bir yabancılaştırmayla yapalım, üstüne gidelim yani, adını koyalım. Sonra bu, başını örtmek yerine peruk takmak gibi bir şey oluyor yani, hiçbir şey değişmiyor sonuçta. Bu Yahudilerin yaptığı bir hiledir. Bir insan ya başını örter, ya da başını örtmez, bu kadar basittir bu iş. Hile yapmak, numara yapmak yok yani. “Sahte saç gösteriyorum, kendiminkini göstermiyorum” diyorlar. Tesettürün ana ilkesine aykırı bir kere bu. Tesettür sana, başka bir şeyi söylüyor, temel bir şeyi söylüyor. Neyse, konumuza gelince, evet yapabilirler. Bunların şartları gerçekleştiği zaman, öyle bir tiyatro oyunu yapıldığı zaman, öyle bir tiyatral form ortaya koyduğu zaman..

Yani, tiyatro da sınırlandırıldığı zaman..
Elbette ki. Hayatı sınırlandırıyor din. Din nelere müdahale ediyorsa, tiyatro da bunun içinde. Yahu din benim meşru hanımımla olan ilişkime müdahale ediyor Allah (cc) yani, hayata, tiyatroya nasıl müdahale etmesin? Benim en özelime müdahale ediyor. Benim cinsel ilişkime müdahale ediyor, artık var mı bunun ötesi? Edecek tabii ki. Böyle bir tiyatro yapıldığı zaman, mümineler şahane işler başaracaklar. Oyunculuk sanatına yepyeni bir boyut getirecekleri kanaatindeyim. Mümin tiyatro oyuncularından, erkeklerin de yepyeni bir boyut getireceği kanaatindeyim. Benim bir manada, cahiliyemde rahle-i tedrisinden geçtiğim ve hâlâ da hayranlıkla birçok konuda fikirlerini takip ettiğim Bertolt Brecht’in tiyatroda yaptığı devrimi çocuk oyuncağı haline getirecek kadar, yeni bir kuramla, yeni bir tiyatro anlayışıyla ortaya çıkaracakları ve geliştirecekleri kanaati bende kesin.

Şu sıralar tiyatro ile uğraşıyor musunuz?
Uğraşmıyorum, uğraşamıyorum. İstemediğimden değil, hayır, imkan yok. Nerde yapacağız bunu? Müslümanların bir konservatuarı var mı? Müslümanların, tiyatro teorisini geliştirmek için uğraşan insanlara ayırdıkları bir vakıf, bir fon, bir destek var mı? Acaba bir müminin hayatında tiyatronun yeri nedir? Böyle bir şeye ihtiyacı var mı? İhtiyacı varsa, nasıl karşılayacağız? Belki de yok. Belki de, böyle bir şeye ihtiyaç duymuyor. Bütün bunları konuşmamız gerek. İşler bu yüzden yapamıyorum. Yani, bir dramaturgisini, bir teorisini geliştiren olmadığı için, tiyatro yapamıyorum, havada kalıyor. Bir kere bir denemesini yaptım, bir oyun yazdım. Ulvi (Alacakaptan) ile beraber yaptık o işi. Çünkü ben karşıydım. Müslüman kardeşlerimin tiyatro adına seyrettikleri şeyleri gördüğüm zaman, bunların tiyatro ile yakından uzaktan alakası olmadığı kanaati bende oluşturdu. Bunlar müsameredir daha ziyade, mektep müsameresi. Öbürleri de baktım daha çok komedi üzerine, komiklik üzerine kurulu. Yani, üç kişilik bir stand-up show gibi. Yani, bir tiyatro değil. Çok sağlam bir oyunculuk eğitiminden gelmediklerini gördüm. Birazcık kabiliyetleri var, o kabiliyetlerini kullanıyorlar. Kabiliyet, oyunculuğun alt yapısıdır, oyunculuk onun üzerine inşa edilir. Ama başka bir şey yok. Bir de, görsel şeyler var. Ağlama geceleri gibi..

Gözyaşı geceleri?
Evet. Bu, Anadolu Ateşi falan var ya, o tarz bir şey. Ama böyle olduğu kanaatindeyim. Muhteşem bir görsel şölen olduğu kanaatindeyim.

Evet, her taraf kıpkırmızıydı mesela bir sahnede, cehennemi yaşatmak için..
Yani, cehennemin kırmızı olup olmadığını da bilmiyoruz.

Ateşler vardı işte, sahneye ateşte yanan insan görüntüleri yansıtılmıştı.
Ateşin de muhtelif renkleri var tabi. Beyaz ateş de var, mavi ateş de var. O bir görsel şölen. Onun kendi içinde bir sistemi var. Bu işe onu dahil etmiyorum. Bizim bildiğimiz anlamda bir tiyatro şeyi yok. Yeterince araştırıp, yazıp istifade etmediğimiz çıktı ortaya. Ve işte o aralar ben bir oyun yazdım. Tiyatro olduğuna inandığım bir oyun yazdım. “Bence bu tiyatrodur” dediğim bir oyun yazdım. Suç diye bir oyun yazdım. Ve bu oyunu Ulvi (Alacakaptan) ile beraber yönettik, Ulvi de oynadı. Üç kişilik bir oyun. Merak edersen metnimi de getirdim yanımda, okuman için. Biraz alışılagelmişin dışında bir oyun. Çok seyirci rağbeti gördü ama tiyatrolar seyirci rağbeti ile ayakta kalmaz. Destek bulamadığımız için bırakmak zorunda kaldık oyunu. Yozlaştırabilirdik, ama yapmadık. Kaldı orda yani, benim tiyatro serüvenim, yani İslam’la şereflendikten sonraki tiyatro serüvenim bununla sınırlıdır.


 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Türk tiyatrosu oyun metinlerini araştırdım ve içinde dinî öğeler geçen oyunlara baktığımda, ilk batılı metin dediğimiz Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nden itibaren, dini çıkarları doğrultusunda kullanan insanları görüyoruz.
Hoca tiplemeleri hep bu şekilde.
Ya da dinî öğeler çok itici çizilmiş.
Bunda tek neden, yazarların dine bakış açıları mı?
Bir yazar durup dururken, “ben bu dinden pek hoşlanmıyorum ve bunu kötüleyeyim” mi diyorlar?


Yok. En başta söylediğim tarifi zihinlerimizde taze tutmak istiyorum. Ben bütün yazılarımda üşenmeden bunu böyle uzun uzun yazıyorum: Âlemlerin Rabbi yüce Allah (cc)’ın dini İslam’da olumsuz bir şey hâşâ olamaz. İnsan tarafından yozlaştırma eğilimine sokulan dinin içinde, o İslam’ın içinde her türlü münafıklık dibine kadar olur. Olmuştur da. Halen olmaktadır. Olmaya da devam edecektir. Bunun hiç lamı cimi yok. Bu iş böyledir. Din, insanın yumuşak yanı, en kolay yaralanacağı, en kolay darbe alacağı yer orasıdır. Dolayısıyla çok kolay istismar edilebilir. Olumsuz anlamda yapılabilir bu iş, olumlu anlamda da yapılabilir. Olumsuzdan kastım, din kötülenerek de yapılabilir, din yüceltilerek de yapılabilir. İnsanlar bu konuda hassastır. En aykırı adamlar bile bu konuda hassastır.
Bir kitap var, tavsiye ederim, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının Dine Bakışı. Ahmet İshak Demir’in Ensar Yayınları’ndan çıkan kitabı. O kitabı mutlaka okuyun. Orada, bu yozlaşma sürecinin toplumda nasıl bir yankı uyandırdığını, Abdullah Cevdet’lerden başlayarak, Hüseyin Cahit’lerde nasıl bir tepki uyandırdığını görmek mümkün. Dolayısıyla dinin bir kısmını yamuk yaşayan, dini çarpık yaşayan insanların yaptıklarını, toplum üzerinde ve kişinin üzerindeki olumsuz etkilerini görenlere karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Biraz da, sanatın üstlendiği misyonlardan biri de bu değil mi zaten? İnsanlara bir uyarı vermek, dürtü vermek. Söz gelimi, Cumhuriyet müsamerelerinde en çok kullanılan motiflerden bir tanesi, falakalı Kur’an kursu motifidir. Bu standarttır, değişmez. Böyle bir şey var mıdır? Evet, vardır. Kur’an kurslarında insanlar dayak yemektedirler, halen yiyorlar, yemeye de devam edecekler bu gidişle.
Peki, bu metod İslamî midir? Vallahi değildir. Elleri kırılsın. Kur’an öğrettikleri çocuğa el kaldıran hocaların tamamının elleri kırılsın ve bir daha hiçbir şey tutamasınlar, mushafı şerif dahil olmak üzere,. Kim olurlarsa olsunlar. Bu laneti okuyorum ben her gün onlara. Allah (cc) katında hesap veremeyeceklerdir. Rasulullah (sav) onların yüzüne bile bakmayacaktır. “Benden böyle mi öğrendiniz? Böyle mi öğrettim ben?” Mübarek vahyi hakkında akla hayale gelmeyecek en acayip sualleri soran insanlara, “Ben dili dönmedi diye o insanlara elimi mi kaldırdım? Hakaret mi ettim? Yüzümü mü ekşittim? Ben size örnek olamadım mı?” diyecek. İslam’ın olumsuz tezahürü olmaz. Olumsuz tezahür varsa İslam adına ortada, orda İslam yok demektir. Bu İslam’ın olmadığı, İslam adına sergilenen olumsuz tezahürlere karşı tepki tabiidir. Böyle olması gerekir. Bir bu var.
İkincisi, ideolojik endoktrinasyon var. Kendini mevcut statükodan ayırarak, daha ileri bir toplum haline gelmek için -ki, aşağılık kompleksinden kaynaklanan bir şeydir bu. O zaman ben geçmişle nasıl hesaplaşacağım? Geçmişi temsil eden, geçmişle alakalı bütün kurum ve yapılara, bütün insan modeline hakaret ederek, ben bunu aşağılayarak, yeniyi inşa edeceğim. Çünkü ben hakaret ettikçe insanlar onun gibi olmak istemeyecekler. Benim hayalim ve damadımın en büyük hayali şu anda bir camide imam olmak. Ben 57 yaşındayım, damadım 30 küsur yaşında. Biz ikimiz de farklı üniversiteler bitirdik. Biz çocukken niye buna heves etmedik? Çünkü bizim gözümüzde o mesleğin hiç prestiji yoktu. O aşağılanmış bir meslekti. Bizi öyle yetiştirdiler çünkü. Seyrettiğimiz filmlerdeki imamların hepsi aşağılık ve ******** adamlardı. Seyrettiğimiz tiyatro oyunlarındaki bütün tiyatro ile alakalı insanlar üçkâğıtçı, rezil, sahtekâr, aşağılık insanlardı. Okuduğumuz bütün romanlardaki din motifleri çirkindi ve iğrençti. Niye ben öyle biri olmak isteyeyim ki? Öyle biri olmak istemem.
Bu iki unsur, elbette ki sinemada olduğu gibi tiyatroda da, edebiyatın bütün alanlarında da kendini göstermiştir. Olumlu örnekler yok muydu? Vardı. Ama olumlu örnekler genellikle kendilerini ortaya koymazlar. İnsanlar da olumlu örnekleri arayıp bulmazlar. Öyle bir yetenekleri yok çünkü. Yani, rüyasında Rasulullah’ı (sav) görmek nasip olmuş biri, ortaya çıkıp da, “ben Rasulullah’ı (sav) gördüm” demez. Diyen, çok büyük ayıp yapıyor. Bu Allah’ın (cc) bir kuluna ikramıdır. Bir güzelliktir. Karşısındaki insanı perişan etmenin bir anlamı yoktur. “Sen gördün de, ben niye görmedim? Benim imanım zayıf mıydı” vesvesesini, şeytanın insanın kalbine sokmasına kapı açmak, edebe, Muhammedî terbiyeye girmez. “Ben Rasulullah’ı (sav) rüyamda görüyorum” diye ortalıkta dolaşan kim varsa, İslam ölçüsüne göre, edepsizdir. Edebe muhayyir davranış sergiliyordur. Aklını başına toplayıp, tövbe istiğfar edip, insanlardan af dilemesi gerekir. Seyret Rasulullah’ı, Rabbin sana ikram ediyor. (eliyle sus işareti yapıyor) Kibir kapısını açma.

Sümeyye Karaaslan sorularını yöneltti

http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5326
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
YENİ BİR MEDDAHLIK ŞART!


23216.jpg

‘Dini tiyatro’ olur mu olmaz mı?
Engin Noyan; dini tiyatro olmaz ama dini konular işleyen tiyatro olur, diyor. Bakın neler söylüyor..



Türk tiyatrosunda dini öğeler var, ve bunlar kötülenmişler, çünkü öyle görülen bir din anlayışı var. Mesela, tezde incelediğim bir Ahmet Rasim oyunu var, Falaka isminde. Yazarın anılarını Doğan Korkmaz oyunlaştırmış. Anılar hep falaka, camide geçen kötü anılar üzerine. Fakat, bir yandan şu da var, zamanında verilmiş fetvalar söz konusu. Sahneye çıkan, şu rolü yapan kişi ne olur, diye soruluyor mesela fetva makamına, imandan çıkmış sayılır, ve hatta karısı boş sayılır, denilmiş.
Şimdi, fetva, hangi tarihte, kim tarafından verilmiş? Suali soran kim? Fetvaların bilinmeden genelleştirilmesi, içine düştüğümüz en büyük hatalardan bir tanesi.
Ama, o dönem için baktığımızda, yeni bir sanat geldi ve böyle fetvalar verildi..
O zaman tiyatro adına Türkiye’de, yani Osmanlı mülkiyeti içerisinde sergilenen kepazeliklerin karşısında, o fetvayı ben de veririm. Adam gibi bir tiyatronun, adam gibi bir bakış açısıyla sergilenmiş bir oyunun karşısında, ben hiçbir muhdinin böyle bir fetva verebileceği kanaatinde değilim. Bir de ne uydurdular bakın, siz belki bunlardan arınmış olarak büyüdünüz ama biz böyle büyümedik. Biz cahiliye toplumundan geliyoruz, Ramazan eğlencesi diye bir şey uydurdular bize. Neydi Ramazan eğlencesi? TRT yıllardır bu gösterdi bize, siyah beyaz günlerinden beri.
Neydi Ramazan eğlencesi? Kantocu kadınlar. Sergiledikleri şey nedir, nedir kanto denilen şey? Sahneye çıkmış bir kadın, üstü başı İslam’ın hiç uygun görmediği bir şekilde açılmış, erotik bir dans eşliğinde, erotik metinler söylüyor. Ne zaman yapıyor bunu? Mübarek Ramazan’da. Mübarek Kur’an’ın nazil olduğu ayda, Müslümanlar böyle bir eğlence yapıyorlar, öyle mi? Ramazan eğlenceleri yok muydu? Vallahi vardı. Kim yapıyordu bu eğlenceleri? Mübarek Ramazanda hayatın geneline bir “dur” dendiği için, insanlar bir nefse yönelik bir hesaplaşma içine geldikleri için, böyle bir sürece girdikleri için, bundan nasibini almayan gayri Müslimler elbette ki sıkılıyorlardı, kendilerini eğlendirmek için, onlarca hiçbir mahzuru olmayan, onların itikadınca, dinlerince değil, itikadınca mahsuru olmayan bir takım görüntüleri seyretmeye gidiyorlardı. Onlara özenen ve dinî anlamda hiçbir duyarlılık sergilemeyen ama kendini Müslüman olarak tanımlayan bir takım zıpırlar da, onları seyretmeye gidiyorlardı. Yoksa mübarek Ramazanda, teravihten çıkacak da bir Müslüman, seksen kiloluk bir Ermeni kadının, affedersiniz kalçasını sallayarak, göğüslerini göstererek ettiği edepsiz şeyleri seyredecek, öyle mi? Böyle bir şey mümkün mü? Bunda hiç mantık diye bir şey yok yani. Bunu yapan varsa yani, teravih falan da kılmasın. Boş yere namaz kılmasına da gerek yok.
Dolayısıyla, o dönemde tiyatro olarak görülen şeyler, bu kepazeliklere karşı fetvalardır.
Şey gibi mi bu, matbaa ilk çıktığında bazı sebeplerce yasaklanmak durumunda kalınmış, sonradan serbest kalınmış..
Bir ihtimal. O müftü efendi, “Ben gidip bir tiyatro göreyim de, nasıl bir şeymiş, ona göre fetvamı vereyim” deyip de tiyatro nerede diye gidip o dönemin bu bahsettiğimiz oyunlarını seyretmişse, vallahi o fetvayı ben de veririm, kimse kusuruma bakmasın. (Gülüyor) Burada tanımları netleştirmek lazım. Ne o adamları suçlamak, ne de “İslam sana karşıdır” sonucuna varmak.
Peki, günümüzde şu anda hâlâ aynı duruşu savunanlar var. Mesela, hâlâ kadının pantolon giydiğinde erkekleştiğini iddia edenler var.
Hayır, kadınlar pantolon giyebilir. Kadınların pantolon giymeleri, erkeklerin pantolon giymelerine göre daha caizdir. Erkeğin fıtratına, biyolojik yapısına aykırıdır. Erkeğin pantolon giymesinin tek sebebi, binici kavimlerde, at binen kavimlerde bacaklarını korumak içindir. Başka hiçbir anlamı yoktur. Kadın pantolon giyer ve ona göre tesettürünü üzerinde uygular, ki aynı tesettür harfiyen erkek için de geçerlidir. Afedersiniz poposunun hatlarını gösteren bir pantolon giymek, bir kadın için ne kadar caiz değilse, bir erkek için de o kadar caiz değildir.
Hâlâ tiyatroyu caiz olarak görmeyen, kabul edilemez, diyen insanlar var.
Onlar var ve hep olacak. Geçin onları. Bu din bize Allah (cc) tarafından, kendi anlayışlarımızı geliştirebilme, ictihad kapısını açmıştır. Bunu yapabiliriz biz. Ama, kural şudur, İslam hukukunun sarsılmaz temellerinden biri olan, “İctihad ictihadı nakzetmez”. Bir ictihad, bir başka ictihadı bozmaz. Bir Hanefî fakih, kalkıp da, “Şurada yeni bir midyeci açılmış, İzmir usulü yeni bir midye yapıyor, ben bundan yiyebilir miyim” diye sorsa, “Tahrimen mekruh, katiyen yiyemezsin” demekle işi bırakırsa, halt eder. İmam-ı Azam’a göre böyledir, İmam-ı Şafii hazretlerine göre caizdir. Ben karides yiyebilir miyim, midye yiyebilir miyim, suali, biz Malezya’da doğmuş olsaydık, gündemimizde böyle bir fetva olmayacaktı. Biz, Hanefî İslamı’nın yaşandığı bir toplumda doğduğumuz için böyle endişelerimiz var. Dolayısıyla, bütün mesela gelip nereye dayanıyor? Dayatma noktasına dayanıyor. Benim ictihadım bu. Dayatamam ama. Tercihini yaparsın. Ya buna uyarsın, ya buna uyarsın. Müminler birbirlerine güvenecekler. Bütün mesele orada.
Üniversite eğitiminizi almadan önce, bazı hassasiyetlere sahip olsaydınız, yine tiyatro eğitimi alır mıydınız?
Tiyatro eğitimi almaya ben biraz yönlendirildim açıkçası. Benim aslında hayatımın hedefi falan değildi. Ben aslında arkeoloji, sanat tarihi okumak istiyordum. Beni ilgilendiren alan buydu. Allah taksiratını affetsin, Haldun Taner, ben onun eline doğup büyüdüğüm için, benim Haldun amcamdır o. Gençliğinde bir ara sanat tarihi okuyan biri olarak bana dedi ki: “Sen deli misin, senin gibi kabiliyetli bir adamın, bir sanat tarihçisi gibi, tamamen pasif olan, arkeoloji gibi, gürültüsü patırtısı olmayan bir alanda olması ne kadar yanlış. Sen tiyatro oku. Çünkü sen yetenekli bir adamsın. Yaparsın” ve ben o şekilde tiyatro okudum. Bugün bir mümin ya da mümine bir Müslüman bana gelip sorsa, ki soranlar oluyor. “Hacıamca, biz tiyatro okumak istiyoruz, ne dersin?” Bir amatör, mini fetva arayışı içindeler. Ben fetva makamı değilim, görüş belirtebilirim ancak. Onlara şunu söylüyorum, dramaturgi, yani tiyatro bilimi ile ilgili alan, Ankara Dil Tarihte, İstanbul’da, İzmir’de, o alanlarda okumak istiyorsanız, mutlaka okuyun. Buna ihtiyaç var. Bu alanda söz sahibi Müslümana ihtiyacımız var. Fikir beyan ettiği zaman, “kusura bakma, ben bunun mektebini okudum” diyecek adama ihtiyacımız var. Konservatuarda okumanızı ve oyunculuk eğitimi almanızı, hâlihazırdaki konservatuar yapılanması içinde, uygun görmem, derim. Müslümanlar kendi konservatuarlarını kurdukları zaman, elbette ki oyunculuk eğitimi de alabilirler.
Son olarak da, dinî tiyatroya bakalım. Bir zamanlar, 90’ları kastediyorum, dinî tiyatro diye bir şey var mıydı? Ya da şimdi var mı?
Aslında, tiyatronun özüne doğru inersek birazcık, tiyatro zaten dinî bir şey. Bir ritüel aslında tiyatro. Tiyatronun çıkışı o. Özünde böyle bir şey var yani. Ama, dinî tiyatro demek yerine, dinî konuları ele alan tiyatro demek daha doğru olur. Ki, olumlu ve olumsuz yönleriyle tiyatroyu ele alanlar var. Biz olumlu yönleriyle bakanları konuşuyoruz. Elbette böyle tiyatrolar var, ama, benim bu tiyatroları çok fazla seyretmişliğim yok. Birkaç tanesini hasbelkader gördüm ve rahatsız oldum. Tiyatro bir kere, tiyatro ortamında olmalıdır, sinema salonunda tiyatro olmaz. Parkta tiyatro oynanır. Açık havada, sokakta tiyatro oynanır. Feriştahı oynanır. Deniz kıyısında, plajda tiyatro olur. Ama, sinema salonunda tiyatro olmaz.
Dolayısıyla, bu konuda yetersizlikler çok ciddi sorun galiba.
Yetersizlikler.. Hep aynı yere geliyoruz, metodoloji eksikliği. Yani, kendi teorimiz, kendi dramaturgimiz, oyun teorisi, sahne teorisi, oyunculuk teorisi henüz oluşmadığı için, müslümanların yapabildikleri, en azından Türkiye’den bahsediyorum, din temalı tiyatronun henüz oluşmadığı kanaatindeyim.
Peki, yapılır mı?
Niye yapılmasın? Oturur insanlar, bir araya gelir, yapar. Ama buna zaman ayırmak lazım. Yani, “hadi bakalım benim aklıma geldi, böyle yapalım” değil. İnsanlar oturacaklar, zaman ayırıp düşünecekler, nasıl olması lazım, diye. Sözgelimi, senin tezinde de var sanırım, benim kanaatim oraya doğru yönleniyor yavaş yavaş, meddah anlatımını bugün çok çarpık şekilde kullanıyorlar. Tamamen yanlış. Meddahın modifiye edilmiş, geliştirilmiş şekliyle, dinî metinleri, dinî bir görsel-işitsel sanat haline dönüştürmenin aracı olabileceği kanaatindeyim. Yeni bir meddahlık teorisinin geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim ben. Çünkü insanlar dinler.
Biraz uç noktada bir şey söyleyeceğim ama olsun, söylenebilir, camilerdeki vaizlerimiz, biraz meddahlıktan nasiplerini almış olsalardı, Cuma vaazlarında caminin dörtte üçü horul horul uyumazdı. Bu kadar basit. Hatta ben bir ekip kurmaya karar verdim bir ara. Uçuyorum ya ben teorilerle falan, bir takım adamlar yetiştirelim dedim, genç, konservatuar eğitimi almış insanlar. Konservatuardan kastım, oyunculuk bilen kişiler. Bunları yaz mevsiminde kahvelere gönderelim, meddah olarak, gelsinler, oraya otursunlar. (Kendisi de meddah taklidi ile oturuyor). Desinler ki, “Hz. Ali efendimiz bir gün şöyle dedi…” “Çaylar benden, kahveler benden” diye başlasın anlatmaya yani..
Ekmek Teknesi dizisindeki Heredot Cevdet tiplemesi gibi mi?
Bilmiyorum o tiplemeyi.
Hasan Kaçan’ın yazdığı ve oynadığı bir tiplemeydi. Kahvede hikaye anlatan bir tipleme..
Ha evet, çok methettiler fakat izlemedim o diziyi. Demek ki, aklın yolu bir.
Bir gün yolda bir genç kız görmüşsünüz, üzerindeki siyah tişörtte İngilizce olarak ahlakdışı bir sözler yazıyormuş. Siz de, madem böyle bir şey var, bunun İslam’a uygununu yapalım, dediniz ve siyah tişörtler bastırdınız, üzerinde İngilizce “peygamberimi seviyorum” ya da “kuran oku, dinini şarj et” gibi sözler yazan. Tiyatroda da, madem var, bunun da kendimize göre olanını bulalım, mı dediniz?
Bakmamız lazım, biz bunu yapabiliyor muyuz, diye. Nasıl yani, yapmayalım mı? Bakın baleyi yapamayız, o belli. (Gülüyor) Ama bu, bizim yapabileceğimiz bir şey. Mesela, rap denilen müzik nedir? Kafa tutma müziğidir yani, a’dan z’ye argodur yani. Şimdi, müslümanda şu kaygı var, “acaba ben şarkı söylersem, bu durum caiz mi” Ama bu rap müzikte, “bu teknik ve İslamî açıdan bana yakın” dedi herif. “Şarkı söylemiyorum ki, diyebilirim bazı fetvalara karşı.” Ne yaptılar? Gençlerin arasında, Müslümanların arasında en yaygın olan müzik rap müziği oldu. Aynı metotla, aynı teknolojiyi kullanarak. Ama o herifin yaptığı gibi affedersiniz uygunsuz şeylerden bahsetmiyor da, elini kalbine götürüyor. Yapıyor!
Ya da, onların Tarkan’ı varsa, bizim de Sami Yusuf’umuz var, gibi bir durum mu?
Onu bilemem.
Bale yok, resim-müzik kısıtlı, sanki biz ve onlar gibi bir ayrım oluyor burada..
Ama kusura bakma güzel kızım, mübarek Kuran söylüyor bunu. Şimdi bir dakika yani, biz hayata hangi perspektiften bakacağız? Demokrasi ve insan hakları perspektifinden mi, Kuran persfektifinden mi bakacağız? Kuran’ın demokrasi ve insan hakları persfektifiyle, beşer tarafından oluşturulmuş bu perspektifin özdeşleşen yönleri var, ona aykırı olan yönleri var. “Dûnunuzdakiler” diyor Allah (cc). Al-i İmran 118’de, “Dûnunuzdakileri sırdaş edinmeyin” diyor. Dûn ne demek? Aşağıda olan, sizden daha aşağıda olan, demek. Dûnya gibi. Kim bizim dûnumuzda olanlar? Bütün gayrimüslimler. Hristiyan bilmemne falan değil, gayrimüslimler. Rabbine teslim olmamış kaç kişi varsa, hepsi bizim dûnumuzdadır. E, ama bu insan haklarına aykırı! Öyle mi?
Evet, aykırı.
Ama Allah (cc) diyor ki, izzet ancak Allah’ın, Rasulünün ve müminlerindir diyor. Yani, bir Budist izzet sahibi değil mi? Kur’an’a göre yok. Yani biz, ölçüyü nereden aldığımıza karar vermek zorundayız. Allah (cc) diyorsa, öyledir. Bunun adı imandır işte. Ben o ayet-i kerimeyi ilk okuduğumda, Al-i İmran 118’den 120’ye kadar giden bir bölümdür o başlı başına, adamın tüylerini diken diken eder yani. İlk sorduğum sual şu oldu: “Rabbim, bizim Bohor’un annesi de dahil mi buna? Aynı mahallede büyüdüğüm gayri Müslim çocuğun annesi. Beraber çorba içtik, ben onların evinde kaldım. Bisikletten düşüp, kafamı yardığım zaman onların anası beni hastaneye götürdü, dikiş attırdı. Bana şefkat gösterdi, hediye eksik etmedi. Evimize girip çıkardı, o da mı dahil?”
Dâhil miymiş?
Allah diyor ki, evet.
Yaptıkları bütün iyiliklerin hepsini çöpe atıyoruz.
Biz değil. “Boşa gider” diyor. Dört tane ayet var bu konuda. Çünkü Asr suresi denilen, İmam-ı Şafii Hazretlerinin “Mübarek Kur’an’dan başka hiçbir şey gelmemiş olsaydı, bu yeterdi” dediği sure var. Söylerken tüyleri diken diken oluyor insanın. Bunu bir adam söylese, tavır koyarlar. “Sen vahyin geri kalanını inkâr mı ediyorsun?” diye. Dikkat edin, o surede iman ile salih amel bir arada zikredilmiştir. İman var, salih amel yok, hayırlı yolculuklar! salih amel çok, iman yok, hayırlı yolculuklar! Allah (cc) bizim hoşumuza gitsin, bizim işimize gelsin diye kuralları koymuyor. O kuralları koyuyor, o kurallar bizim işimize gelse de, hoşumuza gitse de, gitmese de, biz ona iman edeceğiz. Emin olacağız. Bakın meallerde, iman yerine inanç kelimesini kullanıyor bazıları. Çok büyük bir hata. İnsan yalana da inanır, ama yalana iman etmez. Emin olması lazım. O öyle diyorsa, öyledir, bitti.
Röportaj için çok teşekkür ediyorum.
Ben teşekkür ederim. İşlerinizde başarılar.

Sümeyye Karaarslan


http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5327
 
Üst