Dinden Gittikçe Uzaklaşıyorum.Acil önerilerinize ihtiyacım var?

Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Risale i Nur okuyun.. Bütün suallerinizin cevabını bulacaksınız..
 

era

Asistan
Katılım
4 Ocak 2011
Mesajlar
487
Tepkime puanı
82
Puanları
0
benim para düşkünlüğüm aşırı derece var yani öyle bir giysi alayım,bir ev alayım felan değil 10 tl varsa niye 20 tl değil 20 tl varsa niye 30 değil diye para hırsı var(sonu olmayan para hırsı).genelde para hırsı olan insanlar cimri olur ama cimride değilim.bu para hırsının nedeninide aslında maneviyata uzak olmama bağlıyorum.çünkü etrafımdaki insanların sürekli söyledikleri söz "paran olmazsa kimse sana selam vermez!" Allah'a şükrediyorum gerçekten durumumuz öyle kötü değil geçmişe göre çok çok iyi ama işte insanoğlu açgözlü.annem,babam yorucu bir işte çalışıyor ben şuan özel bir durumdan dolayı çalışamıyorum.onları yorgun görünce "Allah'ım şu patronlar bizden daha mı iyi müslüman,niye onlar bizim yanımızda değilde biz onların yanında çalışıyoruz" diye soruyorum.sonra diğer insanlar aklıma geliyor benden çok daha dindar olan ama çok daha fakir olan.sonrada böyle düşündüğüm için çok pişman oluyorum isyan ettiğimi düşünüyorum :( Allah'a çok çok şükürler olsun geçmişe göre gayet iyiyiz ama benim karakterim doyumsuzluk galiba :(

Sizn probleminiz Allah Teala ile ve de özellikle er-Rezzak, el-Adl isim ve sıfatlarıyla. İstediğiniz kadar sohbet ortamlarına girin, namaz kılın ..vs tüm sıfatlarla beraber zikrettiiğim bu sıfatları sağlam bir kaynaktan iyice öğrenip sindiremedikten sonra hangi ameli yaparsanız yapın, canınızı sıkan en küçük bir durumda aynı kalp halini yaşamanız kuvvetle muhtemel. Ateist ve deistlerin ayağınının kaymasına sebep olan bakış açılarından biridir bu. Ancak Allah Teala'nın sıfatlarını iyice belledikten sonra gerisi gelebilir.

Allah Teala yardımcınız olsun ve kendi yolunda gayretinizi artırsın.
 

rey_joven

Üye
Katılım
27 Kas 2010
Mesajlar
8
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
33
Cevaplarınız için teşekkür ederim.Allah razı olsun.
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
bu konunun yeri burası bilemiyorum. Küçükken çok inançlı biriydim.camiiye gitmeyi,namaz kılmaya çok hevesliydim.namaz kılmaya bir başlar geri bırakırdım.sonra başka bir şehire taşındık.yaşadığım ortam değişti.oruç tutmayan,namaz kılmayan çok olduğu bir okula gittim.yani örnek vermek gerekirse eski yaşadığım şehirde oruç tutmayan birisini görünce insanlar şaşırırdı.şimdi yaşadığım şehirde ise tam tersi diyebilirim.namaz kılmak istemiyorum,oruç zorla tutuyorum
Esselamu aleyküm
Muhterem kardeşim bende sizin gibi dinimi gerektiği gibi yaşayamıyorum amma Allaha şükürler olsun ki; Rahmeti sonsuz bir Rabbim ve onun hayatımızı hayatlandıran Kur'an-ı Muciz-ül Beyanı var, ümmeti için hertürlü fedakarlığı göstermiş olan ve mahşerde yine yanlız ümmetini düşünen Hazreti Resul-u Zişan (Aleyhissalatü Vesselam) Olan Efendim ve onun sünnet-i seniyyesi var, iman ve Kur'ana hizmet için hem bu dünyasını hem gerekirse ahiretini feda eden Üstadım Bediüzzaman
Hazretleri ve Asar-ı Bergüzidesi olan Risale-i Nurlar var, İslamiyeti dünyaya duyurma ve Ruh-u Revan-ı Muhammediyi dünyanın her tarafında yankılnması için yaşayan ve çırpınan Hocam ve onun pırlanta kıymetinde eserleri ve sohbetleri, vaazları var.

Bunlardan istifade etmeye çalışıyorum.
Şimdi Hocamın sizin sorunlarınıza çözüm olabilecek bazı ifadelerini arzederim:
İnsanın tabiatıyla, tabiatında mündemiç olan bir kısım duygularla dünyanın cazibedar güzellikleri arasında ciddi bir münasebet, uzlaşma ve uyuşma söz konusudur. Bu inkâr edilemez bir vakıadır. Bu sebeple insanı; dünyaya, dünyanın his ve heves yörüngeli aldatan yüzüne davet eden dâî, sebep ve saik hakikaten pek çoktur. Hatırlayacağınız üzere; Üstad Hazretleri de, yaşadığı dönem itibarıyla Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden bir anlayışın şahs-ı mânevisine hitap ettiği bir yerde bu hakikati ele alır ve şöyle der: “İnsanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâîleri var. Hâlbuki bâkî olan ahirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu bîçâre millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-i himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâîleri susturup, çoklara yardım etsen şeytana arkadaş olursun.”
Demek ki dünyanın bu cezbedici güzellikleri sürekli olarak, insana, insanın tabiatında bulunan bir kısım duyu organlarına, zahir ve batın havassına hitap etmekte ve onu kendine çağırmaktadır. Ayrıca, dünyanın bu veçhesi ile ukbâ arasında bir zıddiyet olduğundan, insanı, dünyanın cazibedar güzelliklerine çağıran bu dâîler, aynı zamanda onu, ahiretten alıkoyan, uhrevîlikten uzaklaştıran unsurlardır, diyebiliriz.
Dünya Kelimesinin Etimolojisi
Esasında “dünya” kelimesinin etimolojik yapısı incelendiğinde, dünyanın insan üzerindeki bu cezbedici müessiriyetiyle kelimenin yapısı arasında çok ciddi bir münasebetin var olduğu görülür. Çünkü lügat âlimlerine göre dünya kelimesi; ya “yakın olmak” mânâsına gelen “dünüv” kökünden ya da “alçaklık, kötülük” mânâsındaki “denâet” kökünden türetilmiştir. Eğer kelimenin “dünüv”den geldiğini kabul edecek olursak dünya, “en yakın” mânâsına gelmektedir. Bu en yakın hayatın ardından gelecek olan hayata ise, “sonraki hayat” anlamında “ahiret” denilmiştir. “Öteki” mânâsına gelen “uhra” kelimesi de dünyanın mukabili olarak “ahiret” anlamında kullanılmıştır. İşte buna göre dünya, insanın yanında, yakınında bulunan; ahiret ise ötede olan ve ötekidir. Dolayısıyla insanın yakınında gördüğü, yakınında bulduğu veya yakinen tanıdığı bir şey, onu daha fazla etkileyip tesir altına almakta, büyüleyip kendine cezbetmektedir. Demek ki insanoğlu, efsununa maruz kalıp büyüsüne kapılacağı ölçüde dünyanın yakınında durup yakınında bulunmaktadır. İşte bu sebeple de ona “en yakın” mânâsında “dünya” denilmiştir.
Dünya kelimesinin “aşağılık” mânâsına gelen “denâet”den türediğini kabul ettiğimizde ise ahiret ûlâ (en yüce, en yüksek), dünya ise denî (alçak, aşağılık) mânâsına gelir. Her iki mânâ birleştirildiğinde, dünya, “insana çok yakın bulunan bir denî” şeklinde ifade edilebilir.
Dünyanın Üç Yüzü
Ancak dünyayı sadece heva ve hevese, beden ve cismaniyetine bakan yönü ile ele alıp değerlendirmek de doğru değildir. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri’nin o enfes ve ufuk açıcı yaklaşımını hatırlayabiliriz. O, dünyanın üç yüzü olduğunu ifade edip şu tespitlerde bulunur:
Dünyanın bir yüzü, Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Bu açıdan dünyaya bir meşher, bir seyrangâh; tekvinî emirler mecmuası bir kitap, bir seyahat gemisi; mârifetullaha, muhabbetullaha açılan bir liman ve bütün bunların neticesinde Rabbimizi derin derin murâkabeye alabileceğiniz bir koy nazarıyla bakılabilir. Bu veçhesiyle dünya, Allah’ın (celle celâluhu) sonsuz güzelliklerine, güzelliklerinin tecellilerine sahne vazifesi görüp O’nun muhabbetine vesile olduğundan mezmum değil aksine sevgiye layıktır.
İkinci yüzü ahirete bakar. Bir hadis-i şerifte de ifade buyurulduğu üzere “dünya ahiretin tarlasıdır.” Burada ekilen şeyler orada biçilecektir. Yol azığı burada tedarik edilir, Cennet’in o nuranî aksesuarları burada hazırlanır ve ebedî saadet bu dünyada kazanılır.
İşte bu her iki veçhesiyle dünya sevilmeye layıktır. Çünkü bu veçheleriyle o, mü’mini Allah’a götüren, Allah’a yükselten ışıktan bir merdiven ve nurânî bir helezondur.
Üçüncü yüzü ise, insanın fâni heva u heveslerine bakar. Bu yönüyle dünya kesiftir, maddîdir, cismanîdir. Geçici ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah’tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felakete sürükler. İşte dünyanın bu yüzü ile insanın tabiatı, arzu ve hevesleri arasında ciddi bir alâka ve irtibat vardır. Eğer insan dünyanın bu veçhesine karşı iradesini kullanmaz, arzu ve isteklerini meşru daireyle sınırlı tutmaz ve kendini heva ve hevesin serazad atmosferine salıverirse her zaman için zebil olup gitme tehlikesiyle karşı karşıya demektir.
Çünkü –daha önce de değişik vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi– insanın yoldan çıkıp dalâlete sürüklenmesi üç ihtimalden iki ihtimaldir. Doğruyu bulup doğruya yürümesi, ardından doğruyla buluşması ise üç ihtimalden bir ihtimaldir. Şöyle ki, bir insan, iradesinin hakkını vermez, doğru yolun gereklerini yerine getirmez, yamuk yumuk hareket ederse onun dalâlete gideceği muhakkaktır. İkinci olarak, insan olduğu yerde durup âtıl kalırsa onun yine dalâlete gitme ihtimali vardır. Geri kalan bir ihtimal ise, insanın iradesinin hakkını verme, kendini zorlama ve böylece hidayete mazhar olma yoludur. Evet insan, bir ihtimalle hidayete ulaşır. Fakat o, bu ihtimal ve alternatifi kullanmazsa, bu defa iki alternatifle dalâlete sürüklenmeyle karşı karşıya kalır. Demek ki insanın doğruyu bulup o istikamette hayatını sürdürmesi çok ciddi bir cehd ve gayret istemektedir. Bu durum, atmosferin yüksek tabakalarına yükselme veya feza-yı ıtlaka ulaşma ve böylece yerkürenin cazibe ve çekiminden sıyrılarak mesafe kat’ etme gibi zor bir iştir. Bu ise hiç şüphesiz belli bir enerji sarfını gerektirir. Hâlbuki yerde dururken enerji sarf etmeye lüzum yoktur. Ölüler bile yerde durabilmektedir. Bilindiği üzere arz, cesetleri havaya fırlatmıyor, aksine tutup bağrına çekiyor, hatta zamanla –esbap dairesi içinde– kendisine benzetiyor, çürütüp toprak yapıyor.
İşte nasıl ki, yerin sürtünme engelinden veya yer çekimi tesirinden sıyrılmak için özel bir donanıma ihtiyaç vardır. Aynen öyle de kalb ve ruh ufkunda seyahat gerçekleştirebilmek için de mânen hususî bir kısım teçhizatla donanmaya ihtiyaç vardır. Öyle ise insanın, daha başta, dünyanın bu veçhesiyle beşerî arzu ve heveslerinin ciddi bir münasebetinin bulunduğunu ve tabiatında dünyanın bu yüzünün ağır bastığını bilip kabul etmesi gerekir. Bu sebeple o, iradesinin hakkını vererek dünyanın Allah’a ve ahirete müteveccih güzel yanlarına bakmalı ve bu istikamette sürekli bir cehd ve gayret içinde olmalıdır. Aksi takdirde o, dünyanın dünyaya bakan veçhesinin çekim gücüne kapılarak gidip yere çakılabilir.
İnziva ve Başkaları İçin Yaşama
Şimdi böyle bir tehlikeden kurtuluş için, tarih boyu Halvetîler gibi münzevî bir hayat yaşayanlar, mağaraya çekilenler olmuştur ve böyle bir tercih bir yönüyle insanın şahsî hayatı adına bir kurtuluş da olabilir. Fakat bilinmesi gerekir ki, bu, mutlak değildir ve insan için her zaman bir kurtuluş vesilesi olmayabilir. Mesela Üstad Hazretleri, Erek Dağı’nda mağaraya çekilmiştir ama onu orada rahat bırakmamışlardır. Şimdi düşünün; eğer Üstad Hazretleri, mağarada geçiriyor gibi hayatını gayet nezih ve kamilane bir bakış açısına göre tanzim etmemiş olsaydı, Van’dan alınıp sürgüne gönderildiği ve inziva dışı bir hayata mecbur bırakıldığında o baş döndürücü seviye ve kıvamını koruyabilir miydi? Fakat hayatı şahit ki, o, ömrünü mağaradaki inziva hayatından daha nezih ve daha seviyeli bir şekilde geçirmiştir. Kendisi de hamd ü şükrün bir ifadesi olarak bu duruma “Erhamü’r-râhimîn, bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faydasını verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini, zayıf vücuduma yüklemedi.” sözleriyle işaret eder. Evet Üstad Hazretleri, sürgüne maruz bırakıldıktan sonra, belki zindanlar, takipler, mahkemeler, adliyeler peşini bırakmamıştır ama o, has ve halis talebeleri içinde, bakım görümü onlara emanet bir şekilde hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye ait Nurlar’ı neşrederek kalb inşirahı içinde nuranî bir hayat yaşamıştır.
Ayrıca bilinmesi gerekir ki, inzivayı seçip orada mânevî rahat arayan insanlar mücadele zeminini yok ettiklerinden terakkilerine esas teşkil edecek, zemberek olabilecek bir dinamiği yok etmiş olurlar. Nasıl ki, vücudumuz, bir kısım virüslerle tanışmadığı zaman, mukavemet sistemi gelişmiyor, küçük bir mikrop karşısında dahi yere serilebiliyor; aynen öyle de mânen mücadele içinde olmayan bir insan günah virüsleri karşısında hemencecik kalb ve ruh hayatında felç yaşayabilir.
Bir menkıbede bu husus ne güzel ifade edilir. Anlatılanlara göre iki Hak dostu kardeş vardır. Bunlardan birisi dağ başında tek başına inziva hayatı yaşamakta, diğeri ise halkın içinde dinini yaşayıp hak ve hakikate tercüman olmaya çalışmaktadır. Münzevî kardeşin, bezden yapılmış bir filesi vardır. Bu zat, o filenin içine yiyecek ve içeceklerini koyup mağaranın ön tarafında bir yere asmaktadır. Neden sonra fark eder ki, Cenâb-ı Hak kendisine sebepler üstü bir ikramda bulunmuştur. Çünkü o sıvı şeyler zamanla fileden sızıp akabilecekken herhangi bir sızmaya rastlamamıştır. Ve bir gün o zat şehirde bulunan kardeşini ziyarete gider ve kardeşinin de benzer bir ikram-ı ilahiye mazhar olduğunu görür. Münzevî zat, kardeşinin yanında günlerini geçirirken, şehrin o şatafatlı hayatı hemen tesirini göstermiş ve evin dış tarafında asılı duran filesi su sızdırmaya başlamıştır. Hâlbuki kardeşinin filesinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. O zaman anlar ki, kardeşi, hem başkalarının kurtuluşuna vesile olmakta, hem de iradesinin hakkını vererek şehrin içinde hayatını sürdürdüğü için değişik virüslere karşı çok ciddi bir mukavemet sistemine sahip bulunmaktadır.
Bu mülâhaza ve yaklaşımlardan inziva yolunu bütün bütün nefyettiğimiz, yok saydığımız mânâsı çıkarılmamalıdır. Biz bu mülâhazalarla sadece inzivanın mutlak mânâda herkes için objektif bir kurtuluş yol ve metodu olmadığına dikkatleri çekmek istedik. Yoksa tarih boyu, nefis terbiyesi yolunda, seyr u sülûk-i ruhanînin bir faslında inzivaya kapanıp bu sayede gözünü, kulağını, dilini, dudağını, masivadan çekerek tamamen mârifetullah ve muhabbetullah ufkuna açılan ve o istikamette kemale yürüyen hakikat yolcularının bulunduğu inkâr edilemez bir vakıadır. Hem o yolcular daha sonra tedricen dünyaya da alıştırılmış ve böylece o şartlarda da kıvamlarını korumasını bilmişlerdir.
Kurtarma Yolunda Bulun ki Kurtuluşa Eresin
Ne var ki ömrünü hep bir münzevî olarak geçiren kişinin, umumiyet itibarıyla insanlara hak ve hakikati duyuramadığı, ferdî kurtuluşa mazhar olsa bile, bir başkasının kurtuluşuna vesile olamadığı da ayrı bir vakıadır. Hâlbuki mü’min sadece kendi kurtuluşu hesabına değil başkalarının kurtuluşu için de çalışıp çabalayan, didinip duran insan demektir. Ve böyle bir vazife inanan insan için bir mükellefiyet ve bir vecibedir. Hatta bizim felsefemize göre kurtulmanın yolu, kurtarma niyet ve azminden geçer. Birilerini kurtarmaya kendini adamışsan Allah da seni kurtarır. Evet, kurtar ki, sen de kurtuluşa eresin; kurtarma yolunda bulun ki, kurtuluşa mazhar olasın. Bu ise halkın içinde Hak’la beraber olmak, tasavvuf diliyle ifade edecek olursak celvetiliği halvetiliğe tercih etmekle ulaşılabilecek bir ufuktur.
Bu mevzuda üzerinde durulması gereken diğer önemli bir nokta da, insandaki inziva temayülünün kimi zaman sorumluluktan kaçma, ferdî olarak rahata erme istek ve eğiliminden kaynaklanabileceği hususudur. Edirne’de vazife yaparken, halvetî anlayışına mensup bir zatın camiin penceresine birkaç mısra nakşettiğine şahit olmuştum. O mısralar dikkat çekmeye çalıştığım bu hususa güzel bir misal teşkil eder. Şöyle deniyordu o duvara nakşedilmiş mısralarda:
رَاحَتِي في خَلَوَتِي يَا إخْوَتِي
لأَنِّي كُلَّمَا صَحِبْتُ قَوْمَاً
أَظْهَرُوا عَيْبِي وَأَبْدَوْا ذِلَّتِي
مَا وَجَدْتُ في حَيَاتِي صَادِقَاً
بَلْ وَجَدْتُ رَاحَتِي في خَلَوَتِي
“Kardeşlerim, benim rahatım halvettedir; zira, kimle arkadaşlık kurdu isem, ayıplarımla uğraştı ve sürçmelerimi fâşettiler. Doğrusu hayatımda hiç sâdık birine rastlamadım. Bu itibarla da ben; rahatı, kalb ve kafa selametini yalnızlıkta buldum.”
Bence bu yaklaşım, bir kaçıştır. Çünkü mü’min, sadece kendini düşünen, kendi için yaşayan, rahatperver bir insan mülâhazasıyla hareket eden bir fert olamaz. O hem kendi terakkisini, hem de başka insanların selamet-i imaniye ve selamet-i kalbiyelerini düşünür, böyle kudsî bir vazife ekseninde hayatını tanzim eder. Bu sebeple diyebiliriz ki, hak ve hakikate tercüman olma niyet ve gayesiyle halk içinde olma, aynı zamanda peygamberân-i izam efendilerimizin ve hususiyle Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu ve yöntemidir. Evet, murad-ı ilâhî o istikamette olsaydı Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) hayatını hep Hira’da geçirir, orada halvet hayatı yaşardı. Hiç kimse de O’na karışmaz, bir şey demezdi. Ama o zaman irşad ve tebliğ vazifesi nasıl olurdu? Hâlbuki henüz vahyin başlangıcında Cenâb-ı Hak O’na şöyle hitap edilecekti:
يَا اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ قُمْ فَاَنْذِرْ وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ
“Ey örtüye bürünen! Ayağa kalk ve insanları uyar! Rabbinin büyüklüğünü an!”(Müddessir sûresi, 74/1-3)
Bu âyetlerle Allahu Teâlâ, irşad ve tebliğ için kıyam edip insanların içine girmeyi, ellerinden tutup onların gönüllerine hak ve hakikati duyurmayı peygamberlik vazifesi olarak bildiriyor ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sen bunu yapmakla mükellefsin!” diyordu. Hatırlayacağınız üzere başka bir âyet-i kerimede ise;
يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ
“Ey Şanı Yüce Resûl! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yerine getirmemiş olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) buyurulmaktadır. Aslında bu âyet-i kerimede zımnî olarak “eğer vazifeni yapmazsan konumundan kovulursun” mânâ ve mefhumu vardır. Bu açıdan insan bir kenara çekilirse Allah (celle celâluhu) o şahsa ihsan ettiği lütufları elinden alabilir. Bu sebeple diyoruz ki, inziva arzusunu mağaraya göndermeli; gönderip bu arzuyu oraya gömmeli, Hakk’ın hatırı için halkın içinde bulunma şevk ve iştiyakını ise şahlandırmalı, arkadaşlarla el ele vererek iman ve insanlığa hizmet yolunda koşturup durmalı. Sözün burasında yine Âkif’e sığınarak şöyle diyelim: “Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmalı. Yol varsa budur. Bilmiyoruz başka çıkar bir yol.”
Kaldı ki Cenâb-ı Hak inanıp yolunda koşturan, hizmet eden insanları halkın içinde de korur. Korumadı mı Allah aşkına, herkes itiraf etsin. Az önce bahsi geçtiği üzere dünyanın fâni, azdırıcı, baştan çıkaran yanıyla bizim tabiatımız arasında çok ciddi bir uzlaşma, anlaşma ve îtilaf var. Tabiatımızın meâsî ve mesâvîye olan temayülü, bu mevzudaki azgınlığı bir mânâda önü alınmayacak kadar güçlü. Şimdi bu tablo karşısında insafla düşünüldüğünde, “azgın nefis, heva ü heves sürekli insanı dünyaya çağırıp dururken dünyanın cazibedar güzellikleri her an onu baştan çıkarabilir” sonucuna varabilirsiniz. Kanaatimce bu noktada asıl şaşılacak, hayret edilecek husus şudur: Hizmet eden insanlar önlerinde akıp duran menhiyata balıklamasına dalmaları gerekirken, Rabbimize hamdolsun ki, durum böyle değil. Evet haram için kurulmuş bin bir tuzak ve entrika etrafta kol gezerken insanın başı dönebilir, bakışı bulanabilir, şaşırıp yanlış yollara sülûk edebilir. Fakat ilâhî sıyanet, ilâhî inayet ve ilâhî himaye sayesinde Cenâb-ı Hak şaşırtmıyor, saptırmıyor, yoldan çıkarmıyor. Demek inananları, inandığı değerler istikametinde hizmet edenleri çepeçevre kuşatan ilahi bir himaye ve vikaye söz konusu.
O halde bize düşen bu lütf u ihsanın şuurunda olup
اَللّٰهُمَّ َحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلاَئَـتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ وَأَمْنَكَ وَأَمَانَكَ
“Allah’ım! Senden Senin hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, himaye edip gözetmeni, emn u emân içinde bizleri huzuruna almanı diliyor ve dileniyoruz.” diyerek Rabbimizden sürekli bu hususları talep etmektir.
 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
İbrahim-i Edhem hazretleri buyuruyor ki:

İbrahim-i Edhem hazretleri buyuruyor ki:
1- Günah işleyeceksen, Allah’ın verdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyan edilir mi?
2- Günah işleyeceğin zaman, mülkünden çık! Onun mülkünde Ona isyan edilir mi?
3- Günah işlerken Onun görmediği bir yerde işle! Onun mülkünde, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah işlenir mi?
4- Can alıcı melek, ruhunu almaya gelince, bir müddet izin isteyebilir veya o meleği kovabilir misin? O zaman hemen tevbe et! Çünkü o melek ani gelir.
5- Mezarda, melekler, sual sorunca, (beni imtihan etmeyin) diyerek onları kovabilir misin? Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!
6- Kıyamette (Günahkârlar Cehenneme…) dendiği zaman, ben gitmem diyebilir misin?

İmam-ı Rabbani hazretleri yine buyuruyor ki:
Bu zamanınız fırsattır. Fırsat da, büyük nimettir. Sıhhat ile ve üzüntüsüz geçen vakitler, bulunmaz ganimettir. Her saati Allahü teâlâyı zikretmek ile geçirmelidir. Resulullahın bildirdiğine uygun olan her iş, hatta alış-veriş bile zikir olur. O halde, her hareketin, her duruşun, Resulullahın bildirdiğine uygun olması gerekir. Böylece, hepsi zikir olur. Zikir demek, gafletten uzaklaşmak, yani, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. İnsan her hareketinde, her işinde, Allahü teâlanın emrini ve yasağını gözetince, emir ve yasakların sahibini unutmaktan kurtulur ve daima zikretmiş olur.
Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Yemeği Allah’ın zikri ile [İbadet ederek ve Allah yolunda çalışarak] eritin. Yer yemez yatmayın; kalbiniz katılaşır.) [Ebu Nuaym]

Haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçarak helal kazanmalıdır. Ahir zamanda bunlara dikkat eden az bulunur.

Dine hizmet çok sevaptır. Bunu herkes gücü nispetinde yapar. Öğrendiği güzel bir sözü başkasına duyurmak bile sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Duyduğu hak sözü, bir müslüman kardeşine söylemek ne güzel hediyedir.) [Taberani]

(Allah indinde en iyi kul, insanlara en çok nasihat edendir.) [İ. Ahmed]


kaynak
 

bulut_bey79

Kıdemli Üye
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
12,118
Tepkime puanı
324
Puanları
0
Konum
istanbul
Web sitesi
3422unitedstates.spaces.live.com
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Ölmek felaket değil, öldükten sonra başa gelecekleri düşünmemek felakettir. Mezhepsizlik ilhaddır. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara müjdeler olsun.

Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyin! Kabul eder, veririm) buyuruyor. Ama verilmeyenler de oluyor. Çünkü Ona dua eder, ama itaat etmezler. Peygamberini tanır, Ona uymazlar. Kur'anı okur, gösterdiği yolda gitmezler. Nimetlerinden faydalanır ama şükretmezler. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilir, hazırlıkta bulunmazlar. Cehennemi, asiler için yarattığını bilir, ondan sakınmazlar. Ecdadının ne olduklarını görür, ibret almazlar. Kendi ayıplarına bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırlar. Böyle kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına şükretsin! Dualarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?

kaynak geniş bilgi
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
neden insanların geçim sıkıntısı var?bu canı bize Allah verdi neden geleceğe dair garanti vermedi?dışarıda soğuktan üşüyen,açlıktan ölen insanlar neden bizden daha şanssız diye soruyorum.
Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor."
Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekâisin esâsı adem olduğu delildir.
Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi?
İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=425&a=mahir
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
DÖRDÜNCÜ DEVÂ


Ey şekvâcı hasta! Senin hakkın şekvâ değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder. http://www.risaleara.com/oku.asp?id=1430&a=mahir
Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san'atkâr, güzel san'atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassâ ve gayet san'atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika envâ-ı san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi?
İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığında bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar ve rahmetten şuâlar ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun.
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.
Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=418&a=adalet
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
bunlar bir yana paraya aşırı derecede bir düşkünlüğüm var.yani Allah'a çok şükür maddi durumumuz öyle kötü değil ama zenginde değiliz.neden insanların geçim sıkıntısı var?

Hem harîs bir insan her vakit hasârete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki
b615.gif
darb-ı mesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir.

Madem öyledir. Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki kanaatle malı talep et, tâ çok gelsin.
Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur."
İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.
Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder.
İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân'dır. Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. Derecât-ı erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir.
Hem, en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini hissedebilir.
Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder.
Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt kalsan, uykun gelebilir. Eğer hırsla uyku istesen, "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın.
Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin. "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur.
Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.
İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=968
 

elcevaz13

Profesör
Katılım
17 Şub 2008
Mesajlar
1,472
Tepkime puanı
19
Puanları
0
Yaş
39
Web sitesi
www.herkul.org
bunlar bir yana paraya aşırı derecede bir düşkünlüğüm var.yani Allah'a çok şükür maddi durumumuz öyle kötü değil ama zenginde değiliz.neden insanların geçim sıkıntısı var?bu canı bize Allah verdi neden geleceğe dair garanti vermedi?dışarıda soğuktan üşüyen,açlıktan ölen insanlar neden bizden daha şanssız diye soruyorum.1 hafta önce kötü bir haber aldım.çok şükür ölüm felan değildi ama beni çok üzen bir durumdu.annemin her işte bir hayır ver sözüne hışımla" bu işte yok!" dedim ve daha sonra pişman oldu.

Kader zorlayıcı, zulmedici ve hele asla çirkin değildir.
Şimdiye kadar yaptığımız izahattan anlaşıldığı üzere, insanın iradesi hesaba katılmadan yapılan bir takdir yoktur; kaldı ki, peygamberler gönderip, kitaplar indirmekle Allah (celle celâluhu) bizi devamlı surette ikaz da etmiştir.
İnsan bir işe iradesiyle sahip çıkmadan herhangi bir çirkinlik ve günah meydana gelmez. İnsan, nefsinin tesiriyle iradesini kötüye kullanıp, kötülüklere davetiye çıkarmakla düğmeye dokunmuş ve düşeceği çukurun kapağının açılmasına sebep olmuş olur; sonra da gider o çukura yuvarlanır. Meselâ, bembeyaz nur parçası güneşimiz kirsiz, lekesiz olduğu gibi, hayat için mutlaka gerekli olan ısı ve ışığın kaynağı, aynı zamanda çiçeklerin simasında akseden renk ve güzelliklerin de menbaıdır. Fakat, insan onun altında saatlerce oturur ve gerekli tedbiri de almazsa hastalanır, hatta ölebilir de. Şimdi, bu durumda suç güneşin midir? O kendi suiistimaliyle sebep olduğu hastalığı veya ölümü karşısında, "Güneş olmasın, neden yaratıldı ki?" diyebilir mi? "Altında kaldık, hasta olduk; yemeklerimiz güneşin harareti altında kalıp bozuldu." gibi tamamen iradî hatalarımızdan kaynaklanan cüz'î şerlerden dolayı güneşin yaratılması ve varlığı şer kabul edilebilir mi?
Evet, kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. İrademizi hesaba katmadan birtakım zulüm ve çirkinlikleri kadere yüklersek, hem musibeti ikileştirmiş, hem de kadere karşı küstahlık etmiş oluruz.
Meselâ, insana hem bir lezzet, hem de neslin çoğalması gibi hayırlı bir neticeye götürücü bir sebep olarak şehvet hissi verilmiştir. İnsan, iradesini kötüye kullanarak bu hissini fuhuş gibi yanlış ve haram yollarda tatmine çalışırsa, bu takdirde suç kaderin mi, yoksa bizzat o insanın mı olacaktır? Burada insan, hayra vesile olsun diye verilen ve yerinde kullanılması için her imkânın hazırlandığı bir vesileyi şerre alet etmekle, şer işleyip günaha girmekte ve neticede kendisine zulmetmektedir. Cinayet gibi benzeri meseleleri de buna kıyas edebilirsiniz... Şu kadar ki, insanın suiistimali olmadan içine düştüğü bir kısım belâ ve musibetler de vardır ki, bunların hikmet, fayda ve güzelliklerini yeri geldikçe anlatmaya çalıştık ve çalışacağız da.
Kader, netice ile beraber sebeplere de bakar. İnsan ise, yaratılışı icabı ve kaderi de tam mânâsıyla anlayamadığından, ancak zâhirî ve görebildiği netice ve sebeplere atf-ı nazar etmekle, yanlış hükme varır ve zulmeder. Meselâ, yaşlı birinin, bir çocuğun kulağını çektiğini gördüğünüzde, hâdise yakışıksız olduğundan, hemen çocuğa zulmedildiği neticesine varırsınız. Oysa kulağı çeken kişi belki de çocuğun babasıdır ve sizin de yapabileceğiniz gerekli bir şeyi yapmaktadır. İleride dizini dövmemek, testinin kırılmasını daha baştan önlemek için, yani çocuğunun mânevî hayatı mahvolmasın ve ebedî hayatı ölmesin diye ahlâk dışı bir hareketinden dolayı böyle bir tedibe tevessül etmiştir... Ama, siz zâhire bakıp, görünüşe göre hüküm verdiniz ve o babayı zulümle itham ettiniz; böylece ona değil, kendinize zulmettiniz. Hâlbuki kader, bütün sebeplere birden bakar ve hakikî, görünmeyen sebepleri de bilir; dolayısıyla hükmünü tam ve adaletli verir.
Bir avcı görürsünüz, bir aslanı vurur ve öldürür. Aslana acırsınız ama, bilmezsiniz ki, o aslan bir ceylanın yavrularını anasız bıraktığından, kader ona o cezayı vermektedir. Beri yanda, bir gün gelir, avcının ayağı kırılır; o da, aslanı öldürmesinin cezasını bulur. Bir insan bir başkasını bıçaklar ve yaralar; cezasını görmez ve hâdise unutulur gider. Fakat, bir gün bu şahıs zina iftirasıyla mahkemeye düşer.. böyle bir isnat itibarıyla o suçsuzdur; fakat, hâkim zâhirî sebeplere bakarak kendisini mahkûm eder. Şimdi siz, "Hâkim zulmetti." dersiniz ama, o kimse hakkında kader, hakikî sebebe bakarak adaletle hükmetmiş ve o şahıs da, unutulup giden bıçaklama suçunun karşılığını görmüştür. İşte kaderdeki güzellik ve bizim hükümlerimizdeki çirkinlik! Evet, kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir.
Yeri gelmişken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile alâkalı olarak rivayet edilen bir hâdiseyi anlatmakta fayda mülâhaza ediyorum:
Hz. Musa (aleyhisselâm), "Yâ Rabbi, bana adaletini göster." diye dua eder. Cenâb-ı Allah da kendisine, "Falan çeşmenin yakınında bekle ve olup bitecekleri gözetle." diye vahyeder. Derken, çeşmenin başına bir atlı gelir, atını sulayıp giderken bir kese altın düşürür. Arkadan hemen bir çocuk gelir ve o bir kese altını alıp uzaklaşır. Sonra, çeşmeye bir âmâ gelir ve o esnada altın kesesini düşürdüğünü fark eden atlı geri döner. Altınlarını âmâdan ister; âmâ, ne kadar ben almadım derse de dinletemez ve atlı âmâyı öldürür. Hep zulüm gibi görünen bu hâdiselerdeki adaleti Hz. Musa, Cenâb-ı Hak'tan sorar ve şu cevabı alır:
"Atlı, vaktiyle çocuğun babasının bir kese altınını çalmıştı; böylece o bir kese altını sahibine iade etmiş olduk. Âmâ ise, vaktiyle atlının babasını öldürmüştü, onu da atlıya öldürterek, kısas uyguladık."
Evet, hakikî sebepler bilinmeyip, dıştan bakılınca serapa zulüm görülen hâdiseler zinciri, hakikî sebepleriyle serapa adalet olup çıkıyor. İşte kaderin hükmü de böyledir; onda en ufak bir zulüm ve çirkinlik olmayıp, her hükmü mahzâ adalet ve mahzâ güzelliktir.
İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.[1] Meselâ, bilhassa soğuklarda insana abdest almak zor gelebilir, fakat abdestin gerek kendisi, gerekse neticesi pek güzeldir. Cihad, âyetin ifadesiyle[2] ağır ve kerih gelebilir; fakat netice itibarıyla pek çok lütuf ve mükâfatlar getirir. Öyle olur ki, Allah (celle celâluhu) sevdiği bir kulu iflâs ettirir; ama o kul bilmez ki, mal kendisinin sırat-ı müstakîmden sapmasına vesile olacaktı. Kul dua eder, fakat duada istediklerinin verilmemesi karşısında ümitsizliğe düşer; oysa ya istediği aleyhinedir ya da ileride veya ahirette çok daha fazlası ve güzel şekliyle karşılanacaktır.
Öyleyse, Allah'ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Allah (celle celâluhu), mutlaka kulunun faydasını esas alarak ona hikmetiyle muamele etme mecburiyetinde değildir; fakat nasıl o Hâlık'tır ve Alîm'dir, aynı şekilde Hakîm'dir de; hiçbir zaman abes iş yapmaz; ne var ki, biz çok zaman onun ef'âlindeki hikmetleri bilemeyebiliriz. O hâlde bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk'a teslim olmak ve O'na teveccüh etmek, "lütfun da hoş, kahrın da hoş" anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.
http://tr.fgulen.com/content/view/337/3/
 

rey_joven

Üye
Katılım
27 Kas 2010
Mesajlar
8
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
33
@elcevaz13 , @bulut_bey79
çok teşekkür ederim benim için uğraşmışsınız Allah razı olsun.
 

kalan

Üye
Katılım
28 Kas 2007
Mesajlar
98
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Yaş
29
...

[video]http://video.yahoo.com/watch/5251325/13856004[/video]



akıl gözünle dinle....
 

semnun

Asistan
Katılım
24 Ağu 2007
Mesajlar
354
Tepkime puanı
10
Puanları
0
selam muhterem tanışacağız inşallah . kerameti evliya haktır :) herneyse sana iletişim için özel mesaj göndereceğim biraz hasbihal yapalım :) dertlerine melhem oluruz inşallah.


Kerametini saklamayan evliyanın dünyada gözü var demektir.
 
Üst