dedekorkut1
Doçent
DENGE ÂLEM
SELİM GÜRBÜZER
Kâinatta müthiş bir denge sistemi söz konusudur. Şimdi bu kâinattaki dengeye bakıp kendi denge sistemimizi göremezsek abesle iştigal olur elbet. Ancak görmek den de daha mühim olan iç dünyamızın dışımızla, dış dünyamızın içimizle uyumlu hale gelip gelmemsi çok mühimdir. Yani, içimiz dışımız birbiriyle uyumlu olması gerekir ki denge âlem bozulmasın. Hele bir insanın denge ayarı bozulmaya yüz tutsun hem madden hem manen çöküş yaşar da. Çöküş ve hayal kırıklığı yaşamamak için İsmail Çetin Hoca’nın “Müminin istikameti (dengesi) velinin en büyük kerameti” dediği istikamet gerçeğini idrak etmemiz gerekir.
Şu bir gerçek her şey denge âlem ayarı üzerine kurulu, Ne var ki denge ayarının ne anlama geldiği noktasında kafa yormayışımız, kendimize çeki düzen vermemize engel teşkil edebiliyor. Hele kafamızı gömdüğümüz kumdan başımızı kaldırıp şöyle kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde yaratılan her şeyin zıddı ile kaim olduğunun farkına varacağımız muhakkak. Zaten farkına vardığımız da her şeyin bu çift kutupluluk sayesinde dengelendiğini idrak etmiş olacağız. İşte buradan hareketle kutbun bir tarafına ağırlık verip diğer kutbu ihmal ettiğimizde denge ayarımızın şaşacağının muhasebesini yapmak biz kullara düşer elbet. Bikere denge âlemimiz normal seyrinde akması için zıt kutupları ne aşırı derecede birbirine yakınlaştırmalı ne de aşırı derecede birbirinden uzaklaştırmalı. Mutlaka orta bir yol takip edip dengelememiz gerekir ki istikamet üzere yol alabilelim. Nitekim Fen Bilgisi derslerinde de anlatıldığı üzere aynı yüklü iyonlar birbirini iterken zıt iyonlar ise birbirini çekebiliyor. İşte bu en temel kanunda bize gösteriyor ki, ne toplum hayatından uzaklaşıp kendi kabımıza (uzlete) çekilmeli, ne de kendimizi ihmal edip dünyaya tamah etmeli. Esas olan hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete yönelik bir hayat dengesi ve hayat nizamı ortaya koyabilmektir. İşte denge âlem, işte istikamet üzere olmak budur. Bunun dışında hepsi lafügüzaftın öte bir anlam ifade etmeyeceği aşikâr.
Evet, Yüce Allah’ın dışında her şey zıddı ile bilinmektedir. Nasıl mı? Mesela iyilik ve kötülük iki zıt kutup arasında muhasebe yapıp kendimize rota tayin ettiğimizde ister istemez bu iki zıt kutbun bilgisini de vakıf olmuş oluruz. Öyle ya, edindiğimiz bilgiler doğrultusunda rotamızı iyi yönde belirlediğimizde istikamet üzere bir yol takip edeceğiz anlamı çıkar Yok, eğer rotamızı kötü yönde tayin ettiğimizde bir anda dengemizin alt üst olacağı besbelli. Neyse ki Yüce Allah yarattığı kuluna cüz-i irade vermişte, bu sayede iyi ile kötüyü birdirbirinden ayırd ederekten zıtlıkları ahenkli hale getirebiliyoruz. Ancak ahenkli hale getirirken şurası unutulmamalıdır ki, Allah’ın istediği tek şey kullarına bahşettiği cüz-i iradeyi istikamet üzere yol takip etmeleri yönünde irade sergilemeleridir. Nitekim yaratılış gayemiz bizi denge âlem şuuru perspektifi içerisinde kendimize mutlaka bir istikamet belirlemek gerektiğini mecbur kılıyor da. O halde istikametten şaşmamak icab eder, aksi halde kendi kendimizin mahvına davetiye çıkarmış oluruz. Hele bir insanın dengesi şaşmaya görsün taş toprak incindiği gibi gök kubbede titrer. Öyle ya, dağ taş gök kubbe incindiğine göre kimi âlimlerimizin eşrefi mahlûkat insan için küçük âlem manasına ‘zübde-i âlem’ derken kimi âlimlerimizin de ‘büyük âlem’ demesi son derece gayet tabiidir. Küçük ya da büyük hiç fark etmez sonuçta öyle anlaşılıyor ki, insan için tüm âlemlerin özü dersek yeridir. O halde yaşadığımız hayat süreci içerisinde mümkün mertebe fıtri özümüzü korumakta fayda vardır. Aksi halde hem içerden hem dışarıdan müdahaleye açık bir konumda olursak vay halimize, ortada ne denge kalır ne de insanlığımız.
Madem insan için âlemin özü dedik, bilhassa insanın iç âlemine baktığımızda bir yandan insan ruhuna iyiliği emdiren melek-i kuvvetler varken, diğer yandan da insan ruhunu perdelemek için şeytani ve nefsi kuvvetler vardır. Burada bize düşen dikkatimizi melek-i kuvvetler üzerinde odaklayıp dengemizi sağlamak olmalı. Hiç kuşkusuz, şayet cüz-i irademizi iyiliği ilham eden melekler yönünde kullanırsak istikamet üzere bir yol takip edeceğiz demektir. Yok, eğer tercihimizi nefsin ve şeytanın telkinleri yönünde kullanırsak mazaallah dengemizi kaybedip tepetaklak yuvarlanacağız demektir. Hadi yuvarlanmak neyse de bu arada kendi kendimize zulmetmiş oluruz da. Ki, iç denge âlemimizi zindana çevirmeye hiçbir surette asla hakkımız yoktur, Madem böyle bir lüksümüz yok, o halde neydik edip hayatımızı fikir, zikir ve şükür ekseninde tanzim etmemiz gerekir ki, hem iç hem de dış dengemiz sıhhat bulabilsin.
Her doğan çocuğun fıtri donanım ve kabiliyetlerle dünyaya gelmesi Allah’ın kullar üzerinde bir lütfü ve nimeti olduğu malum. Dolayısıyla doğuştan bize ihsan edilen bu nimetleri tefekkür edip şükretmemiz icab eder. Hatta şükretmek de yetmez, verilen nimetleri yaradılış gayemiz doğrultusunda ibadetle taçlandırmamızda gerekir. Ki, bunu yaptığımızda maddi ve manevi yönden dengelenmiş oluruz. Düşünsenize genetik kodlarımızda doğuştan var olan kabiliyetlerimizi bilgi donanımıyla birlikte içine ruh kattığımızı, hiç kuşkusuz çiftkanatlı iç ve dış dengemiz bir bütün halde sıhhat bulacağı muhakkak. Nasıl sıhhat bulmasın ki, bikere yine bize bahşedilen cüz-i ihtiyar nimetini yaradılış kodlarımızdaki ilahi programa tabii tutmakla her girişeceğimiz fiili durum fikir zikir ve şükür olarak karşılık bulacaktır.
SELİM GÜRBÜZER
Kâinatta müthiş bir denge sistemi söz konusudur. Şimdi bu kâinattaki dengeye bakıp kendi denge sistemimizi göremezsek abesle iştigal olur elbet. Ancak görmek den de daha mühim olan iç dünyamızın dışımızla, dış dünyamızın içimizle uyumlu hale gelip gelmemsi çok mühimdir. Yani, içimiz dışımız birbiriyle uyumlu olması gerekir ki denge âlem bozulmasın. Hele bir insanın denge ayarı bozulmaya yüz tutsun hem madden hem manen çöküş yaşar da. Çöküş ve hayal kırıklığı yaşamamak için İsmail Çetin Hoca’nın “Müminin istikameti (dengesi) velinin en büyük kerameti” dediği istikamet gerçeğini idrak etmemiz gerekir.
Şu bir gerçek her şey denge âlem ayarı üzerine kurulu, Ne var ki denge ayarının ne anlama geldiği noktasında kafa yormayışımız, kendimize çeki düzen vermemize engel teşkil edebiliyor. Hele kafamızı gömdüğümüz kumdan başımızı kaldırıp şöyle kâinat kitabının sayfalarını çevirdiğimizde yaratılan her şeyin zıddı ile kaim olduğunun farkına varacağımız muhakkak. Zaten farkına vardığımız da her şeyin bu çift kutupluluk sayesinde dengelendiğini idrak etmiş olacağız. İşte buradan hareketle kutbun bir tarafına ağırlık verip diğer kutbu ihmal ettiğimizde denge ayarımızın şaşacağının muhasebesini yapmak biz kullara düşer elbet. Bikere denge âlemimiz normal seyrinde akması için zıt kutupları ne aşırı derecede birbirine yakınlaştırmalı ne de aşırı derecede birbirinden uzaklaştırmalı. Mutlaka orta bir yol takip edip dengelememiz gerekir ki istikamet üzere yol alabilelim. Nitekim Fen Bilgisi derslerinde de anlatıldığı üzere aynı yüklü iyonlar birbirini iterken zıt iyonlar ise birbirini çekebiliyor. İşte bu en temel kanunda bize gösteriyor ki, ne toplum hayatından uzaklaşıp kendi kabımıza (uzlete) çekilmeli, ne de kendimizi ihmal edip dünyaya tamah etmeli. Esas olan hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete yönelik bir hayat dengesi ve hayat nizamı ortaya koyabilmektir. İşte denge âlem, işte istikamet üzere olmak budur. Bunun dışında hepsi lafügüzaftın öte bir anlam ifade etmeyeceği aşikâr.
Evet, Yüce Allah’ın dışında her şey zıddı ile bilinmektedir. Nasıl mı? Mesela iyilik ve kötülük iki zıt kutup arasında muhasebe yapıp kendimize rota tayin ettiğimizde ister istemez bu iki zıt kutbun bilgisini de vakıf olmuş oluruz. Öyle ya, edindiğimiz bilgiler doğrultusunda rotamızı iyi yönde belirlediğimizde istikamet üzere bir yol takip edeceğiz anlamı çıkar Yok, eğer rotamızı kötü yönde tayin ettiğimizde bir anda dengemizin alt üst olacağı besbelli. Neyse ki Yüce Allah yarattığı kuluna cüz-i irade vermişte, bu sayede iyi ile kötüyü birdirbirinden ayırd ederekten zıtlıkları ahenkli hale getirebiliyoruz. Ancak ahenkli hale getirirken şurası unutulmamalıdır ki, Allah’ın istediği tek şey kullarına bahşettiği cüz-i iradeyi istikamet üzere yol takip etmeleri yönünde irade sergilemeleridir. Nitekim yaratılış gayemiz bizi denge âlem şuuru perspektifi içerisinde kendimize mutlaka bir istikamet belirlemek gerektiğini mecbur kılıyor da. O halde istikametten şaşmamak icab eder, aksi halde kendi kendimizin mahvına davetiye çıkarmış oluruz. Hele bir insanın dengesi şaşmaya görsün taş toprak incindiği gibi gök kubbede titrer. Öyle ya, dağ taş gök kubbe incindiğine göre kimi âlimlerimizin eşrefi mahlûkat insan için küçük âlem manasına ‘zübde-i âlem’ derken kimi âlimlerimizin de ‘büyük âlem’ demesi son derece gayet tabiidir. Küçük ya da büyük hiç fark etmez sonuçta öyle anlaşılıyor ki, insan için tüm âlemlerin özü dersek yeridir. O halde yaşadığımız hayat süreci içerisinde mümkün mertebe fıtri özümüzü korumakta fayda vardır. Aksi halde hem içerden hem dışarıdan müdahaleye açık bir konumda olursak vay halimize, ortada ne denge kalır ne de insanlığımız.
Madem insan için âlemin özü dedik, bilhassa insanın iç âlemine baktığımızda bir yandan insan ruhuna iyiliği emdiren melek-i kuvvetler varken, diğer yandan da insan ruhunu perdelemek için şeytani ve nefsi kuvvetler vardır. Burada bize düşen dikkatimizi melek-i kuvvetler üzerinde odaklayıp dengemizi sağlamak olmalı. Hiç kuşkusuz, şayet cüz-i irademizi iyiliği ilham eden melekler yönünde kullanırsak istikamet üzere bir yol takip edeceğiz demektir. Yok, eğer tercihimizi nefsin ve şeytanın telkinleri yönünde kullanırsak mazaallah dengemizi kaybedip tepetaklak yuvarlanacağız demektir. Hadi yuvarlanmak neyse de bu arada kendi kendimize zulmetmiş oluruz da. Ki, iç denge âlemimizi zindana çevirmeye hiçbir surette asla hakkımız yoktur, Madem böyle bir lüksümüz yok, o halde neydik edip hayatımızı fikir, zikir ve şükür ekseninde tanzim etmemiz gerekir ki, hem iç hem de dış dengemiz sıhhat bulabilsin.
Her doğan çocuğun fıtri donanım ve kabiliyetlerle dünyaya gelmesi Allah’ın kullar üzerinde bir lütfü ve nimeti olduğu malum. Dolayısıyla doğuştan bize ihsan edilen bu nimetleri tefekkür edip şükretmemiz icab eder. Hatta şükretmek de yetmez, verilen nimetleri yaradılış gayemiz doğrultusunda ibadetle taçlandırmamızda gerekir. Ki, bunu yaptığımızda maddi ve manevi yönden dengelenmiş oluruz. Düşünsenize genetik kodlarımızda doğuştan var olan kabiliyetlerimizi bilgi donanımıyla birlikte içine ruh kattığımızı, hiç kuşkusuz çiftkanatlı iç ve dış dengemiz bir bütün halde sıhhat bulacağı muhakkak. Nasıl sıhhat bulmasın ki, bikere yine bize bahşedilen cüz-i ihtiyar nimetini yaradılış kodlarımızdaki ilahi programa tabii tutmakla her girişeceğimiz fiili durum fikir zikir ve şükür olarak karşılık bulacaktır.