Demokrasiye dair

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Halkın Egemenliği, Resmi İdeoloji
ve Demokrasi Üzerine Notlar

BÜYÜK Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da; münzel kitaba dayanan dinleri mahkûm eden, bilimi her şeyin ölçüsü haline getiren ve lâik-seküler devlet siyasetini takdis eden zihniyetin yayıldığı malûmdur. Osmanlı Dönemi’nde; özellikle Fransa’ya giderek, Batı’nın kültür değerleriyle tanışan ve ülkesine geri dönen jön Türkler “asrileşme, ittihad, terakki ve muasır medeniyet” kavramlarını dillerinden düşürmemeye başlamışlardır. Çoğulcu toplumun güzel örneklerinden birisi olan Osmanlı Devleti, yerini modernizmi esas alan Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Topraklarını işgal eden Avrupa Ülkeleri’ne karşı “İstiklâl Savaşı” veren Osmanlı Paşaları; kısa bir süre sonra müstevlilerin kültür değerlerini hiç sorgulamadan aktarma yoluna gitmişlerdir.


Lozan Antlaşması’nda “millet sistemini” dikkate alan ve müslümanları kurucu (asli) unsur, gayr-i müslimleri de azınlık kabul eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yöneticileri; laiklik adına farzları yasaklamanın ve haramları teşvik etmenin nelere sebeb olabileceğini hiç düşünmemişlerdir. Ayrıca Türk ve Kürt kavminin ortak paydası olan İslâm Fıkhı’nı mahkûm etmenin, bu iki kavmi birbirinden uzaklaştıracağını dikkate almamışlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında önce ‘modern-ulus devlet’ ve ‘kültür milliyetçiliği’ anlayışı ön plâna çıkarılmıştır. Türk Tarih Tezi (TTT), Güneş-Dil Teorisi (GDT) ve 1934 yılında çıkarılan ‘Mecburi İskân Kanunu’ gibi projeler, değişik problemleri beraberinde getirmiştir. Zaman içerisinde ulusal üst kimlik (Türklük) teorisi ve “Atatürk Milliyetçiliği” gibi keyfiyeti meçhul kavramların piyasaya sürülmesi, etnik kültür probleminin çözümünü imkânsız hale getirmiştir.


Yürürlükteki Anayasa’da, modern-ulus devlet adına, hakikate uygun olmayan hükümlere yer verildiğini gizlemenin bir anlamı yoktur. 1924 Anayasası’nda yer alan, ‘Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla bağlı olanlar Türk ıtlak olunur’ hükmünün (Madde:88) kabulü sırasında Hamdullah Suphi Bey’in (Tanrıöver), ‘Yahudilerin, Ermenilerin ve Rumların, Türklerin dilini ve kültürünü benimseyene kadar Türk milletinin parçası sayılmasına’ karşı çıktığı malûmdur.

Celâl Nuri’nin (ileri), ‘Türkçe konuşan müslümanların Türk vatandaşı sayılmasını, farklı kavimlere mensup olan ve Türkçe konuşmayan kimselerin Türk sayılamıyacaklarını’ söylemesi tartışmalara sebeb olmuştur. 5 Şubat 1937 Tarihi’nde yapılan Anayasa değişiklikleri arasında en önemlisi, üçüncü maddeye ‘Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve ınkılâpçıdır’ ifadesinin eklenmesi, yani CHP’nin altı okunun Anayasa’ya yerleştirilmesi olmuştur. Devlet dini haline getirilen lâiklik ideolojisinin; 1937 yılında (Cumhuriyet’in kuruluşunda değil) Anayasa’ya, yürürlükteki nisap miktarı dikkate alınmadan (cebren) konulduğunu gizlemenin bir anlamı yoktur.
1924 yılından, takriben 2003 yılına kadar süren seksen yıllık dönemde ‘Kürt Kavmi’nin’ varlığı inkâr edilmiştir.


Devletin etnik ve kültürel çeşitliliğe yaklaşımı ‘Ne mutlu Türküm Diyene’ sloganıyla sınırlıdır. Seksen yıllık dönemi özetleyecek en uygun kavram, tek kelimeyle asimilasyondur. Modern ulus inşasında Fransa’yı örnek alan Türkiye Cumhuriyeti, birçok etnik kökenden gelen kişi ve topluluğu ‘vatandaş’ olarak kabul etmiş, ancak onların etnik ve kültürel haklarını dikkate almamıştır. Seküler-laik ‘ulusal kültür politikasının’ etnik farklılıkları önemsiz hale getireceği düşünülmüştür.

Güney Doğu Anadolu’nun bazı illerinde çok yoğun olarak yaşayan Kürtler’in, gizli ve açık direnişleri ‘asimilasyon siyasetini’ zaafa uğratmıştır. Son yıllarda kürtler adına ‘Kollektif Haklar’ talebinde bulunan ve bu konuda ısrar eden ‘Sivil Toplum Örgütlerinin’ seslerini yükseltmeye başladıklarını gizlemenin bir anlamı yoktur. Geçtiğimiz ay Diyarbakır’da devam eden KCK davası’nda, bazı sanıkların Mahkeme Heyeti’nden ‘Kürtçe (anadilde) savunma haklarını’ talep etmeleri hafife alınabilecek bir hadise değildir. Bu tesbitten sonra, politika esnafının ısrarla kullandığı halkın egemenliği meselesine geçebiliriz.


Egemenliğin Kaynağı Nedir?
Tarih boyunca servete, silaha ve iktidara sahip olan zümreler, kendilerine “egemenliğin kaynağı nedir?” sualinin sorulmasından bile rahatsız olmuşlardır. Batı’da egemenliğin kaynağı konusunda, iki önemli görüş vardır. Birincisi: Egemenlik, kâinatın sahibi olan Allah’a mahsus olan ve O’nun adına kullanılması gereken bir haktır. İkincisi: Egemenlik, halkın iradesine ve rızasına dayanan, yani kuvvet kullanma imtiyazını halktan alan kadroları ifade eden bir kavramdır. Batıda “Republica” (cumhuriyet) kavramı, egemenliğin halka ait olduğunu kabul eden siyasi sistemi ifade için kullanılır. Cumhuriyeti esas alan demokratik sistemlerde (velev ki nazari plânda bile olsa) egemenlik kayıtsız ve şartsız halka aittir. Bu sınırsız egemenlik anlayışı, adaletin hafife alınmasına sebeb olabilir.

Ayrıca şu iki suale cevap verilmesi gerekir. İktidar ile muhalefet partileri arasında; egemenlik ihtirasına dayanan mücadele anarşizme ve anomi hastalığına sebeb olabilir mi? Siyasi parti liderleri; hakikatleri söylemek yerine, halka dalkavukluk ederek iktidarı ele geçirmeyi tercih etmeleri mümkün müdür? Bütün dünyada, bu suallerin getirdiği meseleler tartışılmaktadır. Modern-ulusal devlet anlayışını reddeden ve insan haklarını ön plâna çıkaran siyasi akım (post-modernizm) batılı siyaset bilimcilerinin gündemindedir. Türkiye’de bu konuları tartışmak bile mümkün değildir. Tartışılamayan meselelerden birisi de ideoloji haline getirilen demokrasi anlayışıdır.

Bilindiği gibi Demokrasi terimi, Yunanca’dan dilimize geçen bir terimdir. Aynı zamanda, eski Yunan Medeniyeti’nde ortaya çıkan siyasi rejimi ifade için kullanılmıştır. Diktatörlüğü önlemeyi esas alan Atina demokrasisi, Perikles ve Thucydides döneminden sonra, anomi hastalığına tutulmuş ve ‘halk egemenliği’ teorisi iflas etmiştir. Atina ve Isparta gibi Yunan şehir devletlerinde uygulanan ‘doğrudan demokrasi’ anlayışının, uzun yıllar süren savaşlara sebeb olduğu malumdur.

Demokrasinin gündeme girdiği ilk yıllarda, lehinde ve aleyhinde değişik görüşler ortaya konulmuştur. Filozof Aristo’ya göre: “Demokrasi avamın egemenliğidir. Oligarşi ve tiranlıkla birlikte, üç kötü hükümet biçiminden birisidir. Bu üç hükümet biçimi de yöneticilerin kendi çıkarlarını sağlama temeline dayanır.(1) Merhûm Cemil Meriç “Demokrasi” ile ilgili olarak şunları zikretmektedir: “ Her çağ kendi rüyalarını, kendi emellerini söyletmiş bu kelimeye!..

Her demogog kendi yalanlarını!.. Uğrunda sel gibi kan akıtılmış. Nedir bu demokrasi? “Katıksız demokrasi, ayak takımının despotizmidir” diyor Voltaire. “Demokrasinin temeli fazilettir” diyor Montesguieu!.. De Maistre “Hırstır” diyor. “Demokrasi adaletin temelidir” Vacherat’a göre. Proudhon’a göre “Ruhani ve cismani bütün iktidarların sona ermesidir” Thierryi’i için “Demokratik cumhuriyetlerin sonu ahlâki bir alçalıştır.” Günümüze gelelim: Weberci bir sosyoloğa göre demokrasiyi diğer siyasi rejimlerden ayıran ön faraziye: Hürriyet!.. Hürriyet demokrasinin başlangıcından itibaren mevcuttur. Derece kabul etmeyen kayıtsız şartsız bir hürriyet. Bu mefhum demokrasinin amacını da belirler: Eşitlik (2) Dikkat edilirse batıda demokrasinin hem savunucuları, hem de muhalifleri vardır.

Osmanlı toplumunda meşrutiyet rejimi ile birlikte demokrasi de gündeme girmiştir. Kanûn-i Esasi’nin (Anayasa) hazırlandığı yıllarda, demokrasi kavramı ön plana çıkmıştır.. Prof. Niyazi Berkes “Türkiye’de Çağdaşlaşma” isimli eserinde bu gelişmeyi şöyle izah eder: “Anayasaya karşıt olan görüşün en aşırı biçimini, Arapça’dan çevrilen eski bir kitabın başında “Nusret Paşa” adlı biri tarafından yazılarak Abdülhamid’e sunulan uzun bir önsözde görürüz. Bu yazara göre “Hristiyan dünyasında yalnız iki devlet rejimi vardır: Aristokrasi ve Demokrasi!.. Demokrasi, gençlerimizin uygar sandığı Avrupa’da, belirli fikir ve inançlara dayanır.

Avrupa’da bütün felsefe ve edebiyat adamları, bu demokrasi teriminin arkasında ve söz özgürlüğü gibi uydurma perdeler altında yatan şeyin; Allah’ın varlığını inkâr ve dehrilik (materyalizm) inancı olduğunda müttefiktirler. Şimdi bizde de hafif akıllı, yeni moda aydınlar dehriliği Avrupa’dan taklid ederek, bir üstünlük imiş gibi bize getirmeye kalkışıyorlar. Sözde terakki adı altında; İslâm Devleti’nin de din ve ahlâkta demokratik olduğunu iddia ediyorlar. Halbuki İslâm Devleti; Avrupa’nın aristokrasi ve demokrasi devlet biçimlerinin ikisinden de farklıdır ve onlarla uzlaşamaz.

İslâmi Devlet; mutlak tevhid inancı ile kitap ve sünnete dayanır. Demokrasi denen halk yönetiminin; İslâmi devletle en küçük bir ilişkisi bile olamaz. İslâm dininde “Emr-i bi’l ma’ruf, Nehyi ani’l münker” kaidesine göre; mü’minlerin emirine itaat, her müslümanın üzerine farzdır. Onun yetkilerini şarta bağlamak (meşrutiyet) veya demokraside olduğu gibi tamamen kaldırmak, bütün İslâm Şeriatını kaldırmak demektir.(3) Halife II. Abdülhamid’e sunulan bu tebliğde, “Demokrasi’nin mahiyeti” ortaya konulmaktadır. Bazı filozofların; “İnsan aklının bulabildiği en iyi siyasi rejim” şeklinde tarif ettikleri demokrasi, hiçbir toplumda ideal ahengine kavuşamamıştır.

Filozof Karl Popper’e göre; “etimolojik olarak halk egemenliği anlamına gelen demokrasi terimi, maalesef çok tehlikeli olan bir terimdir. Bütün vatandaşlar, kendilerinin yönetimde olmadıklarını bilir ve bu yüzden de demokrasiyi sahtekârlık olarak kabul ederler.” İktidarın teşekkülünü, denetlenmesini ve devredilmesini kurallara bağlayan demokrasi rejimi, günümüzde her ideolojinin istismar edebildiği bir siyasi rejimdir.
Tek Parti-Tek Şef Formülü
Aydınlanma felsefesinin getirdiği “çağdaş uygarlık” masalına inanan, CHP’nin altı okunu “Atatürk İlkeleri” diye pazarlayan ve bunu anayasaların değişmez maddeleri haline getiren zihniyet, ‘halkın eğemenliği’ meselesini dilinden düşürmemiş, fakat hiçbir zaman benimsememiştir. Meselenin daha iyi kavranabilmesi için; bu zihniyetin, tarihi gelişimini iyi tahlil etmek gerekir: 23 Nisan 1920’de toplanan birinci TBMM, Hacıbayram Camisi’nde yapılan dualarla faaliyete başlamıştır. Cumhuriyet rejimi İslâmi mesajlar ile kitlelerin huzuruna çıkmıştır. Nitekim ilân edilen 1924 Anayasası’nın ikinci maddesinde “Devletin dini, din-i İslâm’dır” hükmüne yer verilir.

Hilâfete bağlılık hususunda yeminler edilir. Fiilen olmasa da resmen bir “İslâm Cumhuriyeti” gündemdedir. Balıkesir’de “Kanûn-i Esasimizin (anayasamızın) ruhu Kur’an-ı Kerim olacaktır” diyen TBMM başkanı Mustafa Kemal Paşa, bütün istilâ altındaki müslümanlara bir mesaj vermiştir. Bu durum, 1928 yılına kadar devam eder. 1928-1937 yılları arasında; TC Devleti’nin resmî dini yoktur. Ancak “Laiklik” felsefesi üzerinde (resmî olarak) durulmamıştır. Laiklik 5 Şubat 1937’de resmen kabul edilir. Ancak tatbikatta, devletin dine müdahalesi ön plâna çıkarılmıştır.


Cumhuriyet rejimi ile birlikte önemli bir konu daha gündeme girmiştir: Vatandaşlar, kendilerini idare edecek kadroları seçeceklerdir. Fakat CHP’nin kurmayları; Türkiye’de yaşayan insanlara güvenemedikleri için, onların “neyi seçip, neyi seçmeyeceklerini tesbit etme” ihtiyacını da hissederler. Israrla “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sloganını tekrarlamaktadırlar. Ancak bu slogan, sadece Osmanlı saltanatını reddetmek için kullanılmıştır. Halkın egemenliği ilkesi ile birlikte gündeme giren demokrasi, tahammül edemiyecekleri bir rejimdir. CHP’nin kodamanları iki de bir: “Biz bu memleketi sokakta bulmadık” diyerek, hava atmayı ihmal etmezler. Çözüm bulunmuştur: Bir vilâyetten beş saylav (Milletvekili) seçilecekse, beş aday gösterilir.

Formül: “Tek Parti, Tek Şef ve yeterli sayıda adaydır!..” Böylece seçmesini bilmeyen ve daima kandırılması mümkün olan haşmetlü halk hazretlerinin egemenliği (!) sağlam temellere oturtulmuştur. CHP’nin altı okla ifade edilen ideolojisi, ‘cumhuriyetin nitelikleri’ veya ‘kurucu felsefe’ adı altında insanlara dayatılmıştır. Egemenlik sahibi olduğu iddia edilen halkın mahkûm, sivil ve asker bürokratların hakim olduğu bir devletin ‘demokratik, laik, sosyal hukuk devleti’ olduğunu söylemek mümkün müdür?

Resmi İdeoloji veya Sivil Din
Türkiye’de Klasik-lâik sağ ve sol partilerin; Atatürk’ün ilkelerini ve Inkılaplarını bahane ederek, cari siyasi rejimin tartışılamıyacağını iddia ettikleri malumdur. Siyasi Partiler Kanunu’nun 85’ınci maddesinde: ’Siyasi partiler Türk milletinin kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün şahsiyet ve faaliyetlerini veya hatırasını kötülemek veya küçük düşürmek amacını güdemezler ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunamazlar” denilmektedir. Eski Cumhurbaşkanlarından Celâl Bayar; ölümünden kısa bir süre önce “Atatürk’ü sevmek, milli bir ibadettir” diyerek, itikadi tercihini ortaya koymuştur.


12 Eylül’ü konu alan bir televizyon programında; askeri darbenin lideri Kenan Evren, “Türkiye’de yaşayan her insanın Atatürk’e tapması gerekir” diyebilmiştir. Müslümanların bu zihniyeti kabul edebilmesi mümkün müdür? İslâm düşmanlığını meslek edinen ve olur olmaz her meselede “lâiklik elden gidiyor” diye çırpınan politikacılar; Atatürk ilkelerini ve ınkılâplarını, keyiflerine göre istismar edebilmektedirler. Büyük bir çoğunluğu “Biz İslâm dininin düşmanlarıyız” diyemedikleri için, zihniyetlerini resmi ideoloji adına pazarlama yolunu seçmektedirler. Demokrasi adına ‘bürokratik-totaliter’ rejimi pazarlayan zihniyet ile ‘Türkiye’ye mahsus olduğu iddia edilen laiklik tatbikatını’ savunan zihniyet arasında hiçbir fark yoktur.

Devlet adamlarının hevâlarına tabi olmaları, adaleti hafife almaları, hak ile batılı birbirine karıştırmaları ve hakikatleri tahrif etmeleri değişik felâketlere sebeb olabilir. Yürürlükteki Anayasa’nın girişinde yer alan, değiştirilemez, hatta değiştirilmesi dahi teklif edilemez’ şeklinde ifade edilen maddeleri muhafaza edildiği müddetçe, Türkiye’nin etnik ve dini kimlik problemini çözmesi kolay değildir.
____________________
(1) Orhan Hançerlioğlu- Felsefe Ansiklopedisi- İst: 1976 C: 1 Sh: 299.
(2) Cemil Meriç- Bu ülke - İst: 1975 (2. bsm) Sh: 75.
(3) Prof. Niyazi Berkez- Türkiye’de Çağdaşlaşma- İst:1979 Sh: 315-316.


Misak dergisinden iktibas
 

-Muhammed-

Profesör
Katılım
18 Kas 2010
Mesajlar
1,740
Tepkime puanı
234
Puanları
63
madem ki demokrasi halkın yolu demek ve madem ki halk kendi arzuları doğrultusunda kanun yapıyor ve madem ki yaptığı kendi kanunlarına uyuyor öyleyse kahrolsun bu demokrasi. ancak Allah ın kanunları uygulanıyorr ve O nun emirleri doğrultusunda yaşanıyorsa ilelebet yaşasın böyle yapan halk. doğru yolu kendine o vakit çizmiştir. ne kutlu. ne mutlu..
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Yazı anlaşılmamış galiba...Demokrasi, oligarşik zümrenin bir putudur, bazen acıkınca yiyebileceği türden....Afiyet olsun!!
 

-Muhammed-

Profesör
Katılım
18 Kas 2010
Mesajlar
1,740
Tepkime puanı
234
Puanları
63
:) sadece içimden geleni söylemek istemiştim.. sağolun yeriz biz de onları :) estağfirullah Ey Rabbim..
 

tebeyyün

Doçent
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
548
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
istanbul
O halde ne mutlu demokratım diyene!!!
Hatta daha mutlu olmak isteyenlerimiz ne mutlu liberalim diyene!!!
Bu da kesmezse ne diyeyim ne mutlu be mutlu olana!!!
Altı ok altı noktadan saplansın sol yanlara!!!
 
Üst