Dinde zorlama var mıdır?

|SEÇKiN|

Profesör
Katılım
25 May 2010
Mesajlar
812
Tepkime puanı
133
Puanları
0
Konum
İstanbuL
Dine Zorlama/Dinde Zorlama

Dinde zorlama var mıdır? Dini kabulde veya dinin gereklerini yerine getirmede bir zorlama ve dayatma söz konusu olabilir mi? Olabilirse ölçüsü ve kapsamı nedir? Zorlama yoksa dinin bazı suçlar için ortaya koyduğu cezalar/yaptırımlar nasıl izah edilebilir? Dinde zorlama yoktur...” (Bakara 256) ayetini nasıl anlamalıyız? Bu yazıda bu sorulara cevap aramaya çalışacağız.


Öncelikle belirtmeliyiz ki iman/inanma olgusu, insanda bulunan seçme yeteneği ve özgürlüğüne dayanmaktadır. Hatta peygamberlerle birlikte inanmaya zorlayıcı etkisi olan mucizeler gönderilmemesinin asıl nedenlerinden birisi de, davetin muhatabı olanları inanmaya zorlamamak ve kendi özgür iradeleriyle inanmalarını sağlamaktır. Değilse Allah, Herhalde sen, inanmıyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin! Dilesek onların üzerine gökten bir mûcize indiririz de ona boyun eğmek zorunda kalırlar (inanırlar)”1 âyeti gereğince insanları iman etmeye zorlayacak etkenler de yaratırdı. Ama insanın inanmasının manevî/ahlâkî değeri, bu inancın, bir zorlamanın değil, serbest ve özgür iradenin ürünü olmasına bağlıdır. Dolayısıyla göklerden indirilen görünür ya da işitilir bir alâmet/işaret, bu serbest iradeyi ortadan kaldırır ve insanın mesaja olan inancını ahlâkî değerinden ve anlamından yoksun bırakırdı.2 Aynı şekilde kalbi imanla mutmain olduğu halde dininden dönmeye zorlanan ve Allah’ı inkâr eden bir kimsenin bu inkârının, azabı hak eden bir inkâr olarak değerlendirilmemesinin3 asıl nedeni de bu inanç değişikliğinin, kendi özgür iradesi dışında bir zorlamanın ve dayatmanın sonucu olarak gerçekleşmesidir. Çünkü aslolan, kalbin benimsediğidir ve din, dudakların tekrarladığı anlamsız kelimelerden ibaret olmadığı için, din konusunda zorlama yapmaya zaten imkân da yoktur.
A. DİNE ZORLAMA/DİNE GİRİŞTE ZORLAMA

Bakara 256. âyet, Müslümanların, hiç kimseyi dinini bırakmaya zorlayamayacağını ifade ettiği gibi, hiç kimsenin de Müslümanları dinlerini bırakmaya zorlayamayacağı anlamındadır. Çünkü bu özgürlük, hiç kimsenin kimseye baskı yapmaması esasına dayanmaktadır. İslâm, bu anlamda düşünce özgürlüğünü garanti altına almıştır. Ancak bu özgürlük salt düşünce sınırları içinde geçerlidir. İnsanların birbirleriyle diyaloga girmeleri, gerekirse tartışmaları veya düşüncelerinin doğruluğuna birbirlerini ikna etmeleri için böyle bir özgür alan oluşturulmuştur. Buna göre Müslüman olmayanların İslâm'a ve Müslümanlara hakaret etmemeleri, onları küçük düşürücü söz ve eylemlerden sakınmaları şartıyla kendi inançlarını yaşamaları, hatta inançlarının propagandasını yapmaları da İslâm'ın tanımış olduğu inanç özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Belki ilk bakışta böyle bir özgürlüğün tanınması anormal karşılanabilir. Ancak İslâm, diğer inanç mensuplarının güç kullanmadan ve İslâm'ı küçük düşürmeden kendilerini ifade etmelerinden ve kendi inançlarının propagandasını yapmalarından etkilenmeyecek kadar mükemmelliğe sahip bir dindir ve müntesiplerinin de aynı mükemmelliğe sahip olmaları ve inançlarını belirlenen ölçüler çerçevesinde yaşayıp yaymaya çalışmaları durumunda diğer din mensuplarının propagandalarından etkilenmeyeceğini öngörür. Hatta Müslümanların kendi dinlerine olan bağlılıkları ve samimiyetleri, İslâm'a olan güvenleri, başka din mensuplarının faaliyetlerinden rahatsız olmamalarını gerektirir. Dolayısıyla Müslüman olmayanların faaliyetlerinden rahatsızlık duymanın, bazen Müslümanlarda bir inanç sorununun ve Müslümanca bir duruşu gerçekleştir(e)memenin bir belirtisi olarak ortaya çıktığını görüyoruz.


Din terimi, hem ahlâkî olarak emredici konuların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eden ve sonuçta terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtan, yani içerdiği akidevî prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar insanın ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, yani “itikad” kavramını da içine alan bir terimdir.4
Bu itibarla "dinde zorlama yoktur" ifadesi, zorla din değiştirmenin, her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğunu, inanmayan bir kişiyi İslâm’ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiğini ifade eden ve İslâm’ın inanmayanların önüne ya İslâm ya kılıçalternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hüküm niteliğindedir.5 Ayrıca zorla kabul edilen bir imanın geçersiz olduğunu anlattığı gibi, aynı zamanda dinde herhangi bir ameli/ibadeti zorla yaptırmanın da geçersiz olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü zorla kıldırılan bir namazla, zorla tutturulan bir oruçla ve zorla yaptırılan diğer ibadetlerle, dinin istediği maksat ( ki o da niyet ve samimiyettir) gerçekleşmeyecektir.6


Buna karşılık özellikle batıda daha çok vurgulanan ve kimi Müslümanlarca da zaman zaman gündeme getirilen inanç ve düşünce özgürlüğü ilkesi bağlamında, İslâm’ın da, insanlara dinsizlik hakkı tanıdığını, bu konuda onları özgür bıraktığını savunmanın, bu âyetin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan bir husus olduğunu belirtelim. Bütün dinlerden üstün olsun diye gönderilen hak dinin7 insanların kula kulluk yapmalarına izin vermesi, kendi haline bırakıp onlara seyirci kalması mümkün değildir. Böyle insanların hak dini benimsemeleri için hikmet, güzel öğüt ve güzel mücadele yöntemleriyle8 davet edilmesi başka; onların dini kabule zorlanması için güç kullanılması ise daha başkadır. İşte İslâm’ın reddettiği husus birincisi değil, ikincisidir.


Aslında Kur'ân’ın ilk indirilen sûrelerinde, Allah tarafından vahyi yalanlayanların kendisine bırakılması ve havale edilmesinin emredilmesi9 ile de, hakikati inkâr edenlere karşı beşerî cezalandırma yolu yasaklanmış olmaktadır.10 Hatta savaşla ilgili hükümlerin ağırlıklı olarak yer aldığı Tevbe sûresinin, Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! Ondan başka ilah yoktur. Ona dayandım, O, büyük arşın sahibidir11 âyeti ile sona ermesi ve dini kabul etmekten kaçınanların kendi hallerine bırakılarak Allah’a tevekkülü önermesi de bu konuda anlamlı bir mesaj içermektedir.

B. DİNİN PRATİĞİNDE / YAŞANMASINDA ZORLAMA


İslâm'ın, herhangi bir kimseyi zorla İslâm’a sokması veya imanın bir gereği ve tezahürü olan ibadet ve dinî şiarlara uymaya zorlamasının söz konusu olmadığını yukarıda izah etmeye çalıştık. Ancak bu, İslâm'ın, tamamen vicdanlara hapsedilen bir inançtan ibaret olduğu veya bireysel ve toplumsal alanla hiç ilgilenmediği izlenimi vermiş olmuyor mu? Elbette bunun açıklığa kavuşması gerekir.


Büyük düşünür Muhammed İkbal’in ifadesiyle gücü olmayan din, sadece ve sadece felsefedir.12 Bu bakımdan İslâm da sadece gönüllerde yaşayan bir din olsun diye gönderilmiş olamaz. Onun da bireysel ve toplumsal alanla ilgili hukûkî düzenlemeleri, bozgunculara karşı yaptırım gücü olan cezaî hükümleri mevcuttur.


Her hukuk sistemi, kendisine tabi vatandaşları, kanunlarına uymaya mecbur ettiği gibi, İslâm hukuk sistemi de kendi tabiiyetinde yaşayanları, prensiplerine uymaya, getirdiği düzene göre yaşamaya mecbur eder.13 Bunun içindir ki Kur'ân değişik suçlara değişik cezalar getirmiş, birçok ahlaksızlıkların ortadan kaldırılmasını emretmiş, birçok şeyi farz kılmış ve Müslümanlara, Allah'ın Resûlüne ve kendilerinden olan ulü’l-emre itaat etmelerini emretmiştir. Bütün bu hükümleri uygulama alanına koyabilmek için zorlayıcı bir kuvvet lâzımdır. Buradan anlaşılmaktadır ki Kur'ân, “dinde zorlama yoktur” sözüyle hiçbir zaman, “İslâm hayat nizamında kuvvet ve zor kullanmanın yeri yoktur dememiştir.14


Kur'ân, bireysel olarak Allah’a kulluk yapma (ibadet) konusunda bir zorlamayı esas almadığı gibi, yapılan kötülüğün sadece insanın kendisiyle sınırlı olması durumunda bir yaptırımı öngörmez. İslâm'ın yasakladığı davranışlar, toplumu etkilemeye yöneldiğinde veya toplumsal yozlaşmaya neden olması durumunda yaptırım kullanma söz konusu olur. Kur'ân'ın bazı suçlardan dolayı belirlediği cezaların uygulanması için ileri sürdüğü şartlarda ve Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarında meselenin bu yönü ön plana çıkmaktadır. Şöyle ki:


Zinâ, Kur'an'da yasaklanan bir davranıştır ve yüz sopa cezasıyla cezalandırılması emredilmektedir.15 Ancak bu cezanın uygulanabilmesi için bu suçu işleyenlerden başka kimselerin de bilgi sahibi olmaları, yani suçun en az dört şâhit tarafından görülmüş ve tespit edilmiş olması16 veya suç işleyenler tarafından bundan haberi olmayanların yanında itiraf edilmesi gerekmektedir. Bu şartlar olmadığı takdirde kimsenin zinâ yaptığı iddiasıyla hesaba çekilemeyeceği, hatta bu şartlarla ispat edilmediği takdirde başkalarına zinâ isnadında bulunanların cezalandırılacağı ve onlara seksen sopa vurulacağı hususu bir ilke olarak ortaya konmaktadır.17 Dolayısıyla bundan, zinâ suçunun, sadece işleyenlerce bilindiği durumlarda ahiret ile ilgili cezaî sorumluluktan kurtulmamakla beraber, dünyada cezalandırılmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır.


Yine hırsızlık yapan birisinin, malı çalınan kişi tarafından Hz. Peygamber’e getirilmesi ve Hz. Peygamber’in de gerekli cezanın uygulanacağını bildirmesi üzerine, mal sahibinin bağışlama isteğini Hz. Peygamber’in, bana gelmeden önce bağışlasaydın diyerek reddetmesi18, suçun bireysel alanda kaldığı sürece cezalandırılmayacağını, ama toplumsal bir niteliğe bürününce cezanın vazgeçilmez olacağını ortaya koymaktadır.

C. MÜRTEDDİN (DİNDEN DÖNEN) CEZALANDIRILMASI VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ


İslâm'ın insanlara tanıdığı inanç özgürlüğü ile birlikte değerlendirildiğinde, Kur'ân'da yer almamakla beraber sadece hadislerde sözkonusu edilen “mürteddin cezalandırılması” ilkesi nasıl anlaşılmalıdır? Bir çelişki olarak değerlendirilebilir mi? Doğrusu konunun temelden ele alınması durumunda böyle bir çelişkinin olmadığı görülecektir. Şöyle ki:
Kur'ân, mürteddin durumunu iki ayette irtidat ifadesini kullanarak söz konusu etmekte, her iki yerde de dünyevî bir cezadan söz etmemekte, sadece ahiretteki cezayı hatırlatmakla yetinmektedir.19 Bu iki âyetin dışında irtidat” teriminin kullanılmadığı, ancak aynı anlama gelen “İslâm’dan/imandan sonra küfür teriminin kullanıldığı ve muhteva olarak aynı konunun ele alındığı bir çok âyet vardır ki, bunlarda da dünyevî bir cezadan söz edilmemektedir.20


Aslında Hz. Peygamber döneminde irtidat edenler, İslâm toplumundan ayrılıp İslâm düşmanlarının safına geçen kimseler idi. Daha doğrusu Müslümanlarla kâfirlerin savaş halinde olduğu o dönemde Müslümanların durumlarını öğrenip irtidat ederek düşman saflarına katılan ve onlara bilgi aktaran casus konumundaydılar. Yoksa küfürlerini saklayıp İslâm toplumunda yaşamak isteyen kimseler değildi. Aynı şekilde Hz. Ebû Bekir (r.a) dönemindeki irtidat hareketlerinde de aynı özellik görülmektedir. Bu hareketlerin ortak özelliği İslâm devletine isyan etmek veya devletin düşmanlarına destek olmaktır.21


Bu durumda mürted, sadece dinden çıkan kimse değil, aynı zamanda İslam’ın yerine başka alternatifler için çabalayan ve İslâm düşmanlarının safına geçip Müslümanlara karşı savaşan kimsedir. Nitekim Hanefî fıkhına göre irtidat eden kadın öldürülmez. Bu görüşün gerekçesi de kadının savaşçı olmamasıdır.22(Sünen, Medine, 1966, II, 118-119. H. No. 121, 122) Çünkü onlara göre salt irtidad etmek öldürülme sebebi değil, potansiyel savaşçı olmak öldürülme sebebidir. (Günümüz dünyasında kadınların gerek savaşta gerekse terör eylemlerinde üstlendikleri aktif rol, İslâm'ın ilk dönemlerinde söz konusu olmadığından böyle bir görüşün ortaya çıkmış olabileceğini düşünüyoruz. Fazla örnek olmasa bile Hz. Peygamber’in savaşçı kadınların öldürülmesine izin verdiği de bilinmektedir.23 (Bkz. ed-Dârekutnî, Ali b. Ömer,)


Diğer taraftan, insanların sadece dinden çıkmaları sebebiyle ölümle cezalandırılmaları, İslâm toplumunda münafıklığa zemin hazırlayacaktır. Çünkü iman kalp işidir ve tevbe etmesi istenen mürted kişi, canını kurtarmak için tevbe ettiğini söyleyecek ama kalbinde İslâm’a inanmayacaktır. Sonuçta İslâmî yönetim kendi eliyle kendi toplumunda münafıkların sayısını arttırmış olacaktır.24 Bu durum ise, İslâm'ın hedeflediği sağlam bir toplum oluşturma çabalarıyla çelişmekte, dolayısıyla insanların sadece inançlarını değiştirmesinden dolayı cezalandırılmaları gerektiğini iddia etmek, İslâm'ın tanıdığı inanç özgürlüğü ilkesine ters düşmektedir.


Münafıkların aslında kâfir olduğunu ifade eden âyetlerin25 hiç birisinde, münafıkların dünyada cezalandırılması ile ilgili herhangi bir yaptırım söz konusu edilmemektedir. Bu âyetlerin indiği sırada toplumda bu özellikte insanların mevcut olduğunu Hz. Peygamber bilmesine rağmen, onlardan herhangi birisinin öldürülmesini emrettiği de vaki değildir. Bunun sebebi, onların kendilerini Müslüman olarak görmeleri ve öyle tanıtmalarıdır. Asıl niyetlerinin ne olduğu Hz. Peygamber tarafından bilinmesine rağmen, mürted statüsüne konulmamışlardır. Görünüşte mü’min, fakat içten içe inkârcı bir yapıya sahip olan münafıkların, bu durumlarına rağmen mürted statüsüne konmayıp cezalardan muaf tutulmaları bir tek hususla izah edilebilir: İnkârlarının bireysel alanda kalması ve mensubu olduklarını iddia ettikleri dinin yapısına yönelik yıkıcı bir girişimde bulunmamaları. Yani iman ettikten sonra kâfir oldukları Kur'ân ile tescil edilmesine rağmen münafıkların cezalandırılmamış olmaları, irtidat suçunun cezasının salt küfür olmadığının en açık delillerinden birisidir.


Sonuç olarak mürteddin cezalandırılması ile dinde zorlama yoktur âyeti arasında bir çelişki de yoktur. Çünkü bu âyet henüz İslâm’a girmemiş ve baskı yoluyla değil de irşad ve ikna yoluyla İslâm’a davet edilen kimseler hakkındadır. Bunun aksine İslâm’ın mürtedle ilgili kanunu, İslâm’a girdikten sonra Müslümanlıktan dönmek isteyenler hakkındadır ve bu hükmün gayesi, onları İslâm üzere kalmaya zorlamak değildir. Bundan maksat, devletin esası olan İslâm toplumunu parçalanma ve çöküntülerden korumaktır. Yeryüzünde ise hiçbir devlet kendisine vücut veren ana unsurların ve temel değerlerin çözülme ve parçalanmasına müsaade etmez. Bu konuda İslâm’a girmemiş olanlarla, girdikten sonra çıkanlar farklı değerlendirilmelidir. Bu, bir devletin vatandaşlığına girmemiş bir kimsenin durumu ile bu vatandaşlığı kabul ettikten sonra vatandaşlıktan çıkan bir kimsenin durumunun aynı olmayacağı gerçeği ile örtüşmektedir.26


Buna göre mürteddin cezalandırılması ilkesi, dinden döndükten sonra bunu ilan ederek tevbe etmemekte direnen, sadece lafzî bir ikrarın bile kendisini ölümden kurtaracağını bilmesine rağmen bundan kaçınan ve bu haliyle irtidadı, düzeni bozmaya yönelik bir anarşi suçu niteliğinde olan kimseler için geçerli olmalıdır. İşte bütün bunları göz önüne alarak, mürteddin cezasının dinî olmaktan çok siyasî ve devletler hukuku ile ilgili olduğunu, cezalandırılmayı gerektiren irtidad suçunun da devlete isyan veya casusluk suçu gibi değerlendirilmesi gerektiğini söyleyebiliriz.27





1 26 Şuarâ 3-4.
2 Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, (terc. C. Koytak – A. Ertürk), İstanbul, 1997, s. 741-742. (Şuarâ, 4. Not)
3 Bkz. 16 Nahl 106.
4 Esed, s.78 (2 Bakara, 249.not).
5 Bkz. Esed, s.78 (2 Bakara, 249.not)
6 Bkz. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1979, II, 861; el-Mevdûdî, Ebû’l-A’lâ, Modern Çağda İslâmî Meseleler, (terc. Yusuf Işıcık), Konya, 1993, s. 70.
7 9 Tevbe 33; 48 Fetih 28; 61 Saf 9.
8 16 Nahl l25.
9 68 Kalem 44; 73 Müzzemmil 11; 74 Müddessir 11.
10 Esed, s. 1205 ( 74 Müddessir, 5.not).
11 9 Tevbe 129.
12 Zühaylî, Muhammed Mustafa, et-Tanzîmü’l-Kazaî fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Şam, 1982, s.12.
13 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1997, I, 456.
14 Mevdûdî, Modern Çağda İslâmî Meseleler, s. 224.
15 24 Nûr 2.
16 4 Nisâ 15; 24 Nûr 13.
17 24 Nûr 4.
18 Ebu Davûd, Hudûd 14; Nesaî, Kat’ü’s-Sârık 5; İbn Mâce, Hudûd 28; Muvatta’, Hudûd 28.
19 2 Bakara 217; 5 Mâide 54.
20 3 Âl-i İmrân 86-87, 90, 106; 4 Nisâ 137; 16 Nahl 106.
21 Bu irtidat hareketlerinin niteliği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Razi, Fahruddin, Mefâtihu’l-Ğayb, Beyrut, 1990, XII, 21; Reşid Rıza, Muhammed, Tefsîru’l-Menâr, Kahire, 1947, VI, 436-438.
22 Bkz. Serahsî, Şemsüddin, el-Mebsût, İst., 1983, X, 109.
23 Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul, 1997, s. 574.
24 Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 575.
25 Bak. 9 Tevbe 64-66, 73-74, 84; 63 Münafikûn 1-3.
26 Mevdûdî, Modern Çağda İslâmî Meseleler, s. 228.
27 Mürteddin cezalandırılmasının inanç özgürlüğü açısından bir değerlendirmesi için bkz. Yiğit, Yaşar, İnanç ve Düşünce Özgürlüğü Perspektifinden İrtidad Suç ve Cezasına Bakış, İslâmiyât Dergisi, Ankara, 1999, c. 2, sy. 2, s. 121-135.

Abdurrahman Ateş

 

Ehl-i Sünnet

Kıdemli Üye
Katılım
5 Şub 2011
Mesajlar
3,061
Tepkime puanı
139
Puanları
0
Dinde zorlama var mıdır?

CEVAP: İman fiili değil, kalbi bir iştir. Yani kalb ile Allah’a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektir. Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmeden hayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah'a kulluk ederse mü'min sayılmaz.


Bu itibarla Müslüman olmayanları zorla İslam'a getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir.


Ensar'dan, Huseyn'in hıristiyan iki oğlu vardı. Bir türlü Müslüman olmadılar. Bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam cehennem de yansın deyip onları zorla Müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile "dinde zorlama yoktur" mealindeki ayet-i celile nazil oldu.


Tarih boyunca Müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır. Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır. Tabii ki kanun dışı münferit olaylar müstesnadır. Yalnız İslam dinini kabul eden kimse dinin icabını yerine getirmeğe mecburdur ve bunun için dinen zor kullanılır. Mesela namaz kılmayan kimsenin -Şafi'i mezhebine göre tevbe etmezse- cezası idamdır. Hanefi mezhebine göre hapistir. Oruç tutmayan kimse her iki mezhebe göre hapsedilir. İçki içen kimseye ceza olarak seksen değnek vurulur. Görüldüğü gibi İslam'a göre İslamiyet dairesine girmeden evvel zora baş vurulmaz. Fakat İslamiyeti kabul ettikten sonra İslam'ın icabını yerine getirmek için zor kullanılır.


Halil Gönenç Hocaefendi
 
Üst