Demokrasi Oyunu

thetevhit

Üye
Katılım
7 Haz 2010
Mesajlar
76
Tepkime puanı
2
Puanları
0
1. Demokrasi Oyunu
Biz halkları dört yılda bir seçimlere sokarız. Onların kendi hükümetlerini kendilerinin seçmesine müsaade ederiz, fakat sonunda hangi parti kazanırsa kazansın hakikatte kazanan bizler oluruz. Şayet seçimler sonrası kurulan hükümetler bizim kontrolümüze itiraz ederlerse hemen skandallar çıkarırız ki bu kontrol mekanizemize itiraz edenleri temizleme operasyonudur... (YAHUDİ PROTOKOLLERİNDEN)

 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
1. Demokrasi Oyunu
Biz halkları dört yılda bir seçimlere sokarız. Onların kendi hükümetlerini kendilerinin seçmesine müsaade ederiz, fakat sonunda hangi parti kazanırsa kazansın hakikatte kazanan bizler oluruz. Şayet seçimler sonrası kurulan hükümetler bizim kontrolümüze itiraz ederlerse hemen skandallar çıkarırız ki bu kontrol mekanizemize itiraz edenleri temizleme operasyonudur... (YAHUDİ PROTOKOLLERİNDEN)


Güzel bir konu ve irdelenmesi gerek.Teşekkürler.

Peki bu oyunlarını bozmak için bizler ne yaparız ÖNEMLİ OLAN DA BU.

Bu düşünceye ALTERNATİF üretmeyenler bence önce kendilerine saygısı yoktur.
 

ANTİdepresan

"Ansiklopedi"
Katılım
18 Kas 2009
Mesajlar
432
Tepkime puanı
27
Puanları
0
Yaş
40
Yahudi, Müslüman, Kürt, Türk, Ermeni ... vs.. göndermeleri ile sürekli bir ırkçı tutum sözkonusu forum konularında ne kadar rahatsız edici :S
Partiler üstü, ırklar üstü, dinler üstü bir tutum neden kabullenilemez anlamakta zorlanıyorum...
Sürekli bünyesinde bulunduğumuz şeyler için konuşur, yazar olduk...
 

thetevhit

Üye
Katılım
7 Haz 2010
Mesajlar
76
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Partiler üstü, ırklar üstü, dinler üstü bir tutum dediğiniz şey ütopiktir.Öyle bir şey hayal ürünü...:)
 

tebeyyün

Doçent
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
548
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
istanbul
Güzel bir konu ve irdelenmesi gerek.Teşekkürler.

Peki bu oyunlarını bozmak için bizler ne yaparız ÖNEMLİ OLAN DA BU.

Bu düşünceye ALTERNATİF üretmeyenler bence önce kendilerine saygısı yoktur.

Mücadeleye girmeden önce;
Karşımızdaki gücün bir maddi gücü var dikkate alırsak.İlk önce maddi anlamda güçlü olmak gerek.Yada bu gücü bir şekilde elde etmek gerek.Ama en önemliside mücadele için alternatif için ilkin adım atmak gerek.Kimsenin ne dediğine aldırmadan.İnanç gerek ama insanı kuzu yapan gelene geçene meee meee çektiren bir inanç değil...Rahatı terketmek gerek.Her türlü acıya kedere kendini fikren ve ruhen hazırlamak gerek.Aşama aşama planlı programlı hareket etmek...Toplum bazen bizi gerçekten hiç olmamaz gerken kişi olma rolüne itiyor.Aslında her şeyden sonra insanın karşına Toplum çıkıyor.Buna da bir çözüm bulmak gerekecek.Madem Alternatif isteniyor.

Sistemin çarklarını kim kurcalıyor,çomak sokuyorsa...
 

tebeyyün

Doçent
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
548
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
istanbul
Bu durumda ne oluyor =) hayalimi oluyor =)

eline küçükte olsa bir taş alıp atmak gerekiyor.Atamıyorsak taş atanlara taş taşımak gerekiyor.Taşıyamıyorsak en azından destek olduğumuzu hissettirmemiz gerekiyor.Bozukluklardan herkes haberdar.Herkes ben de dahil konuşuruz,hep konuşurda dururuz.Yollda sokağında etraf çöplükten geçilmez durumdadır.Yahu bir adım at da temizle demeyizde kendimize =) bu belediye nerde deriz :D
 

tebeyyün

Doçent
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
548
Tepkime puanı
38
Puanları
0
Konum
istanbul
Şimdi bu saatte bana muhalefet edecekte yok ki kendime muhalif hareket edesim geldi =) Muhalif olmanın müthiş lezzetini tatmak gerek =)
Ağbi bu tebessümlere kızmayınız.Çocuktur deyip geçiniz =)Gerçi bana yiğen diyorsunuz ama =)
 

hopteq

Asistan
Katılım
22 Ağu 2009
Mesajlar
296
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Trabzon\Araklı
hükümetleri belirleyip hükümetleri yıktıkları konusunda hem fikirim. AKP'yi aşırı derece eleştiren biri olmama rağmen yine de olumlu düşünmüyor değilim
şöyleki AKP ile ilgili 2 düşüncem var;
1. Ya gerçekten kukla, yapıyormuş gibi görünüp yıkıyor.
2. Ya da kukla gibi görünüp kaleyi içten fethedip ülkeyi güçlendiriyor.

Ben eleştirilerim de haksız çıkıp yüzüme tükürülmesine razıyım, yeter ki bu millet bu devlet hak ettiği yerde olsun. bozana küfür ettiğimiz gibi yapana da dua etmesini biliriz Elhamdülillah
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
Mücadeleye girmeden önce;
Karşımızdaki gücün bir maddi gücü var dikkate alırsak.İlk önce maddi anlamda güçlü olmak gerek.Yada bu gücü bir şekilde elde etmek gerek.Ama en önemliside mücadele için alternatif için ilkin adım atmak gerek.Kimsenin ne dediğine aldırmadan.İnanç gerek ama insanı kuzu yapan gelene geçene meee meee çektiren bir inanç değil...Rahatı terketmek gerek.Her türlü acıya kedere kendini fikren ve ruhen hazırlamak gerek.Aşama aşama planlı programlı hareket etmek...Toplum bazen bizi gerçekten hiç olmamaz gerken kişi olma rolüne itiyor.Aslında her şeyden sonra insanın karşına Toplum çıkıyor.Buna da bir çözüm bulmak gerekecek.Madem Alternatif isteniyor.

Sistemin çarklarını kim kurcalıyor,çomak sokuyorsa...

İnanın Bu ve diğer Forumlarda akıl temelli hatalı da olabilir doğruda olabilir.

İSTİŞARE yi özledim.

Karşımızdaki gücün bir maddi gücü var dikkate alırsak.İlk önce maddi anlamda güçlü olmak gerek.Yada bu gücü bir şekilde elde etmek gerek.Ama en önemliside mücadele için alternatif için ilkin adım atmak gerek

Demişsiniz yerinde ve önemli tespit.

Malesef EKONOMİ bu konuda konu açmıştım SOĞUK SAVAŞIN Ekonomi cephesi idye.

Nasrettin Hocanın bir sözü PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR YANİ PARA KİMDE İSE O ÇALAR istediklerini istediği gibi oynatır.

Eğer bizler İSLAM karşıtlarını besleyen büyüten ZALİM yapan EKONOMİK gücü pasifize edemezsek o zaman yalnızca MİTİNGLERDE HOROZLAR gibi bağırırız.
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
gercekten harika bi konu olmuş...öncelikle Allah razı olsun...demokrasi kavramı incelendiğinde islamdan cok uzak oldugu görülecektir..en basit örnek islamda cogunlugun değil ALLAHIN istediği olur..



''egemenlik kayıtsız şartsız milletin''' değil ALLAHINDIR...!!


İSLAM HUKUKU HANGİ DURUMLARDA COĞUNLUGUN GÖRÜŞÜNE BAŞVURMAMIZ GEREKTİĞİNİ BİZE GÖSTERİYOR..!!


ŞİRKE GİRİYORUZ HABERİMİZ YOK...ADALETLE YONETİLİYORUZ SANIP ALDANIYORUZ...

AGBİ BU OYUNLARI BOZMAMIZ GEREKİYO DEMİŞ... BANA GÖRE ÖNCE İNSANLAR BİLİNÇLENDİRİLMELİ...Bİ COK İNSAN İÇİNDE BULUNDUGU DURUMUN FARKINDA DEĞİL...
 

agbi

Yasaklı
Katılım
2 Kas 2006
Mesajlar
25
Tepkime puanı
382
Puanları
0
Konum
İzmir
gercekten harika bi konu olmuş...öncelikle Allah razı olsun...demokrasi kavramı incelendiğinde islamdan cok uzak oldugu görülecektir..en basit örnek islamda cogunlugun değil ALLAHIN istediği olur..



''egemenlik kayıtsız şartsız milletin''' değil ALLAHINDIR...!!


İSLAM HUKUKU HANGİ DURUMLARDA COĞUNLUGUN GÖRÜŞÜNE BAŞVURMAMIZ GEREKTİĞİNİ BİZE GÖSTERİYOR..!!


ŞİRKE GİRİYORUZ HABERİMİZ YOK...ADALETLE YONETİLİYORUZ SANIP ALDANIYORUZ...

AGBİ BU OYUNLARI BOZMAMIZ GEREKİYO DEMİŞ... BANA GÖRE ÖNCE İNSANLAR BİLİNÇLENDİRİLMELİ...Bİ COK İNSAN İÇİNDE BULUNDUGU DURUMUN FARKINDA DEĞİL...

''egemenlik kayıtsız şartsız milletin'''

Diyenlere sormak isterim

NEDEN REFERANDUM için Anayasa Mahkemesine gittiniz ?

Gelelim EGEMENLİK ALLAH cc nundur.

Doğru ALLAH cc istemesse birey bir şey yapamaz bu durumda Bireylerin oluşturduğu MİLLET te birşey yapamaz sonuçta ALLAH cc egemendir.

Fakat Düşmana kendi silahı ile DÜNYEVİ karşılık vermek gerek sonucuda ALLAH cc bırakmaktır.
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
Fakat Düşmana kendi silahı ile DÜNYEVİ karşılık vermek gerek sonucuda ALLAH cc bırakmaktır.

"EVET... BU KONUDA HAKLISINIZ..YANLIZ BUNUN İÇİNDE BİLİNÇLİ İNSANLARA İHTİYAÇ VAR DİYE DÜŞÜNÜYORUM...NEBEVİ HAREKET METODU İNCLENDİĞİNDE GÖRÜLECEKTİR PEYGAMBER s.a.v. ÖNCE 'İNSAN'LA İLGİLENDİ..İLK İŞİ EKONOMİK Bİ GUCE SAHİP OLMAK DEĞİLDİ..

DEMOKRASİ Bİ OYUNDUR TEHLİKESİDE ORTADADIR...

AMA ONDAN DAHA TEHLİKELİ OLAN 'CAHİLLİK'TİR...

İNSANLARIMIZ MUSLUMANLARIMIZ! DAHA DEMOKRASİNİN NE OLDUGUNU BİLE BİLMİYOR.!
 

hopteq

Asistan
Katılım
22 Ağu 2009
Mesajlar
296
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Trabzon\Araklı
"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" cümlesini nasıl da böyle büyütüyorsunuz yahu. sanki herşey halkın kudretindedir manasıyla söylenmiş gibi algılattırıyorsunuz millete. bu cümlenin anlamı yönetenlerin yönetilenlere tabi olduğudur. ülke o ya da bu zümrenin değil halkındır manasıyla söylenmiştir
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
"egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" cümlesini nasıl da böyle büyütüyorsunuz yahu. Sanki herşey halkın kudretindedir manasıyla söylenmiş gibi algılattırıyorsunuz millete. Bu cümlenin anlamı yönetenlerin yönetilenlere tabi olduğudur. ülke o ya da bu zümrenin değil halkındır manasıyla söylenmiştir


allah razı olsun acıklamalarınız için . . .demek yönetenler yönetilenlere tabidir...: )

biz neden bi turlu göremiyoruz bunu...?? O manada söylenmiş ama o manaya göre hareket edilmemiş..o zaman o manada söylenmemiş.'!! Beni mana ilgilendirmez.. Fiiller ilgilendirir.. Ortaya konulan fiiller manayı verir zaten diye düşünüyorum..
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
Demokrasinin İslâm dini ile olan çelişkisini ve demokrasiyi kabul etmenin İslam’a göre hükmünü açıklamaya başlamadan önce, müslümanlar tarafından, diğer milletlerden nelerin alınabileceğini ve yine diğer milletlerden neleri almanın caiz olmayacağını, şeriatın nasları çerçevesince izah etmekte fayda vardır.

1- İnsandan meydana gelen bütün fiiller ve insan fiili ile alakalı olan her şey hakkında asıl olan, Rasulullah (s.a.v)’e uymak ve getirdiği risaletin hükümlerine bağlı kalmaktır. Çünkü, hüküm ve fikirlerle ilgili ayetlerin genel oluşu, bu konularda şeriata dönmenin ve her işte şeriatın hükümlerine bağlı kalmanın farz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Allahü Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan kaçının.." (Haşr Suresi 59/7)

“Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir. (Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünneti'nin getirdiği İslâm şeriatındadır.)" (Şura Suresi: 42/10)

"Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman onu Allah'a (Kuran’a) ve Resulü'ne (Sünnete) götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

Buhari ve Müslim, Rasulullah (s.a.v)'in şu hadisi rivayet etmişlerdir:

"Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amel de bulunursa, o amel reddedilmiştir."

Bu ayetler ve hadisler, kişinin tüm fiillerinde şeriata uymasının farz olduğuna açık olarak delalet etmektedir. O halde bir müslümanın, hakkında Allah'ın hükmünü bilmeden herhangi bir şeyi yapmaya ya da terk etmeye kalkışması kendisine caiz değildir. Önce bir şey hakkında Allah'ın hükmünün farz mı, mendub mu olduğunu bilecek ki, ondan sonra onu yapmaya kalkışsın. Yine bu işin yapılmasının haram mı, yoksa mekruh mu olduğunu bilecek ki, ona yaklaşmasın veyahut da, bu işin yapılmasının mübah olup olmadığını bilecek ki, ondan sonra ona yönelebilsin veya onu terk edebilsin. Çünkü mübah bir fiil, yapılması ya da terk edilmesi serbest olan bir fildir.

İşte müslüman, bir şey hakkında Allah'ın hükmü olan farz, mendub, haram, mekruh ve mübahı bilmeden önce hiç bir şey yapamaz. Çünkü, insanın fiillerinde asıl olan husus, Allah'ın hükmüne bağlı kalmaktır.

Eşyalarda asıl olan ise, tahrim delili (yani haram kılıcı bir delil) olmadıkça mübahlıktır. Yani, herhangi bir şeyi haram kılacak bir delil olmadıkça onda aslı olan mubah olmasıdır. Bunun izahı şöyledir: Şer’î nasslar, her şeyi mübah kılmıştır. Zira nasslar, her şeyi kapsayarak genel olarak geldi. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Görmedin mi ki; Allah, göklerde ne varsa ve arzda ne varsa sizin için hazırlayıp boyun eğdirdi.” (Lokman Suresi: 31/20)

Bu ayetin manası; -Allahü Teâlâ, göklerde ve yerde ne bulunuyorsa insanlara mübah kıldı- demektir. Diğer ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır:

"Arzda (yeryüzünde) ne varsa hepsini sizin için yaratan O’ dur." (Bakara Suresi: 2/29)

"Ey insanlar, arzda olanlardan helâl ve temiz olarak yiyin." (Bakara Suresi: 2/168)

"Sizin için arzı yumuşatan ve boyun eğdiren O'dur. Şu halde arzın sırtlarında dolaşın (arzın bütün etrafını gezin) ve O’nun (Allah'ın) rızkından yiyin." (Mülk Suresi: 67/15)

Tüm bu ayetlerden anlaşılan, insan için eşyada asıl olanın mübah olmasıdır. Ancak bir şey haram kılınmışsa mutlaka bu genel hükmü özelleştiren bir ayeti kerime ile bildirilmesi gerekir ki, böylece haram kılınan o şeyin bu genel hükmün dışında kaldığı bilinmiş olsun.

2- İslâm şeriatı; geçmiş vakıaların, şimdiki cereyan eden meselelerin ve gelecekte çıkabilecek olayların hepsi için hükümler içeriyor. Şeriatta hükmü olmayan hiç bir şey yoktur. İster geçmişte vukuu bulsun ister şimdi meydana gelsin, ister ise gelecekte ortaya çıksın, her şeyin hükmü şeriatta vardır. Böylece İslâm şeriatı, insanların bütün fiillerini çepeçevre kapsamıştır. Nitekim Allahü Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi: 16/89)

"Biz Kitap’ta (Kuran’da) hiç bir şeyi eksik bırakmadık." (Enam Suresi: 6/38)

Böylece İslâm şeriatı, kulların fiillerinden ne olursa olsun hiç bir şeyi ihmal etmemiştir. Zira İslâm şeriatı, ya Kuran’dan ve hadis-i şeriflerden bir nass ile fiillere bir delil gösterir ya da ayetler ve hadislerden bir emare (işaret) belirtir ki, o işaret, şeriatın maksadına ve hükmün geliş sebebine dikkati çeker. Böylelikle o işaretin ya da o sebebin içerdiği her şeye o hüküm uygulansın. Hakkında delilin ya da onun hükmüne delâlet eden bir işaretin olmadığı bir amelin insan için var olması, şer’an mümkün değildir. Çünkü, Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi: 16/89)

Yine Allahü Teâaâ bu dini tamamladığını açık olarak bildirmiştir.

"Bu gün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Maide : 5/3)

3- Artık, yukarıda izah edilen kaidelerin ışığında müslümanlar tarafından, diğer ümmetlerden nelerin alınabileceği ve yine diğer milletlerden nelerin alınmasının caiz olmadığı yerlerin açıklanması mümkün olur. O halde; ilim, teknik, sanayi, keşifler ve buna benzer fikirler, ilimden ve ilmin ilerlemesinden, sanayiden ve sanayinin gelişmesinden doğan medenî şekillerin tümü İslâm'a aykırı olmadıkça diğer milletlerden alınabilir. Bunlardan bir şey İslam'a aykırı düşerse o şeyin alınması haram olur. Çünkü; ilim, sanayi ve keşifler ve bunlardan doğan bütün medenî şekiller, akideyle ilgili olmadığı gibi, hayatta insanın problemlerini tedavi eden şer’î hükümlerle de ilgili değildir. Onlar ancak, insan kendi işlerinde kullandığı mübah şeylerdendir. Bunların alınmasının caiz oluşunun delili ise, kainatta insanlar için olan her şeyden faydalanmanın mübahlığıyla ilgili, birinci kaidede de yazdığımız genel ayetlerdir.

Bu konu üzerine Rasulullah (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır:

"Ben sizin gibi bir beşerim. Size dininizle ilgili bir şey emretsem, onu alın. Size dünyevi hususlardan bir şeyi emretsem, bir beşer olarak emrederim." (Sahihi Müslim)

Hurmanın aşılanmasıyla ilgili hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle demektedir:

"Dünyanızla ilgili konuları siz daha iyi bilirsiniz."

Yine Rasulullah (s.a.v.), Yemen'de Cureş bölgesine silah imalatı öğrenmek için bir kaç sahabe göndermişti.

Bunun için akide ve hükümlerle ilgili olmayan her şeyin, İslâm'a aykırı olmadığı ve onu haram kılan özel bir delil geçmediği müddetçe alınması caizdir.

Buna göre; tıp, mühendislik, matematik, astronomi, kimya, fizik, ziraat, sanayi, ulaşım ve iletişim, deniz ilmi, coğrafya, üretim, bunların geliştirilmesi ve bunların araçlarını icat edip geliştirmeyi inceleyen ekonomi ilmini İslam'a aykırı olmadıkları sürece almak caizdir. Bunun için, “insanın aslı maymundur” diyen Darvin teorisinin alınması caiz değildir. Çünkü bu teori, Allahü Tealâ'nın sözleriyle çelişmektedir. Ve yine heykel veya hac yapmak ya da içki satmak gibi ticari şekilleri almak da caiz değildir. Çünkü, bunları haram kılan nasslar vardır.

Bu ilimleri almanın caiz olduğu gibi bunlardan türemiş olan imalat, araç-gereç ve medenî şekillerin alınması da caizdir. Böylece bütün çeşitleriyle fabrikaların açılması ve sanayilerin kurulması ile ilgili bilgilerin tümünün alınması caiz olur. Bu sanayiler ister askerî olsun ister olmasın, ister tank, uçak, füze, uzay gemisi, nükleer, hidrojen, elektronik bombaların sanayisi, buldozer, kamyon, tren ve gemi sanayisi gibi ağır sanayi olsun, ister tüketim sanayisi ve silah sanayisi gibi hafif sanayi olsun, ister ise laboratuar aletleri, tıbbî malzeme, ziraat araçları, mobilya, ev eşyaları, tuhafiye ve diğer tüketim malları sanayisi olsun… Bunların hepsinin alınması caizdir. Çünkü bunlar, mübahlıklarına delâlet eden genel delilin olduğu, mübah şeylerdendirler.

4- Akide, şerî hükümler, İslâm düşüncesi, hayata bakış açısı ile ilgili fikirler, insanların problemlerini tedavi eden hükümler… vs. Bunların tümü şeriatın esaslarına göre olmalıdır. Yani bunlar ancak Allah’ın kitabından, Rasulullah’ın sünnetinden, şer’î kıyas ve icmaa’dan alınırlar. Bunların dışından alınması hiç bir şekilde caiz değildir.

a-) Allahü Tealâ, Rasulullah (s.a.v)’in getirdiği her şeyi almamızı ve nehyettiği her şeyden de uzak durmamızı emretmiştir:

"Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan kaçının.." (Haşr Suresi 59/7)

Bu ayette “…size neyi getirirse...” ifadesi geçmektedir ki bu genel bir ifadedir. Rasulullah (s.a.v)'in Allahü Tealâ’dan getirdiği bütün hususları almayı ve nehyettiği bütün hususları bırakmayı gerektiriyor. Ayetin mefhumu, Resulullah (s.a.v)'in getirdiğinin dışındaki herhangi bir hükmü almamaktır.

b-) Allah’u Tealâ, bizlere kendisine ve Resulüne itaat etmemizi farz kılmıştır:

“Allah'a itaat edin, peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.” (Teğabun Suresi: 64/12)

Allah'a ve resulüne itaat, ancak resulüne indirdiği şeriatın hükümleriyle amel etmek ve bu hükümle amel etmekle gerçekleşir.

c-) Allahü Tealâ, bizlere Allah'ın ve rasulünün verdiği hükümlere bağlanmamızı emrettiği gibi çekişme ve ihtilaf halinde de Allah'ın ve rasulünün hükmüne dönmemizi emretmiştir.

"Allah ve rasulü, bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir erkek ve kadına o işte bir serbestlik yoktur. (O konuda istedikleri gibi hareket edemezler.) (Ahzab Suresi: 33/36)

"Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmış iseniz; bir şey hakkında çekişince onu Allah'a ve Resulü'ne götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

d-) Allahü Tealâ, rasulüne, kendisine vahyedilen ile hükmetmesini emretmiş ve Allah’ın kendisine indirdiği esaslardan herhangi bir şekilde sapmamasını istemiştir:

“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir. Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır.” (Maide Suresi: 5/48-49)

e-) Allahü Tealâ, müslümanların İslâm şeriatının dışından bir şey almalarını yasaklamıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar." (Nur Suresi: 24/63)

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amelde bulunursa, o amel reddedilmiştir." (Buhari, Müslim)

Bütün bu deliller, Rasulullah (s.a.v)'in getirdiğinin tümüne bağlanmamızın farziyetini apaçık şekilde gösteriyor. Ancak, Allah'ın helâl kıldığı şeyi helâl sayarız ve ancak Allah'ın haram kıldığı şeyi haram kılarız. Resulullah (s.a.v)'in getirmediği şeyi almayız ve haram kılmadığı şeyi de haram telakki etmeyiz.

Haşr suresi’nin 7. ayeti ile Nur Suresi’nin 63. ayeti bir arada düşünülürse görülür ki; müslümanlar ancak ve ancak resul’ün getirdiği ile sınırlı kalmak zorundadırlar. Bu bizlere kesin bir şekilde farz kılınmış bir emirdir. Resul’ün getirmiş olduğundan başkasına yönelmek ise büyük bir günah olup, günahı işleyenin azap göreceği gerçeği apaçık bir şekilde ayetlerde bildirilmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ; amelinde, Rasulullah 'ı hakem kılmayan kişinin iman sahibi olmadığını bildirmektedir:

“Hayır! Rabbine andolsun ki!,Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

Bu ayet, delâlet ediyor ki; hakimlik (yöneticilik) konusunun Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği ile sınırlandırıldığı kesindir. Özellikle Allahü Tealâ, Resulü’nü, vahyin bir kısmından kendisini saptırmaları hususunda sakındırmıştır:

"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." (Maide Suresi: 5/49)

Üstelik Kur’an, Rasul’ün getirdiğinin dışındaki şeylerle, yani küfür ahkâmıyla muhakeme olunmak isteyenleri de azarlamıştır:

"Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağut’a (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor." (Nisa suresi: 4/60)

Bu ayet delâlet ediyor ki; rasulün getirdiğinin dışındaki şeylerle muhakeme olunmak, dalâlettir (sapıklık, şaşkınlıktır). Zira bu, tağutun hükmüyle yani küfürle muhakeme olunmak demektir. Halbuki Allahü Tealâ; müslümanların, onu (tağutu) reddetmelerini emretmiştir.

Tüm bu anlatılanlardan sonra deriz ki; batı düşüncesi ve ondan kaynaklanan her düzen ve her kanunu almak caiz değildir. Çünkü bunlar İslam düşüncesiyle çelişir. Ancak, fennî ve idarî kanun ve düzenler mubahlardandır. Bunları almak caizdir. Aynen, Ömer b. Hattab (r.a)'ın, Fars ve Rumlardan divan (daireler) düzenini aldığı gibi.

Demokrasiye gelince; demokrasinin asıl kaynağı insandır. Demokraside fiillere ve olaylara güzel veya çirkin hükmünü veren akıldır. Aslında demokrasiyi ortaya atanlar, Avrupa’da, imparator ve krallar ile halkları arasında var olan korkunç çatışma esnasında ortaya çıkan Avrupalı filozof ve düşünürlerdir. Böylece demokrasi, beşer tarafından ortaya çıkartılmıştır ve demokrasi de hükmü belirleyen asıl kaynak insanın insanın bizzat aklıdır.

İslâm'a gelince, bu noktada demokrasi ile tamamen zıttır. Zira İslâm, Allah'tandır. Allah, onu Resul’ü Muhammed b. Abdullah’a (s.a.v) vahyetmiştir.

İslâm'da, hükümlerin çıkarılmasında kendisine başvurulan hakim yani, hüküm verme yetkisine sahip olan, Allahü Teâaâ'dır, yani şeriattır. Akıl değildir. Aklın işi, yalnız Allah'ın indirdiği esasları anlama sınırı içerisindedir. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir." (Enam Suresi: 6/57, Yusuf Suresi: 12/40-68)

"Eğer bir şey hakkında çekişirseniz o şeyi, Allah'a (Kuran’a) ve Resulüne (Sünnete) götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

"Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir." (Şûra Suresi: 42/10)

Demokrasinin kendisinden kaynaklandığı akide ise; dini hayattan ayırma ve dini devletten ayırma akidesidir. Bu akide, orta çözüm yoluna dayalıdır. Bu orta çözüm, krallar ve çarlar tarafından kullanılan halkları sömürmek, zulmetmek ve onların kanlarını emmek için bir araç olarak kullanıldı. Ve herkesin din adıyla boyun eğdiğini görmek isteyen hıristiyan din adamları ile dini ve dinin otoritesini inkâr eden filozof ve düşünürler arasında Avrupa’da meydana gelmiş çatışmanın neticesinde doğdu. Bu düşünce sistemi, dini inkâr etmedi. Fakat, hayatta ve devlette onun rolünü pasivize etti. Ve buna göre insana hayatta kendi nizamını koyma özgürlüğü tanıdı.

Yine bu noktada da demokratik düşünce sistemi, İslâm düşünce sistemiyle (İslam akidesiyle) bütünüyle çelişmektedir. İslam düşüncesi, yani İslam akidesi, hayatın ve devletin bütün işlerinin Allah'ın emir ve nehiyleri ile yürütülmesini, yani İslam akidesinden kaynaklanan şer’î ahkâmla yürütülmesini gerektirir. İnsan, kanun koyma yetkisine sahip değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu kanunlara göre yürümesidir. İşte bu akide esası üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve hayata bakış açışı tayin edilmiştir.

Demokrasinin üzerine kurulu olduğu esas şu iki düşüncedir :
1- Egemenlik halkındır.
2- Halk otoritelerin kaynağıdır.

Bu şekilde, halk kendi iradesine sahip olduğu gibi bu iradeyi yürütür. Halkın iradesine sahip olan krallar ve imparatorlar değildir. Bu iradeyi uygulayan da halktır. Halk, egemenliğin sahibi ve iradenin maliki olması ve bu iradeyi yürütmesiyle teşriye (yasa çıkarma yetkisine) sahiptir. Bu ise, halkın iradesini kullanması ve yürütmesi demektir. Aynı şekilde bu, halk topluluklarının genel iradesini ifade eder. Halk, yasa çıkarma işini kendi tarafından seçilecek vekiller yoluyla yapar.

Halk, maslahatı doğrultusunda herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni meydana getirebileceği gibi; herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni kaldırma yetkisine de sahiptir. Halk, yönetimi krallıktan cumhuriyete çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Aynı şekilde cumhuriyeti başkanlık sisteminden parlamenter sisteme çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Meselâ; böyle bir şey, Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan'da gerçekleşti. Yönetim sistemlerinin bir kısmı krallıktan cumhuriyete çevrildi ve bir kısmı da cumhuriyetten krallığa çevrildi.

Yine, parlamento yoluyla iktisadî nizamı, kapitalizmden-sosyalizme ve sosyalizmden-kapitalizme çevirebilir. Nitekim halk, parlamentoda vekilleri vasıtasıyla, bir dinden başka dine geçmeye izin verdiği gibi dinsizliğe geçme hakkı da verebilir. Yine, zinayı, homoseksüelliği mübah kıldığı gibi bunlardan para kazanmayı da mübah kılabilir.

Halk, otoritelerin kaynağı olunca, çıkarttığı kanunları kendi üzerine uygulatmak ve yönettirmek için istediği idareciyi seçer ve onu istemediği zaman indirip yerine başka idareciyi tayin eder. Çünkü halk, otoritenin sahibidir, idareci ise otoriteyi halktan alır.

İslâm’da ise egemenlik ümmetin değil şeriatındır. Teşrî eden (kanun koyan) yalnız Allah'tır. Ümmetin tümü olsa bile, bir tek hüküm dahi koyma hakkına sahip değildir. Ekonomik durumu canlandırmak üzere ribayı (faizi) mubah kılmak için bütün müslümanlar toplanıp ittifak etseler veya zina insanlar arasında yayılmasın diye zina için yerlerin açılmasının mübahlığı üzerine toplanıp ittifak etseler veya ferdî olarak mülk edinme hakkını iptal etmek için ittifak etseler veya üretimi artırmak için oruç farzını iptal etmek için ittifak etseler veya müslümanın istediği inanca sahip olabilmesi için inanç hürriyetini, haram vesileleriyle olsa bile müslümanın mülkünü geliştirmesini müsaade eden mülk edinme hürriyetini, içki içme ve zina etme gibi istediği şekilde hayatını yaşaması adına şahsî hürriyet gibi genel hürriyetleri benimsemek için ittifak etseler; böyle ittifak ve kabullenmenin hiç bir değeri yoktur. Bu, İslâm nazarında bir sinek kanadı kadar bile bir değer ifade etmez. Müslümanlardan bir gurup böyle şeyler üzerine ittifak etseler, bundan vazgeçinceye kadar onlarla savaşmak gerekir. Çünkü, müslümanlar hayatın bütün işlerinde, Allah'ın emir ve nehiyleriyle kayıtlıdırlar (bağlıdırlar). İslâm ahkâmıyla çelişecek bir işi yapmaları caiz değildir. Aynı şekilde tek bir hüküm bile olsa, hüküm koymaları caiz değildir. Zira, teşrî edici (kanun koyucu) yalnız Allahü Tealâ'dır.

“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir." (Enam Suresi: 6/57, Yusuf Suresi: 12/40-68)

"Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağutla (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) ret etmekle emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor." (Nisa suresi: 4/60)

"Tağutla muhakeme olunmak"; Allah'ın indirdiği dışında bir şeyle muhakeme olunmak demektir. Yani, insanların çıkarttıkları sistem olan küfür sisteminin ahkâmını uygulamak ve bu ahkâma başvurmak demektir. Başka ayette Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini mi) istiyorlar? Şüphesiz olarak inananlar için, Allah'ın hükmünden daha güzel hüküm var mıdır?" (Maide Suresi: 5/50)

İşte cahiliyye hükmü, Rasulullah (s.a.v)'in Rabb’inden getirmediği sistem olup, insanların teşrî ettikleri (ortaya koydukları) sistemdir. Bu ise, küfür sistemidir. Bu nedenle Allahü Tealâ şöyle buyurdu :

"Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar." (Nur Suresi: 24/63)

"Resulün emrine muhalefet etmek", insanların çıkarttıkları kanunlara uymak ve rasulün emrine uymamaktır.

Egemenlik ve hakimiyetin, şeriatın olduğunu, teşrî edicinin (kanun koyan) yalnız Allahü Tealâ olduğunu, insanların herhangi bir kanunu teşrî etmelerinin (çıkartmalarının) caiz olmadığını ve bu hayatta bütün işlerin, Allah'ın emir ve nehiylerine göre yürütmelerinin farz olduğunu açıklayan daha nice ayetler ve kesin hadisler vardır.

İslâm, Allah'ın emirlerini ve nehiylerini (yasaklarını) uygulamak hakkını müslümanlara verdi. Allah'ın emirleri ve nehiylerinin uygulanması ise bir otoriteyi gerekli kılar. Onun için otoriteyi (idareyi) ümmete ait kıldı. Yani; Allah'ın emirlerini ve nehiylerini infaz edecek (uygulayacak) idareciyi seçme hakkını müslümanlara ait kıldı. Bunun delili, Allah'ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti üzerine biat edecek halifeyi nasb etme (tayin etme) hakkını müslümanlara veren biat hadislerinden alınmıştır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim boynunda (halifeye) bir biat olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür." (Müslim)

Abdullah b. Amr, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kim bir imama (halifeye) biat edip avucunu sıkarsa ve kalbinin meyvesini verirse (rıza gösterirse), o halifeye gücü yettiği kadar itaat etsin. O halifeyle çekişecek başka bir kişi çıkarsa onun boynunu vurun." (Müslim)

Ubade b. Es’Sâmed’de bu noktada şunu rivayet etmiştir:

"Zorlukta ve darlıkta, işitmek ve itaat etmek üzere Rasulullah'a biat verdik." (Buhari)

Bunun dışında daha bir çok hadisler var ki, Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti üzerine biat etmek yoluyla idarecinin tayin edilmesinin ümmet tarafından gerçekleşeceğini belirtiyor.

Şeriat, otoriteyi ümmete ait kılıp biat yoluyla kendini yönetecek kişiyi yerine tayin etme hakkı vermesine rağmen, demokraside olduğu gibi idareciyi azletme hakkını ümmete vermedi. Çünkü halife, masiyeti (Allah'a isyan eden şeyi) emretmedikçe zulüm (haksızlık) yapsa bile halifeye itaati farz kılan sahih hadisler geçmiştir. İbn-i Abbas, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etti :

"Kim, emirinden hoşlanmadığı bir şeyi görürse ona karşı sabretsin. Zira kim, cemaatten (İslâm cemaatinden) bir karış kadar ayrılırsa ve ölürse cahiliyye ölümüyle ölür." (Buhari)

"Sizin şerli imamlarınız; buğz ettiğiniz ve size buğz eden, lânet ettiğiniz ve size lânet eden imamlardır."

Sahabeler dediler ki :
"O zaman, onlarla çekişelim mi, Ya Rasulullah?"

Rasulullah (s.a.v) dedi ki:
"Hayır. Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe savaşmayın. Kim kendi üzerine bir vali tayin edilirse ve bu valinin Allah'a masiyetten bir şey yaptığını görürse bu masiyetleri terk etmesine onu zorlasın ve hiç bir kimse elini itaattan çekmesin." (Müslim)

Burada "namazı ikâme etmek", İslam'la yönetmek demektir. Zira, burada "cüz’ü söyleyip küllü kast etmek" manası vardır. Burada İslâm'ın bir kısmı gösterilerek tümü kast ediliyor.

İdareci açık küfür göstermedikçe ona karşı gelmek caiz değildir. Zira biat etmekle ilgili, Ubade b. Es’Sâmed hadisinde şöyle geçmektedir:

"Resulullah (S.a.v)'a biat ettik. Resulullah'ın bizden aldığı söz ise şudur: Sevdiğimiz ve sevmediğimiz hallerde, zor ve kolaylık durumlarında kendisini işitmek ve itaat etmek, onu kendimize tercih etmek ve emir sahipleri çekişmemektir."

Resulullah;
-Ancak sizde Allah'ın indinde gelmiş bir delile binaen mir sahiplerinde açık küfür görürseniz müstesna olur.- dedi." (Buhari)

Yani onlar küfrü uyguladıkları zaman onlarla çekişiriz.

Halifeyi azletme yetkisine sahip olan ise, mezalim (zulümleri kaldırma) mahkemesidir. İşte bu mahkeme, şer’î bir nedenle halifeyi azledebilir. Halife, yok edilmesi gereken bir zulüm yapıp azli hak etmiş olunca bu mahkeme öyle karar verir.

Demokrasi, çoğunluğun yönetimi ve çoğunluğun kanunudur. İdarecilerin, parlamento üyelerinin, kuruluşlarının, otoritelerin ve diğer komisyonların seçilmesi çoğunlukla gerçekleşir. Yine parlamentoda kanunların çıkartılması, diğer meclis, otorite, kuruluş ve komisyonların kararları da çoğunluğunun oylarıyla gerçekleşir.

Bu nedenle demokratik sistemde çoğunluk, idareci olsun olmasın herkesi bağlar. Çünkü demokrasiye göre çoğunluğun görüşü, halkın iradesini açığa çıkartır. Azınlık ise, bu çoğunluğun görüşüne boyun eğecek ve uyacaktır.

İslâm'daki durum ise tamamen farklıdır. Teşrî etmekle (kanun çıkartmakla) ilgili hususlar, çoğunluk veya azınlık oylarına bağlı değildir. Ancak, şer’î nasslara bağlı olur. Çünkü, teşrî edici (kanun koyucu) ümmet değil, Allahü Tealâ'dır. İnsanların işlerini gütmek ve yönetimi yürütmek için gerekli şer’î hükümleri benimseme konusunda yetki sahibi ise yalnız halifedir. Halife Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünnetinde geçen şer’î nasslardan hükümler çıkarır. Halifenin benimseyeceği şerî hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin görüşünün alınması farz değildir, fakat caizdir. Raşid Halifeler, şer’î hükümlerden bir hükmü benimsemek istedikleri zaman sahabelerin görüşlerini almak için onlara başvuruyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab (r.a); Şam, Mısır ve Irak toprakları fethedilince, bu topraklarla ilgili meselelerde müslümanlarla istişare yapmıştır.

Halife, benimseyeceği hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin reyine başvurursa, bu meclisin görüşü, çoğunluk veya oy birliği ile gerçekleşse bile halifeyi bağlayıcı olmaz. Nitekim Rasulullah (s.a.v), Hudeybiye Sulhu sözleşmesini yapınca, itiraz eden müslümanların görüşlerine aldırış etmedi, hem de bu itiraz edenler çoğunluğu oluşturuyorlardı. Buna rağmen görüşlerini reddetti ve sözleşmeyi yapmaya devam etti. Ve onlara şöyle dedi :

"Muhakkak ki ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm, Onun emrine muhalefet etmem."

Kerim sahabeler, halifenin bir takım hükümleri benimseyip insanlara bunlarla amel etmelerini emredebileceğine dair ve müslümanların kendi görüşlerini terk edip bunlara itaat etmelerinin gerektiğine dair icma etmişlerdir. İşte bu icmadan şu ünlü şer’î kaideler çıkartılmıştır:

"İmamın emri bütün ihtilafları kaldırır."
"İmamın (halifenin) emri, gizli ve aşikâr infaz edilir."
“Sultanın (halifenin) ortaya çıkan müşküller (problemler) miktarınca hükümler çıkarma hakkı vardır."

Nitekim Allahü Tealâ, ulu’l emire itaati emrederek şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasul’e ve sizden olan ulu’l emire itaat edin." (Nisa Suresi: 4/59)

"Ulu’l emr" ise, idareciler demektir.

Yine; uzmanlığa, düşünmeye ve dikkatle bakmaya muhtaç olan fennî ve fikrî hususlar da teşrî hususlarına benzer. Bütün bu hususlarda asıl olan şey doğruluktur. Burada çoğunluk ve azınlık söz konusu değildir. Bu fennî ve fikrî hususlarda ihtisas sahiplerine gidilir. Zira, bu işlerin gerçeklerini onlar idrak ederler. Askerî hususlarda, askerî uzmanlara gidilir. Fıkhî hususlarda, fakih müçtehitlere gidilir. Tıbbî hususlarda, uzman tabiplere gidilir. Mühendislikle ilgili işler de, yüksek mühendislere gidilir. Fikrî hususlarda, büyük düşünürlere gidilir. Böylece bunun gibi işlerde ve hususlarda asıl olan doğru olan ve İslam şeriatına aykırı olmayandır. Yoksa asıl olan çoğunluğun düşüncesi değildir.

Şu var ki, batı dünyasında parlamento üyelerinin çoğu ihtisas sahipleri değildirler. Bu işleri pek idrak etmezler ve bu işlere vakıf değillerdir. Bu nedenle bu işlerde parlamento üyelerinin çoğunluğunun görüşünün bir faydası ve değeri olmaz. Böylece onların onaylamaları veya muhalefet etmeleri ancak şeklî olur, idrakle, uyanıklıkla ve bilerek değildir. Bu nedenle, bu tür işlerde çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir. Bunun delili ise, Bedir Savaşı'nda Rasulullah (s.a.v)'in, Habab b. Munzir'in görüşüne göre hareket etmesidir. Habab, yerleri tespit etmede uzmandı. Rasulullah (S.A.V), Bedir Savaşı'nda bir yerde konaklayınca Habab; vahiyden olup olmadığını sordu. Rasulullah, bu konaklamanın vahiyden olmadığını söyleyince o; bu konaklamanın savaş için elverişli olmadığını söyledi. Rasulullah, kendi görüşünden vazgeçip diğer sahabelerle istişare yapmadan Habab'ın görüşünü kabul etti ve gösterdiği yere gitti.

Genel veya temel hürriyetler düşüncesi, demokrasinin getirdiği en bariz fikirlerdendir ve en önemli esaslardan sayılır. Zira o hürriyetlerle insan iradesini, baskısız ve zorlanma olmaksızın istediği şekilde kullanıp yürütebilir. Halkın bütün fertleri için temel hürriyetler sağlanmazsa, halkın genel iradesinden söz edilmez.

Demokratik sistemde ferdî (şahsî) hürriyet kutsaldır. Devlet olsun fertler olsunlar, bu hürriyete dokunamazlar. Kapitalist demokratik düzen, ferdîyetçi düzen sayılır. Temel hürriyetleri korumak ve onları muhafaza etmek, devletin en önemli görevlerinden sayılır.(!)

Demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, sömürülmüş halkların kendilerini sömüren devletlerin pençesinden kurtulması demek değildir. Çünkü, sömürme düşüncesi; demokrasinin getirdiği mülk edinme hürriyetinin neticelerindendir. Böylece, bu sömürgeci demokratik devletler, diğer halkları sömürmeye devam edip bu halkların servetlerini istismar eder ve zenginliklerini çalarlar.

Yine demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, kölelikten kurtulmak ve köleyi kurtarmak demek değildir. Çünkü, bugün dünyamızda kölelik ve ondan kurtulmak diye bir şey kalmadı.

Genel veya temel hürriyetler, şu dört hürriyet demektir :
1- İnanç Hürriyeti,
2- Görüş veya Fikir Hürriyeti,
3- Mülk Edinme Hürriyeti,
4- Şahsî Hürriyet.

Bu dört temel hürriyet, İslâm'da bulunmamaktadır. Çünkü, müslüman bütün fiillerinde şer’î hükümlerle kayıtlıdır (bağlıdır). Herhangi bir fiilde hür değildir. İslâm'da, köleyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan başka hürriyet yoktur. Kölelik ise çoktan beri bitmiştir.

Bu dört hürriyet, İslâm'la ve ahkâmıyla her şeyde tamamen çelişir. Şöyle ki :

İnanç hürriyeti; insanın baskı ve zorlanma olmaksızın istediği inanca sahip olmasıdır. Aynı şekilde kişi, inancını ve dinini bırakıp başka inanca (akideye) ve dine geçme hakkına sahiptir. Demokrasiler de kişi, istediği gibi dinini değiştirebilir ya da hiçbir dine inanmayabilir. Bir hıristiyan hiçbir zorlama olmaksızın müslüman olabileceği gibi, bir müslümanda hiçbir zorlama ile karşılaşmaksızın hıristiyan veya yahudi olabilir. Ne devletin, ne de başkasının onu engelleme hakkı yoktur. İşte inanç veya itikat hürriyeti budur.

Halbuki İslâm düşünce sistemine göre; bir müslümanın, İslâm akidesini terk etmesini, yahudiliğe, hıristiyanlığa geçmesini haram kılıyor, yasaklıyor. Kim, İslâm'dan dönerse tövbe ettirilir, eğer İslam'a tekrar dönmezse öldürülür, mal ve mülküne el konulur ve karısından uzaklaştırılıp boşandırılır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu :

"Kim, dinini değiştirirse onu öldürün."

Mürtedler (İslâm Dininden dönenler), bir cemaat olup mürted kalmaları üzerine ısrar ederlerse, onlar İslâm'a dönünceye ve yok edinceye kadar onlarla savaşılır. Nitekim Rasulullah (s.a.v), vefat edince, bir takım gruplar mürted oldular. Müslümanların halifesi Ebu Bekir (r.a), onlarla şiddetlice savaştı, onlardan kalanlarla dine dönünceye kadar savaşı sürdürmüştü.

Demokratik sistemdeki görüş veya fikir hürriyetine gelince; bu, insanın istediği görüş veya fikri taşıması hakkına sahip olması demektir. Bu görüş veya bu fikir ne olursa olsun. Yine insanın istediği görüş ve fikri söylemesi ve ona davet etme hakkına sahip olması demektir. Kayıtsız ve şartsız tam hürriyetle ve istediği üslupla kendi düşüncesine davet etme hakkı vardır. Ne devletin ne de başkasının, insanı bunu yapmaktan alıkoyma hakkının olmaması demektir. Yeter ki o insan, başkalarının hürriyetine dokunmasın. Görüşün benimsenmesine, ifade edilmesine veya ona davet edilmesine herhangi bir şekilde engel olmak, hürriyete dokunmak ve saldırmak olarak kabul edilir.

İslâm'i düşünce sistemine gelince; ondaki durum bambaşkadır. Müslüman, bütün fiillerinde ve sözlerinde şer’î nasslarda geçen fikirlere bağlıdır. Müslüman’ın, şer’î delillerde geçmedikçe hiç bir amel yapması veya hiç bir söz söylemesi caiz değildir. Şer’î deliller, bir fikrin söylenmesine veya ona davet edilmesine cevaz verirse, müslüman o zaman o fikri söyleyebilir veya ona davet edebilir. Şer’î deliller, o fikrin veya görüşün taşınması veya söylenmesi veya ona davet edilmesini yasaklarsa, müslüman bu yasağa bağlı kalır. Eğer onu yine de yaparsa, cezalandırılır. Çünkü müslüman; görüş ve fikri taşımasında ve davet etmesinde şer’î ahkâma bağlıdır, bu hususta hür değildir ve hürriyet yoktur.

Mülk edinme hürriyetine gelince; bu hürriyet, ekonomide kapitalizm düzenini doğurdu ve bilahare diğer halkları sömürme, servetleri alıp götürmek ve zenginliklerini gasbetmek düşüncesini de doğurdu. Bu hürriyetin manası, insanın istediği şekilde mülk edinmesi, bu mülkü geliştirmesi ve herhangi yolla bunu gerçekleştirmesinde serbest olmasıdır. Sömürmek, sömürülen halkların servetlerini çalmak ve zenginliklerini gasbetmek, ihtikârcılık (vurgunculuk) yapmak, mal sahiplerinin bir birlerini düşürmesi, faiz almak, hile yapmak, aldatmak ve sahtekârlık yapmak, kumar oynamak, zina etmek, homoseksüellik yapmak, kadının dişiliğini kullanmak, içkiyi imal etmek ve satmak, rüşvet almak ve buna benzer diğer usullerle insanın mülk edinmeye ve mülkü büyütmeye serbest olması demektir.

İslâm ise, bu hürriyetle de taban tabana zıttır ve onunla çelişir. Bu hürriyet, İslâm'daki malı mülk edinme hükümleriyle çelişir. Çünkü, İslâm; halkları sömürmek, onların servetlerini çalmak, zenginliklerine el koymakla savaşır. Riba (faiz) ile savaşır, ister faiz basit miktar olsun ister katlanmış olsun, hepsi İslâm'da haram ve yasaktır. İslâm, malı mülk edinme sebeplerini, malın geliştirilmesi ve ondaki tasarruf keyfiyetini belirterek sınırlandırmıştır. Belirttiği sınırlar dışına çıkmayı haram kılıp yasaklamıştır. Müslüman’ın mülk edinme hususunda, bu mülkü geliştirmede ve bu mülkte tasarrufta bulunma hususunda bu sınırlara bağlı olmasını farz kılmış ve istediği şekilde mülk edinsin veya tasarrufta bulunsun (davransın) diye serbest bırakmamıştır. Daha doğrusu insanı, koyduğu ahkâmla bağlı kılmıştır. Gasbetmek, çalmak, alıp götürmek, rüşvet, faiz, kumar, zina, homoseksüellik, aldatmak, hile, sahtekârlık, içkiyi imal etmek ve satmak, kadının dişiliğini kullanmak ve buna benzer mülk edinme usullerine başvurmayı ve onlarla mülkü çoğaltmayı haram kılıp yasaklamıştır.

Bütün bu yollar, mülk edinmek ve mülkü geliştirmek için yasaklanan sebeplerdir. Herhangi bir mal, bu şekilde mülk edinilirse, müslümanın ona sahip olması da haramdır ve onu yapan cezalandırılır.

Böylece İslâm'da, mülk edinme hürriyetinin bulunmadığı apaçık şekilde görülür. Müslüman, İslâm'ın mülk edinmekle ve malda tasarrufu ile ilgili getirdiği ahkâmla kayıtlıdır, onları aşamaz.

Şahsî hürriyet ise; her türlü bağdan kurtulma hürriyetidir. Ruhanî, insanî ve ahlâkî her değerden ayrılma hürriyetidir. Ailenin parçalanması; varlığının ve bağlarının yok edilmesi hürriyetidir. Kendi adıyla her kötülüğün işlendiği ve her haramın mubah kılındığı hürriyettir. O hürriyet ki, batı toplumlarını insanı utandıran bir hayvanlar topluluğu haline düşürmüştür. Ve o toplumların ahalisini, hayvanların seviyesinden daha aşağı bir seviyeye ulaştırmıştır.

Bu hürriyet, insana kendi yaşantısında istediği şekilde davranma ve yine kendi yaşantısında zevk aldığı şekilde davranma hakkını verir. Ne devletin, ne de başkasının, insanın tam hürriyetle davranmasına karşı bir engel koyma hakkı yoktur. Böylece; zina, homoseksüellik (erkek ile erkek ve kadın ile kadın aralarında cinsî temas yapmak), içki, çıplaklık gibi herhangi bir baskı veya zorlama bulunmadan ve herhangi bir sınır tanımadan tam hürriyetle en basit ve alçak her işin yapılmasına müsaade eder.

Şüphesiz ki, İslâm'ın hükümleri bu şahsî hürriyetle tam şekilde çelişir. İslâm'da şahsî hürriyet yoktur. Her müslüman, Allah'ın emirleri ve nehiyleriyle bütün fiillerinde ve davranışlarında bağımlıdır. Allah'ın yasakladığı fiili yapması haramdır. Bu şekilde yasak olan bir fiili yapan günah işlemiş olur ve şiddetli bir cezayla cezalandırılır.

İslâm; zinayı, homoseksüelliği, içkiyi, çıplaklığı ve diğer kötü işleri haram kılmış ve bunların her birisine caydırıcı ceza koymuştur. Aynı anda İslâm, insanın güzel ahlâka ve övülen huylara sahip olmasını emretmiştir. İslâm toplumunu, tahir (temiz) ve iffetli bir toplum haline getirdiği gibi yüksek değerlerin toplumu haline de getirmiştir.

Yukarıda anlatılan hususlardan açıkça belli oluyor ki; batı düşüncesi, batı değerleri, batının bakış açısı, batı ürünü olan demokrasi ve genel veya temel hürriyetler; İslâm'la ve İslâm'ın ahkâmıyla tam ve küllî şekilde çelişirler. Zira o batı fikirleri, düşünce sistemi, nizam ve kanunları, hepsi küfürdür. Demokrasinin İslâm'dan olduğunu, onun şuranın, marufu emretmek ve münkeri nehyetmenin ya da idarecileri muhasebe etmenin benzeri veya aynısı olduğunu söylemek, saptırmadan ya da cahillikten başka bir şey değildir.

Zira şura, marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri muhasebe etmek… Tüm bunlar birer şer’i hükümlerdir. Allahü Tealâ bunları bizlere bildirmiş ve birer şer’i hüküm oldukları için müslümanların bunları almaları ve bunlarla amel etmeleri vacib olmuştur.

Demokrasi ise, Allahü Tealâ’nın bizden almamızı istediği şer’i bir düşünce sistemi değildir. Aynı şekilde Allahü Teala’nın indirdiği ve teşri ettiği bir esasta değildir.

Aynı anda demokrasi, şura demek de değildir. Çünkü, şura; sırf görüş göstermektir. Demokrasi ise; hayata bakış açısıdır. Beşerin (insanların) vahye binaen değil de akıllarının gördüğü maslahat ve menfaate binaen çıkarttıkları anayasa, nizam ve kanunları ikame etmektir.

Bundan dolayı, müslümanların demokrasiyi almaları ve kabul etmeleri haram olduğu gibi ona davet etmeleri veya onun esası üzerine parti kurmaları, onu hayata bakış açısı olarak ittihaz etmeleri veya onu tatbik etmek için almaları haramdır. Yine onu, anayasanın ve kanunların esası kılmaları veya anayasa ve kanunların kaynağı olarak tayin etmeleri veyahut onu öğretimin temeli veya gayesi olarak tayin etmeleri de haramdır.

Aynı anda, müslümanların demokrasiyi tam ve küllî şekilde reddetmeleri ve terk etmeleri en önemli farzdır. Çünkü, kendisi pis ve necistir, tağutun hükmüdür. Bizatihi küfürdür. Sistemi, fikirleri ve kanunları küfürdür. İslâm'la yakından uzaktan herhangi bir ilgisi yoktur.

Yine, müslümanların İslâm'ın tamamını kâmil şekilde hayatta, devlette ve toplumda uygulama ve yürütme mevkiine koymaları da en elzem farzdır.

"Kendisine hidayet gösterildikten sonra kim, Resul’e (Resul’ün getirdiği Kuran ve Sünnete) karşı çıkar ve müminlerin yolundan (İslâm Yolundan) başka bir yola tabi olursa, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O (Cehennem), ne kötü bir gelecektir." (Nisa Suresi: 4/115)
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
Demokrasinin İslâm dini ile olan çelişkisini ve demokrasiyi kabul etmenin İslam’a göre hükmünü açıklamaya başlamadan önce, müslümanlar tarafından, diğer milletlerden nelerin alınabileceğini ve yine diğer milletlerden neleri almanın caiz olmayacağını, şeriatın nasları çerçevesince izah etmekte fayda vardır.

1- İnsandan meydana gelen bütün fiiller ve insan fiili ile alakalı olan her şey hakkında asıl olan, Rasulullah (s.a.v)’e uymak ve getirdiği risaletin hükümlerine bağlı kalmaktır. Çünkü, hüküm ve fikirlerle ilgili ayetlerin genel oluşu, bu konularda şeriata dönmenin ve her işte şeriatın hükümlerine bağlı kalmanın farz olduğuna delâlet etmektedir. Nitekim Allahü Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan kaçının.." (Haşr Suresi 59/7)

“Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir. (Allah'ın Kitabı ve Resulullah'ın Sünneti'nin getirdiği İslâm şeriatındadır.)" (Şura Suresi: 42/10)

"Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman onu Allah'a (Kuran’a) ve Resulü'ne (Sünnete) götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

Buhari ve Müslim, Rasulullah (s.a.v)'in şu hadisi rivayet etmişlerdir:

"Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amel de bulunursa, o amel reddedilmiştir."

Bu ayetler ve hadisler, kişinin tüm fiillerinde şeriata uymasının farz olduğuna açık olarak delalet etmektedir. O halde bir müslümanın, hakkında Allah'ın hükmünü bilmeden herhangi bir şeyi yapmaya ya da terk etmeye kalkışması kendisine caiz değildir. Önce bir şey hakkında Allah'ın hükmünün farz mı, mendub mu olduğunu bilecek ki, ondan sonra onu yapmaya kalkışsın. Yine bu işin yapılmasının haram mı, yoksa mekruh mu olduğunu bilecek ki, ona yaklaşmasın veyahut da, bu işin yapılmasının mübah olup olmadığını bilecek ki, ondan sonra ona yönelebilsin veya onu terk edebilsin. Çünkü mübah bir fiil, yapılması ya da terk edilmesi serbest olan bir fildir.

İşte müslüman, bir şey hakkında Allah'ın hükmü olan farz, mendub, haram, mekruh ve mübahı bilmeden önce hiç bir şey yapamaz. Çünkü, insanın fiillerinde asıl olan husus, Allah'ın hükmüne bağlı kalmaktır.

Eşyalarda asıl olan ise, tahrim delili (yani haram kılıcı bir delil) olmadıkça mübahlıktır. Yani, herhangi bir şeyi haram kılacak bir delil olmadıkça onda aslı olan mubah olmasıdır. Bunun izahı şöyledir: Şer’î nasslar, her şeyi mübah kılmıştır. Zira nasslar, her şeyi kapsayarak genel olarak geldi. Nitekim Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Görmedin mi ki; Allah, göklerde ne varsa ve arzda ne varsa sizin için hazırlayıp boyun eğdirdi.” (Lokman Suresi: 31/20)

Bu ayetin manası; -Allahü Teâlâ, göklerde ve yerde ne bulunuyorsa insanlara mübah kıldı- demektir. Diğer ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır:

"Arzda (yeryüzünde) ne varsa hepsini sizin için yaratan O’ dur." (Bakara Suresi: 2/29)

"Ey insanlar, arzda olanlardan helâl ve temiz olarak yiyin." (Bakara Suresi: 2/168)

"Sizin için arzı yumuşatan ve boyun eğdiren O'dur. Şu halde arzın sırtlarında dolaşın (arzın bütün etrafını gezin) ve O’nun (Allah'ın) rızkından yiyin." (Mülk Suresi: 67/15)

Tüm bu ayetlerden anlaşılan, insan için eşyada asıl olanın mübah olmasıdır. Ancak bir şey haram kılınmışsa mutlaka bu genel hükmü özelleştiren bir ayeti kerime ile bildirilmesi gerekir ki, böylece haram kılınan o şeyin bu genel hükmün dışında kaldığı bilinmiş olsun.

2- İslâm şeriatı; geçmiş vakıaların, şimdiki cereyan eden meselelerin ve gelecekte çıkabilecek olayların hepsi için hükümler içeriyor. Şeriatta hükmü olmayan hiç bir şey yoktur. İster geçmişte vukuu bulsun ister şimdi meydana gelsin, ister ise gelecekte ortaya çıksın, her şeyin hükmü şeriatta vardır. Böylece İslâm şeriatı, insanların bütün fiillerini çepeçevre kapsamıştır. Nitekim Allahü Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi: 16/89)

"Biz Kitap’ta (Kuran’da) hiç bir şeyi eksik bırakmadık." (Enam Suresi: 6/38)

Böylece İslâm şeriatı, kulların fiillerinden ne olursa olsun hiç bir şeyi ihmal etmemiştir. Zira İslâm şeriatı, ya Kuran’dan ve hadis-i şeriflerden bir nass ile fiillere bir delil gösterir ya da ayetler ve hadislerden bir emare (işaret) belirtir ki, o işaret, şeriatın maksadına ve hükmün geliş sebebine dikkati çeker. Böylelikle o işaretin ya da o sebebin içerdiği her şeye o hüküm uygulansın. Hakkında delilin ya da onun hükmüne delâlet eden bir işaretin olmadığı bir amelin insan için var olması, şer’an mümkün değildir. Çünkü, Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl Suresi: 16/89)

Yine Allahü Teâaâ bu dini tamamladığını açık olarak bildirmiştir.

"Bu gün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Maide : 5/3)

3- Artık, yukarıda izah edilen kaidelerin ışığında müslümanlar tarafından, diğer ümmetlerden nelerin alınabileceği ve yine diğer milletlerden nelerin alınmasının caiz olmadığı yerlerin açıklanması mümkün olur. O halde; ilim, teknik, sanayi, keşifler ve buna benzer fikirler, ilimden ve ilmin ilerlemesinden, sanayiden ve sanayinin gelişmesinden doğan medenî şekillerin tümü İslâm'a aykırı olmadıkça diğer milletlerden alınabilir. Bunlardan bir şey İslam'a aykırı düşerse o şeyin alınması haram olur. Çünkü; ilim, sanayi ve keşifler ve bunlardan doğan bütün medenî şekiller, akideyle ilgili olmadığı gibi, hayatta insanın problemlerini tedavi eden şer’î hükümlerle de ilgili değildir. Onlar ancak, insan kendi işlerinde kullandığı mübah şeylerdendir. Bunların alınmasının caiz oluşunun delili ise, kainatta insanlar için olan her şeyden faydalanmanın mübahlığıyla ilgili, birinci kaidede de yazdığımız genel ayetlerdir.

Bu konu üzerine Rasulullah (s.a.v) ise şöyle buyurmaktadır:

"Ben sizin gibi bir beşerim. Size dininizle ilgili bir şey emretsem, onu alın. Size dünyevi hususlardan bir şeyi emretsem, bir beşer olarak emrederim." (Sahihi Müslim)

Hurmanın aşılanmasıyla ilgili hadiste Rasulullah (s.a.v) şöyle demektedir:

"Dünyanızla ilgili konuları siz daha iyi bilirsiniz."

Yine Rasulullah (s.a.v.), Yemen'de Cureş bölgesine silah imalatı öğrenmek için bir kaç sahabe göndermişti.

Bunun için akide ve hükümlerle ilgili olmayan her şeyin, İslâm'a aykırı olmadığı ve onu haram kılan özel bir delil geçmediği müddetçe alınması caizdir.

Buna göre; tıp, mühendislik, matematik, astronomi, kimya, fizik, ziraat, sanayi, ulaşım ve iletişim, deniz ilmi, coğrafya, üretim, bunların geliştirilmesi ve bunların araçlarını icat edip geliştirmeyi inceleyen ekonomi ilmini İslam'a aykırı olmadıkları sürece almak caizdir. Bunun için, “insanın aslı maymundur” diyen Darvin teorisinin alınması caiz değildir. Çünkü bu teori, Allahü Tealâ'nın sözleriyle çelişmektedir. Ve yine heykel veya hac yapmak ya da içki satmak gibi ticari şekilleri almak da caiz değildir. Çünkü, bunları haram kılan nasslar vardır.

Bu ilimleri almanın caiz olduğu gibi bunlardan türemiş olan imalat, araç-gereç ve medenî şekillerin alınması da caizdir. Böylece bütün çeşitleriyle fabrikaların açılması ve sanayilerin kurulması ile ilgili bilgilerin tümünün alınması caiz olur. Bu sanayiler ister askerî olsun ister olmasın, ister tank, uçak, füze, uzay gemisi, nükleer, hidrojen, elektronik bombaların sanayisi, buldozer, kamyon, tren ve gemi sanayisi gibi ağır sanayi olsun, ister tüketim sanayisi ve silah sanayisi gibi hafif sanayi olsun, ister ise laboratuar aletleri, tıbbî malzeme, ziraat araçları, mobilya, ev eşyaları, tuhafiye ve diğer tüketim malları sanayisi olsun… Bunların hepsinin alınması caizdir. Çünkü bunlar, mübahlıklarına delâlet eden genel delilin olduğu, mübah şeylerdendirler.

4- Akide, şerî hükümler, İslâm düşüncesi, hayata bakış açısı ile ilgili fikirler, insanların problemlerini tedavi eden hükümler… vs. Bunların tümü şeriatın esaslarına göre olmalıdır. Yani bunlar ancak Allah’ın kitabından, Rasulullah’ın sünnetinden, şer’î kıyas ve icmaa’dan alınırlar. Bunların dışından alınması hiç bir şekilde caiz değildir.

a-) Allahü Tealâ, Rasulullah (s.a.v)’in getirdiği her şeyi almamızı ve nehyettiği her şeyden de uzak durmamızı emretmiştir:

"Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan kaçının.." (Haşr Suresi 59/7)

Bu ayette “…size neyi getirirse...” ifadesi geçmektedir ki bu genel bir ifadedir. Rasulullah (s.a.v)'in Allahü Tealâ’dan getirdiği bütün hususları almayı ve nehyettiği bütün hususları bırakmayı gerektiriyor. Ayetin mefhumu, Resulullah (s.a.v)'in getirdiğinin dışındaki herhangi bir hükmü almamaktır.

b-) Allah’u Tealâ, bizlere kendisine ve Resulüne itaat etmemizi farz kılmıştır:

“Allah'a itaat edin, peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.” (Teğabun Suresi: 64/12)

Allah'a ve resulüne itaat, ancak resulüne indirdiği şeriatın hükümleriyle amel etmek ve bu hükümle amel etmekle gerçekleşir.

c-) Allahü Tealâ, bizlere Allah'ın ve rasulünün verdiği hükümlere bağlanmamızı emrettiği gibi çekişme ve ihtilaf halinde de Allah'ın ve rasulünün hükmüne dönmemizi emretmiştir.

"Allah ve rasulü, bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir erkek ve kadına o işte bir serbestlik yoktur. (O konuda istedikleri gibi hareket edemezler.) (Ahzab Suresi: 33/36)

"Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmış iseniz; bir şey hakkında çekişince onu Allah'a ve Resulü'ne götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

d-) Allahü Tealâ, rasulüne, kendisine vahyedilen ile hükmetmesini emretmiş ve Allah’ın kendisine indirdiği esaslardan herhangi bir şekilde sapmamasını istemiştir:

“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir. Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır.” (Maide Suresi: 5/48-49)

e-) Allahü Tealâ, müslümanların İslâm şeriatının dışından bir şey almalarını yasaklamıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar." (Nur Suresi: 24/63)

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amelde bulunursa, o amel reddedilmiştir." (Buhari, Müslim)

Bütün bu deliller, Rasulullah (s.a.v)'in getirdiğinin tümüne bağlanmamızın farziyetini apaçık şekilde gösteriyor. Ancak, Allah'ın helâl kıldığı şeyi helâl sayarız ve ancak Allah'ın haram kıldığı şeyi haram kılarız. Resulullah (s.a.v)'in getirmediği şeyi almayız ve haram kılmadığı şeyi de haram telakki etmeyiz.

Haşr suresi’nin 7. ayeti ile Nur Suresi’nin 63. ayeti bir arada düşünülürse görülür ki; müslümanlar ancak ve ancak resul’ün getirdiği ile sınırlı kalmak zorundadırlar. Bu bizlere kesin bir şekilde farz kılınmış bir emirdir. Resul’ün getirmiş olduğundan başkasına yönelmek ise büyük bir günah olup, günahı işleyenin azap göreceği gerçeği apaçık bir şekilde ayetlerde bildirilmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ; amelinde, Rasulullah 'ı hakem kılmayan kişinin iman sahibi olmadığını bildirmektedir:

“Hayır! Rabbine andolsun ki!,Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

Bu ayet, delâlet ediyor ki; hakimlik (yöneticilik) konusunun Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği ile sınırlandırıldığı kesindir. Özellikle Allahü Tealâ, Resulü’nü, vahyin bir kısmından kendisini saptırmaları hususunda sakındırmıştır:

"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın." (Maide Suresi: 5/49)

Üstelik Kur’an, Rasul’ün getirdiğinin dışındaki şeylerle, yani küfür ahkâmıyla muhakeme olunmak isteyenleri de azarlamıştır:

"Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağut’a (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor." (Nisa suresi: 4/60)

Bu ayet delâlet ediyor ki; rasulün getirdiğinin dışındaki şeylerle muhakeme olunmak, dalâlettir (sapıklık, şaşkınlıktır). Zira bu, tağutun hükmüyle yani küfürle muhakeme olunmak demektir. Halbuki Allahü Tealâ; müslümanların, onu (tağutu) reddetmelerini emretmiştir.

Tüm bu anlatılanlardan sonra deriz ki; batı düşüncesi ve ondan kaynaklanan her düzen ve her kanunu almak caiz değildir. Çünkü bunlar İslam düşüncesiyle çelişir. Ancak, fennî ve idarî kanun ve düzenler mubahlardandır. Bunları almak caizdir. Aynen, Ömer b. Hattab (r.a)'ın, Fars ve Rumlardan divan (daireler) düzenini aldığı gibi.

Demokrasiye gelince; demokrasinin asıl kaynağı insandır. Demokraside fiillere ve olaylara güzel veya çirkin hükmünü veren akıldır. Aslında demokrasiyi ortaya atanlar, Avrupa’da, imparator ve krallar ile halkları arasında var olan korkunç çatışma esnasında ortaya çıkan Avrupalı filozof ve düşünürlerdir. Böylece demokrasi, beşer tarafından ortaya çıkartılmıştır ve demokrasi de hükmü belirleyen asıl kaynak insanın insanın bizzat aklıdır.

İslâm'a gelince, bu noktada demokrasi ile tamamen zıttır. Zira İslâm, Allah'tandır. Allah, onu Resul’ü Muhammed b. Abdullah’a (s.a.v) vahyetmiştir.

İslâm'da, hükümlerin çıkarılmasında kendisine başvurulan hakim yani, hüküm verme yetkisine sahip olan, Allahü Teâaâ'dır, yani şeriattır. Akıl değildir. Aklın işi, yalnız Allah'ın indirdiği esasları anlama sınırı içerisindedir. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir." (Enam Suresi: 6/57, Yusuf Suresi: 12/40-68)

"Eğer bir şey hakkında çekişirseniz o şeyi, Allah'a (Kuran’a) ve Resulüne (Sünnete) götürün." (Nisa Suresi: 4/59)

"Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir." (Şûra Suresi: 42/10)

Demokrasinin kendisinden kaynaklandığı akide ise; dini hayattan ayırma ve dini devletten ayırma akidesidir. Bu akide, orta çözüm yoluna dayalıdır. Bu orta çözüm, krallar ve çarlar tarafından kullanılan halkları sömürmek, zulmetmek ve onların kanlarını emmek için bir araç olarak kullanıldı. Ve herkesin din adıyla boyun eğdiğini görmek isteyen hıristiyan din adamları ile dini ve dinin otoritesini inkâr eden filozof ve düşünürler arasında Avrupa’da meydana gelmiş çatışmanın neticesinde doğdu. Bu düşünce sistemi, dini inkâr etmedi. Fakat, hayatta ve devlette onun rolünü pasivize etti. Ve buna göre insana hayatta kendi nizamını koyma özgürlüğü tanıdı.

Yine bu noktada da demokratik düşünce sistemi, İslâm düşünce sistemiyle (İslam akidesiyle) bütünüyle çelişmektedir. İslam düşüncesi, yani İslam akidesi, hayatın ve devletin bütün işlerinin Allah'ın emir ve nehiyleri ile yürütülmesini, yani İslam akidesinden kaynaklanan şer’î ahkâmla yürütülmesini gerektirir. İnsan, kanun koyma yetkisine sahip değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu kanunlara göre yürümesidir. İşte bu akide esası üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve hayata bakış açışı tayin edilmiştir.

Demokrasinin üzerine kurulu olduğu esas şu iki düşüncedir :
1- Egemenlik halkındır.
2- Halk otoritelerin kaynağıdır.

Bu şekilde, halk kendi iradesine sahip olduğu gibi bu iradeyi yürütür. Halkın iradesine sahip olan krallar ve imparatorlar değildir. Bu iradeyi uygulayan da halktır. Halk, egemenliğin sahibi ve iradenin maliki olması ve bu iradeyi yürütmesiyle teşriye (yasa çıkarma yetkisine) sahiptir. Bu ise, halkın iradesini kullanması ve yürütmesi demektir. Aynı şekilde bu, halk topluluklarının genel iradesini ifade eder. Halk, yasa çıkarma işini kendi tarafından seçilecek vekiller yoluyla yapar.

Halk, maslahatı doğrultusunda herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni meydana getirebileceği gibi; herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni kaldırma yetkisine de sahiptir. Halk, yönetimi krallıktan cumhuriyete çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Aynı şekilde cumhuriyeti başkanlık sisteminden parlamenter sisteme çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Meselâ; böyle bir şey, Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan'da gerçekleşti. Yönetim sistemlerinin bir kısmı krallıktan cumhuriyete çevrildi ve bir kısmı da cumhuriyetten krallığa çevrildi.

Yine, parlamento yoluyla iktisadî nizamı, kapitalizmden-sosyalizme ve sosyalizmden-kapitalizme çevirebilir. Nitekim halk, parlamentoda vekilleri vasıtasıyla, bir dinden başka dine geçmeye izin verdiği gibi dinsizliğe geçme hakkı da verebilir. Yine, zinayı, homoseksüelliği mübah kıldığı gibi bunlardan para kazanmayı da mübah kılabilir.

Halk, otoritelerin kaynağı olunca, çıkarttığı kanunları kendi üzerine uygulatmak ve yönettirmek için istediği idareciyi seçer ve onu istemediği zaman indirip yerine başka idareciyi tayin eder. Çünkü halk, otoritenin sahibidir, idareci ise otoriteyi halktan alır.

İslâm’da ise egemenlik ümmetin değil şeriatındır. Teşrî eden (kanun koyan) yalnız Allah'tır. Ümmetin tümü olsa bile, bir tek hüküm dahi koyma hakkına sahip değildir. Ekonomik durumu canlandırmak üzere ribayı (faizi) mubah kılmak için bütün müslümanlar toplanıp ittifak etseler veya zina insanlar arasında yayılmasın diye zina için yerlerin açılmasının mübahlığı üzerine toplanıp ittifak etseler veya ferdî olarak mülk edinme hakkını iptal etmek için ittifak etseler veya üretimi artırmak için oruç farzını iptal etmek için ittifak etseler veya müslümanın istediği inanca sahip olabilmesi için inanç hürriyetini, haram vesileleriyle olsa bile müslümanın mülkünü geliştirmesini müsaade eden mülk edinme hürriyetini, içki içme ve zina etme gibi istediği şekilde hayatını yaşaması adına şahsî hürriyet gibi genel hürriyetleri benimsemek için ittifak etseler; böyle ittifak ve kabullenmenin hiç bir değeri yoktur. Bu, İslâm nazarında bir sinek kanadı kadar bile bir değer ifade etmez. Müslümanlardan bir gurup böyle şeyler üzerine ittifak etseler, bundan vazgeçinceye kadar onlarla savaşmak gerekir. Çünkü, müslümanlar hayatın bütün işlerinde, Allah'ın emir ve nehiyleriyle kayıtlıdırlar (bağlıdırlar). İslâm ahkâmıyla çelişecek bir işi yapmaları caiz değildir. Aynı şekilde tek bir hüküm bile olsa, hüküm koymaları caiz değildir. Zira, teşrî edici (kanun koyucu) yalnız Allahü Tealâ'dır.

“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nisa suresi: 4/65)

"Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir." (Enam Suresi: 6/57, Yusuf Suresi: 12/40-68)

"Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağutla (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) ret etmekle emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor." (Nisa suresi: 4/60)

"Tağutla muhakeme olunmak"; Allah'ın indirdiği dışında bir şeyle muhakeme olunmak demektir. Yani, insanların çıkarttıkları sistem olan küfür sisteminin ahkâmını uygulamak ve bu ahkâma başvurmak demektir. Başka ayette Allah’u Teâlâ şöyle buyurdu :

"Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini mi) istiyorlar? Şüphesiz olarak inananlar için, Allah'ın hükmünden daha güzel hüküm var mıdır?" (Maide Suresi: 5/50)

İşte cahiliyye hükmü, Rasulullah (s.a.v)'in Rabb’inden getirmediği sistem olup, insanların teşrî ettikleri (ortaya koydukları) sistemdir. Bu ise, küfür sistemidir. Bu nedenle Allahü Tealâ şöyle buyurdu :

"Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar." (Nur Suresi: 24/63)

"Resulün emrine muhalefet etmek", insanların çıkarttıkları kanunlara uymak ve rasulün emrine uymamaktır.

Egemenlik ve hakimiyetin, şeriatın olduğunu, teşrî edicinin (kanun koyan) yalnız Allahü Tealâ olduğunu, insanların herhangi bir kanunu teşrî etmelerinin (çıkartmalarının) caiz olmadığını ve bu hayatta bütün işlerin, Allah'ın emir ve nehiylerine göre yürütmelerinin farz olduğunu açıklayan daha nice ayetler ve kesin hadisler vardır.

İslâm, Allah'ın emirlerini ve nehiylerini (yasaklarını) uygulamak hakkını müslümanlara verdi. Allah'ın emirleri ve nehiylerinin uygulanması ise bir otoriteyi gerekli kılar. Onun için otoriteyi (idareyi) ümmete ait kıldı. Yani; Allah'ın emirlerini ve nehiylerini infaz edecek (uygulayacak) idareciyi seçme hakkını müslümanlara ait kıldı. Bunun delili, Allah'ın Kitabı ve Resulü’nün sünneti üzerine biat edecek halifeyi nasb etme (tayin etme) hakkını müslümanlara veren biat hadislerinden alınmıştır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Kim boynunda (halifeye) bir biat olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür." (Müslim)

Abdullah b. Amr, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Kim bir imama (halifeye) biat edip avucunu sıkarsa ve kalbinin meyvesini verirse (rıza gösterirse), o halifeye gücü yettiği kadar itaat etsin. O halifeyle çekişecek başka bir kişi çıkarsa onun boynunu vurun." (Müslim)

Ubade b. Es’Sâmed’de bu noktada şunu rivayet etmiştir:

"Zorlukta ve darlıkta, işitmek ve itaat etmek üzere Rasulullah'a biat verdik." (Buhari)

Bunun dışında daha bir çok hadisler var ki, Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti üzerine biat etmek yoluyla idarecinin tayin edilmesinin ümmet tarafından gerçekleşeceğini belirtiyor.

Şeriat, otoriteyi ümmete ait kılıp biat yoluyla kendini yönetecek kişiyi yerine tayin etme hakkı vermesine rağmen, demokraside olduğu gibi idareciyi azletme hakkını ümmete vermedi. Çünkü halife, masiyeti (Allah'a isyan eden şeyi) emretmedikçe zulüm (haksızlık) yapsa bile halifeye itaati farz kılan sahih hadisler geçmiştir. İbn-i Abbas, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etti :

"Kim, emirinden hoşlanmadığı bir şeyi görürse ona karşı sabretsin. Zira kim, cemaatten (İslâm cemaatinden) bir karış kadar ayrılırsa ve ölürse cahiliyye ölümüyle ölür." (Buhari)

"Sizin şerli imamlarınız; buğz ettiğiniz ve size buğz eden, lânet ettiğiniz ve size lânet eden imamlardır."

Sahabeler dediler ki :
"O zaman, onlarla çekişelim mi, Ya Rasulullah?"

Rasulullah (s.a.v) dedi ki:
"Hayır. Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe savaşmayın. Kim kendi üzerine bir vali tayin edilirse ve bu valinin Allah'a masiyetten bir şey yaptığını görürse bu masiyetleri terk etmesine onu zorlasın ve hiç bir kimse elini itaattan çekmesin." (Müslim)

Burada "namazı ikâme etmek", İslam'la yönetmek demektir. Zira, burada "cüz’ü söyleyip küllü kast etmek" manası vardır. Burada İslâm'ın bir kısmı gösterilerek tümü kast ediliyor.

İdareci açık küfür göstermedikçe ona karşı gelmek caiz değildir. Zira biat etmekle ilgili, Ubade b. Es’Sâmed hadisinde şöyle geçmektedir:

"Resulullah (S.a.v)'a biat ettik. Resulullah'ın bizden aldığı söz ise şudur: Sevdiğimiz ve sevmediğimiz hallerde, zor ve kolaylık durumlarında kendisini işitmek ve itaat etmek, onu kendimize tercih etmek ve emir sahipleri çekişmemektir."

Resulullah;
-Ancak sizde Allah'ın indinde gelmiş bir delile binaen mir sahiplerinde açık küfür görürseniz müstesna olur.- dedi." (Buhari)

Yani onlar küfrü uyguladıkları zaman onlarla çekişiriz.

Halifeyi azletme yetkisine sahip olan ise, mezalim (zulümleri kaldırma) mahkemesidir. İşte bu mahkeme, şer’î bir nedenle halifeyi azledebilir. Halife, yok edilmesi gereken bir zulüm yapıp azli hak etmiş olunca bu mahkeme öyle karar verir.

Demokrasi, çoğunluğun yönetimi ve çoğunluğun kanunudur. İdarecilerin, parlamento üyelerinin, kuruluşlarının, otoritelerin ve diğer komisyonların seçilmesi çoğunlukla gerçekleşir. Yine parlamentoda kanunların çıkartılması, diğer meclis, otorite, kuruluş ve komisyonların kararları da çoğunluğunun oylarıyla gerçekleşir.

Bu nedenle demokratik sistemde çoğunluk, idareci olsun olmasın herkesi bağlar. Çünkü demokrasiye göre çoğunluğun görüşü, halkın iradesini açığa çıkartır. Azınlık ise, bu çoğunluğun görüşüne boyun eğecek ve uyacaktır.

İslâm'daki durum ise tamamen farklıdır. Teşrî etmekle (kanun çıkartmakla) ilgili hususlar, çoğunluk veya azınlık oylarına bağlı değildir. Ancak, şer’î nasslara bağlı olur. Çünkü, teşrî edici (kanun koyucu) ümmet değil, Allahü Tealâ'dır. İnsanların işlerini gütmek ve yönetimi yürütmek için gerekli şer’î hükümleri benimseme konusunda yetki sahibi ise yalnız halifedir. Halife Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünnetinde geçen şer’î nasslardan hükümler çıkarır. Halifenin benimseyeceği şerî hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin görüşünün alınması farz değildir, fakat caizdir. Raşid Halifeler, şer’î hükümlerden bir hükmü benimsemek istedikleri zaman sahabelerin görüşlerini almak için onlara başvuruyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab (r.a); Şam, Mısır ve Irak toprakları fethedilince, bu topraklarla ilgili meselelerde müslümanlarla istişare yapmıştır.

Halife, benimseyeceği hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin reyine başvurursa, bu meclisin görüşü, çoğunluk veya oy birliği ile gerçekleşse bile halifeyi bağlayıcı olmaz. Nitekim Rasulullah (s.a.v), Hudeybiye Sulhu sözleşmesini yapınca, itiraz eden müslümanların görüşlerine aldırış etmedi, hem de bu itiraz edenler çoğunluğu oluşturuyorlardı. Buna rağmen görüşlerini reddetti ve sözleşmeyi yapmaya devam etti. Ve onlara şöyle dedi :

"Muhakkak ki ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm, Onun emrine muhalefet etmem."

Kerim sahabeler, halifenin bir takım hükümleri benimseyip insanlara bunlarla amel etmelerini emredebileceğine dair ve müslümanların kendi görüşlerini terk edip bunlara itaat etmelerinin gerektiğine dair icma etmişlerdir. İşte bu icmadan şu ünlü şer’î kaideler çıkartılmıştır:

"İmamın emri bütün ihtilafları kaldırır."
"İmamın (halifenin) emri, gizli ve aşikâr infaz edilir."
“Sultanın (halifenin) ortaya çıkan müşküller (problemler) miktarınca hükümler çıkarma hakkı vardır."

Nitekim Allahü Tealâ, ulu’l emire itaati emrederek şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Rasul’e ve sizden olan ulu’l emire itaat edin." (Nisa Suresi: 4/59)

"Ulu’l emr" ise, idareciler demektir.

Yine; uzmanlığa, düşünmeye ve dikkatle bakmaya muhtaç olan fennî ve fikrî hususlar da teşrî hususlarına benzer. Bütün bu hususlarda asıl olan şey doğruluktur. Burada çoğunluk ve azınlık söz konusu değildir. Bu fennî ve fikrî hususlarda ihtisas sahiplerine gidilir. Zira, bu işlerin gerçeklerini onlar idrak ederler. Askerî hususlarda, askerî uzmanlara gidilir. Fıkhî hususlarda, fakih müçtehitlere gidilir. Tıbbî hususlarda, uzman tabiplere gidilir. Mühendislikle ilgili işler de, yüksek mühendislere gidilir. Fikrî hususlarda, büyük düşünürlere gidilir. Böylece bunun gibi işlerde ve hususlarda asıl olan doğru olan ve İslam şeriatına aykırı olmayandır. Yoksa asıl olan çoğunluğun düşüncesi değildir.

Şu var ki, batı dünyasında parlamento üyelerinin çoğu ihtisas sahipleri değildirler. Bu işleri pek idrak etmezler ve bu işlere vakıf değillerdir. Bu nedenle bu işlerde parlamento üyelerinin çoğunluğunun görüşünün bir faydası ve değeri olmaz. Böylece onların onaylamaları veya muhalefet etmeleri ancak şeklî olur, idrakle, uyanıklıkla ve bilerek değildir. Bu nedenle, bu tür işlerde çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir. Bunun delili ise, Bedir Savaşı'nda Rasulullah (s.a.v)'in, Habab b. Munzir'in görüşüne göre hareket etmesidir. Habab, yerleri tespit etmede uzmandı. Rasulullah (S.A.V), Bedir Savaşı'nda bir yerde konaklayınca Habab; vahiyden olup olmadığını sordu. Rasulullah, bu konaklamanın vahiyden olmadığını söyleyince o; bu konaklamanın savaş için elverişli olmadığını söyledi. Rasulullah, kendi görüşünden vazgeçip diğer sahabelerle istişare yapmadan Habab'ın görüşünü kabul etti ve gösterdiği yere gitti.

Genel veya temel hürriyetler düşüncesi, demokrasinin getirdiği en bariz fikirlerdendir ve en önemli esaslardan sayılır. Zira o hürriyetlerle insan iradesini, baskısız ve zorlanma olmaksızın istediği şekilde kullanıp yürütebilir. Halkın bütün fertleri için temel hürriyetler sağlanmazsa, halkın genel iradesinden söz edilmez.

Demokratik sistemde ferdî (şahsî) hürriyet kutsaldır. Devlet olsun fertler olsunlar, bu hürriyete dokunamazlar. Kapitalist demokratik düzen, ferdîyetçi düzen sayılır. Temel hürriyetleri korumak ve onları muhafaza etmek, devletin en önemli görevlerinden sayılır.(!)

Demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, sömürülmüş halkların kendilerini sömüren devletlerin pençesinden kurtulması demek değildir. Çünkü, sömürme düşüncesi; demokrasinin getirdiği mülk edinme hürriyetinin neticelerindendir. Böylece, bu sömürgeci demokratik devletler, diğer halkları sömürmeye devam edip bu halkların servetlerini istismar eder ve zenginliklerini çalarlar.

Yine demokrasinin getirdiği temel hürriyetler, kölelikten kurtulmak ve köleyi kurtarmak demek değildir. Çünkü, bugün dünyamızda kölelik ve ondan kurtulmak diye bir şey kalmadı.

Genel veya temel hürriyetler, şu dört hürriyet demektir :
1- İnanç Hürriyeti,
2- Görüş veya Fikir Hürriyeti,
3- Mülk Edinme Hürriyeti,
4- Şahsî Hürriyet.

Bu dört temel hürriyet, İslâm'da bulunmamaktadır. Çünkü, müslüman bütün fiillerinde şer’î hükümlerle kayıtlıdır (bağlıdır). Herhangi bir fiilde hür değildir. İslâm'da, köleyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan başka hürriyet yoktur. Kölelik ise çoktan beri bitmiştir.

Bu dört hürriyet, İslâm'la ve ahkâmıyla her şeyde tamamen çelişir. Şöyle ki :

İnanç hürriyeti; insanın baskı ve zorlanma olmaksızın istediği inanca sahip olmasıdır. Aynı şekilde kişi, inancını ve dinini bırakıp başka inanca (akideye) ve dine geçme hakkına sahiptir. Demokrasiler de kişi, istediği gibi dinini değiştirebilir ya da hiçbir dine inanmayabilir. Bir hıristiyan hiçbir zorlama olmaksızın müslüman olabileceği gibi, bir müslümanda hiçbir zorlama ile karşılaşmaksızın hıristiyan veya yahudi olabilir. Ne devletin, ne de başkasının onu engelleme hakkı yoktur. İşte inanç veya itikat hürriyeti budur.

Halbuki İslâm düşünce sistemine göre; bir müslümanın, İslâm akidesini terk etmesini, yahudiliğe, hıristiyanlığa geçmesini haram kılıyor, yasaklıyor. Kim, İslâm'dan dönerse tövbe ettirilir, eğer İslam'a tekrar dönmezse öldürülür, mal ve mülküne el konulur ve karısından uzaklaştırılıp boşandırılır. Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu :

"Kim, dinini değiştirirse onu öldürün."

Mürtedler (İslâm Dininden dönenler), bir cemaat olup mürted kalmaları üzerine ısrar ederlerse, onlar İslâm'a dönünceye ve yok edinceye kadar onlarla savaşılır. Nitekim Rasulullah (s.a.v), vefat edince, bir takım gruplar mürted oldular. Müslümanların halifesi Ebu Bekir (r.a), onlarla şiddetlice savaştı, onlardan kalanlarla dine dönünceye kadar savaşı sürdürmüştü.

Demokratik sistemdeki görüş veya fikir hürriyetine gelince; bu, insanın istediği görüş veya fikri taşıması hakkına sahip olması demektir. Bu görüş veya bu fikir ne olursa olsun. Yine insanın istediği görüş ve fikri söylemesi ve ona davet etme hakkına sahip olması demektir. Kayıtsız ve şartsız tam hürriyetle ve istediği üslupla kendi düşüncesine davet etme hakkı vardır. Ne devletin ne de başkasının, insanı bunu yapmaktan alıkoyma hakkının olmaması demektir. Yeter ki o insan, başkalarının hürriyetine dokunmasın. Görüşün benimsenmesine, ifade edilmesine veya ona davet edilmesine herhangi bir şekilde engel olmak, hürriyete dokunmak ve saldırmak olarak kabul edilir.

İslâm'i düşünce sistemine gelince; ondaki durum bambaşkadır. Müslüman, bütün fiillerinde ve sözlerinde şer’î nasslarda geçen fikirlere bağlıdır. Müslüman’ın, şer’î delillerde geçmedikçe hiç bir amel yapması veya hiç bir söz söylemesi caiz değildir. Şer’î deliller, bir fikrin söylenmesine veya ona davet edilmesine cevaz verirse, müslüman o zaman o fikri söyleyebilir veya ona davet edebilir. Şer’î deliller, o fikrin veya görüşün taşınması veya söylenmesi veya ona davet edilmesini yasaklarsa, müslüman bu yasağa bağlı kalır. Eğer onu yine de yaparsa, cezalandırılır. Çünkü müslüman; görüş ve fikri taşımasında ve davet etmesinde şer’î ahkâma bağlıdır, bu hususta hür değildir ve hürriyet yoktur.

Mülk edinme hürriyetine gelince; bu hürriyet, ekonomide kapitalizm düzenini doğurdu ve bilahare diğer halkları sömürme, servetleri alıp götürmek ve zenginliklerini gasbetmek düşüncesini de doğurdu. Bu hürriyetin manası, insanın istediği şekilde mülk edinmesi, bu mülkü geliştirmesi ve herhangi yolla bunu gerçekleştirmesinde serbest olmasıdır. Sömürmek, sömürülen halkların servetlerini çalmak ve zenginliklerini gasbetmek, ihtikârcılık (vurgunculuk) yapmak, mal sahiplerinin bir birlerini düşürmesi, faiz almak, hile yapmak, aldatmak ve sahtekârlık yapmak, kumar oynamak, zina etmek, homoseksüellik yapmak, kadının dişiliğini kullanmak, içkiyi imal etmek ve satmak, rüşvet almak ve buna benzer diğer usullerle insanın mülk edinmeye ve mülkü büyütmeye serbest olması demektir.

İslâm ise, bu hürriyetle de taban tabana zıttır ve onunla çelişir. Bu hürriyet, İslâm'daki malı mülk edinme hükümleriyle çelişir. Çünkü, İslâm; halkları sömürmek, onların servetlerini çalmak, zenginliklerine el koymakla savaşır. Riba (faiz) ile savaşır, ister faiz basit miktar olsun ister katlanmış olsun, hepsi İslâm'da haram ve yasaktır. İslâm, malı mülk edinme sebeplerini, malın geliştirilmesi ve ondaki tasarruf keyfiyetini belirterek sınırlandırmıştır. Belirttiği sınırlar dışına çıkmayı haram kılıp yasaklamıştır. Müslüman’ın mülk edinme hususunda, bu mülkü geliştirmede ve bu mülkte tasarrufta bulunma hususunda bu sınırlara bağlı olmasını farz kılmış ve istediği şekilde mülk edinsin veya tasarrufta bulunsun (davransın) diye serbest bırakmamıştır. Daha doğrusu insanı, koyduğu ahkâmla bağlı kılmıştır. Gasbetmek, çalmak, alıp götürmek, rüşvet, faiz, kumar, zina, homoseksüellik, aldatmak, hile, sahtekârlık, içkiyi imal etmek ve satmak, kadının dişiliğini kullanmak ve buna benzer mülk edinme usullerine başvurmayı ve onlarla mülkü çoğaltmayı haram kılıp yasaklamıştır.

Bütün bu yollar, mülk edinmek ve mülkü geliştirmek için yasaklanan sebeplerdir. Herhangi bir mal, bu şekilde mülk edinilirse, müslümanın ona sahip olması da haramdır ve onu yapan cezalandırılır.

Böylece İslâm'da, mülk edinme hürriyetinin bulunmadığı apaçık şekilde görülür. Müslüman, İslâm'ın mülk edinmekle ve malda tasarrufu ile ilgili getirdiği ahkâmla kayıtlıdır, onları aşamaz.

Şahsî hürriyet ise; her türlü bağdan kurtulma hürriyetidir. Ruhanî, insanî ve ahlâkî her değerden ayrılma hürriyetidir. Ailenin parçalanması; varlığının ve bağlarının yok edilmesi hürriyetidir. Kendi adıyla her kötülüğün işlendiği ve her haramın mubah kılındığı hürriyettir. O hürriyet ki, batı toplumlarını insanı utandıran bir hayvanlar topluluğu haline düşürmüştür. Ve o toplumların ahalisini, hayvanların seviyesinden daha aşağı bir seviyeye ulaştırmıştır.

Bu hürriyet, insana kendi yaşantısında istediği şekilde davranma ve yine kendi yaşantısında zevk aldığı şekilde davranma hakkını verir. Ne devletin, ne de başkasının, insanın tam hürriyetle davranmasına karşı bir engel koyma hakkı yoktur. Böylece; zina, homoseksüellik (erkek ile erkek ve kadın ile kadın aralarında cinsî temas yapmak), içki, çıplaklık gibi herhangi bir baskı veya zorlama bulunmadan ve herhangi bir sınır tanımadan tam hürriyetle en basit ve alçak her işin yapılmasına müsaade eder.

Şüphesiz ki, İslâm'ın hükümleri bu şahsî hürriyetle tam şekilde çelişir. İslâm'da şahsî hürriyet yoktur. Her müslüman, Allah'ın emirleri ve nehiyleriyle bütün fiillerinde ve davranışlarında bağımlıdır. Allah'ın yasakladığı fiili yapması haramdır. Bu şekilde yasak olan bir fiili yapan günah işlemiş olur ve şiddetli bir cezayla cezalandırılır.

İslâm; zinayı, homoseksüelliği, içkiyi, çıplaklığı ve diğer kötü işleri haram kılmış ve bunların her birisine caydırıcı ceza koymuştur. Aynı anda İslâm, insanın güzel ahlâka ve övülen huylara sahip olmasını emretmiştir. İslâm toplumunu, tahir (temiz) ve iffetli bir toplum haline getirdiği gibi yüksek değerlerin toplumu haline de getirmiştir.

Yukarıda anlatılan hususlardan açıkça belli oluyor ki; batı düşüncesi, batı değerleri, batının bakış açısı, batı ürünü olan demokrasi ve genel veya temel hürriyetler; İslâm'la ve İslâm'ın ahkâmıyla tam ve küllî şekilde çelişirler. Zira o batı fikirleri, düşünce sistemi, nizam ve kanunları, hepsi küfürdür. Demokrasinin İslâm'dan olduğunu, onun şuranın, marufu emretmek ve münkeri nehyetmenin ya da idarecileri muhasebe etmenin benzeri veya aynısı olduğunu söylemek, saptırmadan ya da cahillikten başka bir şey değildir.

Zira şura, marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri muhasebe etmek… Tüm bunlar birer şer’i hükümlerdir. Allahü Tealâ bunları bizlere bildirmiş ve birer şer’i hüküm oldukları için müslümanların bunları almaları ve bunlarla amel etmeleri vacib olmuştur.

Demokrasi ise, Allahü Tealâ’nın bizden almamızı istediği şer’i bir düşünce sistemi değildir. Aynı şekilde Allahü Teala’nın indirdiği ve teşri ettiği bir esasta değildir.

Aynı anda demokrasi, şura demek de değildir. Çünkü, şura; sırf görüş göstermektir. Demokrasi ise; hayata bakış açısıdır. Beşerin (insanların) vahye binaen değil de akıllarının gördüğü maslahat ve menfaate binaen çıkarttıkları anayasa, nizam ve kanunları ikame etmektir.

Bundan dolayı, müslümanların demokrasiyi almaları ve kabul etmeleri haram olduğu gibi ona davet etmeleri veya onun esası üzerine parti kurmaları, onu hayata bakış açısı olarak ittihaz etmeleri veya onu tatbik etmek için almaları haramdır. Yine onu, anayasanın ve kanunların esası kılmaları veya anayasa ve kanunların kaynağı olarak tayin etmeleri veyahut onu öğretimin temeli veya gayesi olarak tayin etmeleri de haramdır.

Aynı anda, müslümanların demokrasiyi tam ve küllî şekilde reddetmeleri ve terk etmeleri en önemli farzdır. Çünkü, kendisi pis ve necistir, tağutun hükmüdür. Bizatihi küfürdür. Sistemi, fikirleri ve kanunları küfürdür. İslâm'la yakından uzaktan herhangi bir ilgisi yoktur.

Yine, müslümanların İslâm'ın tamamını kâmil şekilde hayatta, devlette ve toplumda uygulama ve yürütme mevkiine koymaları da en elzem farzdır.

"Kendisine hidayet gösterildikten sonra kim, Resul’e (Resul’ün getirdiği Kuran ve Sünnete) karşı çıkar ve müminlerin yolundan (İslâm Yolundan) başka bir yola tabi olursa, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O (Cehennem), ne kötü bir gelecektir." (Nisa Suresi: 4/115)
 

hopteq

Asistan
Katılım
22 Ağu 2009
Mesajlar
296
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Yaş
38
Konum
Trabzon\Araklı
:D, o zaman islam dininde suistimal edilen kısımları da atalım. islam dini de yanlış uygulanıyor diye kaldırıp atalım mı? :D

sabit düşünmeyin, şuan ki durum fikrin sonucu değil fikri kabul etmeyenlerin onu yıpratması sonucu ortaya çıkmıştır.
Fikrin yanlış uygulanması fikri yanlış yapmaz. Madem yanlış uygulanıyor, fikirle uğraşmak yerine fikiri uygulamayanlarla uğraşın...
 

Luha

Üye
Katılım
6 Ağu 2010
Mesajlar
95
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Yaş
34
Konum
sirişk-i medine
Yaptıgım alıntıyı okursanız ne söylemek istediğimi anlayacagınızı düşünüyorum..
 
Üst