Din ve İnsan

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48

Sosyolojinin kurucusu kabul edilen Auguste Comte insanın düşünsel evrimde 3 aşama geçirerek tek tanrıcılığa ulaştığını söyler. Ona göre:
1.Basamakta; İnsan, çevresindeki eşyayı canlı, akıllı varlıklar olarak düşünmüştü; putçuluk(Fetişizm dönemi),
2.Basamak’ta; İnsan çevresindeki olayların görünmez varlıklarca yöneltildiğine inandı, politeizm(Çok tanrıcılık),
3.Basamak’ta bu görünmez varlıkların tek ve büyük bir irade’nin yönetimi altında bulunduğu inancına vardı; tek tanrıcılık/Monoteizm (Prof.Dr. Veysel Sönmez, 2008 , Anı Yayıncılık).
Din, dinlemekten gelir. İnsanlar dinlediler birbirlerinden bir şeyler öğrendiler, korktular, sevindiler veya daha fazla meraklandılar. Dinlediklerinin tesiri ile çeşitli ayinler yaptılar, ritüeller veya toplumsal kurallar koydular. Bu durum inasanın cevap bulamadıklarına bir cevaptı. Zira insan, aklının yetmediği, cevaplarını bulamadığı soruların cevaplarını dinlerin içinde buldu.
Ayrıca dinler insanların kendilerini daha rahat hissetmesini sağlıyordu, bu sayede ortak bir kültür elde edip anlaşmazlıkları gideriyor, ahlak, hukuk ve hatta yaptırım sağlıyorlardı. Bu anlamda Dinin lügat anlamı da Cezâ, mükâfat, ibâret, âdet, hâl, hüküm hesap, itâat boyun eğme şerîat kânun, yol mezhep, millet manasındadır.
İnsanların putçuluk sonrası edindiği pagan dinleri çok tanrılı dinlerdir. İnsanların Avcı toplayı toplum konumları zamanında başlamış, çiftçi üretici, tarım toplumları olduğu zamanlarda da hiyerarşi ve toplumsal manevi ihtiyaç gereği devam etmiştir. Urfa/Göbekli tepe kazıları bize avcı toplayıcı toplumları döneminden başlayarak toplumların bir simgesel pagan dini geliştirdiklerini kanıtlamıştır.
Aslında pagan dinleri üretim ve doğayla bütün içinde yaşanan dönemlerde ortaya çıkmıştır. Pagan rahipleri doğayı bilir, araştırır, ekin zamanını hesaplar, astronomiyle uğraşır. Genellikle, pagan dinler doğayı izler, öğrenir, önemser, onunla başa çıkmak için gözlem kuleleri kurar, mevsimlere yenik düşmemek için takvim oluşturur, şifalı bitkileri araştırır. Bugün pozitif bilimler dediğimiz birçok bilim pagan dinlerin ve rahiplerin etkinlik alanlarıdır. Örneğin Aristonun Oregon'u yıllar boyunca felsefi manada mantığın, matematiğin ve bilimsel yöntemlerin yönünü belirlemiştir. Farabi'nin Aristnun eserlerini Arapçaya çevirmesiyle beraber, İslam uygarlığında bilimsel anlamda önemli değişiklikler meydana gelmiş, Bağdat okulu (hikmet evi) açılmıştır. İbn-i Haldun, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi pekçok islam bilgini bu okullardan yetişmiştir. Tek tanrıları dinlerden daha önce var olan Pagan dinleri yokluk dönemlerinde veya devletleşme süreçlerinde çaresiz olarak sapkınlaşmıştır. Çünkü bilim bazen çaresiz kalabilir. İlkel bilimin yerini batıl inançlar, adaklar vs alabilir. Ancak bu pagan dinlerin değil insan denen canlının düşünce yapısında bulunan bir anlamlandırma, cezalandırma, sorun çözmeye çalışma güdüsünden gelir. İnsan aynı insan ise Bugüne kadar bildiğiniz pagan dinlerinin çaresizlik durumlarında farklı tepki verebilir mi? Tüm bunlara rağmen; ilk yazıyı kim buldu? İlk gözlem kulesini kim inşaa etti? İlk matematiği kim kullandı? İlk pusulayı? İlk barutu? İlk çeliği kim dövdü? İlk sıfırı kim yazdı? İlk mısır tanesini kim evcilleştirdi?
Sümer ve Devamında Babil inanışlarından hareketle Tanrı marduk’un Diğer tanrıları öldürmesi, yine eski mısır da firavunların tüm yetkileri ellerinde toplama kaygısı ve rahipleri dizginleyebilme isteği ile Aton adında tek bir tanrıya indirgemesi, hep tek tanrılı dinlerin kökenini oluşturur. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Akhenaton)
Arabistan’da İslam’ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsiz tarımsal üretimin çok düşük olması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı adetleri gelenek ve görenekleri etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve cezada ortaktı. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. en ufak şeyde bir kişinin şiddete başvurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki kabile hemen vuruşurdu. Akrabalık çok önemliydi. Kabilenin içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir tam bir demokrasi vardı. Kabilenin ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bu ancak Arapları bir çatı altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek tek güçte eski çağlarda olduğu gibi dindi, Tanrının seçilmiş kulu olmak idi.
Bu suretle Arap yarımadasında da pek çok peygamber çıktı. Esved, Tuleyha, Secah ve Müseylime gibi sahte peygamberler buna örnektir. (Doç. Dr. Bahriye ÜÇOK ,Ankara Üniversitesi yayınları, islamdan dönen sahte peygamberler,1967). Sırf Hz. Muhammed döneminde dahi sahte peygamberler vardır. Zira peygamberlik ayrıcalık demektir.
Peki, günümüzde ayrıcalık isteyen adamlar bitti mi? Kendini peygamber ilan eden ya da öyle olmadığını iddia etse bile kendine çeşitli dini vasıflar yükleyip kendileri için kudret ve menfaat elde etmeye çalışanlar bitti mi?
Son olarak;
Fransız düşünür Blaise Pascal demiş ki; Aztek tanrılarına sunulan insanlar, kanlı Haçlı savaşları, cadılık suçlamasıyla yakılan kadınlar, tarifsiz işkencelerle öldürülen “sapkınlar” ve asılsız söylentiler yüzünden toplu halde katledilen Museviler… “Dinsel inançlara sığmadıkça insan kötülüğü böylesine zevkle ve acımasızca asla yapamaz”
Saygılar efendim…








 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
Vatandaşlık ve Vatandaşlık Algısı...
Devlet, Platona göre canlı bir organizma gibidir. Yani tüm bireyler bir vücudu oluşturan hücreler gibidirler. Bu vücutta elbette hücre ölümleri ve yeni hücreler var olacaktır. Yerince de ‘Kanser ‘ gibi ölümcül hastalıklar da görülecektir. Kanser, bir nevi hücre çürümesi gibidir. İnsan vücudunda meydana gelen hücre çürümeleri nasıl çoğalıp organlara, oradan da vücuda doğru sirayet ediyorsa bireysel fikir ve inançlarda oluşan kanserlerde toplumun organlarına ve oradan da toplumun vücuduna doğru sirayet edebilmektedir.
Eski Yunan İnsanlarının bolca ve özgürce soru sorabilmeleri antik Yunanlılar tarafından felsefenin icat edilmesini sağlamıştır. Sorgulamalarına bağlı olarak, akılcı ve mantıksal cevaplarla beraber genellikle ‘’bilimsel’’ cevaplar üzerinde duruluyordu. Örneğin MÖ 546-610 yılların arasında yaşamış olan Anaksimandros , ‘’her şeyin ondan yaratıldığı ve er ya da geç ona geri dönmek zorunda olduğu bir temel’’ in olduğundan bahsetmiştir. Bazı filozoflar bu temel gerçekliğin ‘Matematiğin’ içinde olduğuna inanmış ve sayı mistizmiyle uğraşmışlar, bunun sonucunda antik çağlardan günümüze kadar gelen mühendislik şaheserleri bırakmışlardır.
Sokrates gibi felsefenin temel taşını oluşturan kimseler, insanların kendini bilmesi gerektiğine vurgu yapıyor, gerçek adaletin ise ahlaki bilgeliğin içerisinde var olduğuna işaret ediyordu. Sonucunda yaşananlar ‘Otuz Tiran’ yönetimini rahatsız etti ve Sokrates ahlakı bozmakla suçlanarak idama mahkûm edildi. Bu durumda gerçek ahlaki ilkeliğe duyduğu cesaretle hareket eden Sokrates , herkesin içerisinde baldıran zehrini cesurca yudumladı.
Sokrates’in öğrencisi olan Platon (MÖ 427-347), hocasına göre daha fazla otorite yanlısıydı ve militarizme sevgi besleyen bir yapıdaydı. Militarist Spartalılara hayranlık duyuyordu. Devlet adlı yazmış olduğu eserine göreyse en iyi devlet , bilge filozoflarca yönetilecek olan bir devlet idi. Demokrasiye karşı olan Platon'a göre demokratik rejim halkı aydınlatmaktan çok, halka yaltaklanan bir rejimdir ve demokrasinin muhtemel sonucu tiranlıktır. Toplumda daha bilgili, daha yetenekli olan insanların böyle olmayanları yönetmesi gerekmektedir (Bkz. Vikipedia). Hocasının öldürülmesi Platonun siyaset düşüncelerini şekillendirmiş ve demokrasiye olan güvenini sarsmıştır. Bu yüzden Platona göre devletin teme görevi ‘’adalet’’ ile özdeşleşmişti. Platon ütopik bir yönetim şekli hayal etmiştir. Bu yönetim içerisinde yöneticiler para hırsından tamamen kurtulmuşlardır, bebekler doğdukları andan itibaren devlet himayesinde yetiştirilirler ve en başarılı olanları yönetici katına yükselirler. Görüldüğü gibi, bu ütopik toplumda kimin kimin çocuğu olduğu dahi bilinmemektedir. Önemli olan ‘insan’’dır, ‘adalettir’.
Eski Yunan felsefenin ardından tüm ortaçağ boyunca tüm Avrupa'da süren dogmatizm ve akılcılıktan uzak, inanç temelli bir dönemin oluştuğunu görüyoruz. İslam uygarlığı ise, okumayı, düşünmeyi yani tefekkür etmeyi, vicdanı ve ahlakı temel aldığı yıllar içerisinde büyük yükselmeler yaşamış, bilimde ve felsefe de büyük ilerlemeler kat etmiştir. Örneğin Ünlü İslam tıp bilgini ve filozofu İbni Sina; ‘’Ben erdemden başka zenginlik tanımıyorum’’ diyerek gerçek zenginliğin ahlakı zenginlik olduğuna işaret etmiştir. Yine Ünlü İslam düşünürü Mevlana Celalettin-i Rumi ; ‘’Çobanla bile muhabbet et.
Hiç bir şey bilmiyorsa bile koyun gütmesini senden daha iyi biliyordur’’ sözü ile kimsenin küçümsenmemesi gerektiğini ve herkesin birbirinden öğreneceği bir şeylerin olduğuna işaret etmiştir. Yine bu insan sevgisi konusunda güzel düşünebilen Yunus Emre; Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü’’ diyerek toplumsal hoşgörünün ve insanlar arasındaki sevginin önemine işaret etmiştir.
Anadolu’nun Moğollar tarafından istilasından sonra oluşan küçük Beylikler içerisinden bir uç beyliği olması vesilesi ile güçlenen Osmanlı beyliği Anadolu’da tekrar bütünlüğü sağlamış ve büyük bir İmparatorluğun temelini atmıştır.
Osmanlı kuruluş felsefesi olarak ahiliğin getirmiş olduğu öğretiler ile temellendi. Alçakgönüllük, cömertlik, küçük ve büyüklere sevgi ve saygı, edep, affedebilmek, eş dost ve akrabayı ziyaret edebilmek, iyilik yapmak, hakka ve hukuka riayet etmek vs.. gibi ahiliğin temel ilkeleriyle taçlanan Osmanlı beyliği kısa bir süre içerisinde büyük bir devlete kaçınılmaz olarak dönüştü. Bu durum Türk- İslam sentezinin vermiş olduğu bir sonuçtur.
Osmanlı beyliğinin ilk 50 yılında kurulan yeniçeri ocağının Bektaşiyana bağlanması ve yeniçeri keçesinin(başlığının) arkasındaki bele kadar uzanan kısmın Hacı Bektaş Veli’nin kolunu simgelemesi, yani;’’ Biz Hacı Bektaş’ın yeminiyle yeminleydik, onun manevi öğretisiyle disiplinlendik’’ öğretisinin bir sonucudur. Tasavvuf yolunda verilen edep erkan, sevgi ve hoşgörü Türklerin balkanlarda ve Avrupa içlerine rahatça yayılması sağlamıştır. Maneviyatın kuvvetli olduğu Ocağın her Ortasının (Taburunun) bir Dede –Babası vardır. Bu suretle balkanlarda yeniçeri güzergâhı üzerinde birçok dede- baba türbesine denk gelebilirsiniz. Zira dede- babalarda vefat ettikleri yere defnedilirdi.
Yeniçeri Ocağının manevi ve yönetimsel yapısının bozulması, herkesin ocağa rahatça kaydedilmesi, Osmanlı devletinin Akılcılıktan uzaklaşarak, halkın dogmatizme terk edilmesi ile beraber bir çöküş dönemi yaşanmış çeşitli diyar ve coğrafyalarda vatan evlatları şehit olmuştur. Bakın bu konuda Namık Kemal Zeybek ne diyor;
Bu devşirmelerin çoğunun devşirilmemiş olduğu ve dönmelerinde gerçekte dönmemiş olduğu ayrı bir durumdur. Bunlar çıkıp geldikleri yerlerdeki rezilliği Osmanlıya bulaştırmışlardır.
Bütün bunlar doğrudur. Ancak Osmanlının çöküşündeki asıl darbe yine Kanuni dönemine aittir. Katip Çelebinin “Mizanül Hakk” adlı eserinde yazılıdır. Osmanlının başlangıcından itibaren okullarda “felsefe, akıl bilimleri ve nakil bilimleri” birlikte okutulurken, Kanuni döneminde felsefe kaldırılmış, akıl bilimleri yararlı yararsız diye bölünmüş ve nakil bilimleri ağırlık kazanmıştır. Batı bilime yönelmişken Osmanlının bilimden uzaklaşması bugünkü durumun da asıl sebebidir.
Gerçi Kanuni döneminde ortaya çıkan bu vahim gelişmenin başlangıcı babası Yavuz’un Mısır’dan getirdiği alimlerin zihniyetiyle olmuştur. Ama sonuçları Kanuni döneminde etkisini göstermiştir (Anayurt Gazetesi; 15 Ocak 2014 Çarşamba).
Osmanlının çöküş döneminde bazı Islahatlar yapılmaya çalışılmış ama ıslahatçıların vefatıyla beraber ıslahatlarda etsini yitirmiştir.
Avrupa’da Coğrafi keşiflerin neticesinde Reform ve Rönesans gerçekleşmiş, eski yunanın akılcılık güden öğretileri temel alınmıştır. Avrupa'yı kökten değiştiren, 1789 yılında gerçekleşen Fransız ihtilali neticesinde ise monarşik düzenler çökmüş, yerine cumhuriyeti benimseyen yönetimler kurulmuştur. Ayrıca ulus devletler kuvvetlenmiş, Osmanlı gibi imparatorlukların içerisinde bulunan azınlıklar çeşitli ayaklanmalar ile bağımsızlıklarını kazanmışlardır. İnsanlar Özgürlük ,eşitlik ve adalet ilkeleri ile hareket etmeye başlamış ve bu durumun etkileri tüm Avrupa’ya kolayca yayılmıştır.
Osmanlının çöküş sürecinde gerekli ıslahatları becermeye çalışmasına rağmen başarılı olamaması, dogmatizmin yaygınlığı ve akılcılıktan ve bilimsellikten uzaklaşılması sonucunda halk vatandaşlık bilicine ulaşamamıştır. Kul ve kölelik bilinci hakimdir doğal olarak. Örneğin;
Atatürk, Büyük taarruz hazırlıklarının yapıldığı günlerde bir askeri birlik eşliğinde bir köy kahvesine uğramıştır. Köylüler Atatürk'ü görmek için kahveye akın etmişlerdir. Bu sırada köy imamı da gelmiştir. İmam Atatürk'ten köy adına bazı isteklerde bulunmuş, Atatürk de imamın isteklerini kabul etmiştir. Daha sonra Atatürk imama '' İmam efendi, evli misin? '' diye sormuş, imam '' Evliyim Paşam. Elinizi öper dört de köleniz var '' deyince Atatürk '' Niye kölem olacakmış. Onlar bizim çocuklarımız, bizlerin de evlatları. Yok böyle şeyler imam efendi (Atatürk’ten hiç yayınlanmamış Hatıralar, Muzaffer Kılınç, sf 80).
Cumhuriyetin İlanıyla beraber pek çok devrim yapılmıştır. Bu durum bazı kitleler tarafından rahatça kabul görmemiş, yabancı kışkırtmaları, inançsal ve fikri bir refleks ya da menfaatsel durumların ıgetirisinde ayaklanmalar çıkmıştır. Bu ayaklanmalar neticesinde özelikle dış güçler fayda sağlamıştır. Örneğin Kerkük ve Musul sorunu üzerine gidilememiş pek çok devrim geciktirilmiştir. Cumhuriyet devrimlerinin getirdiği yeniliklerin ve vatandaş olma bilincinin benimsenmesi elbette kolay olmayacaktı zira Avrupa'da bu durum için yüzlerce yıl savaş verilmiş ve kan dökülmüştür. Bu durumun neticesinde Rönesans ve Reform gerçekleşmiştir. Atatürk’ün işaret ettiği medeni seviyeye ilim ve Fen yoluyla ulaşılabilirdi. Zira dogmatizm ve onun getirisi olan tabular insanları rahatça bölebilmekte ve ötekileştirebilmekteydi.
Bugün daha sonuçlarını gördüğümüz ve yaşadığımız dogmatizm ve bağnazlık, bireyleri fikir üretmekten, özgür düşünmekten, bilimsellikten uzak tutabilmektedir. İnsanların şahsi menfaatlerini her türlü değerin üzerinde tuttuğu bir toplum tabii olarak ötekileşecek, yıpranacak ve adalet duygusunun zedelenmiş olacağı bir yer haline gelecektir. Vatandaş olma bilincini ve değerini kul olma psikolojisine değiştiren bireyler, bireysellik yetisini kaybedip sürü psikolojisine bürünürler…
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
ŞİDDET

Şiddet, savunma ya da savunma dışı nedenler ile otorite kurmak için karşı tarafa zarar vermeye yönelik hertürlü eylemin adıdır. Şiddetin temel sebebi, kendini savunma dürtüsü ve engellemellerdir.
Kişilerin şiddetten kaçınabilmesi için empati kurabilmesi, olay ve durumları başkalarının gözünden de seyredebilmesi gereklidir. Empati kurabilmek bütünü görmeyi sağlar. İnsanlığı görebilmek insanın davranışlarını görebilmek ile mümkündür. İnsan davranışlarını da bir bütün olarak göremeyen kişiler, tevhit ten uzak kalırlar.
Sosyal damgalamalar ile insanları katogorize ederiz. Kafamızın içindekilere göre önyargılar belirleriz. İnsanların ortak yönlerine değil farklılıklarına eğiliriz. Farklılık bir zevktir amma eğer empati kurulursa…
Eğer din insana dengeli, sabırlı, şefkatli ve saygılı olmayı öğretiyorsa ve insanı anlatıyorsa gerçektir. Kalanı ise ya radikalizm ya da fanatizm’dir. Bilgi ile korkuları aydınlatmalı ve güvenle bakabilmeli geleceğe, yoksa tüm bildiklerin birer efsanedir.
Korkuları gidermek için muhabbet gereklidir.Sadece muhabbette değil, empati ile desteklenmelidir. Kim ki insanı tevhit eder, bu işte o hünerlidir.
Irk mış, üstünlükmüş, geçin bunları. Öfkeymiş, acımasızlıkmış atın bunları. İnsan sevmeyi öğrendi mi işte o yaşar hayatını.
17-18 yaşında gencin ne işi olabilir şiddetle? Unutmayın ki, her şiddet yine karşılık bulur misliyle. Ergenlik, delikanlılık, anlıyorum da; bu gençleri eğiten öğretmenler nerede?
Yönetimler şiddet uyguladıkça insanlar hep korkmuş. Korkmakla da kalmayıp umutsuz olmuş. Her umutsuzluk hep ikilik sokar insana, zira huzurdan uzaklaştıran umudun kaybedilmesi olmuş.
Hitler, “ kuvvet istilanın sebebidir” demiş. Kuvvetliyi haklı bilip kuvvetli kuvvetsizi ezmiş. Umudunu kaybeden insanlar tevhit olunca, ona da Avrupa dar gelmiş. Şu Avrupa tarih boyunca ne çok şiddet sevmiş! Machivealli bir kitap yazmış taa 16. Yüzyılda. Demiş neler bakın burada; ”Faydalı işler azar azar yapılmalı ki, halk bunların daha çok farkına varsın. Sakın ha! Cömertlik filan yapmayın. Cömertlik kadar insanın kendi kendini yıkan bir özellik yoktur, cömertçe davranılmasın. Kendi kesenizden cömertlik yapmayın, sonra yoksul kalırsın, yoksulluktan kurtulmak için de tamahkar davranırsın ve herkese karşı nefrete maruz kalırsın. Zalimlik ve zorbalık bir hükümdarın tebaasını birlik halinde ve itaatkar tutabilmek için kullanacağı silahlardan biridir. Bir-iki ibretlik kan dökme ile yeniden düzeni sağlayan hükümdar, neticede işleri kendi haline bırakabilecek ve büyük kan dökülmesine sebep olacak yumuşak birinden daha çok merhamete sahip biridir.” Avrupalı görüyorsunuz ya şiddetin tarihini yazmış, ama asıl şiddet hep topraklarımızdaymış.
Sümerler okullarda dayaktan sorumlu adam bulundurmuşlar. Yaramaz öğrencileri bunlar pataklamışlar. Babil ve Asurlular yıllarca savaş tanrılarına insan kurban etmişler, Peygamber sonrası dönemde ise Araplar birbirlerini yemişler. Bu şiddet ne kadar tatlı gelmiş öfkeli insanlara? Binlerce kan dökülmüş hep şiddet yolunda…
Ey zahit, öfke baldan tatlıdır derler. Sana öfkeyi güzel gösterirler. İnsanlık vicdan sahibi olmaktır, insanı insan gibi yaşatmaktır.
Saygılar Efendim...
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
İlk insanlar çevrelerini tanımaya çalıştılar yıllar boyunca. Gök gürültüsünden, vahşi hayvanlardan, denizden, fırtınadan, depremlerden ve birçok doğa olayından korktular. Müdahale edemiyorlardı, kendi iradeleri dışındaydı. Bu suretle doğa olayları ve tabiat varlıklarına tanrılık addettiler ve birer isim verdiler. Her uygarlığa göre bu isimler farklıydı zira her uygarlığın yaşam şartları ve kültürü farklıydı. Kimilerinde baş tanrı inek- insan kılığında oldu, kiminde ise bitki bereket, balık vs… kılıklarla resmedildi. Yüzyıllar boyunca insanlar doğal olaylara, varlıklara tapındılar, baharın gelişini, tabiatın dirilişini kutladılar. Tabiatın dirilişi tanrıların doğuşu, dirilişi idi onlar için. Yağmurun yağması, etrafın yeşillenmesi bereketti. Toprak tanrısı ile bereket tanrıçasının evliliği, vuslatı (Nevruz) demekti. Her tanrının bir dişil görüntüsü de vardı. Bu sayede bereketleniyordu dünya.
Yıllar içinde tanrıların erişilmez oluşu onları gökyüzüne taşıdı. Akad ve Babil ziguratlarından yıllarca gökyüzünü inceledi insanlar. Günümüzde de ellerimizi açıp gökyüzüne bakarız bilinçsizce. Bu davranışı da işte tanrıların gökyüzüne taşınmasından öğrendik. Örneğin Orion takımyıldızı bir tanrıydı, Venüs ise tanrıça. Çeşitli kavimlere göre tanrı ve tanrıça isimleri değişse de tanrılar gökyüzüne taşınmıştı artık. Çok sayıda tanrı vardı gökyüzünde taa ki babil tanrısı marduk un dişil ilahe olan tiamat’ı öldürmesine kadar. Böylece tek tanrı kaldı. O da erkekti. Bu durum birçok toplum şeriatınca ataerkillik olarak yorumlandı ve kadınlar ikinci plana atıldı. Tanrı erkekti zira ilaheyi öldürmüştü. Kadınlarda birer ilaheydi şeriatın gözünde ve ikincil plana atılmalıydılar. Bu suretle erkekler tek söz oldu monoteizm ile beraber. Örtüler ile işaretlendiler, savaş ganimeti sayıldılar. Tevrat tam bir şeriat ile geldi. Yerine getirilmesi gereken bir çok ritüel, belli sınıf ayrımları vardı ama ilk emri ‘’öldürme’’ idi. Zira şeriat ehli daha şekillenmemişti, sıkı şeriat kanunları ve ‘’10 emir’’ gibi kesin hükümler gerekliydi. Bugün israil’in çocukları bu şeriata da uymadan öldürüyorlar ne yazıkki…
Hristiyanlığın ilk emri ‘’sev’’ oldu. İncelik, nezaket aşılanmaya kalktı insanlara.’’Bir yanağına tokat atana sen öbür yanağını uzat’’ dendi. Yine hristiyanlığı da farklı yorumladılar. Sevgi yerine kin, öfke ve ihtiras doldurdular gönüllerine. Haçlı seferleri düzenlediler, engizisyonlarda insanları feci şekillerde ölüme mahkûm ettiler. Günümüzde de pek çoğu hala önyargılı ve kin içinde.
Müslümanlığın ilk emri ‘’oku’’ oldu. Düşünmeyi defalarca emretti. Müslüman teslim olan demekti ama yine çoğunluğu teslimiyeti unuttu, senlik benlik güttü ve fırkalara ayrıldı. Hala da şu cu bucu diye görenler fazla. Tüm Müslümanlığı birkaç ritüel’e sıkıştırdılar, sevgiyi, hoşgörüyü bir kenara bıraktılar. Kendi aralarındaki senlik benlik yüzünden , kendilerini yaktılar.
İnsan, tüm dinlerin toplamıdır çünkü kendi ‘’din ‘’ olmuştur. İnsanlık bir nevi evrenselliktir, şucu bucu diye ayırmaz. Bunu daha idrak edemeyende zaten insan sayılmaz…
Saygılar efendim...
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
Felsefe düşünme sanatıdır. Hz Muhammed’in gençlik zamanında da felsefe Araplar arasında önemli bir yer tutuyordu.. Hz. Muhammed’de gençlik yıllarında felsefeye merak salmış ve ‘’Hilfü’l- Fudul’’(Erdemler) adlı bir cemiyete katılmıştı (Bkz. M. Hamidullah, İslam peygamberi, 5/1). Ayrıca Hz Muhammed, bu cemiyette olmayı kızıl develere sahip olmaya tercih ettiğini belirtmiştir (Bkz. İbn-i Tesir, el- Kamil-ü Fi’ Tarih, 2/7).
İslam öncesi Arabistan'da ; şiir, edebiyat, hukuk, sosyoloji gibi faaliyetler önemliydi. Bu vesile ile çeşitli etkinlikler kuruluyor ve bu konularda müsabakalar yapılıyordu. Örneğin, ‘’Muallakat-ı Sab’a adlı şiir Kâbe duvarına asılıp günlerce orada kalmıştır. Bu tip sosyal faaliyetlerin oluşumu ve kültürel etkileşimi sağlamak adına panayırlar da önemli bir rol oynuyorlardı. Birçok Panayır vardı. Örneğin; Ukaz Panayırı, Devmetü’l Cendel Panayırı, Müşakkar Panayırı, Deba Panayırı bunlardan bazılarıdır. Bu sayede hem ticaret gelişiyor, hem de kabileler bir araya gelip fikir paylaşımları yapabiliyorlardı. Zira fikir ve düşünce üretmek, tartışmak ve entelektüellik önemliydi. Bu sayede Araplar isim yapabiliyor, gururlanabiliyorlardı.
Yine İslam öncesi Arabistan’da boy abdesti de Arapların ve Yahudilerin inançlarında mevcuttu (Bkz. İbni Habib, Mahabber, sf319). Cünüplük durumlarında suyla yıkanıyorlardı. Aynı zamanda Namaz da vardı ve günde beş vakit kılınıyordu. İsimleri ise; Şaharit, Musaf, Minha, Neilat şerarim, Maarib olarak adlandırılıyordu (Bkz. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Asr-ı saadette İslam). Aslında ’’ Namazkara’’ adı verilen ritüel, Hindüizmde de vardı. Güneşe yönelerek yapılan bu ritüelde, aynı namaz esnasında bulunan ritüeller uygulanıyordu.
Yine İslam öncesinde ‘’Arube ‘’denilen Cuma günü ibadeti de vardı. Ayrıca Hz. Muhammed ten önceki dönemlerde kutlanan iki Arap bayramı bulunmaktdır. Biri Nevruz, diğeri ise Mihriban ismiyle anılır. Bu bayramlar bir nevi toplumsal şenlik idi. Yine Arap yarımadasında bulunan Hıristiyan ve Yahudi kadınları, baş örtüsü kullanıyorlardı ve özellikle Yahudi kadınların ibadet ederken başörtüsü kullanmaları gerekliydi. Aslında bu adet Yahudilikten çok önce Sümerler zamanında da vardı. Sümerlerde örtünme ayırt edilmek adına tapınak rahibelerince kullanılmaktaydı. Bu durum daha sonra Yahudilikte de devam etti. Bu sayede kadınlar ayırt edilebiliyor ve sınıflandırılabiliyorlardı.
Tüm bunlar evvelinde varken Müslüman kimdir? Müslüman teslim olan anlamındadır. Onca kural, ritüel ve yasak İslam öncesinde de vardı. Yine adam kayırma, politika, sınıflandırma, İslam öncesinde de vardı. Acaba teslim olan neye teslim olduğunu bildi mi, yoksa şu cu, bu cu diyerek ayırt etmeye devam mı etti?
İnsan ancak gururunu yenebildiği miktarda insandır. Gurur ise, benliğimizin bir nevi ağırlığıdır. Aslında bütün bu ağırlığı yaradan ise yine insanın kendi ahlak yargıları, inançları ve düşündükleridir.
Saygılar Efendim…..
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
NSAN VE TANRI

Lat ve Uzza’ya ve diğer üçüncüsü menat’a ne dersiniz? (Diyanet tefsiri; Necm 19-20). Arap mitolojisinde en büyük tanrı ‘El İlah’ isminle anılırdı ve üç kızı vardı. İsimleri; el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât idi. Kâbe içerisinde bulunan, tapılan çeşitli tanrı ve tanrıçaların isimlerinin kökeninin El ilah’tan yani, Allah sözcüğünden türemişti. (Bkz. Vikipedia). Peygamberin babasının adı da Abdullah (Allah’ın kul’u) idi. Bu duruma neden şaşılsın ki?
Peygamber Mekke’yi alınca Kâbe’deki tüm putları kırdırdı. En büyük Put’u ise kırması için Ali’yi Omzuna aldı ve O en büyük Put’u Ali ‘ye parçalattı.
El-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât i birer ilahe (Dişil) idiler. Yani cazibeleri vardı. El lat; İbranice / Aramice’deki manasıyla otorite kaynağı anlamında, el-Uzzâ ; ‘güç, kuvvet’ manasında, el-Menât ise para anlamını taşıyordu.
Otorite, güç ve para; günümüzün de büyük putları bunlar. Hangi put’u gönül Kâbemizden çıkarıp parçalayabildik? Dünün El-Lât’ı, el-Uzzâ ‘sı ve el-Menât’ı karşımızda duruyor ,tüm çıplaklığı ile bizlerle dalga geçiyor ve eğleniyor.
İnsan olabilmek ve insan vasfını taşıyabilmek ancak gönül Kâbe’sinin temizliği ile olur.’’Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.” (Bakara 125). Ayetinde ne görüyorsun? Sanıyor musun ki dört duvarlı bir bina olsun sadece Allah’ın evi? Sanıyor musun rükû ve secde duvara karşı yapılıyor? Gerçek Kâbe senin gönlün, ibadetin ise o gönlüne uygun yaşaman, insanlığını aşikâr etmen.
El-Lât, el-Uzzâ ve el-Menât ! Bu üçü’de yaşıyor halen tüm çevrende. İster Otoriteye boyun eğ istersen güç’e. Veya paranın esiri ol. Sen insan olamadıktan sonra, El ilah’ı yani Allah’ı bulamadıktan sonra; ne olursan ol, Müslüman yani teslim olan olamazsın.

Saygılar efendim...
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48

10922535_10153021913762682_3937011646718187479_n.jpg

Bilimsel yenilikler tarih boyunca bazı tutuculukları da yanında getirmiş ve kuşkuyla karşılanmıştır. Örneğin Newtoon'un çalışmaları, principia'nın yayınlanmasından yarım yüzyıl sonra bile tam olarak benimsenmiş değildi.


Kısaca yeni ortaya çıkan bilimsel doğrular, karşıt görüşleri savunan insanları hemen ikna edip aydınlatamaz. Genellikle karşıt görüşü savunan kişiler birer birer ölüp yeni görüşten başkasını bilmeyen insanlar oluşur. İnsanların görüşlerini ve bakış açılarını değiştirmek çok zordur.

Karşıt görüşteki insanlar genellikle bilimsel kuşkuculuk adı altında karşıt görüşlere karşı çıkarlar; bazıları ise inançlarına karşı olduğu için bu duruma karşı durmaktadır, bazılarının ise çıkarlarına ters düşmektedir. Kısaca nedeni ne olursa olsun bunun adı; ''tutuculuk veya muhafazakar''lıktır. Tutuculuk, eğişime karşı olabileceği gibi geri bir aşamaya da dönmeye karşıdır. Zira geçmişteki bir düşünce ve fikriyatı da savunmaz, karşı çıkabilir. Tutuculuk sadece mevcut olan düşüncenin muhafazasından hoşnuttur ve bu yüzden muhafazakardır. Kısaca tutuculuk, mevcut durumun veya düzenin insanlar için en iyisi olduğunu savunur.

Her ne kadar tutuculuk kavramını savunanlar ilerlemeye karşı olmadıklarını savunsalar da, dediklerini muhafaza etmeye kalktıklarında bir ilerleme yaşanamamaktadır.

Gericilik ise geçmiş bir duruma, geçmişe özlem olarak tarif edilebilir. Gericilik kavramına gericilik yapan kişilerde karşı çıkmaktadırlar fakat bununla beraber geçmiş bir durum, bir yönetim biçimi veya yöntemin özlemini yaşarlar. Bu suretle bir geçmiş ideal yapıları, rüyaları vardır. Tam karşıt kavramı ise ilericiliktir. Gerici olanların kendilerine gerici denmesinden hoşlanmamalarının en büyük nedenlerinden biri; ilericilik kavramının insan bilinçaltının ilerlemeye ve ilericiliğe olan eğilimidir. Gerici düşünceleri savunan kişilerde bu yüzden kendilerine 'gerici' denildiğinde sinirlenmekte ve bu durumu bir aşağılayıcı durum olarak algılamaktadır.

Yobazlık, hortlamasını istediği düşüncenin ne getireceğini ve esaslarının ne olduğunu bile bilememe halidir. Sadece taraftardır ve gayeyi dahi bilmez, bilmeye lüzum bile görmez. Tek amacı rakiplerini ezmek, geçici bir nüfuza sahip olmaktır.

Bu suretle bilimsellik tarafsız bakmayı gerektirmektedir. Kişi ne miktarda olaylara ve durumlara tarafsız bakabilirse o miktarda doğruyu ulaşma olasılığı vardır.

Saygılar.
 

alkanaga

Asistan
Katılım
13 Ocak 2008
Mesajlar
398
Tepkime puanı
2
Puanları
18
Yaş
48
Doğduğumuz günden başlayarak oluşan inançlarımız, bilinçaltına kattığımız, kendimizle ilgili olumlu veya genellikle olumsuz düşünce kalıplarıyla oluşur. İşte bu inanç sistematiği ise bizim gerçek çekirdek inançlarımızı oluşturur.
Bu tür inançlar zihnimizin karanlık derinliklerinde tabakalaşırlar ve bilinçaltından bilince doğru buldukları çatlaklardan kendilerini ele verirler. Karanlıklarda olanbu inançlar genellikle korku ve kaygı içerirler. Örneğin; kendi çocuğunuz ile ilgili olabilir. “Bizim oğlan yine sınavı kazanmayacak”, “ boşuna uğraşıyorum bir şeylerin olacağı yok” şeklinde cümlelerle ele verebilir bu tür inançlar kendilerini. Akabinde ise sizi stres’e ve kaygı haline sokarlar. Endişelenmeye, engellendiğinizi hissetmeye, canınızı sıkılmaya başlarsınız. İşte bu tip inanç kategorileri cehennem ateşinin tam kendisidir. Sizi içerden kavurur durur. Dışarıya atmaya çalıştığınızda dışarıyı da yakar. Zira diliniz haşlak bir su misali karşınızdakileri de haşlayacak ve hatta belki de şiddete başvurmuş bulacaksınız kendinizi. Ardından ise eğer otistik biri değilsek derin bir pişmanlıkla yakacaktır içimizden.
İnsanın içine kök salmış böyle inançlar size fark ettirmeden bir zehirli sarmaşık gibi sarar sizi her cerahatinizden. Kıpırdandıkça hareket edemez bulursunuz kendinizi zira bu alevli haykırışlarınızın ateşi etrafınıza yansır ve ortalığı kavurur.
Hayatta başarılı ve sonuç olarak mutlu olmamızın önündeki en büyük problem kendimiz olamamaktır. Bu durum öyle bir hal ki kendi ni tanımayıp kendini başkalarının gözünden çıkarmaya çalışanların yarattığı kendileri hakkındaki umutsuzluk, başarısızlık üzerine olan inançlar sadece kendimize yabancılaşmamıza neden olurlar.
Gerçekten kendine bir sormalı insan, ” Ben kimim?”, “Ben ne istiyorum hayattan?” diye. Gerçekten neleri gerçekleştirmek istiyorsunuz bir düşünün. Sonra neleri gerçekleştirmeden elinizden kaçırdınız, bir düşünün. Ardından yine bir düşünün ki önünüzde yapabileceğiniz şeyler için ne kadar zaman var. Zira sen kendini tanımak istiyorsan, yapabildiklerin ve düşünebildiklerinden ibaret olduğunu göreceksin…
Saygılar efendim…


 
Üst