Çingene Ali

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
Bir Çingene Ali vardı, umutsuz bir biçimde padişahın kızı Selma'ya âşık olmuştu... Öyle ya âşık olduğu padişahın kızı, kendisi ise bir Çingene Ali... Olacak şey miydi? Ama âşık olmuştu bir kere Ali, aklı fikri padişahın kızı Selma’da idi... Kafasını bir oraya vuruyor olmuyor, bir bu yana vuruyor olmuyor... Onu sevenlerden biri " Sen bir de Abdulkâdir Geylânî kuddise sır ruhu’nun Halifesi olan Ali Heytî Hazretlerine git be Ali'm " dedi. Ali umutsuz, biçare Ali Heyti Rahimehullah'a vardı, meramını anlattı. Ali Heytî Hazretleri: -Ali, ben ne dersem yapmaya razı mısın padişahın kızına ulaşabilmek için. Dedi. Çingene Ali gözlerini dört açarak: - Sen bana padişahın kızı Selma'yı getir; ne dilersen yaparım, uğruna her şeye hazırım. Dedi. Ali Heyti Hazretleri Çingene Ali'ye: -Ali ben ne dersem yapacaksan bu iş olur; ama çok önemli şart ne dersem yapacaksın, hem de itirazsız, dedi. Ali'nin ise canına minnet, derhal kabul etti bu şartı. Ali Heyti hazretleri, Çingene Ali'yi bir dağın tepesindeki mağaraya götürdü. Issız bir yerdi orası ve ona: -Şimdi burada şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun kesinlikle umursamadan sadece "Allah" kelimesini söyle, dedi. Ali şaşkın: -Allah demekle padişahın kızının ne alakası var. Dedi. Ali Heyti Hazretleri kızgın: -Ali soru yok!! Sen dediğimi yap kız sana gelecek inşa Allah. Dedi. Çingene Ali söylenene uydu: "Allah" demeye başladı. Haftada bir Ali Heyti hazretleri geliyor ve ona yemek getiriyordu. Çingene Ali, Ali Heyti hazretlerini her gördüğünde: - Hani, nerede? Padişahın kızı ne oldu, niye gelmedi? Diye soruyor; her defasında "Sabret, soru sorma sadece Allah de" cevabını alıyordu. Ali aşkının tılsımından bir denileni iki etmiyor, kıza kavuşma ümidiyle, güvendiği, sözüne inandığı Ali Heyti hazretleri ne derse onu yapıyor ve "Allah" diyordu. Vakit geçti, Ali'nin namı şehre yayılmaya başladı, civardan geçen kervanların haber vermesiyle Çingene Ali, " Memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir veli " olarak şehirde anılmaya başlanıldı. Öyle ki, onun hakkında, nice kerametler söylendi, nice kişiler onun tılsımlı nefesinin kudretinden bahsetmeye başladılar. Bu arada Ali Heyti hazretleri yine âdeti üzere Ali'nin yanına haftada bir uğruyor yemek getiriyordu. Çingene Ali Onu her gördüğünde " Hani kız nerede, niye gelmedi hala?" diyordu. Ali Heyti hazretleri ise " Az kaldı, bekle, Allah de" diyordu. Bir gün geldi ki padişahın kızı hastalandı. Memleketin bütün tabipleri çaresiz kaldılar, hastalık karşısında.. Dediler ki padişaha: -Efendim memleketimizin büyüklerinden Allah dostu bir Ali Heyti Hazretleri var, bir de ona soralım; bu hastalık karşısında biz nâçar kaldık.... Padişah, Ali Heyti Hazretlerini davet etti huzuruna. Meramını anlattı. Ali Heyti Hazretleri: -Padişahım, memleketimizde ün salan, bir dağın tepesindeki mağarada sürekli Allah diyen bir kulunuz var belki o bir şeyler yapabilir. Dedi. Zaten padişah o söylenen kişinin namını çoktan duymuştu bile, derhal buyruk verdi dağa doğru gidilmesi ve o Hazretin! görüşünün alınması için.... Ali Heyti Hazretleri huzurdan ayrıldı ve Çingene Ali'nin yanına geldi. Ona: -Evladım padişah maiyetiyle senin yanına geliyor. Sana ne teklif ederse etsin sakın kabul etme.. toprak, altın, makam.. Hiçbirisine iltifat etme ancak kızını teklif ederse zevceliğe, senin işin tamamdır, kabul et. Dedi. Çingene Ali heyecanlı, emelinin sarhoşluğunda daha bir şevkle "Allah" demeye başladı.... Tam kırk gün dolmuştu o paslı mağarada Allah demeye devam edeli, aklında padişahın kızından başka hiç bir şey yok ve Allah diyordu Ali. Padişah maiyetiyle mağaraya geldi. Gördüğü manzara: Bir derviş.. Hararetle Allah diyor, imrendi ona, ne hoş bir insan, dünya hiç umurunda değil, dedikleri kadar varmış, ah nice böyle bir insanla sürekli beraber olsaydım, diye düşündü içinden... Çingene Ali'ye, Ali Heyti Hazretleri padişahın meramını aktardı, padişahın kızının rahatsızlığından, bütün halkın üzüntülü olduğundan ve şifanın belki onun duası vesilesi ile Allah'tan gelebileceğinden bahsetti Ali'ye.. Ali yüreği yanmış bir halde, sevdiğinin ızdırabını ciğerlerinde hissetmesine rağmen, Ali Heyti Hazretlerine verdiği sözü unutmadı ve sadece " Allah " dedi. Ali Heyti Hazretleri padişaha dönerek: -Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor, Ona hediye verseniz iltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için. Dedi. Padişah Ali'ye mülk hediye etmek istedi. "Memleketimin yarısı senin olsun ey Ulu Kişi! " Ali " Allah" dedi... Padişah makam teklif etti " Benim veziri azam'ım olmaz mısınız ey Ulu Kişi! " ... Ali " Allah" dedi. Padişah altın dedi " Ne kadar mal arzu ediyorsanız her istediğinizi önünüze yığalım ey Ulu Kişi! .... Ali " Allah" dedi....Padişaha yaklaşarak Ali Heyti Hazretleri: -Padişahım bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz dedi. Padişah düşündü: " bu erenden daha layık kim olabilirdi ki zaten kızı için, sürekli "Allah" diyen, dünyaya bel bağlamayan, altında devlette gözü olmayan bir Allah Dostu... zaten halk ta onu çok seviyor!!" — Kızımın, biricik kerimemin nikâhını alır mısınız? Dedi. Ali şokta... yanlış mı duymuştu ki; padişah ona, kızının, Selma'nın nikahını teklif ediyor ha.. Hem de kime?.. Çingene Ali'ye öyle mi? Neden? Nasıl bir hal bu aman ya Rabbî! Bir çingene Ali, emeli için kırk gün Allah dedi ve emeline kavuştu..... Ali düşündü, içlice düşündü, içine konuştu, içinde kavruldu: - Ben ki bir kız için, aşkım için kırk gün sadece Allah dedim; emelime kavuştum, padişahın kızına kavuştum... Ya Rabbî!! Ya Sen'in için, Şanın için, Sen olduğun için "Allah" deseydim... ... Sen her bir emelden öte, en ötede en yakında hakiki hükümdar ve Sevgilisin.. Ey şanı Yüce... Çingene Ali'nin de, padişahın da Rabbi.... Çingene Ali herkesin duyabileceği bir sesle "ALLAH" ..... dedi ve oracıkta can verdi.... Rivayet edilir ki son nefesiyle kutuplar arasında yerini aldı Çingene Ali namlı, Ali Rahimehullah.... Hikayeyi bize bir sohbet ortamında bir büyük alim zat anlatmıştı. Allah Teala'ya hakiki manada kul olana, bütün mahlukat esir olur!... Hatib ve imam Kuşeyrî'nin tahric ettikleri İbni Abbas'tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: " Kim âşık olsa, iffetini korusa ve ( aşkını ) gizlese ve bundan dolayı ölse, şehit olduğu halde ölmüştür. "

hikaye hayat boyu aşk mynet grubundan mehmet dev kardeşimin paylaşımından alınmıştır...
 
M

M.T.

Guest
Cobanin aski..

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:

- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.

- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.

Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?

- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.

İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:

- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ...”

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:

- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:

- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.

Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.

- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?

Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim..."

İşte boyle sevgili Dostlar. Fani-Mecazi bir aşk ile başlayıp Baki bir AŞK’ a Ulaşmak.Yaptığımız her iş ne olursa olsun – Sevgi – Aşk – Paylaşım Allah için sevmek , Allah için vermek vesaire.. ALLAH için yapılınca güzel ve kazançlı..Allah (c.c.) Bizlere Onun istediği şekilde yaşamayı nasip etsin..
 

AdımcA

Akşam ... Yine Akşam ...
Katılım
9 Haz 2006
Mesajlar
2,420
Tepkime puanı
8
Puanları
0
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim..."
...
keşke biz de hep allah için Allah diyebilsek...
 

Hasan

Kardeşiniz
Katılım
9 Eki 2006
Mesajlar
6,112
Tepkime puanı
279
Puanları
0
Yaş
53
Konum
KALU BELA
ALLAH diyen çingene

Bilirsiniz roman vatandaşlarımızın en iyi olduğu konu çalgı çengi dir.Yine böyle çalgıcı bir çingene olan Selim memleketin birinde nafakasını bu yol ile kazanırmış.Birgün çok zengin birisinin konağında bir eğlencede çalmak için çağırılmış bizim selim.Tabii bahşişin bol olacağı düşüncesi ile hemen kabul etmiş.Konağa gidip saz ekibi içinde yerini almış ve başlamış davetliler gelmeye.Onlar çaldıkça davetlilercoşuyormuş,tam o sırada şef müziğin durması için işaret vermiş.Çünkü padişahın kızı yani prenses teşrif etmiş. Herkezin gözü ondaymış ,tabii Seliminde,ancak selimin bakışı bir başka imiş,çünkü Selim prensese kara sevda ile bir anda aşık olmuş.Eli dili tutulmuş,çalamaz ve söyleyemez olmuş.günler geçtikçe arkadaşları selim için endişelenmeye başlamışlar ,onu teselliye ve bu sevdadan vaz geçirmeye çalışmışlar ama nafile. Odevamlı prensesi sayıklayıp duruyormuş.Yemeden içmeden kesilmiş,ağlamaktan bitap düşmüş. Bunun üzerine bi arkadaşı (Bizim mahallede bi hoca var ona götürelim belki büyü vardır bozdururuz.) demiş ve diğer arkadaşları kabul etmiş.Tutmuşlar selimi götürmüşler mahalledeki tekkenin önüne.Demişlerki selime (gir bak içerde çok iyi bir hoca var senin derdine derman olur. )Selim tereddüt etmiş içinden hiç böyle bir konu için allah dostu rahatsız edilirmi demiş.Ve arkadaşlarına siz gidin ben kendim girerim demiş ama arkadaşları gidince içeri girmeye utanmış. Geride dönmek istemiyormuş içi ve bu halde dergahın kapısına çökmüş kalmış.Nekadar zaman sonra bir el omuzuna dokunup gel Selim senin derdine derman burdadır demiş.Selim dönmüş ve bakmış ,daha ilk bakışta onun dergahın piri olan zat olduğunu yüzündeki nurdan anlamış.Ama derdini söylemeye haya ediyormuş.Allah dostu merak etme ben senin derdinide dermanınıda bilitorum demiş ve ANCAAK diye söze devam etmiş. Ancak benim söylediklerimi harfiyen yapacak ve hiç konuşmayacaksın demiş Selim hemen kabul etmiş ve başlamışlar işe.Derviş velii Selimi şehrin hemen girişindeki kervan yolu üzerindeki bir mağraya götürmüş.Önüne bir postaki sermiş, şimdi buraya dizçök ve ALLAH diye zikir etmeye başla demiş.Yanına yetecek kadar su ve erzak koymuşve tembihlemiş ,yanına kim gelirse gelin ama kim olursa olsu zikrini bozma onunla konuşma yoksa bu iş bozulur demiş ve gitmiş.Selim de başlamış zikir yapmaya aradan bir gün geçince oradan geçen kervanlardan bikaç kişi konaklamak için mağraya gelmiş,selim i görüncede şaşırmışlar .Hemen kim olduğunuve nereden geldiğini sormuşlar tabii selimden cevap gelmemiş.Birbirlerine bu adam her halde ALLAH dostudur baksana kendini öyle kaptırmış ki bizi farketmadi bile demişler. Bir hafta içinde gelip gidenler selim ile karşılaştıkça gördüklerini şehir pazarında anlatır olmuşlar. Halkın dilin de mağradaki derviş dolaşır olmuş.Ve en sonunda vezirde bu söylantiyi duymuş. Gidip bir bakayı kimdir nedir diye karar vermiş.Ertesi gün varmış mağraya bakmış ki bizim selim durmadan ALLAHdiye zikir yapıyor,seslenmiş ama cevap alamamış, Selim korkmuş vezire cevap vermediği iiçin ama ne olursa olsun demiş ve zikire devam etmiş.Vezir ise çok anlayışlı bir insanmış,Selimi rahatsız etmemiş ve kimse rahatsız etmesin diye de kapıya nöbetçi bırakmış.Vezir saraya vardığı zaman Selimin kim olduğunu araştırmaya başlamış ama nafile bulamamış, tabii nereden bilecek onun eskiden çalgıcı bir çingene olduğunu.En sonunda Selim padişahın kulağına kadar varmış,ve hemen vezirini çağırıp kimdir bu hakkında bilgin varmı diye sormuş vezir de efendim çok araştırdım ama kim olduğunu öğrenemedim demiş.Padişah ise herhalde ALLAH dostudur bunu birbilene sormak lazım deyip önceden tanıdığı bizim tekkenin piri olan zaatı çağırtmış ve işin aslını ona sormuş.Mubarek adam o bizm selimdir tam 40 gündür orada zikir yapmaktadır diye cevap verir ,padişhta acaba böyle mubarek birine nasıl bir iltifatta bulunayım diye sorar,oda benim kızım olsaydı bu adamla evlendirirdim diye cevap verir.padişah hemen ertesi gün mağraya tüm erkenı ile beraber gider tabii bizim dergahın veliisi ile beraber.Selim yine zikrini bozmamaktadır.Padişah Selime seslenir ,ey mubarek adam arzu edersen seni sarayıma aldırayım kızımla evlen ve bizi irşad et senin gibi bir ALLAH dostuna kapımız herzaman açık der.İşte selimin ilk baştan beri beklediği an budur ,çok istediği prenses ayağına kendisi gelmiştir hemde padişah kendi ayağı ile getirmiştir.Amaaaa selim den hiç ses çıkmaz ne dedilerse cevap vermez ve ilgilenmez.Herkez hayret içindedir nasıl olurda padişaha cavap vermez diye konuşurlar aralarında ve sonunda padişah bozulup ayrılır mağradan sadeace hocası kalır selimin başında. Gülerek sorar selime istediğin oldu prenses ayağına geldi niye cevap vermedin der. Selim ise günler sonra ilk defa konuşur ve şöyleder .(ALLAH sadece şu mağrada 40 gün onun adını zikrettim diye ayağıma padişahlar ve prensesler getirdi bu kadar bükük bir lütüf sahibini bırakıp gidemedim hocam) deyipALLAH ALLAH diye zikrine geri dönmüş.SELAMETLE ARKADAŞLAR.
 

kul emir

Profesör
Katılım
17 Haz 2006
Mesajlar
2,862
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Konum
yalnızlık ülkesinden
allah için allah

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessümetti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih ,gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..."
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim
 

DaLokay

уüяєкℓєя∂є
Katılım
13 Tem 2006
Mesajlar
6,392
Tepkime puanı
89
Puanları
0
Konum
Göçebe
Web sitesi
www.youtube.com
kardeşim bu ne kadar güzel birşey duygularımı kelimeler anlatamaz bunu , bu duyguyu yşattığın için ALLAH RAZI OLSUN.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
ÇiNGENE ALi rahimehullah

Cingene Ali
Bir Çingene Ali vardı, umutsuz bir biçimde padişahın kızı Selma'ya aşık olmuştu... Öyla ya aşık olduğu padişahın kızı , kendisi ise bir Çingene Ali... Olacak şey miydi!!

Ama aşık olmuştu bir kere Ali, aklı fikri padişahın kızı selma'da idi... Kafasını bir oraya vuruyor olmuyor, bir bu yana vuruyor olmuyor...

Onu sevenlerden biri " Sen bir de Abdulkâdir Geylânî kuddise sırruhu'nun Halifesi olan Ali Heytî Hazretlerine git be Ali'm " dedi.

Ali umutsuz, bîçare ona vardı, meramını anlattı. Ali Heytî hazretleri:

-Ali, sen ben ne dersem yapmaya razı mısın padişahın kızına ulaşabilmek için. dedi. Çingene Ali gözlerini dört açarak:

- Sen bana padişahın kızı Selma'yı getir; ne dilersen yaparım, uğruna herşeye hazırım. dedi.

Ali Heyti hazretleri Çingene Ali'ye:

-Ali ben ne dersem yapacaksan bu iş olur;ama şart ne dersem yapacaksın, itirazsız. dedi. Ali'nin canına minnet, derhal kabul etti bu şartı.

Ali Heyti hazretleri Çingene Ali'yi bir dağın tepesindeki mağaraya götürdü. Issız bir yerdi orası ve ona:

-Şimdi burada şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun umursamadan Allah! de. dedi. Ali şaşkın:

-Allah demekle padişahın kızının ne alakası var. dedi. Ali Heyti Hazretleri kızgın:

-Ali soru yok!! sen dediğimi yap kız sana gelecek inşaallah. dedi.

Çingene Ali söylenene uydu Allah Allah Allah demeye başladı. Haftada bir Ali Heyti hazretleri geliyor ve ona yemek getiriyordu. Çingene Ali, Ali Heyti hazretlerini her gördüğünde:

- Hani, nerede? Padişahın kızı ne oldu, niye gelmedi?!! diye soruyor; her defasında "Allah de" cevabını alıyordu.

Ali aşkının tılsımından bir denileni iki etmiyor, kıza kavuşma ümidiyle güvendiği Ali heyti hazretleri ne derse onu yapıyor "Allah" diyordu.

Vakit geçti, Ali'nin namı şehre yayılmaya başladı, civardan geçen kervanların haber vermesiyle Çingene Ali, " memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir veli olarak şehirde anılmaya başlanıldı. Öyle ki , onun hakkında, nice kerametler söylendi, nice kişiler onun tılsımlı nefesinin kudretinden bahsetmeye başladılar.

Bu arada Ali heyti hazretleri Ali'nin yanına haftada bir uğruyor yemek getiriyordu. Çingene Ali Onu her gördüğünde " Hani kız nerede, niye gelmedi hala?" diyordu. Ali heyti hazretleri ise " Az kaldı, bekle Allah de" diyordu.

Bir gün geldi ki padişahın kızı hastalandı. Memleketin bütün tabibleri çaresiz kaldılar, hastalık karşısında.. Dediler ki padişaha:

-Efendim memleketimizin büyüklerinden allah Dostu bir Ali Heyti hazretleri var, bir de ona sora
lım bu hastalık karşısında biz nâçar kaldık....

Padişah Ali Heyti hazretlerini davet etti huzuruna. Meramını anlattı. Ali heyti Hazretleri:

-Padişahım, memleketimİZde ün salan , bir dağın tepesindeki mağarada sürekli Allah diyen bir kulunuz var belki o bir şeyler yapabilir. dedi.

Zaten padişah o söylenen kişinin namını çoktan duymuştu bile. derhal buyruk verdi dağa doğru gidilmesi, o Hazretin! görüşünün alınması için....

Ali Heyti Hazretleri, Çingene Ali'nin yanına geldi. Ona:

-Evladım padişah maiyetiyle senin yanına geliyor. Sana ne teklif ederse etsin, kabul etme.. toprak, altın, makam.. hiçbirisine iltifat etme ancak kızını teklif ederse zevceliğe , senin işin tamamdır, kabul et. dedi. Çingene Ali heyecanlı daha bir şevkle Allah demeye başladı....

Tam kırk gün dolmuştu o paslı mağarada Allah demeye devam edeli, aklında padişahın kızından başka hiç bir şey yok, Allah diyordu Ali.

Padişah maiyetiyle mağaraya geldi. Ne baka ki bir Derviş hararetle Allah Allah diyor, imrendi ona, ne hoş bir insan, dünya hiç umurunda değil, dedikleri kadar varmış diye düşündü içinden... Çingene Ali'ye, Ali Heyti Hazretleri padişahın meramını aktardı. Ali " Allah Allah " dedi. Ali Heyti hazretleri padişaha dönerek:

-Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor, Ona hediye verseniz iltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için. dedi. Padişah Ali'ye mülk hediye etmek istedi. Ali " Allah" dedi... Padişah makam teklif etti ... Ali " Allah" dedi. Padişah altın dedi.... Ali " Allah" dedi....Padişaha yaklaşarak Ali Heyti Hazretleri:

-Padişahım bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz dedi. Padişah düşündü: " bu adamdan daha layık kim olabilirdi ki zaten kızı için, sürakli Allah diyen, dünyaya bel bağlamayan bir Allah Dostu, zaten halk ta onu çok seviyor!!"

- Kızımın nikahını alır mısın?!! dedi.

Ali, şok da yanlış mı duymuştu ki, padişah ona kızının, Selma'nın nikahını teklif ediyor ha.. Hem de kime Çingene Ali'ye öyle mi? Neden neden neden?

Ali düşündü, düşündü:

- Ben ki bir kız için, aşkım için kırk gün sadece Allah Allah dedim; emelime kavuştum, kıza kavuştum... Yaa Rabbii!! Ya Senin için, Şanın için Allah Deseydim... Bana ne büyük lutuflar verirdin Sen ne yüce bir hükümdarsın, Eyy şanı Yüce Çingene Ali'nin de padişahın da Rabbi Allah .....dedi ve oracıkta can verdi.... Rivayet edilir ki son nefesiyle kutuplar arasında yerini aldı Çingene Ali namlı, Ali rahimehullah.....

Hak-dilaram

http://groups.yahoo.com/group/inciler/message/1009

ustaz ismail çetin rahimehullah'tan dinlemiştik. daha sonra bazı tiyatral faaliyetlerde çok anlatıldı.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Muhteşem..

Mübarek İsmail Efendimin feyizli sohbeti için Allah razı olsun abi.. Envarından müstefid olmamız dileğimle..
 

abla

Doçent
Katılım
21 Kas 2006
Mesajlar
694
Tepkime puanı
16
Puanları
0
Sabreyle gönül ,derdine deman gelir elbet.
Sen hastaya bil şöyle ki,lokman gelir elbet...

Zühd ile kişi sanmaki Hakkı bulur ancak;
Aşk olmasa yoldaş,ona hüsran gelir elbet.

Nalan olur aşık olan üftade ,bu yolda,
Bülbül,gül için gülşene giryan gelir elbet.

Aşkı edegör başına tac,deme mecazi,
Aşık olanın gönlüne irfan gelir elbet..


Her gece temellük ederek yarine yalvar,
Nalan olagör ki,sana ihsan gelir elbet.

Kuddusi-ibi çare koma gayrıyı dilde,
Şol hane ki abad,ana sultan gelir elbet.
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
EY KENDİNİ BEGENMİŞ NEFSİM !

Ey nefsim!

Sen kendini genç ve güzel addediyorsun.

Gençligine güvenip güzelliginle de övünüyorsun.

Lakin görmez misin ki gençligin gidecektir ve gençliginle birlikte güzelligin de sönüp çözülecektir.

Dün çocuktun, bu günse yetişkin bir gençsin; yarın gelecek yaşlı olacaksın. Nasıl ki çocukluk çagın yerini gençlige bıraktı, aynen öyle de bu kuvvet çagın yerini zillet yaşına bırakacak. Bilirken bilmez, bu gün etrafina hükmederken yarın kendi bedenine dahi sözünü geçiremez olacaksın. Güzelligini de beş kuruşa sayma; zira 30 sene evvelki dillere destan güzeller, şimdi ya kabirdeler, ya da yüzleri buruşmuş kamburları altında iki büklüm olmuş birer harâbeler.

Ey nefsim!

Sen kendini seviyor; ama sadece kendini seviyorsun. Kerameti kendinden menkul şeyhler gibi, kendi zatında cazibeli haller bulup kendi kendine aşık oluyorsun. Öyle ki başkalarını sevdiginde, hatta hizmet deyip, hayır deyip başkalarının yardımına koştugunda dahi kendi menfaatin ugruna çalışıyor, sinsi sinsi kendi payına ne düşer diye hesap edip, dolaylı yoldan yine kendine varıyorsun. Kendini destanlara sığmayan bir Leylâ görüyor, kendi zatına aşık oluyorsun. Ama böyle yapmakla aşka zulmediyor, dünyadaki en güzel duygu sevgiye cevr ediyorsun. Bilmez misin, aşk denince bir aşık, bir de ona mukabil gelen maşuk olur. Sevgiden bahsedeceksen onda bir seven, bir de sevilen bulunur. Hem sevenin, hem de sevilenin aynı olması duyulmuş şey; aşığın, ayn-ı maşuk oldugu görüldük iş degildir. Gel bu kara sevdadan vazgeç; sevdanın karasını degil, ak olanını tercih et! Kendinde sevgiye layık gördügün ne güzelligin varsa hepsi Rabb’indendir; sen Rabb’ini sev!

Aynaya degil, güzele; gölgeye degil, asla aşık ol!

Ey nefsim!

Sen kendinde hiç kusur bulmuyorsun. Kendini hep haklı biliyor, eksigi kusuru semtine dahi yanaştırmıyorsun. Kendini savunmada o denli maharetlisin ki, alenî hatalarını dahi dogru gösteriyor, kimi zaman beni bile haklılıgına ikna ediyorsun; zalimken mazlum, hainken ihanete ugramış gözüküyorsun. Kendini mükemmel bilmişsin; zinhar hatayı kabul etmiyorsun. Halbuki bilmez misin tek kusursuz olan Allah’tır. O’nun haricinde ne varsa, her şey kusurludur, hatalıdır. Şöyle bir bakıver kendine: Yaratılmış olmak, kusura mahkum olmak degil midir? Yere basmak zorunda olmak, hem yere basan, hem de havada uçan kuşlara nispetle bir eksiklik degil midir? Yazın güneşinde yanmak, kışın sogugunda donmak; geceleyin uyuya kalmak, hafızana kaydettigin şeyleri bir zaman sonra unutmak, birer nakîse degil midir? Ey benim gafil nefsim! Kusurunu kabul etmemekle en büyük hatayı işleyen kusurlu nefsim! Gel, geri dön! Yolun çıkmaz yoldur, kendini bil!

Ah nefsim, gafil nefsim!

Hayırlar işledim, başarılar elde ettim; görmedin mi nice ümranlar inşa ettim; hele bak bir akranlarıma, onların beceremedigi ne işler hallettim diyorsun.Lakin böyle demekle kendine yazıklar ediyorsun! Bilmezmisin ki hayır vücudidir; iyilik ancak bir varlıgın üzerine müesses olabilir. Sense vucudî degil ademîsin; varlıga degil yokluga yakınsın. Şöyle bir bak kendine: Şu benim bedenim, benden bir parça diye tuttugun elin senin midir?! Konuşuyorum dedigin dilin, bizatihi kendi başına elde ettigin bir sermaye midir?! Sana Allah’ın ihsan ettigi nimetleri sahibine ver de, şöyle kendi varlıgınla bir ortaya çık desem, ne cevap verirsin?! Var olabilmek için ne yaptın, kendini varlık alemine çıkarmak için ne harcadın desem, ne diyebilirsin?! Allah sana bu eli vermeseydi tutamayacak, bu dili ihsan etmeseydi konuşamayacaktın. Allah seni yaratmasaydı sen olmayacaktın. Şimdi nasıl olur da elinle tuttugun hayrı, dilinle konuştugun başarıyı kendin yaptın sayarsın. Ne cesaretle kalkar bunca hayrım var deyip, kendini hayırlı sayarsın! Sen hayırlı degil zararlısın! Sen hayrın sahibi degil, bilakis hırsızısın! Ey nefsim, sen bir mürâisin! Öyleki başkaları tarafindan bilinmek için canını bile verirsin. Bu gösteriş zaafı, bu bilinme arzusu, bu tanınma düşkünlügü, bu konuşulma sevdası sende öyle bir dereceye vardı ki, artık dem ile damar, et ile tırnak gibi oldu. Riya, sana ait bir san’at oldu. Bazen riyanı öyle kılıflıyor, öyle bir pazarlıyorsun ki, beni bile kandırıyor, o muhlisane hallerin altındaki zifiri riyayı bana dahi sezdirmiyorsun. Elde ettigin bir hayrı, ya insanları teşviktir anlatmalıyım diyerek, yada sinsi bir kombinasyonla başkalarına söylettirerek herkese ilan ediyor ve bütün bunların arkasında bir şirk-i hafîyi hemen her gün işliyorsun.

Ey nefsim!

Müslümanlıgını satma! Sevdana yalan karıştırma!

Ey nefsim!

Ben farklıyım diyorsun. Giyimimle farklıyım, kuşamımla farklıyım; başarılarımla farklıyım, zekâm ile farklıyım; sözümle farklıyım, sohbetimle farklıyım; kısacası ben herkesten ayrıyım diyorsun. İnsanlar içinde insanlardan bir insan olmayı zinhar kabul etmiyorsun. Ne var ki Hz. Adem’den bu güne dek, gelmiş-geçmiş onca insan tekinden biri de sensin, bunu fark edemiyorsun. Kendini saraylara mahsus, tek başına sergilenen kaşıkçı elması biliyorsun, halbuki bir cam küreye doldurulmuş misketlerden birisin, göremiyorsun. Hem bu farklı olma telaşesi de ne! Farklı olmanın meziyet oldugunu sana kim ögretti! Görmez misin Allah’ın yarattıgı varlıklar içerisinde farklı olanlar, ya çift başlı hayvanlar, ya da

gördügünde içini kaldıran bir kısım hilkat garibesi mahluklardır. Onun haricinde mahlukatta ittirad vardır; bidüziyelik vardir. Yaratılmışlarda asıl olan farklı olmak degil, birbirine benzer olmaktır. Onun için sen sen ol, başkalarına benzer olmaktan gocunma! Hem gocunsan da para etmez, zira hilkattaki ittirad, sen istedin diye degişmez!

Ey nefsim!

Yine gizli gizli hesapçılıga başladın. Sagına soluna göz atıp etrafindakilerden hareketle kendine galibiyetler biçiyorsun. Falancaya göre daha güzelim, filancadan daha zekiyim, bizim muhitte en çok sevilen benim diyorsun. Eşini dostunu, arkadaşını komşunu kendine rakip bilip onlarla boy ölçüşüyorsun. Kendi başına gizli gizli zaferler kazanıyorsun. Bilir misin bu halinle neye benziyorsun? Degnekler üzerine yaslanarak ayakta kalan sakat bir bedene. Aman dikkat et! Degneklerini altından çeken olmasın! Benim gafil nefsim! Talihinde hep güzellikler, iyilikler olsun istiyorsun. Sana ait herşeyin güzel oldugunu düşünüyorsun. Yaptıgın hiç bir işte yanlış görmüyor, hele ufak bir kusur bulunsa, onu muhakkak başkalarından biliyorsun. Hep dogruyu buldugunu, apaçık yanlışın dahi sana ugradıgında bir şekilde bir hayır ve güzellik taşıdıgını düşünüyorsun. Ey nefsim gel, kendini kandırma! Yanlış yanlıştır boşuna uzatma! Kendini daha fazla savunup ta maskara olma! Mert ol! İzzetli ol! Yanlışını itiraf edip dogruyu bul! Karaya ak demekle bir şey degişmiyor; yanlış senden zuhur edince dogru olmuyor! Günahı işleyen sen olunca, ona sevap denmiyor! Ey kendini bilmez nefsim! Sen bütün insanlığın merkezinde kendin var zannediyorsun. Bütün alem seni kâbe bilmiş te herkes seni tavaf ediyor sanıyorsun. İçinde sen olmadın mı hiç bir iş olmaz; sana iltifat edilmedi mi hayra ulaşılmaz; seni yüceltmeyen agızlar bereket bulmaz; sana sorulmadan mümkünü yok netice alınmaz diyorsun. Kendini bütün insanlıgın kalbi kabul ediyorsun. Lakin bu ne iştir ki, şu an dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın böyle bir kalpten haberi dahi bulunmuyor! Bir dünya dolusu insan, sen var mısın, yok musun; aç mısın, tok musun hiç bilmeksizin hayatlarını sürdürüp gidiyor, ve hiç kimse de böyle bir cehaletten rahatsızlık duymuyor.

Ey cahil nefsim!

Kendini allâme sanıyorsun. Hayat serüveninde kader rahlesinden ders almışım diyorsun. Konuştugun zaman gerdanını büke büke hikmet akçelerini etrafina saçıyorsun. Eh bunca ilim ve tecrübeden sonra da kimi dinlersem dinleyeyim, önce aklımla tartar, tecrübelerimle hesaba vurur öyle kabul ederim diyorsun.

Ey cahil nefsim!

Bu sözü sana söyleten ilmin degil, cehaletindir; aklın degil enaniyetindir;

tecrübelerin degil toylugundur.

Ey nefsim!

Hafizta şey’en ve gâbet anke eşya’: Bir şeyi ezberinde tuttun, lakin bu tarafta nice şeyler senden kayboldu!

Ey nefsim!

Yeter üzerime gelme diyorsun! Hayatımı zindan ettin, deyip bagırıyorsun! Bu kadarı da agır geldi; kaldıramam diyorsun. Artık ben de bırakıyorum.. seninle ugraşmaktan ben de yoruldum.


yazarını bilmiyorum.
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
hikayeyi anlatan üstaz ismail çetin rahimehullah

net alemine aktaran ismailarslan


Allah onlardan razı olsun....
 

zebih

Kıdemli Üye
Katılım
22 Ara 2006
Mesajlar
4,033
Tepkime puanı
100
Puanları
63
Konum
kayseri
Aslında çok yazıldı fakat google de aratınca çok eksik yazılmış bu hikayeyi okuyunca kaleme almak mecburiyeti hasıl oldu. İllaki ben dahi kat kat eksik yazdım ama, benim katkım bu kadar, arşivlesin google amca, yazan çirkin olsa da yazılan güzel.

Üşenmeden yazacağım, Umarım üşenilmeden okunur...

Bir vakit, Bağdatta geçimini çalgıcılık yaparak sağlayan bir genç vardı, Adı çingen Aliydi. Çingendi, düğünlerde derneklerde, özel günlerde saz çalıp insanları eylendirir bu yolla para kazanırdı. Çingen Ali bir gün Bağdat sokaklarında aval aval gezerken bir kız gördü, Aman Allahım, ne güzeldi, bir bakışla içten yaralanmıştı, yıldırım aşkı derlerya öylece Ali aşık oldu bir an.

Hemen etrafındakilere sordu

-Hey bu kız kimdir tanıyan varmı, kimdir neyin nesidir bilen yok mu.?
Birisi.
-Tanımıyor musun. Padişahın kızı Selmadır.

Eyvahhh, Ali ne yaptın. Aşık olacak başka kız mı bulamadın, gittinde koskoca padişah kızına aşık oldun, bir duysalar, seni öldürürler çalgıcı sefil bir çingenesin... Ali bu düşüncelerle uzaklaştı oradan, artık derde giriftar olmuştu. O neşeli Ali çalgıcı Ali artık sazına dertli dertli vurmaya başladı. Yemeden içmeden kesildi.Aklında fikrinde Selma vardı. Ama kimselere diyemiyordu. Alinin bu haline arkadaşları acıdı yanına gittiler.

-Ali günlerdir yemiyor içmiyorsun, düğünlere de gitmiyorsun iyice sefalete düştün. Arkadaş derdini söyleki derman olalım

Ali - söylersem benimde başım sizinde başınız gider.dedi

Arkadaşları ısrar edince Ali padişahın kızına aşık olduğunu söyledi. Arkadaşları ürktü.

-Aman Ali padişah duysa seninde bizimde başımızı vurur. Başka kızmı yoktu sevdalanacak. Aman ha bundan sonra arkadaşın değiliz. Bizi arama sorma, ama bunca yılın hatırına sana bir iyilik, padişahın çok sevdiği bir Allah dostu varmış adı Ali Heyiti hazretleri. Kapısına giden derdine derman bulurmuş. Git derdini ona anlat ama sakın bir daha bizi arama sorma. deyip Aliyi terketmişler.

Ali Bağdat sokaklarında kapı kapı gezmiş Ali Heyiti hazretlerini aramış, İllaki arayan bulacak. Sonunda bulmuş. Kapıdan içeri edeplice girmiş. Karşısına geçmiş, Diz çöküp boyun bükmüş

-Derdim var efendim.
-Nedir derdin evladım?
-Aşık oldum efendim.
-Kime evladım?
-Selmaya Efendim.
-Selma kim evladım?
-Padişahın Kızı efendim!


-Aman evladım. Sen ne yaptın. Padişah duysa seninde benimde başımı keser. Asalet desem asaletin yok çingensin. Servet desem servetin yok çulsuzsun. Şu halinle padişaha ben gitsem benimde başımı vurur.

Ali iyice çaresiz boynunu büker, Ali Heyiti hazretleri onun bu durumuna dayanamaz. Aliye

-Madem bu kapıya geldin bizden yardım talep ettin. Bende sana yardım edeceğim. Ama bir şartla. Dediğimi yapacaksın.

Ali öyle sevindi ki, - söyleyin efendim yerleri yalayım, her dediğinizi yapayım, ne istersiniz efendim.

Aşktı bu, insana her şeyi yaptırırdı. Ali Heyiti hazretleri, - yok evladım bir seccade bul dediğim mağaraya git. Seccadeni ser, diz çök Allah de, Kimseyle konuşma bakma tek kelime etme, sen dediğimi yap, söz bende padişahı ayağına getireceğim…

Ali aşık Ali, çingen Ali, hemen koştu bir seccade buldu, denilen mağaraya gitti diz çöktü, oturdu Allah demeye başladı

-Allah Selma gelecek, Allah Selmaya kavuşacam, Ali coşmuştu…Ali Heyiti hazretleri geceleri gidiyor gizli gizli seccadede dalmış Allah diyen Aliye yemek veriyordu.

Günler böylece geçerken, artık Ali sabırsızlanıyor, Ali heyiti hazretleri geldiğinde
Efendim hani kız nerde Selma nerde.diyordu. Ali Heyiti hazretleride sabır evladım, devam evladım az kaldı evladım, diyor ve geri dönüyordu.

Bir gün, mağaraya bir kervan uğradı, baktılar üstü başı toprak içinde bir adam Allah diyor, selam verdiler konuşmadı, dürttüler, bakmadı, şaşkınlık içinde terk edip şehre gittiler. Kulaktan kulağa abartarak yaydılar, Çocuğu olmayanın çocuğu oluyormuş, kısmeti kapalıların kısmeti açılıyormuş. Halk bu, bire bin kattılar. Bağdat halkı, akın akın Aliye gitmeye başlar, çabut bağlayanlar dua edenler. Ama Ali kimseyle konuşmuyor aklı Selmada.

Derken Sarayda konuşulur. Padişahın huzurunda

-Efendim Bağdat Kenarında bir mağaraya bir Allah dostu gelmiş halk akın akın oraya gidiyor.

Padişah – biz bu işlerden anlamayız çağırın Ali Heyiti hazretlerine soralım.

Padişah Ali Heyiti hazretlerine sorar.

-Mağarada bir adam varmış, devamlı Allah dermiş, gerçekten Allah dostu olabilirmi.??

Ali Heyiti Hazretleri her şeyi baştan sona bilmekte.

-Evet gerçekten Allah Dostu Olabilir Efendim!!

Padişah

-O halde hazırlıklar yapılsın Ziyaretine gidelim elini öpelim der, Sarayda hazırlık yapılırken Ali Heyiti hazretleri hemen Alinin yanına koşar..

-Ali Ali, ali dalmış Allah Allah Allah

-Ali Ali, Ali kendine gelir, -efendim hani Selma ,

-Sabret evladım 40. günün sonu padişah ve saray ahalisi buraya geliyor, Padişahlar gittikleri yerde makam verirler, mevki para pul verirler ne verirse versin hayır de. Ne zamanki kızının nikahını verdi o zaman evet de. Der ve gider…Ali daha bir Aşkla Allah demeye başlar, artık Selmaya kavuşmak üzeredir.

Ve Kırkıncı gün. Padişah, saray ahalisi ve Bağdat halkı mağarada Ali Allah diyor.
Padişah yaklaşır ve Alinin önüne kese kese altınlar atar. Eskiden bir tanesine saatlerce çalgı çalan ali, kese kese altınları görünce –HAYIRRR der ve atar, Padişah eğilir,- beyimiz olun efendim, Ali –HAYIRRRR, Padişah Şaşkın – Vezirim olun efendim, Ali –HAYIRRR, Padişah baş vezirim olun lütfen efendim der, Ali –HAYIRRR

Padişah şaşkın Ali Heyiti hazretlerine gider

-Efendim ne versekte memnun etsek şehrimizi terk etmese burada kalsa der.

Ali Heyiti hazretleri her şeyi bilmekte olduğundan.

-Efendim belki kızınız Selmanın Nikahını verirseniz burada kalabilir der.

Ve padişah düşünür ve o an bir karar verir

-KIZIM SELMAYI İNKAH VE TEZVİÇ ETTİM..

Ali Allah demeyi bırakır, ortalık buz gibi sessiz…Ali boynu bükük

Ellerini açar

“Ya Rabbi bir kız için kırk gün Allah dedim. Padişahları Ayağıma getirdin.Bir kız için kırk gün adını söyledim asalet verdin beylik verdin, Bir kız için kırk gün adını söyledim, makam verdin şan verdin para verdin, Ya Rabbi bir kız için kırk gün adını söyledim, bir kız için ya Rabbi……..Kız da sizin olsun Selma da sizin olsun, ben Seni istiyorum Ya Rabbb” der ve olduğu yerde can verir. Tarihe Aşk şehidi olarak geçer.

Bugün Kabri Bağdatta Amerikan silahlarıyla delik deşik hala orada meftun Rabbiyle birliktedir.

Nizameddin ARSLAN anlatımıyla... (kardeşim)
 

zübeyde

Doçent
Katılım
25 Nis 2007
Mesajlar
652
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
35
emegine saglık kardeş süperdii
 

Berre Tuna

Nazende
Katılım
3 Kas 2007
Mesajlar
1,816
Tepkime puanı
587
Puanları
0
Konum
İstanbul
Allah için Allah dedi, kalbi dayanmadı!

Allah için Allah de!


Çingene Ali, umutsuz bir şekilde padişahın kızı Selma'ya âşık olmuştu. Umutsuzdu çünkü âşık olduğu kişi padişahın kızı, kendisi ise bir Çingeneydi. Ama âşık olmuştu bir kere, aklı fikri padişahın kızı Selma'daydı. Selma’nın aşkından Mecnun’a dönmüş bir şekilde kafasını bir o yana vuruyor, bir bu yana vuruyordu.
Onu sevenlerden biri:
- Sen bir de Abdulkâdir Geylânî’nin halifesi olan Ali Heytî Hazretlerine git, akıl danış, dedi.
Ali, umutsuz ve çaresiz bir şekilde derdini anlattı Ali Heytî Hazretlerine.
- Ali, padişahın kızına kavuşabilmek için ben ne dersem yapmaya razı mısın, dedi Ali Heyti. Çingene Ali gözlerini dört açmış bir şekilde:
- Sen bana padişahın kızı Selma'yı getir; ne dilersen yaparım, uğruna her şeye hazırım, cevabını verdi. Ali Heyti’nin “Ben ne dersem yapacaksan bu iş olur; ama ne dersem yapacaksın, itirazsız” şartını derhal kabul etti Çingene Ali.
Ne olursa olsun Allah diyeceksin
Ali Heyti Hazretleri Çingene Ali'yi bir dağın tepesindeki mağaraya götürdü.
- Şimdi burada şu kayanın üstüne otur ve kim gelirse gelsin, ne olursa olsun umursamadan Allah diyeceksin, diye tembihte bulundu. Çingene Ali, şaşkın bir şekilde:
- Allah demekle padişahın kızının ne alâkası var, dedi.
Ali Heyti Hazretleri kızgın bir şekilde
- Ali soru yok! Sen dediğimi yap kız sana gelecek inşaallah, diye konuştu.
Çingene Ali söylenene uyarak “Allah, Allah, Allah” demeye başladı.
Ali Heyti Hazretleri haftada bir yemek getiriyordu. Çingene Ali, “Hani padişahın kızı, ne oldu, niye gelmedi?” sorularına her defasında "Allah de" cevabını alıyordu.
Ali aşkının tılsımından bir denileni iki etmiyor, kıza kavuşma ümidiyle her şeye, herkese "Allah" diyordu.
Hiç durmadan Allah diyen bir veli
Vakit geçtikçe Çingene Ali'nin nâmı şehre yayıldı. Civardan geçen kervanların haber vermesiyle Çingene Ali, memleketin uzağından gelmiş, ıssız bir mağaraya sığınmış bir büyük Allah dostu, hiç durmadan Allah diyen bir veli olarak şehirde anılmaya başlandı. Öyle ki, onun hakkında, nice kerametler söylendi, nice kişiler onun tılsımlı nefesinin kudretinden bahsetmeye başladı.
Ali Heyti Hazretleri Ali'nin yanına haftada bir uğruyor yemek getiriyor, Çingene Ali, O'nu her gördüğünde "Hani kız nerede, niye gelmedi hâlâ?" diyordu. Ali Heyti hazretleri ise "Az kaldı, bekle, Allah de" karşılığını veriyordu.
Bir gün geldi, padişahın kızı hastalandı. Hastalık karşısında memleketin bütün tabipleri çaresiz kaldı. Padişaha:
- Efendim memleketimizin büyüklerinden Allah dostu bir Ali Heyti Hazretleri var, bir de ona soralım bu hastalığa biz çare bulamadık, dediler.
Padişah, Ali Heyti Hazretlerini huzuruna davet etti. Meramını anlattı.
Ali Heyti Hazretleri:
- Padişahım, dedi, memleketimizde ün salan, bir dağın tepesindeki mağarada sürekli Allah diyen birisi var, belki o bir şeyler yapabilir.
Padişah zaten o kişinin nâmını çoktan duymuştu. Derhal dağa doğru gidilmesi, o Hazretin görüşünün alınması için emir verdi.
Ali Heyti Hazretleri, Çingene Ali'nin yanına geldi. Ona:
- Evlâdım, padişah maiyetiyle senin yanına geliyor. Sana ne teklif ederse etsin, kabul etme, toprak, altın, makam... Hiç birisine iltifat etme ancak kızını teklif ederse zevceliğe kabul et, dedi.
Çingene Ali, daha bir şevkle “Allah” demeye başladı. Tam kırk gün dolmuştu o mağarada Allah demeye devam edeli, aklında padişahın kızından başka hiç bir şey yoktu.
Allah için Allah dedi, kalbi dayanmadı
Padişah maiyetiyle mağaraya geldi. Baktıki bir derviş hararetle “Allah, Allah” diyor, imrendi. “Ne hoş bir insan, dünya hiç umurunda değil, dedikleri kadar varmış” diye düşündü. Ali Heyti Hazretleri, Çingene Ali'ye, padişahın meramını aktardı. Ali "Allah, Allah" dedi. Ali Heyti Hazretleri padişaha dönerek:
- Padişahım gördüğünüz gibi, sadece Allah diyor. İltifatını celbetmek için, bize yüzünü dönmesi için ona hediye verseniz dedi.
Padişah, Ali'ye mülk hediye etmek istedi. Ali " Allah" dedi... Padişah makam teklif etti... Ali "Allah" dedi. Padişah altın dedi... Ali " Allah" dedi...
Ali Heyti Hazretleri, padişaha yaklaşarak:
- Padişahım, dedi, bir de kerimenizin izdivacını teklif etseniz.
Padişah düşündü: Bu adamdan daha lâyık kim olabilirdi ki kızı için… Sürekli Allah diyen, dünyaya bel bağlamayan bir Allah dostu, halk da onu çok seviyor…
- Kızımın nikahını alır mısın? dedi.
Ali, yanlış mı duymuştu, padişah ona kızının, Selma'nın nikahını teklif ediyordu... Hem de kime, Çingene Ali'ye… Neden, neden, neden? Ali düşündü, düşündü…
- Ben ki bir kız için, aşkım için kırk gün sadece Allah Allah dedim; emelime kavuştum, kıza kavuştum... Ya Rabbi! Ya Senin için, şanın için Allah deseydim, bana ne büyük lütuflar verirdin... Sen ne yüce bir hükümdarsın! Ey şanı Yüce, Çingene Ali'nin de padişahın da Rabbi Allah, dedi ve oracıkta can verdi...
 
Katılım
22 Şub 2010
Mesajlar
8
Tepkime puanı
2
Puanları
0
çoba'nın aşkı

:gulÇobanın Aşkı:gul
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah´a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..."
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...
 
Üst