demokrasi, laiklik, cumhuriyet, hukuk devleti kavram ve ilkeleri islama uygunmudur???

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Hollanda'daki aşırı sağcı Wilders Özgürlükler Partisi'nden Avrupa Parlamentosu üyesi Barry Madlener, ABHaber'e Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirdi.
haberin linki:

http://www.habervaktim.com/haber/turkiyenin-sonu-seriat-232837.html



"Türkiye'nin sonu şeriat!

Türkiye'nin AB üyesi olmasının tam bir hayal olduğunu savunan Hollandalı sağcı parlamenter, İslam'la demokrasinin birarada yürümeyeceğini savundu..

Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu KPK üyesi de olan Maldener,Türkiye'nin AB üyesi olmasının tam bir hayal olduğunu,bu hayali de Türklerin gerçek görüp kandığını kaydetti.

BAĞIŞ BANA LAF YETİŞTİRECEĞİNE..
Maldener şunları söyledi: Bakın bugüne kadar 68 toplantı yapılmış. Türkiye hala AB üyesi değil. Daha 100 toplantı yapılır. Türkiye gene üye olamaz. Türkiye AB üyesi olamayacak. AB Bakanı Bağış gerçekleri söylemiyor. Bağış bana konuşmasın. Bağış karikatür çizdiği için adli sürece tabi tutulan karikatürcülerden bahsetsin. Bağış gazetecilerin düşüncelerinden,insanların kitap yazdıkları için niçin hapise atıldıklarını anlatsın. Bağış bunları anlatsın. Bana cevap yetiştirmesine gerek yok. Bağış şov yapmasın. Avrupa Komisyonu'nun pozitif ajandasından bahsediyor. Bunların da hepsi hayal ürünü. Tek gerçek Türkiye'nin AB üyesi olamayacağıdır.''

AB üyesi ülkelerin kapalı kapılar aradında farklı kamuoyu önünde farklı Türkiye politikası izlediklerini hatırlatan Maldener, "AB üyeleri kendi çıkarları için kamuoyu önünde Türkiye'nin üyeliğini destekliyor. Kapalı kapılar ardında ise Türkiye'nin AB üyeliğine karşılar. Niçin Türkiye'nin AB üyeliğine doğrudan karşı çıksınlar. Ticari çıkarları var. Tam bir hipokriSi. Niçin Türkiye bugüne kadar üye olamadı. Her şey ortada" dedi.

Almanya ve Fransa'nın Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduklarını ancak kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye'nin AB üyeliğini kullandıklarının altını çizen Maldener,
'Amanya ve Fransa Türkiye'nin AB üyeliği sürecini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdi bugüne kadar. Gerçek bu' diye konuştu.

İSLAM'LA DEMOKRASİ İMKANSIZ!
Demokrasi, kültür ve din farklığı yüzünden Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıldığının bir kez daha altını çizen Barry Maldener daha sonra şunları kaydetti:

Türkiye Gazze'deki teröristleri destekliyor. Türkiye İran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad'ın en yakın dostu. Türkiye bu şartlar altında Avrupa ile sağlıklı ilişkiler geliştiremez.
Bir kere şunu görmemez gerekiyor.İslam ile demokrasi birarada yaşaması imkansız. Tüm İslam ülkeleri geri kalmış. Bir tane gelişmiş İslam ülkesi yok.İslam'da devlet yönetimi günlük yaşam birbirinden ayrılmıyor. Hepsi içice karışmış. İslam ülkesiyseniz şeriat yönetimine geçmek zorundasınız. Seküler laik devlet yapısı imkansız. Zaten geri kalmanın en önemli sebebi bu. Hıristiyanlıkta ise İslamın tam tersi din devlet işleri birbirinden ayrılmış durumda. Gelişme bunun için oluyor. Hıristiyan ülkelerde bilim akılcılık ön planda.Din ile devlet işleri ayrı. İslam' da böyle değil.Bu açıdan İslam ülkelerinin sonu şeriat. Türkiye'ninde sonu şeriat ile yönetim. Bundan kaçması imkansız .Ama bugün ama yarın.''"
ben de bu görüşlere katılıyorum.

türkiye de bir erkek çıkıp bunu diyemiyor.

ben diyorum inşaallah.

demokrasi batı medeniyetine ait bir değerdir. batı medeniyetine ait değerler ile islam medeniyetini açıklayamazsınız.

islamda demokrasi diye birşey yoktur.


Demokrasi yunanca demos ve kratos kelimelerinden türemiştir.Anlamı Halk yönetimi Yani, halkın parlempnto aracılığıyla hükümetin işlerini denetlediği ve parlementerlerin kanun çıkarmak hakkına sahib olduğu düzen için kullanılır..Demokrasinin ilk uyglayıcıları Atine ve İsparta şehir devletleri ile Grekler olmuştur..Günümüze kadar bir çok aşamalardan geçerek gelen demokraside Roma kültürü ve grek kültürünü, hıristiyanlığı, ve özellikle kapitalizmin izlerini görmek mümkündür..arka planında bu kültürleri görmeden demokrasi=halk yönetimi , ne ala demek bir fantaziden öteye geçmez..
Liberal demokrasi, kapitalizmin siyasi yönünü teşkil ettiği gibi,, kapitalizmde demokrasinin ekonomik yönünü teşkil eder..Yani gününümzde demokrasiyi kapitalizmden ayırmak mümkün değildir...

Kökleri eski yunana, romaya giden demokrasinin, batı toplumlarının geçirdiği tarihi , siyasi, sosyal aşamalardan ayrı tutmak kabil değildir..

Cumhuriyet ve demokrasilerde hakikat , ekseriyetin reyiyle taayyün eder.Bu durum islamda asla caiz değidir..Hakikatın miyarı mutlak surette şer'i bir delildir...Bir tek bu misal bile anlayan için kafi bir misaldir..

SaNİYEN ,Cumhuri ve demokratik devletlerde seç me hakkı vatandaşlık la kayıtlı olduğu halde, islami bir yönetimde , gayrimüslimlerin seçme hakkı yoktur!Bu hak müslümanların da ancak ''ehli hal ve'l akd'' olanlarına aittir.Zira İslam sadece seçilecek olanlarda değil, aynı zamanda seçeçek olanda da bir ehliyet arar..Tatbikat, İslam tarihi boyunca böyle olmuştur..Bu gün maslahat icabı herkese seçme hakkı vermek, yeni bir ictihad! gerektiri..Bu da , güdümlü ekran vaizlerinin haddi değildir.

Allah Allah

Demek ekseriyetin reyi ile taayyün eden islamda caiz değildir

Peki ekseriyet şeriat derse ne olacak...

Bu da mı islamda caiz olmayacak...

Arkadaşımız demokrasi deyince demokrasi= halk yönetimi şeklinde basit bir denklemi anlıyor...Demokrasiyi sekülerizmden, kapitalizmden ayrı düşünmek, batının geçirdiği tarihi, siyasi.. tecrübeleri görmezlikten gelmek demektir...Zira batılılar demokrasiyi bu şekilde algılıyorlar...Biz onlar gibi algılmak zorundamıyız diyemezsin...zira bu yönetim şeklinin ruhuna bu sekülerizm ve kapitalizm sinmiştir...Ekseiyet şeriat istese bu demokrasi nizamını savunanların nazarında ''faşizmi'' istemekle eş anlamlı olduğundan bu istek nazara alınmaz..Bu durumu her türlü yolla def etmek onlar nazarında geçerlibir yoldur...Batının defolu sistemlerini savunmak müslümanlara mı kalmış? Yazık!!!

Ehli hal ve'l akd padişaha biat ettiyse bu da geçerlidir...Mesele şeri kanunlara göre yönetmek ve ehli hal vel akd ın seçimiyle birisinin başa geçmesidir...Padişah da olur ,başkasıda...bir tek şekil yoktur..Demokrasilerde ise müslimi, gayrmüslimi oy kullanır...teşri,nin kaynağı Şeriat değildir, güdümlü halk dır..

...Demokraside teşrinin kaynağı Şer'i değil, buyetmezmi?

DEmokratik nizamnamelerde değil tabiki.....İslam hukukçuları, gayrimüslimlerin devlet başkanını seçme ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu kumandanlığı, valilik ve hakimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda görüş birliği içindedir....Bu topraklarda İslami yönetim tasfiye edildiğinden itibaren , müslümanlar, mevcut yönetimin biraz rötüşlerle İslami hale gelebileceğine, demokrasinin zaten islamda olduğunu dolayısıyla , İslam hukukunun taleb edilmesine gerek olmadığı gibi felesefelerle beyinleri meflüç hale getirilmiştir...

Hilafetin kaldırılması görüşmeşlrinde adliye vekili seyyid bey(usulü fıkıh hocası) hilafete neden gerek olmadığını , meclisin bu grevi yerine getireceğini milletvekillerine uzun uzun anlatmış ve ''varol, çok yaşa'' alkışlarıyla hilafet ilga edilmiştir..Görevini yerine getiren seyyidBey daha sonra rejim tarafından ıskartaya çekilmiştir...İslami yönetimde gayri müslimlerin seçme hakkı olmadığına yönük bir tesbite itiraz eden arkadaşın, demokrasinin islamla telif edilebileceğini söylemesine şaşırmamak gerekir...İslam hukukundan bihaber yetiştirilen bu toprakların çocuklarının, batının defolu, kokuşmuş sistemlerinin ,islamiliğinden dem vurmaları, vakayı adliyeden sayılmaktadır..Ama mızrak çuvala sığmıyor...demokrasi oyununun arka planında hakimiyetin güya halkta olduğu söylenmesine rağmen(bu dahi islami açıdan kabul edilemez), hakimiyetin asıl sahibi kapitalizmdir..

Şu anda bile Türkiyede yürürlükte olan ekonomik sistem tam bir vahşi kapitalizmdir..Bu vahşi kapitalizmin görünür yüzü hükümetin bazı tasarruflarıyla örtülmüş gibi görünsede cari sistem aynen devam ediyor. Mesela, .Vergi sistemini ele aldığumızda , dolaylı vergilerin dolaysız vergilere nisbetinin nerelere çıktığını görebiliyoruz..Bu halkın halk namına sömürülmesi demektir...İslam ülkelerinin demokrasi oyunlarıyla nasıl işgal edildiğini, işgal edilen kiimi ülkelere islam ülkelerinden askerlerin istihdam edildiğini gördüğümüzde demokrasi oyunun gerisinde kapitalistlerin nasıl rol oynadığını görebiliyoruz...
Demokrasi oyunun bozulmasında şu soru kilit rol oynar: Bu sistemde ''mabud kim'', saniyen ''Teşri'' hakkı kimde?

Bu sorular sağlıklı bir şekilde cevablandırılmadıkça , bu topraklarda demokrasi oyununa müşteri bulmakta zorluk çekilmeyecektir..

Vahyin değerleri sihirli bir değnek değil, sözü doğru ama eksik....Evet vahyin değerleri sihirli bir değnek değil, lakin vahyin klavuzluğu olmadanda gidilecek yer, ''ağlama duvarı'' olacaktır.....Bu topluma sihirli değnek diye yutturulan hiç bir zaman ''vahyin sihirli bir değnek olduğu'' sözü i değil, tersi,ne ''demokrasinin ''sihirli bir değnek olduğu'' tekerlemesidir...Bu ülkede veya başka ülkede vahiy tartşılabilir ama, demokrasi nin tartışılmasına imkan varmı? Bir kaşık suda bağarlar, insanı! Göresel olsun yazılı olsun matbuat aleminde demokrasi hiç bir zaman tartışılamaz bir puttur!
Yazar demişki>:''Demokrasi, insanlığın karşı karşıya bulunduğu “yönetim” sorunlarına dikkate değer çözümler üreten bir beşeri tecrübedir

Bu söz de eksik ve problemli bir sözdür..Vahyin klavuz olmaktan çık(arıl)dığı dünya ölçeğinde, boşluğu demokratik nizam doldurmuştur...Bu yazara soralım demokrasilerde ''Teşri kaynağı kimdir''????
Saniyen bu nizam hangi problemi nasıl çözmüştür...?? Dünya genelinde , özellikle coğrafyamızda, İslam ülkelerinin namusu parumar edilirken, cinayetler işlenirken, hangi sihirli sözcük kullanılmıştı? ''Demokrasi'' değilmi? Demokrasi getireceğiz diye ülkelerin yer üstü ve yer altı zenginlikleri ve bizzat insanlar katledilmedi mi? Yazarın çözüümden anladığı, yoksa çözümsüzlük mü?
Evet hakikatı ''kıral çıplak'' sadeliğiyle haykırmak, bu toprakların çocuklarına düşen milli bir vecibedir..yoksa batının kokuşmuş, demode nizamını savunmak bize düşmemelidir...Bu aşağılık kompleksinden kurtulmalı ve çözümün sadece islami nizam olduğu dile getirilmelidir...

hakimiyet (egemenlik) kayıtsız şartsız Allah (cc) ındır !!!

islam medeniyetini iyi anlamak gerekir.

batı medeniyeti ve değerleri ile islam medeniyetini açıklayamazsınız.


"Peki islam her ferdin seçme ve seçlme hakkını yok mu sayıyor yani" diye soruyorsunuz.

cevap veriyorum.

evet yok sayıyor. bu bahsettiğiniz islamda yoktur. yoktur efendi....

örnek vermek gerekirse müslüman olan kişi ben dinden döndüm hristiyan olacağım diyemez!

derse , bu kişi islam hukukuna göre mürted olur. Mürted, hakimin verdiği hüküm ile devlet tarafından öldürülür.


dediğim gibi batı medeniyetinin değeri olan demokrasi ile, islam bağdaşmaz.

Gayri müslimlerin seçme ve seçilme hakkı yoktur...daha önce zikredilmişti...Aksini iddia eden delillendirsin, bizde dinleyelim..


istişare ve demokrasiyi birbirine karıştırmayınız..

denizbaker doğru demiş...Demokrasilerde devlet başkanı (veya cumhurbaşkanı) nın seçilme şartlarında ''dini İslam'' olma durumu mevzubahis değildir...İslamda ise hem dini İslam olmalı hem de ileri derecede islamı bilmelidir... hem seçmenin hemde seçilecek kişinin yeterlik şartları demokrasi ve İslamda farklıdır..Daha öncede yazdım..farklılık çok derinlerde tabircaizse ''genler''de var...Demokrasi nizamının genlerinde eski roma , grek , hıristiyanlık, sekülerizm , kapitalizm vardır...Bu da çok tabiiidir... Zira Batı toplumu tüm bu aşamaları geçerek günümüze ulaşmıştır...Demokrasinin arka planını görmeden , Demokrasi=halk yönetimi gibi basit, ilkokul çocuklarının anladığı tazrzda bir anlayışla konuya yaklaşmak traji-komik bir durumdur...Konuyu böyle anlayanlara ,iyi uykular temenni ederiz...

Fıkıh kitablarında yazıyor...

Saniyen şeyh Ahmed şakir, 'Umdet-ut-Tefsir'' adlı eserinde diyorki,: ''Bizim zamanımızda bir çok ehli, Garblılara taklid ederek , demokrasinin halkın fikrine dayalı bir nizam olduğunu , bunun aslının İslam Dininde olduğunu, özellikle Peygamberin , Ali imran 159. ayetinde meşveretle emrolduğunu ve binaen aleyh demokrasinin,İslami olan meşveretin semeresi olduğunu ileriye sürmektedirler.Bunlar Hakkı bâtıla alet etmektedirler. evet , İslamiyet meşvereti emretmektedir.Ashabı kiramın işlerinin hemen hepsi meşveretle cereyan etmiştir.Fakat demokrasinin İslamla alakası yoktur.Binaenaleyh islam Dini, şahısların İNDİ görüşlerinden ortaya konulmuş bir din değildir.'' demektedir..Evet ulemanın görüşü budur...

İslam hukukçuları, gayrimüslimlerin devlet başkanını seçme ve bu göreve seçilme hakkına sahip olmadıkları, ordu kumandanlığı, valilik ve hakimlik gibi görevlere getirilemeyecekleri konusunda görüş birliği içindedir'' naklimiz o kadar bilinen bir hususturki, sizin bunu sormanıza şaşırmadık desek doğru olmaz...Şu söz çok meşhurdur: '' kafirlerin müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur..Yani kafirin müslüman üzerinde hakimiyeti asla yoktur..

el-maide 51.-57, el mümtehine-1 ayetine ve başka naslara mebni ulema Müslümanların idarecilik gibi işlerini gayri müslimlere varmeleri yasaklanmıştır.
Ebu Suud ,İmam fahreddin Razi gibi muteber tefsirlerde böyle söylenmiştir..

saniyen Âlusi Tefsirinde şöyle demektedir: ''Müslümanların , kafirlerin idaresi altına girmeleri asla caiz değildir..Kafirin müslümana müstahdem olması caizdir.Şu halde Müslüman bulunmadığı takdirde kafirleri hizmete almak caizdir.Çünkü bu iş ve onları idare etmek şer'an memnu değildir..
Muhterem kardeşim

Batı , dünyaya kendi mikroplarını , şerlerini yayarak dünyanın hastalıklı hale gelmsinde başat bir rol oynamıştır...Sonrada kendi icadı olan bu hastalıklarına reçete olarak başka hastalıklı ilaçları empoze etmeye çalışıyor...Bizde bu ayak oyunlarına müşteri olmaya çalışıyoruz...Diyemiyoruzki , çekil aradan sen!!!!! Bizim senin defolu, şerli sistemlerine ihtiyacımız yok..Bizim elimizde Allahın gönderdiği Vahiy var...İlacımız budur!!!

Maalesef Batı beyinlerimizi mefluç haline getirmiş..Kur'an gibi bir ilaç, Resulu ekrem gibi bir önderimiz olmasına rağmen, nelerin peşine düşüyoruz...

Demokrasiymiş!! Hadi oradan!!!


Bazıları Bedüzzamanın görüşlerini bilerek bilmeyerek tahrif , tağyir ediyorlar.Bedüzzamanın meşrutiyetten ne anladığı kitablarında bellidir..O zatı demokrat olarak takdim edenlere veyl olsun diyoruz!!!

Üstad di,yorki: '' Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya başka kalıpta istibdad veya esareti nefs veya vahşeti hayvaniyedir..Böyle laubaliler iyi bilsinlerki, diyanetsizlikte, sefahetle sahibi vicdan hiç bir Zira mesleksiz ve sefih sevilmez..Ve erkeğe karı libası yakışmaz..

Yaşasın meşrutiyeti meşrua! ..Sağ olsun hakikatı Şeriatın terbiyesinden çıkan neyyir-i hürriyet!''(Bediüzzaman Âsarı Bediiye)

Hak ve hakikatin hatırı âlidiri , hiç bir şeye feda olunmaz.Şeriat vasıtai garaz olamaz.Nasıl Süreyya süpürge olur?

..Ki İ'layı şevketi İslamiye ve İ'layı kelimetullahın vasıtası olan Meşruta-i meşru'ayı Şeriat dairesinde idamesine çalışıyorum...(Dikkat edelim ifadeye : Meşruta-i meşrua..)

Mesela Hazreti Ömerin seçiminin şimdiki demokrasiyle ne alakası var..İlk halifenin tavsiyesi ile seçilmiştir...Şimdi mesela A. Gül ben yerime şu arkadaşı tavsiye ediyorum dese, hem içerdeki demokratlardan hem dışardakilerden gelecek tepkiyi düşünebiliyormusunıuz...Demokrasi katledildi diye yedi manşetten verilir...

Bazıları zannediyorki, milletvekilleri parmak kaldırır , şeriat gelebilir, demokrasinin ne mahzuru var?

Daha öncede yazdık seküler düşünce ile, demokrasi arasında ayrılmaz bir bağ vardır...Hem neden Avrupanın ruhunun(hıristiyanlık, sekülerizm/laik,kapitalizm..)sinmiş olduğu bu sistemi ve kelimeyi kullanmak ta israr ediyoruz...Ulemamız istilahlar/terimler üzerinde ciddiyetle durmuşlardır...Firenklerin ruhunun sinmiş olduğu, mahiyetini kendileri belirledikleri bu sistemi, müslümanların içini biz doldururuz anlayışıyla kabullenmeleri, yenilgiyi(medeniyet tasavvurundaki yenilgi) daha baştan kabul etmeleri anlamına gelir...

İslam medeniyeti , firenklerin sistemleriyle, istilahi kavramlarının alarak , batı medeniyeti ile hesaplaşamaz, kendi iddialarını ortaya koyamaz, koysa bile ciddiye alınmaz...İslam Medeniyeti bütün müştemilatıyla/müesseseleriyle kendine has'lığını ortaya koyan nevi şahsına münhasır bir medeniyettir..

Başka medeniyetlerin müesseselerini islah için değil, kendi müesses nizamını kendi istilahlarıyla ortaya koymak için gelmiştir, bu nizam....

Batının demokrasisini islah edelim , alalım demek, ''kafasında fötr şapka, altında şalvar giyen bir adama benzemektir.. Biz bu garabete nasıl rıza gösterebiliriz..

4 halifenin seçiminin de demokrasi ile alakası yok ..Son fedai inceleyebilir...Ehli hal ve'l akd müessesi demokrasilerde tabiatı icabı yoktur...

4 halifenin seçimi de demokrasi iledir. Hikem inceleyebilir. Bunu diyen @son Fedai değildir. Ama demokrasi ile değildir diyen @Hikem dir.

Daha öncede yazdım halifeyi ehli hal ve'l- Akd seçer...Mesela Hazreti Ebubekiri Ehli Hal ve'l Akd seçmiştir.../Giriftarın dediği :''Ümmetin ileri gelenleri'' nden kasıd budur.

Hazreti Ömerde bir önceki halifenin tavsiyesi ile Ehli Hal ve'l Akd'ın biatıyla olmuştur..Keza diğerleride öyle...

Son mesajıyla @son .Feda'i bizi şaşırtmıştır...Yoksa Demokrasilerde de ehli Hal ve'l akd müessesesi varda bizmi bilmiyoruz??!



Bugün, komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi, hasılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve telbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...


Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara "Siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarısınız! Gerçek Müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!" diyecek ve gerçek Müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl"ını gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allah'ın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin âlemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...


Allah'ın selâmı üzerinize olsun!

"Evet, nasıl ki mânâ-yı sarihi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i’raz edip Kur’ân’ı dinlemeseler, merak etme. Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı herşeyi muhittir; ne âsiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar.”(onbirinci lema 4. nükte)

http://www.milligazete.com.tr/makale/muslumanlar-ve-demokrasi-234123.htm

mehmet şevket eygi üstadın "demokrasi" ile ilgili yazısını paylaşmak istiyorum

"Müslümanlar ve Demokrasi

Müslümanların kafaları karışık... Bilhassa kadın konusunda... Öyle Müslüman feministler var ki, ateist ve gayr-i müslim feministlerdan daha aşırılar.

Demokrasi konusunda da aşırı uçlar var. Bir Müslüman demokrasiyi mutlak bir gerçek, mutlak bir değer olarak kabullenemez. Demokrasi bir realitedir, bir idare şeklidir.

Müslüman bir toplumun, İslama Kur'ana Sünnete Şeriata Hikmete aykırı olmayan cüz'i/beşerî iradesinde sakınca yoktur.

Lakin Müslüman halk İslam'a, Kur'ana Sünnete aykırı ve zıt bir şey isteyemez. Böyle bir irade bâtıldır.

Demokrasi bir amaç değil, bir araçtır.

Müslüman, demokrasiyi din gibi benimsemez.

Halkı Müslüman olan bir şehrin valisinin, belediye başkanının, polis müdürünün, idarecilerinin halk tarafından seçilmesinde mahzur olmasa gerek.

Böyle bir seçimde halkın itimadını kazanmış olanların tâyinini elbette İmam-ı Kebir yapacaktır.

Bendeniz demokrasiye iyi demem ama onun gayr-i İslamî sistemlerin ehveni olduğunu düşünürüm.

Gayr-i İslamî bir düzenden İslamî düzene geçiş demokrasi ile daha kolay olur.

Peki, olgun ve uyanık olmayan vasıfsız Müslümanlar demokrasiyi de dejenere etmezler mi?

Edebilirler.

Bizdeki durum gibi... Demokrasinin sağladığı imkanlar, fırsatlar, hürriyetler değerlendirilmiyor, kullanılmıyor ve bir kısım İslamcılar bozuk ve kötü düzenin haram, kirli, kara, necis, pis rantlarına saldırıyor.

İslamî bir rejim bile kurulsa, Müslümanlar sâlih, iyi, vasıflı, güçlü, uyanık, şuurlu olmazsa o sistem de işlemez.

Biz Müslümanlar şu anda, birtakım olumsuzluklara rağmen, Cumhuriyet tarihinde görülmüş en hürriyetli havayı teneffüs ediyoruz. Medya hürriyeti var... Dernek, vakıf kurma hürriyeti geniş... Muazzam maddî imkanlara sahibiz... Uçsuz bucaksız imkanlar ve fırsatlar... Okul açmak serbest... Peki biz, bazı tarafları aksak da olsa bu demokrasiden dinimizi yüceltmek için gereği gibi yararlanabiliyor muyuz?

Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değildir.

Müslümanların siyasî faaliyet ve hizmetlerine temiz diyebilir miyiz?

Demokrasiden yararlanarak çeşitlilik içinde tek bir Ümmet olabiliyor muyuz?

Eton kolejiyle boy ölçüşebilecek bir okulumuz var mı?

İktisat, ticaret, iş hayatını zapt u rabt altına alacak Fütüvvet, Ahîlik, Lonca sistemimizi kurabildik mi?

İslam Mahalle Teşkilatı konusunda ne gibi faaliyetler yaptık, ilerlemeler kaydettik?

Demokrasi bize fırsat veriyor ama biz Osmanlıca ve edebî lisan konusunda ne yapıyoruz?

Beş vakit namazın başta müdür bey, idareciler, öğretmenler ve bütün öğrenciler tarafından okul camiinde, okul imamının ardında cemaatle kılındığı bir tek özel islamî okulumuz var mı?

Reader's Digest tipinde, ayda en az bir milyon satacak canlı bir dergimiz var mı?

Tasavvuf dergah, tekke ve zaviyelerinin tekrar açılması için Avrupa İnsan hakları Mahkemesi'ne müracaat ettik mi?

Tesettür konusunda akademilerimiz, yüksek giyim kuşam kurumlarımız var mı?

Diktatörlüklerin, vesayet rejimlerinin, resmî ideolojilerin esirgediği hakları ve fırsatları, İslamî bir sistem olmayan demokrasi veriyor ama biz bunları iğtinam edemiyoruz (ganimet bilip kullanamıyoruz).

Vaktiyle "Ayasofya Açılsın" diye haykıran ucuz mücahitler şimdi hangi delikteler? Hiç sesleri çıkmıyor.

Biz demokrasiden yararlanmasını bilseydik, Meclis'te en az 25 tesettürlü kadın milletvekili olurdu.

Aklın, fikrin, ilmin, irfanın, kültürün, adaletin, insafın, firasetin, vicdanın, bilgeliğin yeterli olmazsa işte böyle olur.

Yeterli sayıda zeki, idealist, kabiliyetli, istidatlı çocuklarını subay ve öğretmen yapmayan Sünnî bir toplumun olacağı budur.

Bize İngiltere, Norveç, İsviçre, Avusturya demokrasisini verseler, biz onlardan da gereği gibi yararlanamayız, onların da içine ederiz.

Demokrasinin fırsatlarında, imkanlarında, hürriyetlerinde, serbestliğinde çok faydalar vardır ama haram rantlarında ve zehirli ganimetlerinde olan zarar da o nispette çok büyük ve öldürücüdür."

eygi bizim söylediğimizden başka birşey demiyor ki... "Demokrasi bir amaç değil, bir araçtır." diyor ama neyin aracı. ilelebet demokrasi var olsun demiyor. insafsızlık etmeyin. "Bendeniz demokrasiye iyi demem ama onun gayr-i İslamî sistemlerin ehveni olduğunu düşünürüm." diyor. müslümanlarınn da demokrasinin nimetlerinden yeterince faydalanmadığını "Biz Müslümanlar şu anda, birtakım olumsuzluklara rağmen, Cumhuriyet tarihinde görülmüş en hürriyetli havayı teneffüs ediyoruz. Medya hürriyeti var... Dernek, vakıf kurma hürriyeti geniş... Muazzam maddî imkanlara sahibiz... Uçsuz bucaksız imkanlar ve fırsatlar... Okul açmak serbest... Peki biz, bazı tarafları aksak da olsa bu demokrasiden dinimizi yüceltmek için gereği gibi yararlanabiliyor muyuz?" cümleleri ile ifade ediyor. yani müslümanlar islami sistemin ( kibarca demiş, dava açılmasın diye - aslı şeriatın olacak) gelmesi için demokrasi aracından yeteri kadar yararlanmıyorlar diyor.

lütfen haksızlık etmeyin. eygi üstad demokrasi iyidir demiyor. belki ehveni şerdir diyor. ayrıca "Demokrasi bir amaç değil, bir araçtır." diyor.

size de ben bir soru sorayım. neyin amacı?

Demokrasiye Dair











Demokrasi sadece araçları bulunan bir devlet yönetimi şekli olmayan, aynı zamanda bir felsefesi bulunan değerler bütünüdür. Yalnız partiler aracılığı ile siyasete şekil verme veya meclis ile yasaları düzenleme yöntemi değildir.Öne sürdüğümüz argümanlar, demokrasinin tamamen batı’ya özgü şartları çerçevesinde, hem Yunan’da, hem ortaçağların sonunda, her iki dönemde de “din- dışı ve dine- karşı” bir ideoloji ve siyasal felsefe olduğunu göstermektedir.

Modern batı dünyasının inanç(sızlık) kültüründen neşet etmiş seküler bir toplum modeli bulunmaktadır. Hem toplumun, hem de insanın var olma sürecine dair vahiyle uyuşmayan bir algıyı içinde barındırır. Bu değerleri taşımayan toplumlarda demokrasi uygulanamaz. İdealize edilen demokrasi ise, örneklerinde de gördüğümüz gibi, ancak bu inanç sisteminin işlediği toplumlarda uygulanabilmektedir.“Aydınlanma”, “Özgürlük” gibi süslü kelimelerin görmezden gelinen veya görülemeyen ilkeleriyle olmazsa olmaz hale getirilen Demokrasi söylemi, zihinler karıştırarak gündem oluşturmakta, bırakın müslüman olmayanları, müslümanların bile baskıcı rejimlere karşı yürüttükleri hak mücadelelerine bulaştırılmaktadır.
Bugün iyi veya kötü niyetle Müslüman coğrafyaların gündemine sokulan demokrasiyi yalnız şekilsel açıdan değerlendirerek devlet yönetimi için gereken ve hiçbir düşünsel altyapısı olmayan bir araç olarak algılamak, en sade ifadeyle, saflık olarak algılanabilir.Tanrı yerine insan, kilise yerine laik kurumlar, dogma yerine akıl, değer yerine çıkar, dayanışma yerine vahşi rekabet ve bunun için gerekli serbest ortam, Demokrasiye biçim veren tercihlerdir. Ve bu tanımlar ışığında demokrasi, başka din ve gelenekleri, kendine biçim veren değerlerin inşa ettiği dünyaya dönüştürmenin politik bir aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.














Hamza Er

Yazının tamamına bakmak için:
http://www.ummetiz.biz/index.php?topic=26202.0;wap2

&& Tarihi ve Felsefi Yönleriyle Demokrasi(İsra Haber)

@Hikem harika bir yazı...

link ölü, yeni link:

http://www.israhaber.com/tarihi-ve-felsefi-yonleriyle-demokrasi-804-yazisi.html



önemine binaen ben tamamını paylaşmak istiyorum. tüm üniversite öğrencileri okumalı bence... (malum bazıları uzun yazı okumuyor ama...)


"Tarihi ve Felsefi Yönleriyle Demokrasi

Demokrasi sadece araçları bulunan bir devlet yönetimi şekli olmayan, aynı zamanda bir felsefesi bulunan değerler bütünüdür.

Tarihi Ve Felsefi Yönleriyle Demokrasi

İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı – İLKAV tarafından düzenlenen, “Türkiye’de ve Bölgede Demokratikleşme Süreci ve Müslümanlar” paneli 11 Mart 2012 Pazar günü Ankara Kocatepe Kültür Merkezi Konferans Salonunda büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Panelde, Ankara Genç Birikim Dergisinden Ali Kaçar, Vahdet Vakfı’ından Hüsnü Aktaş, İLKAV’dan Mehmet Pamak’la beraber bizim de bir sunumumuz oldu. Panelde gerçekleştirdiğimiz sunumu sizlerle paylaşıyoruz.

I- Giriş:

Kavramlar kendi üretildiği koşulların, şartların bir ürünüdür. Tarihi arka plan, onu doğuran etkenler ve o kavramları tanımlayan fikir babalarının metinlerini göz ardı ederek kavramlara yeni içerikler kazandırmaya çalışmak anlamsız olup yanıltıcı sonuçlar doğurur.

Marksizm, Laiklik, Demokrasi, sekülerizm gibi kavramların sahipleri, o kavramlara anlam yükleyen ideologlarıdır. Bu kavramlara tarihi tecrübelerinden yola çıkarak gömlek biçen ideologları yok sayıp, “bence Marksizm” şöyledir, “bence Demokrasi” böyledir yaklaşımları komik ve anlamsız kalmaktadır.

Tarihinde Avrupa’nın yaşadığı tecrübeyi geçirmemiş, o döneme ait sorunlarla karşılaşmamış Müslüman toplumlara demokratik modeller üretmek, kişiye ölçüsüz, provasız elbise biçmek gibidir. Ve bu elbise sahibini sürekli rahatsız edecektir.

Feodaliteyi, kilise zulmünü yaşamamış, muharref Hristiyanlıkla asla irtibatlandırılamayacak olan İslam’ı kabul etmiş Müslüman toplumlara, benmerkezciliği, insanın tanrı karşısında mutlak bağımsızlığını da içine alan sınırsız özgürlüğü, aklın kutsanması gerektiğini ve tüm bu sonuçları bir kazanç olarak görmesini nasıl izah edebilirsiniz.

Ama maalesef, Müslümanların içerisinde bulunduğu yenilmişlik psikolojisi, onları, yeryüzünü sömürerek elde ettiği maddi kalkınmayla toplumlarına müreffeh ve rahat bir hayatı yaşatan batı olarak tanımladığımız emperyalist gücün ürettiği bu modellere yönlendirmiştir. Ekonomik sömürü ve adaletsizliğe karşı sosyalizme öykünen Müslümanlar, ulus devletlerin yarışında nasyonalizmi keşfetmiş, otoriter, diktatör ve baskıcı rejimlere alternatif olarak da demokrasi ipine sarılmıştır. Bu birliktelikler, biri diğerini içerisinde asla barındıramayacak olan sosyalist-Müslüman, nasyonal(milliyetçi)-Müslüman ve demokrat-Müslüman tanımlarını doğurmuştur. Bu doğumun sonucu, spastik, özürlü zihne sahip fertlerin çoğalmasından başka bir şey olmayacaktır. Yani değil sorun çözme, uğraşılması gereken yeni sonuçlarla karşılaşılacaktır.

Zalim diktatör idarecilerin yönetiminde 50 yıl kaybeden Müslümanlar, batılı değerlerin kutsandığı demokratik sistemlerle bir 50 yıl daha kaybetmemelidir. Bu sebeple Müslümanlar demokrasinin tarihi sürecinden yola çıkarak felsefi arka planını görebilmeli, demokrasinin kendi değerlerine özgü bir yaşam modeli sunduğunu anlamalı, başka dinlere ve hatta kültürlere asla tahammülünün olmadığını, onları kendisine dönüştürmeye çalışan açık bir din olduğunu fark edebilmelidir.

II- Demokrasinin Doğuşu:

Demokrasi çok boyutlu bir kavramdır. Bir yönetim biçimini, bir karar alma sürecini, bir yaşam biçimini ve bir değerler kümesini ifade eder. Bu farklı boyutlar iç içe geçtiğinden, birini diğerlerinden ayırıp demokrasiyi yalnızca tek bir boyutuyla incelemek anlamlı bir çaba olmaz.

Bu kavrama ilk olarak, eski çağ Yunan site devletlerinden Atina’da rastlanmıştır. Demokrasi kavramı da ilk olarak bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır. M.Ö. 5. Yüzyılın ortalarına doğru, eski Yunanlılar, yeni siyasal sistemi tanımlamak üzere demos(halk) ve kratos(yönetim) sözcüklerini birleştiren demokratia’yı kullanmışlardır. Halk Yönetimi anlamındaki bu Yunanca kelime, milad öncesi Yunan’da site devletlerinden Atina ve Sparta’da uygulama alanı bulmuştur.

“Demos” Yunan toplumunda sınırlı bir halk sınıfının ismiydi, halkın tümü anlamında kullanılmıyordu. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar “demos”un dışındaydı. Belli bir yaşın altındaki gençler de “demos”dan sayılmazdı. Uzun süredir Yunan site devletlerinde ikamet ediyor olsalar da yabancılar “demos”tan sayılmazlardı. Toplumun en kalabalık kesimini oluşturan köleleri ifade etmeye bile gerek yok; bunlar asla “demos”a dâhil olamazdı. Geriye bir tek eli silah tutan, özgür, yerli, Yunanlılar kalıyordu.

M.Ö. 4. Yüzyılın sonunda, eski Yunan sitelerinde uygulanan demokratik yönetimlerin yıkılması ile tarih sahnesinden çekilen bu kavramı insanlık 2000 yıl sonra yeniden keşfedip ortaya çıkaracaktı.

III- Demokratik Değerlerin Dayandığı Tarihi Arka Plan:

Bugün Avrupa’nın, Demokrasiye ve ona ruh veren değerlere yönelik geçişinde Fransız burjuva devriminin belirleyici bir rol oynadığını herkes kabul etmektedir. Aristokrasiye ve kiliseye karşı yapılan devrimin, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle” beraber, “ne Tanrı’ya, ne efendiye” sloganlarını nasıl bozuk bir işleyişe yönelik seslendirdiğinin, devrimin düşünce temellerini oluşturan anlayışın hangi çarpık ilişkilere tepki ile ortaya çıktığının sorgulanması gerekmektedir.

Bu noktada incelenmesi gereken dönem, M.500 ile M.1500 tarihleri arasındaki, batının kendi penceresinden karanlık çağ olarak adlandırdığı Ortaçağ Avrupası olmalıdır.

Hristiyanlığın Romalılaşması:

Hz. İsa(s)’nın öğretilerinin takipçileri olan Tevhid ehli Müslümanlar M.300’lere doğru Roma’yı dönüştürecek bir etkiyi oluşturmaya başladıklarında Roma aristokratları ve yönetimi için iki yol kalmıştı; ya yıllardır yürüttükleri hâkimiyetlerini kaybetmek, ya da bu yeni akım ile uzlaşarak onu dönüştürmek.

Roma aristokratları ve yönetimi çareyi uzlaşma arayışlarında (konsüller) bulmuş ve verdiği tavizlerle nihai mücadeleyi kazanmıştı. Bu olay, tarihe Roma Hıristiyanlaşacakken (islam devleti olacakken) Hıristiyanlık Romalılaştı kaydını yaptıran önemli bir kırılmaydı.

M.315’de Kadıköy’de başlayıp devam eden konsüllerde, Roma yönetimi ile Hıristiyan liderleri arasında varılan uzlaşmalar sonrası M. 380 yılında Hristiyanlık Roma imparatorluğunun resmi dini olmuştu. Batı’da yeni bir Hıristiyanlık teolojisi oluşturulmuş, Pavlus’un çabalarıyla şeriatsız yeni bir din inşa edilmişti.

Yeni Hristiyanlık, çok tanrılı paganist, putperest anlayışla bir sentez oluşturmuş, siyasal iktidarla uzlaşmayı kabullenerek kendisini “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya” veren bir din haline getirmişti.

Orta çağ Avrupa’sında devletler ise bu anlayışın egemen olduğu, dini otoritenin kilise, dünyevi otoritenin ise kral tarafından temsil edildiği çok sağlam bir güç koalisyonu tarafından yönetilmekteydi.

Fakat kilise, dini tasavvuruna uygun düşen bu mantıki yönelişle yetinmemiş, oldukça geniş boyutlarda ve bu tasavvuru ile çelişki halinde olan dünyevi bir otoriteyi de aynı şekilde elinde bulundurmak istemiştir.

Kilisenin gücü eline geçirmesi:

Böyle bir işleyiş içerisinde yüksek konumda bulunan Ruhban sınıf; Tanrı’yı gazabından vazgeçirmek, insanlara şefkat ve rahmetini temin etmekte aracılık yapmakta, kralların yönetim hakkının tanrı tarafından kendilerine bağışlanmış bir hak olduğunu söyleyerek, yani iktidarlarını takdis ederek kral’ı da yanlarına almışlardı.

Kilise “Tanrı adına konuşan ve Tanrı adına karar veren bir güç” olarak kendisini kabul ettirmeyi başarmıştı. Dolayısıyla Tanrının gazabını üzerine çekmeyi ve bile bile cehenneme gitmeyi göze almadan, hiç kimse otoritesinin önüne dikilemiyordu.

Almış oldukları hibeler, ücretler, öşürler(yıllık servetlerin onda biri), hediyeler ile gasp, talan, hile ve diğer çeşitli yollardan elde etmiş olduğu servet sayesinde büyük arazi sahibi feodaller durumuna gelmiş olan kilise, bazı zamanlar elindeki mülklerle, feodal beylerin ve diğer büyük arazi sahiplerinin mülklerini bile geçmekteydi.

Nefret biriktirten dönüştürülmüş dinin öğretileri:

Dünya hayatının bir cezalandırılma yeri olduğu kabul edilir, böylece oradan haz almanın da günah olduğuna inanılırdı.

İsa’nın vekili olarak ruhban sınıfı, tüm insanları affetme yetkisine sahipti. Cennete gitmek (asli günah sahibi) insanın kendi elinde değil, ruhban sınıfının affına bağlıydı.

Din adamlarının kendilerine atfettikleri kutsal önem, her türlü akıl almaz uygulamaların o dönemlerde görülmesi sağlamıştı. Mağfiret Belgeleri (Endülüjans) düzenleyerek cennet tapuları hazırlayan din adamları, konumunun yükselmesi ve mallarının çoğalmasını arzusuyla çarşılarda, pazarlarda para mukabilinde bu belgeleri satmaya başlamıştı.

İnsan, aşağılanmış, akıl iptal edilmiş, dini metinler dogmalaşmış, içtihat alanı diye bir alan kalmamıştı. Dini metinleri yorumlama tekeli sadece ruhbanlara aitti. 13. asırda Papanın kendi yönetimleri altında sürekli bir araştırma organı olarak Engizisyon mahkemeleri düzene sokulmuştu.

Kilise, kendi bildiklerinin dışında herhangi bir şeyin bilinmesine tahammül göstermiyor tashih etmedikleri ve kontrollerinden geçmeyen herhangi bir bilgiye güvenmiyordu. Yaklaşık bin yıl süren Ortaçağ döneminde meydana getirilmiş olan fikir ve sanat eserleri yok edilmiş, düşünce ve fikir üretmek yasaklanmıştı. Aksi davrananlar “aforoz” edilip yakılıyor, akıl almaz işkencelerle öldürülüyordu.

Fıtrata aykırı toplumsal sınıflaşma:

Hiç üretmeyen, sadece alan ama herşeyi yöneten ruhban sınıfı; çalışmayıp çalıştıran, toprakların sahibi ve sömürücüsü soylular; hep çalışan, fakat sadece karnını doyurabilen köylüler ve en alt bile sayılmayan zavallı köleler.

Bu sınıflaşma içerisinde fakirin zengin, köylünün şehirli, sıradan vatandaşın aristokrat olması mümkün değildi.

Kral yeryüzünde Tanrı’nın gölgesi olarak kabul edilir, Feodal beyler ise emirlerinin altındaki bütün arazilerin mutlak hakimi olurdu.

Geriye kalanların hepsi ise ya efendilerinin kölesi veya arazinin kölesi (serf) durumundaydı. Miras alınır ve satılabilirlerdi. Arazi ile birlikte bir efendiden bir başkasına intikal de ederlerdi. Bütün ağır yükler onların omuzlarında iken buna karşılık söz edilmeye değer hiçbir hakları yoktu. Siyasi hakları yoktu. Feodal beyi, düğün sevinçlerinde bulunur ve çoğu zaman ilk gece hakkını kullanırdı. Yani düğün gecesinde gelin ile baş başa kalmak hakkını kullanır ve kocasından önce gelini o teslim alırdı.

Görüldüğü gibi Tanrı, Kral ve Kilise üçlü ittifakı karşısında hiçbir değeri kalmamış olan halka, kaderine razı olup bu koalisyona boyun eğmekten başka bir seçenek bırakılmamıştı.

Ancak daha sonra haçlı seferleri veya diğer farklı sebepler ile islam dünyası ile karşılaşacak olan Avrupalılar, batıdan Endülüs, doğudan da Osmanlı örneklerinden öğrendikleri adalet, hak, hukuk gibi kavramlardan etkilenerek bir arayış içerisine girecek, bu feodal yapıyı ortadan kaldıracak Fransız devriminin patlamasına dek sürecek ruhsal bir hazırlığı gerçekleştireceklerdi.

Tarihin bu dönemini dikkatlice incelediğimizde, yaklaşık M.500’lerde başlayan ve aydınlanma dönemine kadar sürmüş olan “kilise din devletinin” zulüm uygulamalarının, Demokrasinin bugünkü değerleri ile yeniden ortaya çıkmasına gerekçe oluşturduğunu söyleyebiliriz.

IV- Bir Tepki Olarak Yeniden Demokrasi

Orta çağın sonlarına doğru, geniş halk kitlelerinin hedefi haline gelen ruhban diktatörlüğü ve soylu tahakkümü sorgulanmış, bu sorgulama süreci siyasal alanda Reform hareketleriyle, kültürel ve düşünsel alanda ise Rönesans(yeniden doğuş) ile kendini göstermeye başlamıştı. 15. ve 17. yüzyıl aralığında çağdaş düşüncenin temellerinin atıldığı Rönesans, 18. yüzyılda “Aydınlanma Felsefesinin” doğmasına, böylece günümüzde sosyal ve siyasal alanı şekillendirecek olan demokrasinin “Antik Yunan’dan” sonra yeniden keşfedilip çağa uygun bir ruh kazanmasına neden olmuştur.

Feodal döneme ait her şeyin nefret duyularak reddedildiği bu dönemde, geleneksel görüşlerden, otoritelerden, bağlılıklardan, dogmalardan, inanç ve ön yargılardan sıyrılıp insan ve evren konusunda aklın bağımsızlığı ve mutlaklaştırılması anlayışı bayraklaştırılmıştır. Artık, yalnız aklın egemen olacağı bu yeni ortamda insanların sonsuz refah ve mutluluğa erişeceğine kesin bir inanç duyuluyordu.

Ruhban sınıfına, kiliseye ve onların ürettikleri dogmalara duyulan tepki, Avrupalıların bilinçsiz ve inatçı hareket etmelerine sebep olmuş, bu da problemin kaynağının doğru teşhis edilmesinin önüne geçmiştir. Tahrifat, kişisel uygulamalar demeden dine karşı düşmanlık had safhaya ulaşmış, dinin hayata müdahalesinin söz konusu olamayacağı, aklın kutsandığı yeni teoriler geliştirilmiştir.

Bu çağın düşünürleri birbirlerinden etkilenmekle beraber, bir yandan birbirlerini tamamlamaya çalışıyor, aynı zamanda dinin hayattan tamamen ayrılacağı yeni dönemin fikrî hazırlıklarını oluşturuyorlardı. Tabiidir ki bunu bir başka dünya düşünmeden, ait oldukları batı toplumu için yapıyorlardı.

İşte 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma hareketinin beraberinde getirdiği eşitlik, özgürlük, laiklik, ulusal hâkimiyet, cumhuriyet gibi görüşler 1789 Fransız Devriminin gerçekleşmesini sağlayan düşünsel arka planı da oluşturmuştur.

Bu dönemin düşünür, siyaset ve hukuk bilimcilerinin ürettikleri yeni değerler, günümüz demokrasisinin de temellerini oluşturmuştur. Bu sebeple Demokratik düşünceyi doğru tanımlayabilmek için üzerine inşa edildiği kavramların bilinmesi gerekmektedir.

Aydınlanma Felsefesi:

İnsanın kendi aklı hariç her türlü bağlayıcılığı yok saydığı bu düşünce aslen, gerçek kaynağından çok önceleri kopmuş bir inanç öğretisi olan Hıristiyanlıkla birlikte, Yaratıcıdan da kopma çabasını temsil etmektedir.

“Aydınlanma Felsefesi” olarak adlandırılan düşünce sisteminin kurucusu olan Alman filozof Immanuel Kant Aydınlanmayı, insanın kendi kabahati sonucu ortaya çıkan ergin olmama durumunu aşması şeklinde tanımlamıştır. Ergin olmama, kişinin kendi anlama yeteneğini başkasının yol göstericiliği olmadan kullanamaması demekti.

Bu manada Aydınlanma, kişinin kendi adına yargıda bulunma yeteneğiydi ve felsefi değer bilgisiyle beslenmesi gerekiyordu. Çünkü felsefe eğitimi, kendi adına yargıda bulunmaya, olan bitenlerde mevcut bağlantıları kendi adına kavramaya ve her şeyden çok, her durumda insan onurunun tehlikede olduğu noktayı görebilmeye yardımcı olan bir eğitimdi.

Tahrif edilmiş bir din anlayışına karşı tavırlı olmak, farklı değerleri de olsa, sadece din olduğu için İslam’a karşı da ön yargılı yaklaşılmasını peşinden getirmiştir. Bu bakış doğal olarak vahye karşı mesafeli durmayı ve bundan da önemlisi vahye karşı düşmanca mücadeleye girişmeyi doğurmuştur.

Dine karşı bu mesafe sebebiyle insan aklının doğru yolda ilerlemesini sağlayan vahyin yeri boşaltılmakta, yerini felsefe bilgisi doldurmaktadır. Vahiy anlamsızlaştırılıp; felsefi bilgi, bir manada kutsallaştırılmaktadır. Böylece hikmeti arayan ve vahiyle bütünleşik “Mütefekkir” insan tipi cebren ortadan kaldırılmakta; yerini felsefi bilgi birikimini çağdan çağa taşıyarak toplumun önünü açtığı iddia edilen, medeniyetin gelişmesine katkıda bulunduğu varsayılan kişi olarak vahiyden uzaklaşmış ve hatta vahye düşman olmuş “Aydın” tipi almaktadır.

İdeal insan olarak kabul gören Aydın, toplumun önünde, toplumun aydınlanma yeteneğini ortaya çıkarıcı bir lokomotif vazifesi görmekte, başka bir ifade ile toplumu aydınlatmaktadır. Aydınlanmış toplum ise ayağında pranga olarak gördüğü her türlü tahakkümden kurtulmalı, kendi için en iyi olduğu varsayılan kararları yine kendi aklınca almalı, hiçbir bilimsel temeli olmayan, akıl dışı olarak kabul edilen bilgileri bir yana bırakmalıdır.

Sonuç olarak aydınlanma çağı, felsefede sko*lastik kavramlardan ve dogmatik tartışmalar*dan aklın belirleyiciliğine olan güvene, dinde imana dayalı bir anlayıştan salt akla dayalı bir din anlayışına, politikada monarşîk ve teokra*tik bir yönetimden halk egemenliğine dayalı bir yönelime, eğitimde di*ni bir eğilimden insanın kendi yetilerini özgür*ce geliştirebileceği bir eğitim anlayışına, kısaca dini bir dünya görüşünden insan-yapısı ve seküler bir dünya görüşüne geçiş anlamına ge*lmektedir.

Toplum Sözleşmesi:

Toplum sözleşmesi genel olarak “devletin kökeni nedir?” sorusuna verilmiş bir cevaptır. Bu görüş, insanların “tabiat-doğal haliyle” “toplum halini” birbirinden ayrı iki durum olarak veri kabul eder.

İşte bir toplumu, devleti meydana getirmek üzere, bireyler arasında gönüllü, istekli olarak yapılan teorik anlaşmanın adına “toplum sözleşmesi” denmektedir. Toplum sözleşmesi teorisiyle birlikte devletin kaynağı, meşruiyet sorunu ve egemenlik anlayışı konusunda artık çok önemli değişikler karşımıza çıkmaktadır. Toplum sözleşmesinde siyasal iktidarın kaynağı Tanrı kabul edilmez. Onun yerine iktidarın kaynağı sözleşmeyi yapan bireylerdir. Yani sözleşmeyle iktidarın kaynağı artık insanların iradesi olmuştur.

Thomas Hobbes toplum sözleşmesiyle devleti aşkın (görülen, bilinen, yaşanılan, deneyimsel dünyanın ötesine geçen) güçlerden ayırarak tamamen laik bir temele oturtmuştur.

Hobbes’tan sonra Jonh Locke devletin karşısında bireyin haklarını ön plana çıkararak bu teoriyi daha da geliştirmiştir.

J. Jacques Rousseau ise genel iradenin toplumu oluşturan bireylerin ‘özel irade’lerinin toplamı olduğunu söyleyerek herkesin özgürlüğünün genel irade olan devlet tarafından güvence altına alınması gerektiğini savunmaktadır. Bunun için de bireylerin tüm haklarını devlete devretmesi gerekmektedir. Yani bireyler üstün irade olan devleti kabullenmelidirler. Bu sayede gerçek bir özgürlüğe kavuşmuş olurlar.

Toplum sözleşmesi kavramı, özellikle modern devletin oluşumunda bireylerin katkısını ve devlet karşısında bireylerin haklarının önemini ve vazgeçilmezliğini vurgulamaya çalışır. Toplum sözleşmesi kavramı ile ilgili olarak; meşru hükümetin, özgür ahlaki bireylerin kendi isteklerine dayanan bir anlaşmanın yapay ürünü olduğu, diğer bir ifadeyle doğal bir siyasal otorite(krallık, kilise) diye bir şeyin olmadığı vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak, devletin kökenini açıklayan demokratik bir teori olan toplum sözleşmesi, bir varsayım olarak bireyin devletin oluşumunda önemli olduğunu ve bu önemine binaen devlet karşısında önemli haklara sahip olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır.

Hâkimiyetin kaynağı:

Bir toplumda Hâkimiyet(egemenlik) hakkının kullanılması, kanun çıkartma yetkisine sahip olmakla ilgilidir. Burada “Kanun çıkartılırken hâkimiyet hakkının kullanılmasında referans noktası olarak esas alınan merci neresidir?” sorusu gündeme gelmektedir. Kanunların kimin adına yapıldığı, kanun yapılırken referans olarak neyin alındığı, çıkarılan kanunlarla kimin hatırının güdülmek istendiği, Hâkimiyet (egemenlik) hakkının kimde görüldüğünün cevabı ile anlam kazanır.

Demokratik düşüncenin en temel konularından olan hâkimiyet meselesi de ortaçağ zulmüyle direkt ilgili bir konudur. Fransız devrimiyle geçmişte ne varsa temizleyen halk yeni dönemde evvela yönetimin işlerini kontrol etmeyi gündemine almıştır. Artık Kutsal ilahi hak ortadan kalkmalı, hükümet, tasarruflarında halkın iradesini kabul etmeliydi. Hükümet sadece yürütme organı haline gelmeli, halk yasama yetkisini almalı, kuvvetler ayrımına gidilerek tek elde toplanan egemenlik parçalanmalıydı.

Anayasalar da yer alan “Egemenlik ulusa aittir.”, “Bütün iktidarlar ulustan doğar” ve “Kanundan daha üstün bir otorite yoktur ve kral ancak kanunla hükümdarlık yapar” şeklindeki hükümler, eski rejimde hükümdarlık iktidarının dayandığı tanrısal iradenin, Tanrı ve din temeline dayanan gücün temelden yok edilerek, onun yerine halkın iradesinin konulduğunun açık ilanı olmuştur.

1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi 3. Maddesinde “Egemenlik ilkesi esas olarak ulustadır. Hiçbir kuruluş veya hiçbir birey açıkça ulustan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaz.” denilerek egemenliğin yeni sahibi ilan edilmiş, 6. Madde de ise “Yasa, genel iradenin ifadesidir. Tüm yurttaşların gerek bireysel olarak, gerekse temsilcileri aracılığı ile yasanın oluşturulmasına katılma hakları vardır.” sözüyle de bunun çoğunluğun genel iradesine bırakılması gerektiği belirtilmiştir.

Montesquieu (Frs.1689-1755) “Tabiat Halı” olarak varsaydığı bir nazariye geliştirmekte ve insanların doğal olarak analarından dört esas hürriyetle dünyaya geldiklerini, bunu onlara kimsenin vermediğini, doğuştan sahib bulundukları bu hürriyetlerini istedikleri gibi kullanabileceklerini belirtmiş, devletin yalnızca insanların hürriyetlerini gereği gibi kullanabilmelerine yardımcı olacak bir örgütleşme ihtiyacından kaynaklandığını söylemiştir. Günümüz yönetim biçimlerinin temel esaslarından olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesini gündeme getiren Montesquieu bu tezini, “her devlette yasama, yürütme ve yargı vardır” şeklinde ifadelere dökmüştür. Günümüz Demokratik sistemleri de, bu üç kuvvetin birbirinden bağımsız olarak hareket etmesiyle hayat sahasında var olmayı hedeflemektedir.

Çağdaş demokrasilerin öncüsü olarak demokratik hayatın yeniden şekillenmesine önemli katkılar sağlayan J. Jacques Rousseau’nun (Frs. 1712-1778) “Toplumsal sözleşme” isimli kitabı, insan hakları sözleşmesine ilham kaynağı olmuştur. Ona göre: “Egemenlik, ‘genel iradenin kullanılmasıdır. Genel irade ise toplumu oluşturan bireylerin ‘özel iradelerinin toplamıdır. Genel irade her zaman en iyiyi, en doğruyu ve en faydalıyı gösterir. Çünkü en fazla sayının ya da çoğunluğun iradesidir.” Kısacası Rousseau’ya göre yönetim halka aitti. Halk egemenliği devredilemezdi.

Hobbes’a (İng. 1588-1679) Güç neyi emrederse doğru ve erdemli olan odur.

Immanuel Kant (Alm.1724-1804), ise bir yasanın herkesin akla dayalı rızası olmaksızın bir ahlak yasası olamayacağını vurgulamıştır. “Amaçlar Krallığı” fikrini ortaya koyan Kant, krallık derken çeşitli akıl sahibi varlıkların, ortak yasalar aracılığıyla kurdukları birliği kastetmiştir. Kant, “akıl sahibi bir varlık bu amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunup bu yasalara bağlı olduğu zaman bu krallığın bir üyesidir” sözleriyle egemenlik kaynağı olarak insanı görmüştür.

Machiavellie (İtl.1469-1527), antik çağdaki ulusal nitelikli devlet anlayışı ile Rönesans’ın dinden koparılmış devlet anlayışını, yeni siyaset teorisi ile birleştirmiştir. O, “Hükümdar” adlı eserinde, “Bütün gücünü milletten alan devlet, milletin iradesinden başka güç tanımamalı” demiştir. Bu görüşüyle o, artık Avrupa’da kilisenin ruhbanî otoritesinin yerini millî-cismanî egemenliklere bırakması gerektiğini dile getirmiştir.

Görüldüğü gibi Kilisenin kanun koyuculuğunun ortadan kalkması sonucu doğacak boşluk artık halkın genel iradesine devredilmiştir. Artık, halkı, halkın seçtiklerinin, yine halk adına yönetmesi kurgulanmıştır. Bu yeni yasama işleyişinin mekânı ise parlamentolardır. Milletvekilleri(halkın temsilcileri), halkın hayatını düzene koyacak kanunları çıkararak Kilisenin yasamadaki yerini doldurmaya talip olmuştur.

Sekülerizm:

Latince “saeculum” sözcüğünden türemiş olan bu kavram, Hristiyan Latincesi’nde “dünya” anlamında kullanılmıştır. Dünyaya, içinde yaşanılan zamana ait olan, dine, kiliseye bağlı ve bağımlı olmayan, hayatla sınırlı olan anlamlarına gelmektedir.

Ortaçağın Skolastik Düşüncesinden(kilise dininin ürettiklerinin mutlak doğruluğu) ayrışma mücadelesi sonucu üretilen Aydınlanma Felsefesi, her şeyle birlikte ilahi olandan bağlantıyı koparma çabası olduğu için, yöntem olarak da sekülerizmi tercih etmiştir. Bu sebeple, seküler bakışı da demokrasinin düşünsel yapısıyla ilişkilendirmemiz kaçınılmaz olmaktadır.

Sekülerleşme; insanın bakışlarını dünya ötesinden bu dünyaya ve bu zamana çevirmesidir. Bu şekliyle ele alındığında kavramın, dünyevileşme ile örtüştüğü söylenebilir. Bu sebeple kısaca dünyevilik olarak tanımlayabileceğimiz sekülerizm, orta çağdan kopuş mücadelesinde olduğu gibi dini siyasal ve hukuki alandan ayırma çabasını ifade etmektedir.

Sekülerizm kelimesini ilk defa kullanan George Jacob Holyoake (ing. 1817-1906), sekülerliği, “inançtan kaynaklanan bütün düşüncelerin dışlanmasını esas alan doktrindir” diye tarif etmiştir.

John Locke, (ing.1632-1704) önce insan aklına dayanan doğal bir din çerçevesinde toplanmanın gerekliliğini savunmuştur.

Seküler toplum, ilahi bir okuma yap(a)maz.

Dinin kuralları ile sekülerliğin kuralları, dinin referansları ile sekülerliğin referansları tamamen farklıdır. Sekülerleşmeyle artık akıl her şeyin merkezine oturacak, bilgiyi o üretecek, tek doğruyu o söyleyecek, dünya ve insan kutsallaşacak, insan arzularını bu dünyada gerçekleştirecek, hazzı bu dünyada alacak, cenneti burada kuracak, maddi getirisi olan ve refahı yükselten her şeye tapınmaya başlayacaktır. O nedenle sırf ahlaki değeri olan aile, beden, iffet, ibadet, toplum, ahret gibi maddi karşılığı olmayan, maddi bir fayda da temin etmeyen faziletlerin pratikte bir anlamı olmayacak, yalnızca manevi anlamı olan sembolik değerler olarak kalacaktır.

Laiklik:

Laik; Yunanca Laikos, yani halktan olan, din adamı olmayan, Latince Laicus’tan Fransızca Laic veya Laiiue kelimelerinin Türkçe telaffuz şeklidir. Eski çağlardan beri din adamı olmayan, rûhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nesneleri, kısacası, dinin dışında kalan alanı belirtmek için kullanılmıştır.

XVIII. yüzyıl Avrupa’sında krallar,

birincisi; Tanrı adına hükmeden ve hayatta kilisenin ve dinin varlığını mutlak bir şekilde kabul eden krallar, rahipler, soylular ve yandaşlarından oluşan guruptur. İkincisi; Yaşanan süreçten dolayı dinin kitleleri uyuşturan bir “afyon” olduğu görüşünde olan ve halkın krallar, kilise ve soylular tarafından ezilmesinde en önemli rolü oynadığını düşündükleri dini tamamen reddeden aydınlar ve onlarla birlikte hareket eden alt tabakadan insanlardır.

Fransız İhtilali’nin ardından kralların yetkilerinin sınırlandırılıp, kilise ve soyluların ayrıcalıkları ve halk üzerindeki etkileri kaldırıldıktan sonra, din hususunda var olan bu iki keskin ve zıt görüş arasındaki problem de, bu iki görüşün orta yolu niteliğinde olan bir fikirle çözülmüştür.

Bu orta çözüme göre din: “Ne tamamen reddedilecektir, ne de yönetimde ve insanların hayatında yani kısacası devlet işlerinde söz sahibi olacaktır. Din tamamen ferdî bir mesele olup insanlar onu kabul veya reddetmekte ya da farklı dinlere meyletmekte tamamen serbest olacaklardır. Din, ferdin iç dünyası ile ilgili bir meseledir ve buna kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Bu nedenle din siyasetten uzak tutulmalı ve yalnızca ruhanî yönü bulunmalıdır.” İşte din hususunda üzerinde uzlaşılan bu orta çözüm, kendisinden ortaya çıkan Kapitalist ideolojinin temel fikrini oluşturan “dini hayattan ayırma” ya da daha çok bilinen ifadesiyle “Laiklik” düşüncesidir.

Başta Fransa olmak üzere Batı dünyasında yani dini Hıristiyanlık olan dünyada gelişen laiklik, özellikle katolik kilisesinin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden kaynaklanmış bir düşüncedir.

15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen Katolik Kilisesi ne karşı yapılmış Reform hareketleri, Rönesansın son dönemlerinde din-devlet ilişkisini yeni bir yorumla açıklamıştır. Bu yeni yorum tarzı Almanya’da Luther, İtalya’da Kalven tarafından temsil edilen Protestanlık olmuştur. Protestanlığın temel görüşü “Din kendi kabuğuna çekilmeli, ruhbanlar manastırlarında ibadetleri ile meşgul olmalıdırlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalıdır” şeklinde özetlenebilir.

Protestanlık, dinsel-siyasal iktidar ilişkisine Katolik ve Ortodoks yaklaşımından farklı bir çözüm getirmiştir. İktidarlardan birini diğerine tabi kılmaktan kurtararak, Hıristiyanlığın başlangıcında olduğu gibi, her iki otoritenin kendi alanları içinde üstün olduğunu benimsemiştir. Artık, siyasal iktidar meşruiyetini dinden almadığı gibi, dinsel otoriteyi kendine bağlamak, onu devletin bir organı gibi görmek eğiliminde de değildir. Bu, laik bir devlet düzeninin ifadesidir.

16. yüzyıldaki Reform hareketiyle doğan Protestanlık, bu görüşler çerçevesinde, dinsel dogmalar yerine akla ve bilime göre örgütlenerek bir toplum yapısının ortaya çıkışını ve yapının üzerine din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan laik bir devlet düzeninin kurulmasını kolaylaştırmıştır. Buna karşılık, Katolik ve Ortodoks toplumlarda laikliğin benimsenmesi genellikle çatışmalı bir seyir izlemiştir.

Fransız devrimiyle birlikte Avrupa devletleri düşünsel bir evrim sürecine girmiş, bu da onları, devletin belli bir din ve mezhebe bağlı olmaması; herhangi bir din veya mezhebin savunuculuğunu ve yayıcılığını yapmaması noktasına getirmiştir.

Bu fikrin ortaya çıkmasıyla birlikte, laiklik anlayışına binaen yasama yetkisi Tanrı/Kiliseden alınarak halka verilmiş ve halk tüm kuvvetlerin kaynağı kabul edilmiştir. Böylelikle kralların yetkileri daraltılıp din de ferdî bir mesele haline getirildikten sonra ortaya çıkan “hükmün kaynağı kim olacak?” sorusuna da böylelikle cevap bulunmuştur.

Özgürlük:

Özgürleştirme hareketi, aritokrasinin sahip olduğu tarihsel gerçeklikten ve aristokrasinin kendi iktidarını meşrulaştıran Katolik kilisenin skolastik felsefeden yani ideolojisinden kurtulmaktır.

Siyasal hak taleplerinin rahatça dillendirildiği zamanımızda “Özgürlük” kavramı belki de en dikkat çekici sözcük olarak karşımıza çıkmaktadır. Sıkça dile getirilen özgürlük ifadesi günümüzde çok da masum bir mana barındırmamakta, yeni Türkçenin daraltılmış kelime haznesinden kaynaklanan çok manalılık içermektedir.

Örneğin İngilizcedeki “Liberty” ve “Freedom” kelimeleri Türkçeye “Özgürlük” olarak çevrilir. Aslen “Freedom” kelimesi esaretten kurtulmayı tanımlayan bir sözcüktür. Hayatın içindeki her türlü özgürlüğü kuşatan, temelde politik olmayan bir terimdir.

Fakat “Liberty” kelimesinden; Fransız İhtilali sürecinde karşılık bulan, Fransızca “Liberte” kelimesinden İngilizceye geçmiş, siyasal taleplere sahip, seküler karakterli özgürlük anlaşılmaktadır.

Özgürlüğün seküler mahiyeti, tıpkı aydınlanma çabasında olduğu gibi, başta ilahi kaynaklı olmak üzere, her türlü dış yönlendiriciye başkaldırıyı temsil etmektedir. Bu kavram, birey, arzuları neyi istiyorsa onun yolunda ilerlemelidir görüşündedir. Bu tercihin temel kriteri insanın kendi heva ve hevesidir. İslamın savunduğu özgürlük vahye sımsıkı sarılmakken, batı tandanslı özgürlük tam aksi istikamette tezahür ederek, vahiyden kaçmaya çalışmaktadır.

Özgürlük, “Aydınlanma Felsefesi”ne dayanarak vahiyden koparılan insan aklının, kendini aşması için olmazsa olmaz koşulu haline gelmiştir. Bu mantıkta, özgür olunca her türlü prangadan (burada kastedilen temel pranga dogma/inançtır ) kurtulan insan kendini bulmuş olacaktır.

Hürriyetler düşüncesinde olduğu gibi insan hakları düşüncesi de, demokratik anlayışın önem verdiği düşüncelerdendir. Bu düşünceye göre insan hakları; “tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklere” denir. İnsan hakları, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir.

1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin 4. Madde de ise “Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmeyi kapsar. Böylece her kişinin doğal haklarının kullanımı, toplumun diğer üyelerinin aynı haklardan yararlanmalarını sağlayan sınırlar dışında hiçbir sınıra sahip değildir. Bu sınırlar ise ancak yasa ile belirlenebilir.” ifadesiyle de özgürlüğün geniş sınırları çizilmektedir.

“Yasa haklı olarak ancak toplum için zararlı eylemleri yasaklayabilir. Yasanın yasaklamadığı bir şey engellenemez ve hiç kimse yasanın gerektirmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz.” 5.Maddesinde yer alan “toplum için zararlı” davranışları laik bir yaklaşımla aklın belirleyeceği gözden kaçırılmamalıdır.

Bu konuda Hobbes, insan oğlunun tutku, istek ve iştahlarını kısıtlayan hiçbir dışsal otoritenin bulunmadığı, yani insanın tam anlamıyla özgür ve özerk olduğu bir ortamda, bencil bireylerin yıkıcı gücünü vurgulayan bir bakış açısına dayanarak siyaset felsefesini inşa etmiştir.

Hobbes iki tür özerkliği kabul etmiştir. Birincisi zihni özerkliktir. Hobbes, dünya ve kişinin onun içindeki durumu hakkında bilginin elde edilmesinde kendine güveni kabul etmekte ve bu konuda otoriteye(kilise dogmaları) itaati reddetmektedir.

Hobbes ikinci olarak ahlaki özerkliği savunmaktadır. Çünkü o, doğal hukukun gereği olarak ferdi hakları kabul etmektedir. Hobbes bu ferdi haklar çerçevesinde kişinin kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanmak ve kendi muhakemesiyle bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği her şeyi yapma özgürlüğüne sahip olduğunu söylemektedir. Böylece bir kişi bu özgürlüğü içerisinde doğa yasasının gereklerine veya aklın diktelerine karşı bilerek günah işleyebilecektir. Bu da kişinin ahlaki bakımdan özerk olduğunu göstermektedir.

Rousseau’ya göre ise insanlar “tabiat hali”nde doğuştan bir takım özgürlüklere sahiptirler. Bu özgürlük onların hakkıdır ve doğuştan vardır. Rousseau, doğuştan olduğunu varsaydığı özgürlükleri dört kategoride toplamıştır: 1. Şahsî özgürlük, 2. İnanç özgürlüğü, 3. Mülk özgürlüğü, 4. Fikir özgürlüğü.

Rousseau’ya göre şahsî –kişisel-özgürlük; bireyin her türlü kayıttan kurtulması ve üzerinde hiçbir baskı hissetmemesi manasına gelmektedir. Bu durum, kişinin kadın olsun erkek olsun başkasının aynı veya değişik özgürlüğüne müdahalede bulunmadan dilediği şeyden zevk alması, bedenine istediği biçimde dilediği hazdan tattırma halidir. (livata, içki, kıyafet, sınırsız birliktelik, esrar vb.) Buna göre kişi, dilediği gibi giyinebilir, dilediği gibi beslenebilir, isterse hiçbir cinsiyet ayrımı gözetmeksizin her türlü şaz/çarpık cinsel tercihlerde bulunabilir. Bunun ölçüsünü ve standartlarını sadece kendi zevk ve beğenisi belirler. Bu hürriyetler başkasının ‘özgürlüğüne tecavüz edilmediği sürece doğuştan sahip olunan bir haktır.

İnanç özgürlüğü için de genel çerçeve içinde durum bundan farklı değildir. Kişi ‘vicdan özgürlüğü’ne sahiptir ve dilerse Allah’a tapar, dilerse hiçbir şeye tapmaz hatta dilerse bir keçiyi Rab edinebilir. Bu tamamen onun bileceği iştir. Yalnız başkalarının bu aynı türden özgürlüğünü ihlal etmesin ve kendi inanç veya inançsızlığını gayrıya zorlayarak -tecavüz ederek-kabul ettirmeye kalkmasın. Ne var ki inancını, gayrıya açıklamak, anlatmak da zorlamamak kaydı ile yine bu özgürlük cümlesindendir.

Demokratik ülkelerde vatandaşlar diledikleri gibi mülk edinme özgürlüklerine de sahiptirler. Mülk özgürlüğü, kişinin dilediği yoldan, dilediği şekilde fakat rıza bulunması şartıyla mülk edinebilme hakkıdır. (kumar, meyhane, genelev vb…) Yapılan iş de çalışacaklar razı olduğu müddetçe bu iş meşrudur. Vücut da onundur ve vücuduna dilediği gibi tasarruf edebilir.

Fikir özgürlüğü, Demokratik sistemlerde bireylerin diledikleri düşünceyi kabul ya da reddedebilmesi esasına dayanır. Hiç kimse herhangi bir düşünceyi kabul etme konusunda zorlanamaz. Kişi, karşılaştığı sorunları çözmede çözüm teklifleri sunabilir. Ancak bu özgürlüğü kullanırken dini hayattan ayrı tutmak zorunluluğu nedeni ile bir ‘Dinî çözüm’ öneremez. Çünkü bu kuram tepkisel olarak gelişmiş ve ortaçağ Avrupa’sının dinî -hıristiyanlık- uygulamasına reaksiyon olarak doğmuştur.

Buradan şu çıkarımda bulunmak hiç de zor değildir. Demokrasilerde devlet kişiye özgürlük alanları olarak tanımlanan eylemleri yasaklamak ve önüne geçmek için var olmamış, bilakis kişinin tabiat halinde sahibi bulunduğu bütün bu özgürlükleri zayıf veya güçlü tüm fertleriyle rahatça kullanabilmelerini sağlamak için kurulmuştur.

Sonuç Niyetine:

Demokrasi sadece araçları bulunan bir devlet yönetimi şekli olmayan, aynı zamanda bir felsefesi bulunan değerler bütünüdür. Yalnız partiler aracılığı ile siyasete şekil verme veya meclis ile yasaları düzenleme yöntemi değildir.

Öne sürdüğümüz argümanlar, demokrasinin tamamen batı’ya özgü şartları çerçevesinde, hem Yunan’da, hem ortaçağların sonunda, her iki dönemde de “din- dışı ve dine- karşı” bir ideoloji ve siyasal felsefe olduğunu göstermektedir.

Modern batı dünyasının inanç(sızlık) kültüründen neşet etmiş seküler bir toplum modeli bulunmaktadır. Hem toplumun, hem de insanın var olma sürecine dair vahiyle uyuşmayan bir algıyı içinde barındırır. Bu değerleri taşımayan toplumlarda demokrasi uygulanamaz. İdealize edilen demokrasi ise, örneklerinde de gördüğümüz gibi, ancak bu inanç sisteminin işlediği toplumlarda uygulanabilmektedir.

“Aydınlanma”, “Özgürlük” gibi süslü kelimelerin görmezden gelinen veya görülemeyen ilkeleriyle olmazsa olmaz hale getirilen Demokrasi söylemi, zihinler karıştırarak gündem oluşturmakta, bırakın müslüman olmayanları, müslümanların bile baskıcı rejimlere karşı yürüttükleri hak mücadelelerine bulaştırılmaktadır.

Bugün iyi veya kötü niyetle Müslüman coğrafyaların gündemine sokulan demokrasiyi yalnız şekilsel açıdan değerlendirerek devlet yönetimi için gereken ve hiçbir düşünsel altyapısı olmayan bir araç olarak algılamak, en sade ifadeyle, saflık olarak algılanabilir.

Tanrı yerine insan, kilise yerine laik kurumlar, dogma yerine akıl, değer yerine çıkar, dayanışma yerine vahşi rekabet ve bunun için gerekli serbest ortam, Demokrasiye biçim veren tercihlerdir. Ve bu tanımlar ışığında demokrasi, başka din ve gelenekleri, kendine biçim veren değerlerin inşa ettiği dünyaya dönüştürmenin politik bir aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir."


"...Tanrı yerine insan, kilise yerine laik kurumlar, dogma yerine akıl, değer yerine çıkar, dayanışma yerine vahşi rekabet ve bunun için gerekli serbest ortam, Demokrasiye biçim veren tercihlerdir. Ve bu tanımlar ışığında demokrasi, başka din ve gelenekleri, kendine biçim veren değerlerin inşa ettiği dünyaya dönüştürmenin politik bir aracı olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir."

harika bir tespit. hamza er kardeşimizden Allah (cc) razı olsun.


islamda demokrasinin yeri yoktur...
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
Hz. Osman RA nın halife seçilmesi tamamen günümüzdeki demokrasi gibidir

Cumhuriyet ise baştaki kimsenin belli sreliğine başkanlığını onaylar

Neresi islam dışı bunun?
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
Demokrasi yunanca demos ve kratos kelimelerinden türemiştir.Anlamı Halk yönetimi Yani, halkın parlempnto aracılığıyla hükümetin işlerini denetlediği ve parlementerlerin kanun çıkarmak hakkına sahib olduğu düzen için kullanılır..

Peki ne olacak?

Halk yönetme karışmayacak mı?

3-5 kişi istediği gibi devlet mi yönetecek?

Bu mudur islami olan?

Cumhuriyet ve demokrasilerde hakikat , ekseriyetin reyiyle taayyün eder.Bu durum islamda asla caiz değidir..Hakikatın miyarı mutlak surette şer'i bir delildir...Bir tek bu misal bile anlayan için kafi bir misaldir..
Yani islama göre ekseriyet ne derse desin önemli değil öyle mi?

Mesela halkın ekserisi mesela %90 ı baştaki kişiyi sevmiyor

Ama islama göre bunun hiçbir önemi yok

Öyle mi anlayalım bunu?

Hani edille-i şeriyye 4 tü

Hani bunun birisi icma idi

Ne oldu?
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
c- hz. Osman`ın halife seçilmesi:

hz. Osman (r.a)`ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur.

hz.Ömer`in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni istediler. O da: "eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırlı olan (rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (ebû bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:

"bu işe, rasûlullah`ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, osman, zübeyr, talha, sa`d b. Ebî vakkas, abdurrahman b. Avf (r. Anhum).

bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını; hz. Hasan`ı, abdullah b. Abbâs`ı ve kendi oğlu abdullah`ı da aralarına almalarını istedi.

hz. Ömer`in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, abdurrahman b. Avf`ın ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde kullandılar: Zübeyr, hz. Ali`ye; talha, osman`a; sa`d de abdurrahman b. Avf`a, bundan sonra abdurrahman b. Avf, hz. Osman ile hz. Ali`ye "arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile hz. Osman`ın sustuklarını gören abdurruhman, onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi. Onlar da: "evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta medîne`ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce hz. Ali`ye: "yâ ali, eğer ben seni emîr seçersem, islâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer osman`ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi. Sonra hz. Osman`a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, hz. Osman`a: "ey osman, elini uzat" dedi ve ona bey`at etti. Hz. Ali de, bey`at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey`at etti (ibn sa`d, a.g.e., iii, 61-2; ibnü`l-esîr, a.g.e, iii, 34 vd; ibn kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; tecrîd-i sarıh tercümesi, ix, 360-i; kandehlevî, ii, 627-9; Şiblî, asr-ı saadet, v, 10-1; el-mâverdî, a.g.e., 14).

http://www.sorularlaislamiyet.com/a...emi-ve-halife-olarak-belirlenme-usulleri.html
Hz. Ömer RA 6 tane aday belirlemiş (Bu günkü siyasi partiler gibi)

Bunlardan bazısı geri çekilmiş

Hz. Abdurrahman TÜM HALKA HATTA GELİP GEÇEN KERVANLARA BİLE FİKRİNİ SORMUŞ (İlginç. Ekseriyetin fikrini önemsemiş)

Halkın tamamı Hz. Osman a Biat etmiş. (Seçimlerde oy kullanma ile biat etme)

Alın size demokrasi

Bu demokrasi değilse nedir o zaman?

Bir de kalkmış bilmiş bilmiş ekseriyetin oyu önemli değil gibi kelam ediyorsunuz.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Ben dedim oldu yani

Peki ede öyle olsun


bak sana hikem cevap vermiş. zahmet edip o tarihteki tartışmalara bir daha göz atsan. aynı şeyleri iktibas etmek zorunda bırakma bizi..


Daha öncede yazdım halifeyi ehli hal ve'l- Akd seçer...Mesela Hazreti Ebubekiri Ehli Hal ve'l Akd seçmiştir.../Giriftarın dediği :''Ümmetin ileri gelenleri'' nden kasıd budur.

Hazreti Ömerde bir önceki halifenin tavsiyesi ile Ehli Hal ve'l Akd'ın biatıyla olmuştur..Keza diğerleride öyle...

Son mesajıyla @son .Feda'i bizi şaşırtmıştır...Yoksa Demokrasilerde de ehli Hal ve'l akd müessesesi varda bizmi bilmiyoruz??!
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
bak sana hikem cevap vermiş. zahmet edip o tarihteki tartışmalara bir daha göz atsan. aynı şeyleri iktibas etmek zorunda bırakma bizi..
Sen daha hikemin adını bile duymamışken biz hikemle tartışıyorduk

Kendisinin ne dediğini fikrini zikrini gayet iyi biliyorum merak buyurmayın

Sözlükte ehl sahip, hal azletmek, çözmek, akdi bağlamak, düğüm atmak ve seçmek anlamına gelir. Ehlü'l Hal ve'l-Akd; bir İslâm âmme hukuku terimi olup, İslâm devlet başkanını seçme ve gerektiğinde onu azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclistir. İslâm hukukunda, müslümanların devlet başkanına "halife, İmam, müminlerin emiri" isimleri verilmiştir. Âyette: "Onların işleri aralarında şûra (danışma) iledir" (eş-Şûrâ, 42/38) buyurulur. Bu âyet, İslâm idaresinin müslümanlar arasında sûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Ayrıca, müslüman toplumun, devlet başkanı kontrol edecek, devlet işlerini düzenleme ve yürütmede ona katılacak bir topluluğu seçip görevlendireceğine işaret etmektedir (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s.143).

Cumhurbaşkanını kim seçer?

Eskiden TBMM seçerdi. Yani milletin temsilcileri seçerdi.

Sen temsilcini düzgün insandan seçersen, meclise düzgün insan gönderirsen hiç bir sorun yok

Ayrıca eskisi gibi 3-5 bin kişilik şehirlerde yaşamıyoruz

Bunu da unutmamak gerekir

 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
İSLAM VE DEMOKRASİ ARASINDAKİ 33 FARK! (ALINTI)

1- İslam’ın kaynağı Kuran ve sünnettir.
Demokrasinin kaynağı ise halktır.

2- İslam da belirleyici ve ölçü kuran ve sünnettir.
Demokraside ise çoğunluktur.

3- İslam Hakkın yani bütün kainatın sahibinin koyduğu kanun ve yasalardan ibarettir.
Demokrasi ise halkın kendi istek ve arzusuna göre koyduğu kanun ve yasalardır.

4- İslam da görev istenmez verilir.
Demokraside ise görevler istenerek alınır.

5- İslam da halifeyi Ehlil-Hal ve Al-Agd veya önceki Halifenin tavsiye ettiği kişi veya kişiler içinden seçilir.
Demokraside ise yöneticiyi, seçim vasıtası ile halk seçer.

6- İslam’ın geliş kaynağı, bizleri yaratan tarafından, Dünya ve Ahiret kurtuluşumuzu sağlamak için Cibril vasıtası ile göndermiş olduğu vahiydir. Demokrasi ise Yunanlılardan bizlere gelmiş olan bir sistemdir.

7- İslam da, İnsanlara yapılan muamele Müslüman olup olmadığına göredir.
Demokraside ise herkes aynı eşittir.
8- İslam da sorumluluk, Rabbe karşı ve ayrıca İslam’ın helal ve haramlar karşısında yani İslam yasaları karşısında sorumluluk vardır. Demokraside ise sadece kanunlara karşı sorumluluk vardır.

9- İslam da hürriyet anlayışı(Akide, Fikir, Yaşantı) sadece Rabbin koyduğu ve belirlediği sınırlar dahilindedir.
Demokraside ise yasalar çiğnenmediği müddetçe sınırsızdır.

10- İslam da partiler ve onların ortaya atmış olduğu veya savunduğu planlar, projeler, yeni kanun tasarıları ve düşünceler yoktur, İslam toplumu yek vücut birdir aralarında farklı dine, ideolojiye, fikre veya anlayışa sahip olan yoktur. Bu nedenledir ki İslam’da partilerde yoktur çünkü herkes ilahi kanunlara uymak mecburiyetindedir.
Demokraside ise Yönetime talip birçok partiler ve gruplar vardır. Ve bu partilerin her birinin ortaya atmış olduğu veya savunduğu planlar, projeler, yeni kanun tasarıları ve düşünceler vardır. Ayrıca bu partiler her zaman bir birleri ile çekişirler ve karalarlar ve eksik ve ayıplarını ortaya çıkartırlar, deşifre ederek halkın gözünden düşürürler.

11- İslam da hiç kimse İslam dininden çıkamaz eğer İslam dininden çıkarsa öldürülür. Demokraside ise yaşamış olduğu Devletin kanunlarına uyduğu müddetçe herkes din seçme konusunda hürdür, istediği dini veya dinsizliği seçebilir.

12- İslam da Müslüman olmayanlara has (cizye, şahitlik, dinini izhar etmeme v.s) uygulamalar vardır.
Demokraside ise kanunlar karşısında Müslüman olan veya olmayan herkes eşittir.

13- İslam da kadının şahitlik yapabileceği konular belli ve sınırlıdır.
Demokraside ise kadın her konuda şahitlik yapabilir.

14- İslam da kadın genel yönetici olamaz.
Demokraside ise kadın genel yönetimin başına geçebilir.

15- İslam da Gayrimüslim asla yönetici olamaz.
Demokraside ise Müslüman olmayan bir kişide yönetici olabilir.

16- İslam ve Demokrasi arasında kanunlar konusunda sayamayacağımız kadar farklılık vardır.İslam da birçok yasak olan zina, faiz, içki, iffetli kadınlara iftira atma gibi ve birçok şeyi haram ve yasak kılmıştır.
Demokraside ise hürriyet ve özgürlük anlayışı hakim olduğu için bu tür şeylerin çoğu serbest veya basit cezaları vardır.

17- İslam İnsanların arasını açabilecek veya nefsi hastalıklara yol açabilecek, toplumun arasını açacak (Gıybet, süi-zan v.s)bazı şeyleri de yasaklamıştır.
Demokraside ise beşeri akıl ile üretildiği için bu tür hassas ve ince manevi yasaklar yoktur.

18- İslam da cezalar dünyevi ve uhrevidir. Bu nedenle insanlar yasakları çiğnemede daha çekingen ve korku içindedirler.
Demokraside ise cezalar sadece dünyevidir. Bu nedenle birçok insan bu beşeri kanunları çiğneme konusunda cesaretli ve cüretkardır.

19- İslam da cezalar caydırıcılığı ve kökten çözüme gitmeyi hedefler.
Demokraside ise cezalar basit ve caydırıcı olmadığı için her gün binlerce suç işlenir.

20- İslam insanların beş ana unsurunu (Din, Can, Mal, Irz, Akıl) korumayı hedeflemektedir. Demokrasi ise Din ve nesil gibi kavramları korumayı hedeflemez.

21- İslam da yönetici İslam dan çıkarsa yani din değiştirirse Müslümanlar güç hazırlayarak bu kafirin yerine Müslüman bir yöneticiyi getirmeleri vaciptir.
Demokraside ise yönetici ne olursa öyle ki dinini değiştirse dahi fark etmez.

22- İslam da Yöneticinin, belli bir müddeti yoktur kendisi delilik gibi, görevini yerine getiremeyecek müzmin bir hastalık veya irtidad gibi durumlar olmadığı müddetçe lider olarak kalır.Belirli bir süresi yoktur.
Demokraside ise yöneticiler kanunlarındaki belirtilmiş mevcut müddetler için seçilirler.Daha sonra müddetleri bittikten sonra tekrar seçim yapılır.

23- İslam kanunlarının hükümleri ve yasaları ilahi olduğu için asla değişmez.
Demokrasi ise, kıt ve dar olan İnsan aklının ürünü olduğu ve ileriyi göremediği aynı zamanda bütün insanların maslahatını gözetip kavrayamadığı için her bir yönetim veya parti değiştiğinde onlarca kanun değişikliğine gidilir ve yeni kanunlar çıkartılır.

24- İslam, küfrü ve Tağutu inkarı, ondan beri olmayı, buğz etmeyi, savaş açmayı ve onun ortadan kaldırılması ve Allah’ın dininin hakim kılınması için hazırlık yapmayı emreder. Demokrasi ise Yunan kafirlerinin ortaya atmış olduğu zatında küfür olan bir sistemdir. Bu nedenle böyle bir şey söz konusu değildir.

25- İslam da Halife Müslüman olduğu müddetçe, Müslümanların ona itaat etmesi farzdır.
Demokraside ise halkın yöneticiye itaat etmesi gibi bir şey söz konusu değildir..

26- İslam da halife Allah’ın kanunlarını tatbik ettiği ve bu kanunları değiştirmediği veya başka kanunlar koymadığı ve Allah’ın hudutlarını koruduğu müddetçe halk buna itaat eder ve eleştiremez veya protesto edemez..
Demokraside ise halk yöneticiyi beğenmediği ve icraatlarını doğru bulmadığı durumda eleştirebilir veya protesto edebilir.

27- İslam da Allah’ın dini, kanunları tam ve eksiksizdir bu nedenle yeni kanun ve yasalar çıkarmak için meclis veya parlamento diye bir şey yoktur.Gerektiğinde Halife etrafındaki Alimler ile istişare edebilir. Ayrıca bu istişare, Halifeyi bağlayıcılığı yoktur.
Demokraside ise genel olarak yönetimler değiştikçe kanunlarda değişikliğe uğrar ve bunun içinde parlamentoya ve meclise ihtiyaç duyulur.

28- İslam da bir kimseye görev verilmesi konusunda adam ayırtma veya belli bir ideolojiye ve fikre sahip olması gözetilmez. O göreve en uygun olan kimse, o göreve getirilir.
Demokraside ise hangi parti iktidarda ise o parti mensupları veya o partinin ideolojisine sahip insanlar üst makamlara veya görevlere atanırlar. Böylece ehil olmayanlar makam ve mevkii sahibi olurlar ve büyük haksızlıklar ve zulümler zuhur eder.

29- İslam da ceza kanunları ve medeni kanunlar ve diğer kanun ve yasalar tamamen ilahi yani, ilmi ile olmuşu, olacağı, nasıl ve ne zaman olacağı, nerde neyin olacağını ilmiyle kuşatmış ve her şeyi bilen rabbimiz tarafından konulmuştur ve dolayısıyla adilanedir. Bu nedenle hakim karşısına gelen davalar çok kısa bir süre içinde sonuca bağlanır.
Demokrasi ise, aciz ve duygusal heva ve hevese, kısa kıt bir ilme sahip olan insanlar tarafından konulduğu için bazen bir birine ters ve zıt olan veya adil olmayan birçok kanunlar içermektedir nitekim bir davanın çözümü, icraatları ve resmi işlemleri nedeniyle senelerce sürebilmekte ve hatta bazen zaman aşımı gibi bir saçma kanunla dava düşebilmektedir.

30- İslam toplumunun bir biri ile kaynaşması ve yardımlaşması, birbirlerini sevmeleri kardeş olmaları, İslam da ki El-Vela ve El-bera (Allah için sevmek ve Allah için buğuz etmek) ile gerçekleşir.
Demokraside ise sosyal bir dayanışma kaynağı yoktur ancak bu tür aktiviteler sivil dayanışma dernekleri veya örgütler tarafından genel olarak maddi bir sebep veya çıkara dayalı bir şekilde gerçekleşir. Asla manevi bir güç ve dayanak yoktur.

31-İslam da Ümmet anlayışı vardır. bunun içindir ki toplum içindeki azınlıklar veya farklı milletlere mensub olan insanlara devletin yaklaşımı eşittir.Kimsenin kimseye veya bir milletin diğer millete üstünlüğü söz konusu değildir.Üstünlük takva iledir.
Demokraside ise milliyetçilik, ırkçılık, devletçilik, ulusalcılık gibi bir çok cahilliye kavramları ve düşünceleri mevcuttur. Dolayısıyla farklı ırk veya milletlere mensup olan azınlıklara veya topluluklara çoğu zaman haksızlık ve kötü muamele yapılması söz konusudur.

32-İslam da hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. Aksini iddia eden kafir olur.
Demokraside ise hakimiyet kayıtsız şartsız Milletindir.

33- İslam da, Rab yani kanun koyucu ve yasa çıkartıcı bir olan Allah tır.
Demokraside ise birçok Rabler yani kanun koyucu ilahlar vardır. Mesela T.C de 550 tanedir.


Ya rabbi, bizlere hidayet et, hakkı hak, batılıda batıl göster, bizleri imanımızda sabit kıl. İman üzerine son nefesimizi vermeyi bizlere nasip et. Amin.
 

MÜTEŞEKKÜR

Kıdemli Üye
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
6,938
Tepkime puanı
198
Puanları
0
İslam nizamını yani şeriatı bırakıp da cumhuriyet, laiklik ve demokrasiyi benimseyenler Kur'an'a göre kafir fasık ve zalimdirler.maide Suresi: 44, 45 46 47 ve 48'inci ayetlere müracaat ediniz.ünkü Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kafir, zalim ve fasıktırlar.Derhal hilafet devletinin korunması şarttır.Allah'ın muhkem ayetlerine sırt çevirenleri Allah, kıyamet günü kafirlerin yanında haşredecektir.Kafirlerin getirdiği nizamlarla müslümanlar yönetilmez.Allah, ehli kitaba ve bize bunu emretmektedir.Yani Allah'ın kanunlarıyla yönetmemiz ve yönetilmemiz farzdır.
 

Son.Fedai

Kıdemli Üye
Katılım
12 Şub 2007
Mesajlar
6,367
Tepkime puanı
136
Puanları
63
Yaş
54
Konum
Gaziantep
Web sitesi
www.elibolyazilim.com
güzel açıklama............
Hiç de güzel bir açıklama değil

Dediği "Demokrasi islami değildir, islamda Hz. Peygamber SAV zamanında uygulaması yoktur" başka şey değil

Ona kalırsan Osmanlı daki saltana uygulaması da yoktu ama Osmanlı İslam devletiydi

Ne olacak şimdi?

Osmanlı da mı haşa şirk koşuyordu

Hem kafası karışmış

DEMOKRASİ YÖNETİM ŞEKLİDİR, KANUNLAR SİLSİLESİ DEĞİLDİR

Devlet kanunu Şeriat kanunları olduktan sonra devleti bu kanunlar çerçevesinde nasıl yönetirsen yönet

Kadir Mısıroğunun dediği gibi.

Devlet yönetimi ile ilgili bir şekil yoktur, men edilen şekil de yoktur

İster saltanat, ister çok partili sistem

Zamanda en uygunu neyse o olur

Bu kadar basit
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Mehmet Şevket eygi:

İslam'da Başkanlık


İSLAM'da başkanlığı istemek haramdır.


Kendisi talip olmuyor (istemiyor, talep etmiyor) ama başkaları (o doğrudan doğruya veya dolaylı olarak istemediği halde) onun başkan olmasını istiyor, yani o tâlip değil, matlubtur; böyle bir durumda, şayet başkanlığa ehil değilse kabul etmesi yine haramdır.


Kendisi istemeksizin başkan olanın işi (başkanlık vazifesini Kur'ana, Sünnete, Şeriata uygun olarak yaparsa) yâver gider.


Kendisi başkan olmak için çırpınır, bir yığın entrika çevirir, sonunda başkanlığı elde eder, bu başkanlık müddeti içinde birtakım yolsuz işler yaparsa, işleri kötü gider, çok sıkıntı ve azap çeker.


Başkanlık her hâl ü kârda ateşten gömlektir.


Hz. Ömer şehid edildi.


Hz. Osman şehid edildi.


Hz. Ali şehid edildi.


(radiyallahu anhüm)


Yukarıda anlattıklarım İslam'a, Şeriata göre başkanlıktır.


Din dışı laik sistemlerde, demokrasilerde başkanlığa istekli olmak vardır.


İçindeki başkanlık hırsıyla ciğerleri yana yana ben başkan olmak istiyorum, beni başkan yapın diye haykırmak vardır.


Beşerî bir sistem olan demokraside böyle bir şey çok normaldir.


İslam dini hikmet dinidir.


1970'li yıllarda basılmış, İslamî sistemle ilgili bir kitapta, "Halife adayları seçim kampanyasında propaganda yaparlar" mealinde bir cümle okuyunca çok gülmüştüm.


İslam devleti kurulacak, başına bir halife seçilmesi için seçim yapılacak... Bir çok kişi hilafete adaylığını koyacak ve yana yakıla yırtına yırtına seçim propagandası yapacaklar, ey Müslümanlar oyunuzu bana verin diye bağıracaklar... Ne gülünç bir senaryo!..


Yüce İslam dini böyle küçüklükleri kabul etmez.


Peki ne yapılır?


Şöyle bir senaryo olabilir:


Ümmetin başına bir İmam, Emîr, Halife seçilecek... Ümmetin temsilcileri, ziyalıları, âqil kişileri bir şûra meclisi toplarlar, encümenler kurulur, araştırmalar yapılır ve Ümmet içinde Hilafete ve İmamete en ehil, en layık, en fazla başarılı olma ihtimali bulunan zat bulunur. Sonra bu seçim sağlam bir karara bağlanır, giderler, o zata kararı arz ederler. O zat, yükün dehşeti karşısında önce kabul etmez, teveccühünüze teşekkür ederim, daha ehil bir kimseyi bulunuz der. Gelenler israr ederler. Büyük zat çar nâ çar vazifeyi kabul eder, ateşten gömleği giyer. Müslümanlar da bu seçilen zata biat ve itaat ederler.


Böyle bir zat filan veya falan, şu veya bu cemaatin, tarikatin, hizbin, fırkanın adamı olmaz; bütün Müslümanların adamı olur.


Yine böyle bir başkanın Ehl-i Sünnet ve Cemaat itikadında ve yolunda olması gerekir.


Günün birinde Müslümanların başına ehil bir İmam seçilirse, bunun mutlaka cemaatler, hizipler, fırkalar, klanlar ve klikler üstü olması gerekir.
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Hiç de güzel bir açıklama değil

Dediği "Demokrasi islami değildir, islamda Hz. Peygamber SAV zamanında uygulaması yoktur" başka şey değil

Ona kalırsan Osmanlı daki saltana uygulaması da yoktu ama Osmanlı İslam devletiydi

Ne olacak şimdi?

Osmanlı da mı haşa şirk koşuyordu

Hem kafası karışmış

DEMOKRASİ YÖNETİM ŞEKLİDİR, KANUNLAR SİLSİLESİ DEĞİLDİR

Devlet kanunu Şeriat kanunları olduktan sonra devleti bu kanunlar çerçevesinde nasıl yönetirsen yönet

Kadir Mısıroğunun dediği gibi.

Devlet yönetimi ile ilgili bir şekil yoktur, men edilen şekil de yoktur

İster saltanat, ister çok partili sistem

Zamanda en uygunu neyse o olur

Bu kadar basit


"...Osmanlı İslam devletiydi..." demişsiniz.

acaba... öyle mi idi... ????

lütfen izleyin

http://www.youtube.com/watch?v=fHhmI_xMfp8

 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
Ede Osmanlı islam devleti miydi diye soruyorsun sonra bize edip yükseli dinlemeye teşvik ediyorsun. Kim bu adam?

ilber ortaylı, Murat bardakçı dururken bu adamı kim dinlesin?
 

rabbinsadikkulu

FETÖ nurcu değildir!
Katılım
10 Ocak 2012
Mesajlar
9,937
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Ede Osmanlı islam devleti miydi diye soruyorsun sonra bize edip yükseli dinlemeye teşvik ediyorsun. Kim bu adam?

ilber ortaylı, Murat bardakçı dururken bu adamı kim dinlesin?

o zaman sen "bu adamı" dinleme.

ortaylıyı ve bardakçıyı dinlemeye devam et.


not: edipin herşeyine de kefil değiliz. hatalarını da paylaşıyoruz.
 

lafons7275

Kıdemli Üye
Katılım
19 Şub 2013
Mesajlar
21,533
Tepkime puanı
342
Puanları
0
Konum
İzmir
o zaman sen "bu adamı" dinleme.

ortaylıyı ve bardakçıyı dinlemeye devam et.


not: edipin herşeyine de kefil değiliz. hatalarını da paylaşıyoruz.

osmanlıyı edip ne bilir? Osmanlı konusunda uzman olan bir profun söylemlerine bak.
 
Üst