Cihan Aktaş / Ayak İzlerinde Uğultu

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
1960'ta Refahiye'de doğdu.
1978 senesinde Beşikdüzü Öğretmen Okulu’nu, 1982 yılında ise İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Fakültesi’ni tamamladı. Mimar, basın danışmanı ve gazeteci olarak birçok görevde bulundu.
Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1995 yılında, Gençlik dergisi tarafından 1997 senesinde “yılın hikâyecisi” ödülü verildi. İlk romanı olan Bana Uzun Mektuplar Yaz adlı eseri TYB tarafından “yılın romanı” seçildi. Şu donemde Taraf gazetesinde Sınır Yazıları adlı köşesinde köşe yazarlığı görevini yapmaktadır. Evli ve iki çocuk annesidir.

  • Sömürü Odağında Kadın (1985)
  • Hz. Fatma (1984) (inceleme)
  • Hz. Zeynep (1985) (inceleme)
  • Veda Hutbesi (1985) (inceleme)
  • Sistem İçinde Kadın (1988)
  • Tanzimat’tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar (1989),
  • Tesettür ve Toplum: Başörtülü öğrencilerin Toplumsal Kökeni Üzerine Bir İnceleme (1991)
  • Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği (1992)
  • Mahremiyetin Tükenişi (1995)
  • Şark’ın Şiiri: İran Sineması (1998)
  • Bacı’dan Bayan’a: İslâmcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi (2001)
  • Üç İhtilâl Çocuğu (1991)
  • Son Büyülü Günler (1995)
  • Acı Çekmiş Yüzünde (1996)
  • Azize’nin Son Günü (1997)
  • Suya Düşen Dantel (1999)
  • Ağzı Var Dili Yok Şehrazat (2001)
  • Bana Uzun Mektuplar Yaz (2002)
  • Halama Benzediğim İçin (2003)1991
  • Turuncu Günler (2003)
  • Dünün Devrimcileri Bugünün Reformistleri/ Iran'da Sosyal, Siyasal ve Kulturel Degisim, (2004)
  • Türban’ın Yeniden İcadı (2006)
  • Bir Hayat Tarzı Eleştirisi İslamcılık (2007),
  • Yakın Yabancı (2008)
  • Kusursuz Piknik (2009)


Kitabın Adı: Kusursuz Piknik
Yazarı: Cihan Aktaş
Sayfa Sayısı: 208
Basım Yeri: İstanbul
İlk Baskısı: 2009


Çağdaş Türk hikayesinin önde gelen temsilcilerinden Cihan Aktaş, yeni kitabında toplumumuzun çeşitli kesimlerinden, değişik yaş gruplarından, türlü konum ve rollerdeki kadınların hayatlarında bakılmayan, bakılsa da görünmeyen alanlara, inceliklere çeviriyor keskin bakışını. Sessizlikle geçiştirilen anlara, durumlara seslerini geri veriyor. Kitap boyunca kendine toplumun kıyısında, karanlık bir köşe ararken görüyoruz kadın karakterleri.

Bir evin dağınıklığı, bir kanepenin kıvrımları, bir eşin vurdumduymazlığı, bir kız evladın şımarıklığı, bir genç aşığın tükenen hevesi, yaşlı bir annenin tükenmez istekleri, halden bilmez bir misafir kalabalığının talepleri, bir organizasyonun ağır yükü… Kusursuz Piknik’te hepsi çağdaş dünyada ve toplumumuzda kusur hakkı tanınmayan kadının sırtına yüklenen “kusursuzluk” beklentisinin farklı görünümleri, dekorları olarak çıkıyor karşımıza.



Yazı Kaynağı: DünyaBizim.com

Erol Göka; Türk Grup Davranışı başlığını taşıyan kitabında; Türklerin şatafat düşkünlüğünü, trafikte neden canavar kesildiklerini, kadın-erkek ilişkilerini, piknik sevgisini, eğitim sorununu ve nihayet Türklerin internetle olan bağlarını kültürel ve tarihsel dayanak noktalarıyla birlikte açıklıyordu. Cihan Aktaş’ın son öykü kitabı Kusursuz Piknik’i okurken piknik odaklı metinlere de gidip geldim ister istemez.
“Bir İtibar Meselesiydi Kusursuz Bir Piknik”
Kusursuz Piknik Aktaş’ın dört yıl önce yayımlanan Duvarsız Odalar’dan sonraki öykülerinden oluşuyor. Aktaş’ın dokuzuncu hikâye kitabınıda11 hikaye var. Bu kitabın ismini taşıyan hikayenin kapak resmi ile birlikte yazarı için özel bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Kitabın kapak resminde yer alan kişilerden birinin Aktaş’ın babası olduğunu belirtmekle yetinelim şimdilik. Kusursuz Piknik için şunları ifade ediyor Aktaş bir konuşmasında: “Kusursuz olma çabasının kadınları nasıl baskı altında tuttuğunu anlatan hikayeler çoğu. Kitabın bir diğer teması da hayatın ağırlığını bir başına kaldırmaya baş koymuş gururlu kadınların yaşadığı çöküntü.

İnsan her zaman önce görünüşü üzerinden değerlendirilir, ama bu da hiç yeterli olmaz. Unutkanlık, ihmal, titizlik, kariyer sahibi olmak, kariyersizlik, dikkat, dikkatsizlik, rüküşlük, şıklık, bilgisizlik, fazla bilgili görgülü olmak… kusur olarak görünebilir kadınlarda. Bir sakarlık ve dağınıklık haliyle belirebilir pekâlâ, haksızca üzerinize gelen kusursuzluk beklentilerine yönelen itiraz. Bu beklenti bazen benliğimizde kök salmış özkabullerden yükselir, kusursuz olmak isteriz; eksik, zayıf görülmeye katlanamadığımız için.
Piknik gibi sınırlı bir zamanda hazırlanan bir organizasyon, bir de hatırlı misafirler gelecekse ve evin kadını bu konuda yalnız bırakılmışsa, ne kadar başarılı olabilir! 80′li yıllara doğru, taşrada geçen bir piknik etrafında geliştirdiğim bir hikaye, Kusursuz Piknik.”
Kadınların kusursuz olma çabasına erkeklerin kusursuzluk beklentilerini de ekleyelim: “Eli açık bir adamdı kocası, Allah’tan maaşa bağlı değildi, aileden kalma malları mülkleri vardı da geçinebiliyorlardı. Kocası için ele güne karşı bir itibar meselesiydi kusursuz bir piknik düzenlemek; fakat kusursuz piknik de olmuyordu ki… Dağların tepelerinde evlerde olduğu gibi kurulamıyordu ki sofralar! Yağmur dinmezse e¤er, bu piknik iptal edilebilirdi, öyle bir ihtimal de yok değildi”(s.12)
“Öykü Dişil Bir Olay”
Modernleşme sürecinde kendisini yeniden tanımlayan Müslüman kadınların hikayelerinden hikaye alanında farklı bir ses oluşturma kararlılığında bir yazar Cihan Aktaş. Kusursuz Piknik adlı yeni kitabında ise toplumun çeşitli kesimlerinden, değişik yaş gruplarından, türlü konum ve rollerdeki kadınların hayatlarında bakılmayan, bakılsa da görünmeyen alanlara, inceliklere çeviriyor keskin bakışını. Sessizlikle geçiştirilen anlara, durumlara seslerini geri veriyor. Kitap boyunca kendine toplumun kıyısında, karanlık bir köşe ararken görüyoruz kadın karakterleri. Yazarı ve yazını kadın ya da erkek odaklı tanımlamak, ayırmak yazı/n bağlamında doğru ve yararlı olmasa da fıtrat temelli farklılıklardan kaynaklı özel dünyaları dikkate almanın gerekliliği de yadsınamaz. Kadın yazarı “duygusal”, nahif, çevresindeki kadın sorunlarına karşı duyarlı, ayrıntıları iyi gören, doğal nedenlerle çözümleme becerisi olan, sezileri güçlü, duygularını güzelce anlatan, kadınca bilinen gizli ayrıntıları aktardığı oranda zeka, bilgi, saptama gücü, kurgu yeteneği bütünlüğünde tanımladığımızda yerli yerine oturtmuş oluruz bu meseleyi. Kuşkusuz kadın olsun erkek olsun yazarlar, neyi bilebiliyorlarsa, güçleri yettiğince onu yazabiliyorlar.
Anlattığı kadın karakterlerle empati kurabilen bir yazar olarak karşımıza çıkan Aktaş’ın son öykülerini okurken Rasim Özdenören’in “Bana öyle geliyor ki öykü dişil bir olay” deyişine bir kere daha hak verdim. Bir ön şart değil ama öykü ve kadın ilişkisi bağlamında Özdenören’in söyledikleri yabana atılamaz özellikle Aktaş’ın öyküleri çerçevesinde. Seksenli yıllardan itibaren Müslüman kadın yazarların öykü serüvenlerine de bakılabilir bu konu özelinde.
Bir evin dağınıklığı, bir kanepenin kıvrımları, bir eşin vurdumduymazlığı, bir kız evladın şımarıklığı, bir genç aşığın tükenen hevesi, yaşlı bir annenin tükenmez istekleri, halden bilmez bir misafir kalabalığının talepleri, bir organizasyonun ağır yükü… Kusursuz Piknik’te kusur hakkı tanınmayan kadının sırtına yüklenen “kusursuzluk” beklentisinin farklı görünümleri, dekorları olarak çıkıyor karşımıza. Ortada toplumsal bir sorun varsa, bu herkesin ortak insanlık sorunudur. Hatta erkeğin kadın sorunudur… Böylece yazar toplumda yaşayan kadın karakterinin üzeri­ne yüklenmiş onca ağır yüke rağmen ondan kusursuz olmasını beklemek gibi bencilce bir davranışın yanlışlığını ön plana çıkararak eleştirel tavrını bir kez daha ortaya koymuş oluyor.
Kitap Zamanı İçin Bir Not/a Daha
Nedense bir darbe kitabı olarak algılanmaktan kurtulamayan(Bunun için Kitap Zamanı’nın eski sayılarına göz atılmalı, arkadaşların bizim mahallenin edebiyatla ne kadar ilgili oldukların test için) Üç İhtilal Çocuğu’ndan Kusursuz Piknik’e kadar bakış, tema, konu, kişilikler, dil, biçem, teknik vb. açılardan irdelenmeli Aktaş’ın öykü külliyatı. .
Daha önce dergilerde yayımlanan öykülerden oluşuyor Kusursuz Piknik. Fayrap ve Derkenar dergilerinde yayımlananları anımsıyorum ben. Keşke kitabın sonunda ya da her öykünün sonunda öykülerin yayımlandığı dergilere ilişkin küçük bir atıf olsaydı. Bu atıf Aktaş’ın öykü serüveninin izini sürmek bakımından da ufak fakat önemli bir ayrıntı olur/du kanımca. Öte yandan Aktaş düşünce ve inceleme alanında yayımladığı kitaplarda yazmamayı tercih ettiği edebi ürünlerini yayımladığı edebiyat dergilerini öykü ve romanlarının başına koyduğu biyografisine eklemelidir…
“Pazarları Buenos Aires’te seçenekler az ve özdür; kilise veya ravyoli, futbol veya at yarışı, bisiklet veya yüzmek, piknik veya akraba ziyareti” diyen Julio Cortazar’dan Rasim Özdeören’e yazı dünyasında piknik temasının izini sürmenin gereğini bir kere daha hissettirdi bana Kusursuz Piknik.
Hayat bizi biz yapan hikâyeyle güzeldir, diyerek yazıyı Hüseyin Su’dan bir alıntıyla bağlayalım: “Sözün özü, Cihan Aktaş, “hikâye yazıyor.”"
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
9755510664b.jpg


Unuttuklarımı hatırlamak gittikçe zorlaşıyor. Bazı şeyleri sürekli tekrar etmek, hatırlayıp anmak gerek. Biliyorum, kimse bir on sene önceki yerinde olmak zorunda değil. Ama hala içeride olanlar, kaçaklar, yurduna hasret yaşayanlar var. Geçmişine lanet okuyanlar, geçmişini müzayedeye çıkaranlar da var. Kimisi de, duyuyorum, para kazanmakta konum sahibi olmakta geç kalmak yüzünden küsmüş geçmişine.
Biliyorum, onlardan hapislerde çürüyenler, arada yitenler, kim vurduya gidenler, kayıplara karışanlar, pişman olanlar. Onların köşe başlarında kilitlenen dilleri, elleri, bütün hayatları. Korkuları, özlemleri, yanılgıları, ihanetleri, arada kalmışlıkları, her ne varsa bir yerlerde kayıtlı. Hiç bir şey arada yitip gitmez hiç bir bulut aydınlığı lekeleyemez, biliyorum. Biliyorum, temkinliliğe aldırış etmeyen ve para kazanamama yüzünden, kahramanlıkları ödüllendirilmedi diye geçmişine küsmeyen insanlar hep var. Onların bir geçmiş sıcaklığı, bir esenlik serinliği getiren; dinlemeyi bilen ve dinleten, dinlendiren yakınlıklarını duyuyorum. Onlarla aynı kitapları okuduk, aynı marşların ve şiirlerin heyecanlarını yaşadık, aynı acı ve sevinçleri biriktirdik yüreklerimize. Şimdi kahkaha atamayışımda rahat rahat uyuyamayışımda da onlar var. İlk görüşte bir cinsten olduğumuzu duyacağımız insanlar hiç bir zaman tamamiyle yitip gitmezler, biliyorum.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


...Resim onun için "aşk"tı, "sevgili"ydi, sevginin yerini tutmuştu. Ama bir de insana yönelik o büyük acı vardı yüreğinde taşıdığı. Bir gün onu peşinden sürükleyip götürecek kadar kuşatıcı acıma dalgaları... Çizgiler elinden kayıp gidiyor, tuvalde bir yüz... gülmeyi unutmuş bir yüz, acı çekmiş bir yüze dönüşerek, acı dalgalarıyla canlanıveriyordu. E1-Greco'rıun insanlarına, acının olgunlaştırdığı, saydamlaştırıp melekuti bir ifade kazandırdığı insanlarına benzer yüzler, düşlerin hapsedildiği dalgalarda, duyarlılığını paylaşacaklardı.
... Son olarak soyut, iç mücadelelerini tasvir eden kırık çizgilerle donattığı birkaç kara kalem resim yapmıştı. Taif bağlarında gönüllere süzülen bir ışık huzmesiydi Hz. Muhammed. Simasında tasavvur ettiği hüzünlü göçebe gülüşü ışık huzmesine dağılmıştı. Ayakları çalı dikenleriyle kanamıştı. Delilikle, sihirbazlıkla suçlanıyordu. Sadık eşi Hatice'yi ve hamisi amcası Ebu Talib'i yitirmişti. Haticesiz Nebi, Taif'te çocuklar ve serserilerce taşlanıyordu. Mübarek ayaklarından kanlar akıyordu. Sığındığı bağda bir asma kütüğünün gölgesindeki yakarışını renklerle resmetmeye çalışmıştı."Sen acıyanların en merhametlisisin



Cihan Aktaş üçüncü hikaye kitabını da yayınladı. Son yıllarda hikayeye daha bir ağırlık veren Aktaş, üretken yazarlarımızdan. Geçen yıl yayınlanan "Son Büyülü Günler" kitabından bir yıl sonra "Acı Çekmiş Yüzünde"yi yayınlaması bu üretkenliğinin bir göstergesi.
Yazarın bu kitabı da kadınlar üzerine kurulmuş. Hikayeler kadın bakış açısıyla oluşturulmuş, bu arada bir iki hikayede olsa da erkek kahramanların dünyası da verilmeye çalışılmış. "Üç İhtilal Çocuğu" ve "Son Büyülü Günler" daha çok İslami mücadeleyi bir dönem yüklenmiş, daha sonra mutsuz evlilikler yapmış, çevreleri değişmiş ve hayatta atıl bir durumda kalmış kadınların hikayesini anlatmıştı. "Acı Çekmiş Yüzünde'" kitabında ise bu çizgi devam etmekle birlikte sıradan diyebileceğimiz, günyüzüne çıkmayan, toplumun derinliklerinde süren problemler, insanlar işlenmiş. Bu üslubuyla yazar hayatın biraz daha içine girebilmeyi başarmış.
Kitap sekiz hikayeden oluşuyor. Bazı hikayeler Dergah dergisinde yayınlanmıştı. Hikayelerde bir bütüncüllük görülüyor. Konu ve üslup bakımından kurulan bu bütüncüllük uzun hikayelerle romana doğru gidiyor. Belki yakın bir gelecekte Aktaş'ın romanlarını da okuyabileceğiz. Hikayelerde diyaloga az yer veren yazar daha ziyade iç dünyayı kahramanların düşünceleriyle anlatma yolunu seçmiş. Bir tür iç hesaplaşma, geçmişi sorgulama söz konusu. Kahramanlar ideallerini sürekli kılamamaktan müştekiler. Hayat hiç bir zaman beklendiği gibi olmamaktadır. Gelecek için yapılan tasarılar geçmişte kalmakta ve basit, anlamsız bir yaşantıda figüran olunmakta, seviyesiz bir çevre içinde silikleşmektedir. Mutsuz evlilikler, uygun bir eş bulamama, farklı bir insan olmak isterken-veya öyleyken- ailevi problemler karşısında ezilmişlikler işlenmiş hikayeler boyunca. "Erkekler kızları okulda veya işte beğeniyorlardı. Sonra bu kızları ev kadını yapıyor, daha sonra da onları ev kadınlığı hali içinde beğenmemeye başlıyorlardı. Mesela Nusret gibi İslamcı entellektüeller."(s.181)
Hikayelerde genel olarak bir umutsuzluk, kırılganlık ve karamsarlık havası hakim. Mücadeleyi, İslami tavrı süregenleştiremeyen, başarısız olan, insan veya hayat için hiç bir ümit besleyemeyecek konuma gelmiş sıradan insanlardan oluşuyor kahramanlar. Anlaşılmayan sanatçılar, mutsuz insanlar. Somut olarak karşımıza çıkmayan, belki de önemsenmeyip bastırılan konuları işlemek sanatçıdan beklenen bir duyarlılık. Ama okuyucu olarak bizler Cihan Aktaş'tan-bunların yanısıra-iyi şeyler yapabilen insanları, her şeye rağmen kararlı bir şekilde çizgisini sürdüren, hayata umutla bakan, umut eken insanların hikayesini de istiyoruz.
Hikayeler önemsenmeyen ayrıntıların, belleklerimizde yer eden hatıraların, yanlışların ve doğruların dünyasını verir bize. "Acı Çekmiş Yüzünde" bu havayı veren dost bir hikaye kitabı.
"Hayal perdesi, her şey yalandı. Yaşanmış olan geçip gidiyordu. İnsan ölüme bir başına gidiyordu." "Bin yıl bile ölüm gerçeği karşısında neydi ki?" (S.224)
Sonuç olarak; üç ihtilal çocuğu büyüdü, son büyülü günleri yaşadı, şimdi ise acı çekmiş yüzünde olgunlaşmış bir bakışı var.
Değerlendirme:Haksöz haber
 

rahlem

Asistan
Katılım
31 Mar 2008
Mesajlar
209
Tepkime puanı
34
Puanları
0
_380_53556.jpg


Basım Yılı: 2008

Yazı Kaynağı: Dergibi.com

Cihan Aktaş'ın ikinci romanı "Seni Dinleyen Biri", bir bakımdan ilk romanı olan "Bana Uzun Mektuplar Yaz"ın devamı, bir bakımdan da tamamen bağımsız bir roman. Aktaş, "Bana Uzun Mektuplar Yaz"da 1970'li yıllarda evinden kopup, yatılı okula başlayan gençlerin kendi zihin dünyalarının kurmaya başlamalarını anlatan bir roman yazmıştı. Önce Ülkücülükle tanışan sonra da İslamcılığa evrilen gençlerin hikâyesi idi ilk romanda anlatılan. İkinci roman "Seni Dinleyen Biri" belli bir yaşa, olgunluğa gelmiş ama zihin dünyaları içinde sükuna erememiş gençlerin 1980'li yıllarda İslamcılık içindeki savrulmalarını anlatıyor.

Peki, bu gençler kimler! Anne ve babalarının "Evrim" ismini koyduğu ama kendilerine "Ayşe" denmesini uygun gören gençleri anlatıyor "Seni Dinleyen Biri." Fıkhen neyin ne olduğu konusunda cevaplardan çok soruları olan ve bu yüzden eli kolu bağlanan gençleri. Kitaplar üstünden hayat kurmaya çalışan ama sürekli kendini kendi koyduğu çıtanın altında ve mağlup hisseden gençler. Afganistan'a gitmeye niyet eden ama ulaşamayan gençler. (Afganistan'a, Çeçenistan'a yada Bosna'ya giden gençlerin romanı elbette başka başka romanların konusu.) bu gençlerin böylesine savrulmalarının arka planında ise herşeye sıfırdan başlamaları sebep oluyor. Zira anne ve babalarından öğrendikleri değil kitaplarda gördükleri islamı yaşamaya çalışarak yorgun düşüyorlar. Bir kadının erkek model kullanarak resim yapması yada Afganistan'a giderken Siirtte kaldıkları bir evde delikanlının yaşadıkları o kuşağın haleti ruhiyesini ve savrulma sebeplerini gösteren pasajlar olarak zihinlere geçiyor.

İslamcı gençlerin Müslümanlar arasındaki yerinin ne olduğu sorusu romandaki ana temalardan biri. Evlerdeki vaazları takip edip vaizeleri hiç alışmadıkları biçimde sorguya çekmeyi vazife bilen bu gençler kendi hayatlarını İslami ölçüler içinde kurmak konusunda sudan çıkmış bir balık kadar tecrübesizler. Sanki 500 yıl önce fethedilmiş bir şehirde değil de Avustralya'da yaşarken aniden İslamcı olmuş gibi yapıyorlar. "Seni Dinleyen Biri" bu anlamda bir köksüzlüğün romanı. Aktaş'ın yıllar önce bir röportajında kuşağını anlatırken yaptığı tespitlerin romanda yer alması ise bir romanı ortaya çıkaran fikirlerin ne kadar uzun bir mesainin ürünü olduğunu ortaya koyuyor: "Benim kuşağım, bir çalkantı, kaos dönemi kuşağı. Yüz yıl önce Osmanlı İslamcıları arasında geçen tartışmaları bizim seksenli yıllarda yeniden yaşamamız gerekti. Bu tartışmaları yaşantılarımızla sınayarak sürdürdük biz. Kadının yazarlığının, kendi ismiyle yazışının, hatta kadının da felsefe gibi şeytan aracı olup olmadığının tartışıldığı yıllardan geçtik. Bu tartışmaları fazlasıyla ciddiye aldığımı düşünebilirsiniz. Ama ben İslami eğitimden geçmiş bir Müslüman değildim ve Müslümanca yaşamayı ciddiye aldığım için, içimde hiçbir şüphe kalmasın istiyordum. Hakikat ve anlam arayışım, yeni bir yaşantı tarzı kurmaya zorluyordu beni." (Kırkayak Sayı: 8 Eylül-Ekim 2000)

İlk romanla ikincisi arasındaki bir başka fark da "Seni Dinleyen Biri"nin "Bana Uzun Mektuplar Yaz"dan daha çok karaktere yaslı olması. Bu roman kahramanlarının okullarını bitirmiş ve sosyalleşme süreci içindeki insanlar olmasından kaynaklanıyor. Ancak şu da bir gerçek roman kalabalıklaşınca karakterlerin yalnızlığı, çaresizliği de artmış.

Cihan Aktaş, bu mecra üzerinde yazarak üçüncü romanında 28 Şubata ulaşır mı bilemeyiz ama yazdığı iki romanla, bıraktığı edebi lezzetin yanı sıra yakın tarihe farklı bir gözden bakmamızı sağlayan ve Türk romanında birey-toplum ilişkisi faslına zenginlikler kattı.

Farklı farklı yazarların kendi açılarından anlatılması gereken konularla yüklü "Seni Dinleyen Biri". Bir kuşağı anlatması bakımından "Bana Uzun Mektuplar Yaz"dan daha başarılı. Ancak "Bana Uzun Mektuplar Yaz" da tek tek kişileri ortaya koymanın ve romanlaştırmanın yetkin bir örneği idi. Bu konuda her okur kendi kararını verecek ama belki de en doğrusu romanları aralarında yarıştırmamak...

18 Temmuz 2008
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
975551185-7.jpg


Ustasının elinde kalem bir dantel gibi işler hikayeyi, en ince ayrıntıları gösterir kelimeler okuruna, kimi soldun bir hayatın kuytuluklarında saklı kederleri, kim yitip giden hayallerin geride bıraktığı ümitleri, ister ki turnalar aksın başımızın üstünden ,aşsın engin denizleri, yalçın dağları, ister ki aşka ve ayrılığa, hasrete ve hüzne dair ne varsa unutulan, anlatsın usul usul sevenlere, ayrı düşenlere, yitip gidenlere? Cihan Aktaş´ın kalemi, bir turna misali, akıp gidiyor hayatımızın ortasından. Turnam gidersen Aktaş´a Karlı dağları aşa aşa

Önünde sanki birdenbire oluşan kalabalığın arasından ufak tefek kadın bir çığlık atarak ayağına eğildi. Galiba ayağının başparmağı incinmişti. Kadının bakışlarını görünce anladı. Çarpan, kendisiydi. "Dikkat edin canım!" Utandı, özür diledi. Fakat o ne yüksek ökçeler öyle! Ökçeler, yüksek ökçeler. Ortaokul yıllarında Ömer Seyfettin'e özenerek ne çok hikaye yazmıştı... O hikayelerden geriye kalan sadece buruk bir eskiklik duygusuydu. Bagajların yanındaki koyu yeşil valizi görünce, toparlandı. İşte kasabanın çarşısındaydı. Üç gün bir hikaye için yeterli bir süreydi. Dönüşün hikayesi. Yaşayan bir hikaye. Hikayecinin hikayesi. Ya da şu piyes; Çehov'un Martı'sı. Hiç bir zaman tamamlanamazdı hikaye. Çehov son nefesini verirken mutmain miydi?..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
975-8950-80-0.jpg


Semavere od salmışam İstekana kand salmışam Yarim gedip tek kalmışam Ne azizdir yarın canı Ne şirindi yarın canı Bir türkünün gücü bu kadar sınırlı uçucu mudur? Artık böyle sevdaların olmadığından sözederken, 'bizimki farklı olabilir' der gibi bakmıştı. İçeri Şehir'in küçelerinde dolaşırken, ilerilerde bir yerde serpilen suyun sesini, akan çeşmenin şırıltısını, komşuda istenen ateşle yakılan semaverin fokurtusunu hatta armudi bardaklarda ikram edilen bir yudum çayın ardından damaklarında yavaş yavaş erimeye başlayan kesme şekerin tadını duyar gibi olurlardı.

Hayat güzeldi, kolaydı, birbirine geçen küçelerin sürprizlerle saklı girdi çıktılarıyla, kapı pencere eşiklerine sinen sevgilerin bekleten ve bekleme sabrını bahşeden gücüyle, kalabalığı eksilmeyen evlerden akşam üzeri sızan yağda kızarmış al buhara eriğinin safran ve sarıkök karışık kokusuyla güzeldi hayat; başıyla sonu belli yine de her dinleyişte yeni duygular ilham eden, daralan ruhlara yeni kapılar pencereler açan, farklı duygularla kanatlandırıp semalara yükselten bir türkü gibi önlerinde uzanırdı...


Sadece küçeler bilirdi bazı sorunların cevaplarını; gizli bahçelere açılan dar, serin ve loş küçeler. Hikayenin has kalemi Cihan Aktaş, zamanın solgun aynasına düşen hayatların dokusuna sinmiş güçlü bir mekan duygusunu sımsıkı tutunulmuş ülkelerin, sokakların, odaların, kalelerin diliyle anlatıyor bu kitabında. İnsan ve zaman terk etse de mekanları sevda türkülerinin bilge sesinin susmayacağını, tarihi yazan hiçbir gücün hiçbir zaman ve mekanda insanın hayata olan inancını, sevdalara bağlanan kalbini, kedere ve hasrete kardeş direncini yıkamayacağını söylüyor her hikayede. Gün olur bir insanın kaderi bir ülkenin kaderiyle birleşir, gün olur bir hasretin ateşi bir türkünün avazına düşer, ama sevda sürüyorsa umut hep var demektir, sıla varsa yalnızlık hep umutsuz değildir.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Yeteri kadar kalın olmalıydı duvarlar ki yıkılmasın." Kayıp resimlerin parçalarını arıyor bu öyküler: kimi zaman bir çocuğun içli suskunluğu örüyor hayatın duvarlarını, kimi zaman içindeki coğrafyanın gezgeni olmaya adanmış bir kadın; hızına yenik düştüğümüzü sandığımız zamandan damıtılmış kelimeler odaların, yolların, sokakların, dağların türküsünü saklıyor satır aralarına; tam da "akıp gidiyor işte hayat" dediğimiz anlarda, gözden kaçmış ayrıntılarla çıkıyor karşımıza anlatıcı; belleğimizin yorgun duvarlarına düşmüş gölgelerin aslına çağırıyor bilincimizi.

Duvarsız odalarda büyür yalnızlık
spacer.gif
Cihan Aktaş, toplumsal konulara duyarlılığı hatta katılımıyla bildiğimiz bir öykücü. Bu duyarlık ister istemez öykü dünyasına da yansıyor. Yazarın kendisini katmadığı eser düşünülebilir mi? Bu açıdan baktığımızda, Duvarsız Odalar kitabına biraz daha yakınlaşırız. Aktaş`ın gerçekliğini, toplumsal hayatı algılayış biçimini hemen her öyküde görmek mümkün. Öyküsünün yaslandığı zemin, gerçek hayatın gündelik ilişki biçimlerinden politik duruşuna kadar yayılıyor. Yazarın kurduğu öykü dünyasına baktığımızda, `duvar`, `oda` ve `yol` metaforlarıyla sıkça karşılaşıyoruz. Metaforlarla kurulan öykülerde geçmiş kurgusu çok önemli. Aktaş, kadın bakış açısının egemen olduğu öykülerini `ben-anlatıcı`yla kuruyor ki bu da metinleri canlı kılıyor. Öykü kişisinin anlatıcı olması, ister istemez yazarın, otobiyografik izlerini de barındırmış oluyor. Kitapla aynı başlığı taşıyan ilk öykü, `Duvarsız Odalar` olgun bir sesle anlatılıyor. Anlatıcının kendi geçmişini, çocukluğunun bir dönemini yeniden kurgulamasına tanık oluyoruz. Kendi benliğini yeniden sözcüklerle kuruyor. Duvarsız odalar, aslında anlatıcının küçüklüğünde masanın altına yaptığı duvarsız evciği imliyor. Çocuğun hayal dünyasıdır o kurduğu ev. Gerçekte evlerinin hep onarım aşamasında olması, çocukta bir ev, barınak özlemini doğuruyor. Öykü bir öğretmen ailesini anlatıyor. Anlatıcının yaptığı ev, aslında hayalidir, kendi zihin dünyasında kurduğu bir evdir. Çocukluğunun yalnızlığını tüm hayatına yayan bir imgedir, ev kurgusu. Öykü, köyün zor koşullarında yaşayan bir ailenin fotoğrafını da çiziyor bir yandan. Kaçış imgesinin yoğunca işlendiği öyküler var Duvarsız Odalar`da. Bazen toplumsal hayattan sanal hayata, bazen anlatıcının kendi içinde bir yolculuğa çıkması biçiminde aktarılıyor bu. `Seni Bekleyen Biri` öyküsü bir telaşı, yolculuğu anlatıyor. Gündelik hayatın hızını yansıtıyor sanki. Evsizlik, birçok öykünün başat öğesi. `Basamaklar` öyküsü göndermelerle yüklü bir öykü. Çok yüzlülüğü sorguluyor burada yazar. Örtülü bir kadının, kocasının işi gereği sürekli yapay yüzlerle görünmesini irdeliyor. İletişimsizlik, hayatın serkeşliği, kayıp benliklerle örülen öykülere davet ediyor okuru Aktaş. Müslüman olarak yaşamanın anlamını da sorgulamıyor değil öykülerde. `Kendine Kaçma` öyküsünde, temelde tartışılan sanal ortamdaki `kendin ol`, `neysen o ol gibi` repliklerin karşılıksızlığıdır. Öykü, hayattan kopan bir duyarlığın sorunsallaşmasını konu alıyor aslında. Özeleştiri de barındırıyor öykü; Müslüman dünyanın artık eskisi gibi samimi olmadığını da vurguluyor. Müslüman`ın bir `ayna` olamayışını, hadislerin eskisi kadar etkili olmamasını, cemaatin önemsizleşmesini ve bireysel yalnızlığın, belki yapay bir bohemyanın önem kazanmasını, içtenliğin azalmasını işliyor. İnternet dünyasının gerçeklikten kopuk olduğu kadar gerçeği itenlere de sıcak geldiğini, gerçekle yüzleşmekten yorulanlara kapı araladığını ve bunun da aslında müminin temel özelliği olan iletişim, içtenlik gibi vurguları kaldırdığını ima ediyor anlatıcı. Öykünün başka bir trajik yönü de var; örtülü bir kızın başını açması, peruk takması ve zaman içerisinde saçlarını boyaması, adını değiştirmesi, Rüya`nın Zeynep olması... Ama esas mesele duyarsızlık. Dini algılama biçiminin zamanla değişmesi. Kamusal alanda örtülü olmanın getirdiği zorluklar ve hayat şartlarıyla beraber işleyen süreç, başı örtülü olsa da dini alandaki algılama biçiminin aynileşmesi. Gülizar`ın hikayesi, satır aralarında işleniyor, başını açmamış ama `duyuş ve kavrayış` olarak pek de dini duyarlığını beslediğini söylemek güç. Geçmişini, dini kaygılarını abartarak anlatması, bir dönüşümü de göstermesi açısından oldukça dönemsel bir öykü. Trajik duygusunun yitirildiği bir dönemi dillendiriyor Aktaş.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45


Ağzı Var Dili Yok
Şehrazat

Basım Yılı: 2005


“Nedir hikâyeden beklentimiz? Hayatı öncelemesi ve yalanı dışlaması. Gerçeküstü görünse bile bizi hakikat’in yanına biraz daha, biraz daha yakınlaştırması.”

Sesini edebiyatın kadim esrarına katan bir göçebenin, yersizyurtsuzlaşan bir duyarlılıkla damıttığı mahrem hikâyelere çağırıyor okurunu. Acemi terzilerin kesip biçtiği bir hayatın, sınırları aşan bir coğrafyaya dağılmış parçalarını ilmek ilmek yeniden birleştiriyor. Farkına varamadığımız kimi anların nasıl da upuzun birer süreç, bütün bir ömrün kim bilir belki de tek bir andan ibaret olduğunu imliyor.

Hayata sessizce ama hep içeriden, hep derinlemesine bakıyor Şehrazat… Issız odalarda saklı sesini, dingin ve bilge sözlere bağışlıyor.
 

rahlem

Asistan
Katılım
31 Mar 2008
Mesajlar
209
Tepkime puanı
34
Puanları
0
975-8950-74-6.jpg


Türkiye 'de yaşanan son başörtüsü yasakları ve bunlara bağlı gelişmeler geleceğinin tarihi açısından oldukça anlamlı bir yere sahiptir. Bu tesettür müslüman toplumların geri kalışları için sürekli gerekçe diye öne sürülen kadınları tutsak hale getiren batıcılar için müslüman toplumlardaki "ilkelliğin ve taassubun" sorumlusu sayılan örtünme kuralı değil miydi? Öyleyse nasıl oluyor da kendilerine batılı anlamda serbest özgür ve modern olma alternatifi sunulmuş okuyan-yazan genç hanımlar tesettür uğruna okullarından veya işyerlerinden olmayı göze alacak kadar mücadele ediyorlardı? İslamî kılık-kıyafetin müslüman toplumlarda yeniden söz geçirir oluşu batılıların hangi hedeflerine zarar veriyordu da konuyu her fırsatta gündeme getiriyorlardı? Bu soruların cevabını yakalamak batı için elbette önemliydi fakat asıl bizim için önemliydi.
Tesettürün canlanışı her şeyden önce batının yerleşik "evrensel" gücüne karşı çıkan onun uluslararası düzenini tehdit eden kendine güvenli ve uzlaşmaz bir İslam 'ın varlığını haber veriyordu. Böyle bir İslam Batılılaşmaya yöneltilmiş müslüman kökenli toplumlardaki hayat-dışı ve soluğu işitilmeyen İslam değildi. Bu yüzden batılı yetkililer İslami örtünün "irticai" bir simge olduğunu ileri sürdüklerinde bu görüş kısa zamanda halkı müslüman ülkelerde İslam 'ın canlı gücünü sindirmeyi amaçlayan bir tavıra dönüşüyordu. Konuyu "Tanzimat 'tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar" ilişkisi ekseni üzerinde inceleyen elinizdeki araştırma bizden cevap isteyen bütün bu soruların daha sorulmamış pek çok sorunun cevabını araştırıyor.
 

rahlem

Asistan
Katılım
31 Mar 2008
Mesajlar
209
Tepkime puanı
34
Puanları
0
531.jpg


Yayın Yılı : 2008
Sayfa Sayısı : 408

İran Türkiye’nin doğusunda yer alan http://www.kitapalemi.com/kitaps/kitaps.asp?kx=arama&statsenable=&aranacak=&secenek=tumutarihinde ve kültüründe Türkiye ile buluştuğu ortak noktaların izlerini kolaylıkla sürebileceğimiz yakın bir ülke. Ancak dikkat çekici olan nokta 1979 yılında gerçekleşen rejim değişikliğinden sonra sadece coğrafi yakınlıkla sınırlı kalmayan bu yakınlığın Türkiye’de hiçbir biçimde öne çıkartılmaması. İran’a bakış(lar)ın çeşitli tezahürlerini basından ve kitaplardan izleyebiliyoruz. Elinizdeki kitapta yakın ve yabancı komşunun yaşamına ilişkin kimi göstergeler denemesel ve içtenlikli bir biçimde ayrıntılı olarak anlatılıyor.
Cihan Aktaş bugünkü İran’a dair her türden dışarlıklı değerlendirmeden uzak biçimde yakın yabancının çeşitli hallerini anlamaya dönük alternatif bir İran anlatısı sunuyor. Önemli düşünürlerin tartışmaların olayların kültürel eğilimlerin ve siyasi gelişmelerin benzersiz bir analizini yapan Aktaş’ın yazıları devrim öncesinden bugüne kadar uzanan bir zaman aralığında geziniyor. Aktaş kendi deneyim ve tanıklıklarının yanı sıra ülkenin başlıca yazar ve düşünürlerinin görüşlerine de yer vererek İran 'ın tarihsel ve kültürel kimliğini; bu farklılığın köklerini gelişimini etkileşimlerini İran’ın 1979’dan günümüze geçirdiği büyük serüveni araştırıyor.
İran aklımızda oluşturulan imgelerden oldukça farklı hakkında çok az şey bildiğimiz ama tanıdığımızda biraz da kendimizi tanımamızı sağlayacak bir İslam ülkesi... Bu kitapta yer alan yazıların İran’ın Türkiye’ye ne kadar yakın ne kadar uzak olduğu konusunda önemli katkılar sağladığını düşünüyoruz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
resim.ashx


Hiç bir dönemde kadın, batı uygarlığının şimdiki zamanında olduğu kadar çok boyutlu sömürüye uğratılmadı ve saygınlığım yitirmedi. Hiç bir tarihî dönem bu kadar kadınların kendi istekleriyle ve adeta birbirleriyle yarışarak köle, fuhuş sermayesi, güzellik kraliçesi, tüketim aracı ve hedefi oluşlarına tanık değildir. Güçlünün zayıf olanları bilimsel yöntemlerle ezme hakkı kazandığı bu dönemde kadın, zayıfın da zayıfı olarak çok yönlü sömürüye uğratılıyor. Bakmayın siz «kadınlara özgürlük» adına haykıranların çığırtkanlıklarına... Eski Romanın veya iran'ın kadın pazarlarında da zamanına ve kılıfına uygun teraneleri vardı kadm tüccarlarının. Bir dönemde kendisini ve toplumunu anlamasına imkân olmayan bir tutsaktı müstazaf kadın.' Onun doğasının zayıf yanma seslenen özgürlük vaadleri insanlık/kadınlık ödevlerini ihmâl, terk ve inkâr etmesini getiriyordu. Hep aynı sloganlar: Özgürlük, adalet ve eşitlik... Ne güzel vaadler ama, hani neredeler uygulamada? Zulmü çeşitlendiren materyalist sistemler, insanlığı kadar cinselliğini de dönüşüme uğratıyorlar kadının.
Ürün Adı Yazar Yayınevi SD Kardeşliğin Dili Cihan Aktaş İz Yayıncılık
tedarikIcon.png
Şark'ın Şiiri: İran Sineması Cihan Aktaş Kapı Yayınları
tedarikIcon.png
Kusursuz Piknik Cihan Aktaş İz Yayıncılık
tedarikIcon.png
Yakın Yabancı Cihan Aktaş İz Yayıncılık
tedarikIcon.png
Seni Dinleyen Biri Cihan Aktaş Kapı Yayınları
tedarikIcon.png
Duvarsız Odalar Cihan Aktaş Kapı Yayınları
tedarikIcon.png
Sistem İçinde Kadın Cihan Aktaş Beyan Yayınları
tedarikIcon.png
Hz. Zeynep Cihan Aktaş Beyan Yayınları
tedarikIcon.png
Hz. Fatıma Cihan Aktaş Beyan Yayınları
tedarikIcon.png
Tesettür ve Toplum Cihan Aktaş Nehir Yayınları
tedarikIcon.png



Ürün Adı Yazar Yayınevi SD Dine Karşı Din "Anne Baba Biz Şuçluyuz" Ali Şeriati Fecr Yayınevi
tedarikIcon.png
Adayış Risalesi Mustafa İslamoğlu Düşün Yayıncılık
tedarikIcon.png
Esir Evliler Emine Şenlikoğlu Mektup Yayınları
sepetIcon.png
Zilha Günü Yıldız Ramazanoğlu Timaş Yayınları
sepetIcon.png
 

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
KENDİNİ UNUTUŞA VERDİ
22802.jpg

Cihan Aktaş babasını anlatıyor!
Cihan Aktaş, Kuşluk Vakti dergisinin baba sayısında babasını anlatmış. O yazıyı çalıntılıyoruz..

28 Aralık 2010 Salı 12:00
Babam, ilk kahramanım
Kız çocukları için baba, karşı cinse ilişkin imgeleri yayan, fikirleri oluşturan ilk kaynaktır. Babam benim ilk kahramanımdı ve bu yıllarca böyle sürdü. Asiydi, dikbaşlıydı, kendi doğrularını savunmak için her yolu denerdi; çıkar için uzlaşmaya yanaşmaz, yenilgiyi kabul etmezdi. Tutkulu, sabırsız, deneyciydi. Yeniliklere açıktı. Toplumda ayrıcalıklı davranan kişilere mesafeli, ezilen kesimlere yakın dururdu. Yetim çocuklar için kendini paralardı.
22803.jpg


Kadınlara görünüşleriyle değer kazanmalarını öğreten kabulleri küçümser, modernliği tayyörde veya kravatta arayan arkadaşlarına sert eleştiriler yöneltirdi. Bildiğimiz anlamda tesettürü benimseyen biri değildi, böyleyken onun saygın bir kadın kişiliğine ilişkin değerlendirmelerinin, tespitlerinin tesettürü benimsememde büyük katkısı oldu.
Refahiye’deki kitapçı dükkânımızın tabelasında annemin adı yazardı. Evlatları arasında kız-erkek evlat ayrımı gütmezdi babam. Bu konudaki fark koymazlığı bazen şaşırtıcı boyutlara ulaşırdı. Issız bir değirmenin yanıbaşında kurduğu çiftlikte ilkokul çağındaki kız çocuğunu nöbet tutmakla görevlendiren öğretmen Don Kişot gibi hayal dünyasında mı yaşıyordu acaba... Belki de dünya o zamanlar yeteri kadar güvenli görünüyordu insanlara.
Çiftlik, kitapevi, arı kovanları, ciltçilik deneyimi, kurak arazileri ağaçlandırma... Köy enstitüsü yıllarında öğrendiklerini uygulamaya dökmekle geçti hayatının uzun bir dönemi. Bu nedenle de hep yolculuğa çıkardı. Bazen bir gazete yazarıyla ortaklaşa bir “yetim” kampanyasına girerdi. Bazen bir kitabın peşine düşüp Ankara’ya veya İstanbul’a giderdi.
O uzak yollara gider ve nihayet gelirdi; dönüş anları her zaman sürprizlere sahne olacak şekilde yaşanırdı. Araba bulamadığı için karlı yollarda saatlerce yürümüş olurdu. Valizinden resimli romanlar, imzalı kitaplar, zeytin ezmeleri, oraletler, çocuk dergileri çıkartırdı. Gitmemesi, gündüz saatlerini evde tembel ifadelerle geçirmesi düşünülemeyecek biriydi. Öğle ajansını dinlemek için geldiğinde evde çıt çıkmasın isterdi. Kulağını radyoya dayar ve Bizim Radyo’yu dinlerdi. Hem yürekten inanan bir Müslümandı, hem de sendikacı yanı nedeniyle de komünist sayılırdı. Kadirimeşrepti. Hoş kendini bir sıfatla anlatmaz, bunu yapanları küçümserdi. Bir Alevi’yi, camiye sokmamakta direten imama karşı savunmayı üstüne alırdı. Yılbaşı gecesi Noel Baba kılığına girerek partiler veren meslektaşlarını da hor görürdü.
Ruhunun isyan ettiği problemli sahneler karşısında kendini ileri atarken en küçük bir hesap yapmayan adamın günün birinde üniversite çağındaki çocuklarından kendilerini geri planda tutmalarını, dünyayı değiştirebileceklerini de hiç sanmamalarını istemesini, edebiyatla haşır neşir insanlar yadırgamayacaktır. O, halkın reyinin ve halkın iyiliğini isteyen kahramanların yükselişte olduğu bir çağın insanıydı.
Kişiliğimde bir şeyleri bastırmama sebep olmadı mı baskın mizacıyla... Oldu muhakkak ki ve bu yüzden de kağıda kaleme, anlatma sebeplerinden pek az kuşku duymanın sağladığı cehtle sarıldım. Her zaman çözülmesi kolay olmayacak bir problemle karşılaşma sıkıntısını yükledi bana. İlkokul birinci sınıfın sıralarında otururken bir öğrenci gelirdi beşinci sınıftan ve babamın beni çağırdığını söylerdi. Kara tahtanın başında verilen problemi çözememiş bir öğrenci olurdu. Babam o problemi çözmemi isterdi. O çocuğa vermeye çalıştığı kötü (ve tatsız) ders, benim üzerimde de bir baskı oluştururdu. Acaba dört sınıf ötesinden üzerime yürüyen o problemi çözebilecek miyim... O buna öylesine emin olurdu ki nasılsa bazen çözülürdü problem; kendim de şaşardım. Onun sınıflarında ders görmeyen, sıra dayağı fasıllarından muaf tek çocuğu olarak sahip olduğum bir bağımsızlık var yine de.
İktidar alanlarından uzak durur, muhalefet alanlarında kendine ait yeri bulmaya çalışırdı. Siyasal açıdan aktif olsa da sivil bir öfkeyi yansıtarak var olmayı seçti. Bu var oluş tarzı bir yerde insanları yalnızlaştırıyor. Onun hayalimdeki kahramana o kadar da benzemeyen yanlarını keşfetmeye çok geç bir yaşta başladım. Mücadeleden yılmış, emeklilik hayatının rutin zeminine kapanmıştı. İsyan ve itirazın sonuna kadar götürülemezliğinin getirdiği çözüm, bu şekilde kendi içine çekilmek olmamalıydı. Onu yeni simasıyla kabullenmekte çok zorlandım doğrusu. Sohbete yol açacak bir cümleden kaçındım bazen. Çünkü artık siyasal ve sosyal alandaki eleştirileri ya da hayattan çıkarttığı dersler bana övgüye değer görünen bir duruş alanından seslenmiyordu. Çünkü ona ters gelen bir istikamete yönelmiş, başımı örtmüş, mimarlık mesleğini bırakmış ve pek de onaylamadığı bir evlilik yapmıştım.
Kendi kendini tekrarlayan günlerini bir iç burkuntusuyla izlerken, eski babamın geri gelmesinin mümkün olmadığını kabul ettim nihayet.
Bunları yazarken geçmiş zamanlı ifadelere başvuruyorum elimde olmadan, çünkü babamla artık normal bir iletişim kuramamaktayım.
Peki, çocukluk çağından sonra babamla normal bir iletişim içinde olabildim mi sanki... Olamadım. Kahramanlarla normal iletişim kurulmaz. Bir dönemde zirvede oldukları için ve bir dönemde de kaçınılmaz olarak o zirveyi terk etmeye başladıkları için. Babam bir şeyleri sesiyle ve sözüyle düzeltmesinin bir yolu kalmadığına inanmaya başladığı zaman birdenbire yaşlandı gibi geliyor bana. Şövalyelik değerlerinin geçersiz olduğu ilişki düzeylerinde kendini korumak için yalnızlaşmayı seçti çünkü. Gençlik çağında içine dalıp geri çekildiği nice uğraşısından birine olsun vefalı davranmadı, üretimden çekildi. Kendini bir unutuşa terk etti, hayatını sürdürebileceği sınırlı malumat ve çocukluk çağı dışında bildiği ne varsa unutmaya çabaladı.
Yayınlanan her kitabımla bir bakıma da olsa yazar olmamdan hiç hoşlanmadığını belli eden babama yazma sebeplerimi açıklamaya devam ediyorum. Ben ondan kahraman olarak vazgeçmiş de olsam o cümlelerime, hikayelerime bir şekilde katılmayı başarıyor.

Kaynak: Kuşluk Vakti, Baba Özel Sayısı, Haziran 2010.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
YENİ BÜYÜLÜ GÜNLER
23396.jpg

Cihan Aktaş'ın öyküsü bizimdir
Cihan Aktaş’ın “Son Büyülü Günler” öyküsünün İz'den yeni baskısı üzerine bugünden bir okuma yaptık.

Cihan Aktaş, sosyal meselelere mimar titizliğinde yaklaşımının yanında ilgi alanları itibariyle derdini “öykü”leştiren Türkiye’nin nadir isimlerden. İlgi sahaları itibariyle, Türkiye’de geleneksel yapının kadın üzerinden değişimi üzerine eserleri var. Aktaş, bir başka boyutuyla Türkiye’de üzerine henüz bir bilgi birikiminin oluşmadığı İran üzerine kalem tutan nadir isimlerden biri. Özellikle de İran sineması ile Türk okurunun buluşmasında katkısı çok.

Kaygı’nın öyküsü

4988.jpg


Bir sosyal bilimci neden kendi sahasında görülebilecek bir sahada kalem oynatır ki? Bu durumu, Nurettin Topçu’nun “Reha” romanıyla açıklamak mümkün. Cihan Aktaş da Topçu benzeri bir “kaygı” ile ilgi sahasının geniş kitlelerle de buluşması için derdini “öykü”leştiriyor. Aktaş’ın birkaç öykü kitabın adı bile derdimizi biraz daha netleştirir: “Üç ihtilal Çocuğu”, “Ağzı Var Dili Yok Şehrazat”, “Halama Benzediğim İçin”
Türkçede anlatmaya dayalı metinlerin, Anadolu insanı ile tanışma serüveni henüz “asırlık” vasfını biraz geçti. Hele hele Anadolu insanının kendi içinden çıkan sözcülerinin kendini dillendirmesi yeni bir hadise. Birkaç bilinen ya da bilinmesi istenen isim sayılabilir ama Anadolu insanını değerleriyle kucaklamaya çalışan öykücülerimizin sayısı ne yazık ki az.
Modernizmin dönüştürücü etkisinin Anadolu insanına izdüşümü Özal dönemi ürünüdür. Anadolu insanını derdiyle öyküsüne yer verenlerin hemen hepsinin hayatında Anadolu ve kasaba yaşantısının izleri vardır. Bunun için bizim derdimizin sözcülerinden Mustafa Kutlu’nun öykülerine bakmak yeterlidir. Kutlu öyküsü, hala şehrin kenarlarında dolaşıyor ama şehirden bahsetmiyor. Kendine has bir şehir algısı var Kutlu’nun. Son kitabındaki şehir anlatısı derdimizin göstergesidir.

25537.jpg


An(ı)ların öyküsü

Cihan Aktaş’ın “Son Büyülü Günler” kitabı, “Üç İhtilal Çocuğu”ndan sonra ikinci öykü kitabı. Aktaş’ın kitabı, Kutlu tarzı öykü geleneği içinde yer alıyor. Anadolu’nun geleneksel son günlerini dile getiriyor. Garip bir tecellidir ki Köy Enstitüleri Fakir Baykurt-vari bir öykü geleneği oluştururken öğretmen okulları da Kutlu-vari gelenek ile modern arasında bir hesaplaşma süreci yaşayan ve modernizmi sorgulayan gelenekselden yana öykü geleneğini oluşturdu. Mektebin dönüştürücü etkisi bir kez daha üzerimizde belli oluyor.
Her insan için geçmişte aradığı an’lar toplamı vardır. Aktaş da bu an’lar toplamını öyküleştirmiş. Bazen Erzincan’ın geleneksel insanları arasında bazen Azerbaycan Bakü’sünde komünizm sonrasında yaşananlarda bazen de küçük bir fotoğraf karesinde geziniyorsunuz.

“Büyü” rüyadır
“Büyü” sözcüğü rüyayı ya da hayali imgeler. Bir bitişin imgesidir. Sorun bir öncekinin bitmesi değil, nasıl bittiği noktasında düğümlenince “büyü” ulaşılmak istenene ulaşmak için bir araca dönüşüyor. İnsan “büyü”ye sığınır. Çünkü “büyü”nün mantığında yönlendirme vardır. “Kendi istediğim gibi olsun”lar vardır. Ama kader “büyü”nün üzerine tahakküm kurar. Kitaptaki ilk öyküdeki Erzincan, “Bal Festival”indeki Erzincan değildir.
Batıdaki modernleşmenin dönüştürücü etkisiyle, Batı-dışı toplumlardaki dönüştürücü etki aynı değildir. Çünkü birinde içten dönüştürmeye iştiyak varken diğerinde direnen güçler olmakla beraber, dönüştürmeye zorlayan bir irade var. Bu iradenin görünümü bizden görünüp bizi değiştiren bir etkiye sahiptir.

Bir değişimin öyküsü
Aktaş’ın mezkûr öyküsü Türkiye’deki İslamcılık anlayışının 1990 sonrası kazandığı ivmenin ipuçlarını vermesi bakımından da önemlidir. Çünkü geleneksel çevresinde, köyünde ya da kasabasında yaşayan Anadolu insanının bu süreçte nasıl değiştiğini de anlatmaktadır. Şehir hayatı ya da şehrin kendisi Anadolu insanını kabul eder ama Okmeydanı gibi yeni ve Anadolu kasabasını hatırlatan yerleşimlerde yaşamasına izin verir.
Aktaş’ın öyküsü bizden bir öykü. Bize bizi dillendiriyor. Hem bizi dillendiriyor hem de bize bizi anlatıyor. Bir yüzleşme öyküsü ile karşı karşıyayız.
Henüz öyküde de hesaplaşma sürecimiz başlamadı. Bu sürece katkı sağlayan bir öykü biz’leri bekliyor.


Arda Şeker yazdı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
EVİNİN HANIMI OL!
25701.jpg

Onunla karıştırılmak istemiyorum!
Ev kadını mısın yoksa ev mühendisi mi? Ev kadınlarını bezdiren soru; mesleğiniz nedir?

“Ev hanımıyım” denildiğinde; müstehzi bakışlar, bunu zaten bir meslek addedip de niye söylüyorsun ki tavırları, “hııım yani koca parası yiyor” imaları; ocuklarını ve eşini yarı aç, yarı tok gönderdikten sonra öğlene kadar yatan, onlar gelene kadar işlerini bitiremeyen bitirse de hayattan bezmiş, posası çıkmış bir şekilde evin içinde sürekli temizlik robotu gibi dolanan, ev halkına nefes aldırmayan hanım tipi geliyor akla. Veyahut haftanın en az dört günü, o gün senin, bu gün benim diyerek şehir içi turları atan, akşamları da dizi izleyen kadın rolünün yüklendiği hatun kişi. Neredeyse bu sınıfa girmeyen duyarlı hanımlar, “ev hanımıyım” demeye çekinir oldular; çünkü çağrışımları asalak, kültürsüz, evinde geçirdiği saatlerde aklına yemek-temizlik ikilisinden başka bir icraat gelmeyen (tabi bir de televizyon karşısında harcanan atıl vakitler var) zat-ı muhteremeler oluyor.

4987.jpg


Aradığım cevabı bir kitapta buldum

Senelerdir bizlere rahatsızlık veren problemin çözümüne bir kitapta rastladım. Cihan Aktaş’ın 5-6 sene evvel okuduğum Mahremiyetin Tükenişi kitabında ”ev mühendisi” tabiri geçiyordu, kafamdaki ampuller ışıl ışıl yandı; “Yaşasın, işte bu, buldum.” dedim. Bir daha mesleğimi soranlara ev mühendisiyim diyeceğim. Tabi arkasından bir de izahat vermeye hazırlıklı olmam gerektiğini sonradan edindiğim tecrübelerle anladım. “O da ne, yeni bir meslek mi?”, “Aman ev hanımısın işte ne farkı var sanki”, yaklaşımlarına muhatap oldum zira.
Hayır efendim! Sıradan ev hanımlarından değilim. Yaptığım açıklamalar da kompleksle söylenmiş bir izahat zannedilmesin. Ev hanımı vasfını taşımaktan onur duyuyorum; lakin o tabir kullanıldığında akıllara hücum eden aşağılayıcı ve olumsuz yargılardan şikâyetçiyim. Eh madem bir yola girdik çekinmeden, sıkılmadan, göğsümüzü gere gere rahatça ifade edebilmeliyiz ki maksat hâsıl olsun. Malum çocuklar okuldan eve, doldurulması gereken bir sürü evrak getirir veya hayat bilgisi dersinde ödev olarak verilir; anne-baba mesleği nedir filan.

Annemin mesleği: Ev Mühendisi
Kızıma anne mesleği için verilen boşluğa ev mühendisi yazmasını söyledim. Kızım “yazamam anne utanırım. Bana ne olduğunu sorarlar.” dedi. “Yazacaksın, ne olduğunu da anlatacaksın, lütfen.” dedim. Sınıfta herkes yazdıklarını okumuş ve sıra kızıma gelip de yazdığını okuduğunda, öğretmeni “ne dedin sen, bir daha oku” bakalım demiş. Kızım, tekrar okumuş ve yazdığının ne manaya geldiğini açıklayınca da öğretmeni tebrik edip selamlarını göndermiş. Diğer bir öğretmeni de -hoşuna gitmiş olacak- toplantıda velilere mesleklerini sorduğunda ve kimileri “ev hanımıyım” dediklerinde, gözlerime bakıp gülümsedi ve: “Biliyorsunuz biz ev hanımlarına ev mühendisi diyoruz “ dedi. Artık bununla o kadar bütünleştim ki resmi-gayri resmi, hangi sebeple sorulursa sorulsun otomatik olarak ev mühendisiyim diyorum. O denli normal ki benim için, ”Mesleğiniz ne?” sorusuna cevap verdiğimde, karşı tarafın şaşkın yüz ifadesiyle muhatap kalınca anlıyorum, onlara anormal gelen bir cevap verdiğimi. En son fuarda kitabımı imzalarken, sayın yazar sorunca mesleğimi, “ev mühendisiyim” dediğimde ev tasarımı ile ilgili bir branş olarak tasavvur etmiş, hiç duymadığını ve ilginç bulduğunu ifade etmişti.

Ev mühendisinin farkı ne?
Akıllara şöyle bir sual gelebilir: “Tamam ev mühendisisin anladık, peki farkın ne diğerlerinden söyle bakalım?”
Aslında farkımız zaten nerede durduğumuzu ve nasıl bir sorumluluk içinde bulunduğumuzu idrak etmekle başlıyor. Zira bizler bir nesil yetiştiriyoruz ve öncelikle kendimizi vahiy ve sünnet doğrultusunda inşa edip, elimizden geldiği ölçüde beslemeli, donatmalıyız ki bizim ışığımız bir sonrakinin yolunu aydınlatsın.
Misal ev mühendisi sabah namazından sonra uyumaz, erken yatar erken kalkar, gündüzleri “diri” kalmak için gecenin bir müddetinde uykusundan feragat eder (tıpkı bir Müslümanın yapması gerektiği gibi). Kitap okumaya vaktim yok diyenleri yalancı çıkartırcasına isteyince her hal ve mekânda okunabilirliğini ispatlar (çocuk sallarken, çorba karıştırırken, otobüste, doktorda ya da herhangi bir yerde sıra beklerken, hatta kan verirken dahi... Tecrübeyle sabittir). Ayrıca ev işlerini, radyo dinleyerek yaptığınız vakit hem nasıl bittiğini anlamıyor hem de -kısa günün kârı misal- bilgi sahibi oluyorsunuz. (Bu satırların yazarı birazcık radyo tiryakisidir de.) Her zaman kullandığı ürünlere dikkat eder ve evine gâvur ve gâvur destekçisi malları sokmamaya itina gösterir.
Yani kısaca hayattan kopmadan, kendimize de özel zamanlar ayırarak, kul olduğumuzun bilinciyle, duyarlı ve sorumluluk sahibi bir mü’minin neler yapması gerekiyorsa ev mühendisi de onları yapmaya çalışır.

“El işi ile fikir işinin imtizacı”
Andre Maurois “Hayatın Küçük Felsefesi Yaşamak Sanatı” isimli kitabında ev kadınını tanımlarken şöyle der: El işi ile fikir işinin imtizacına güzel bir misal, istekle yapılmak şartıyla, ev kadınının yaptığı iştir. Çalışmak sanatı ile sevmek sanatının birbirine kavuştuğu noktadır. Kadınların evde yaptıkları tesirin, bir cemiyet hayatını tebdil ve ıslah etmesi bakımından oynadığı rolün ehemmiyeti aşikârdır.
Yani durum ciddi hanımlar, lütfen kendimize gelelim vakit çok geç olmadan!


F. Kebire Gündüz Karaaslan ev hanımlarına ev mühendisi olmayı teklif etti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
cihan-aktas22.jpg
127573.jpg


Şu sıralar üçüncü romanını yayımlamaya hazırlanan Cihan Aktaş’ın son yıllarda yazdığı yazılardan kadın, dil ve kimlik teması etrafında seçmeleri içeren yeni deneme kitabı İktidar Parantezi okurla buluştu


Görünmeyen, kısmen görünmeye izinli, muhatap kabul edilmesi dil ve kimlik kaybına (ve bazen de bizatihi can kaybına) bağlı olarak mümkün kılınan, dolayısıyla da sahicilikten uzak bir temsille var olan insanları, inançlarına sadakatleriyle apayrı varoluş yollarına işaret etmeye devam ettikleri için yazmaya devam eden Cihan Aktaş’ın son yıllarda yazdığı yazılardan kadın, dil ve kimlik teması etrafında seçmeleri içeren İktidar Parantezi, ne bir dönemle, ne de coğrafyayla sınırlı olmayan paranteze alma süreçleri ile toplumsal/siyasal iktidar ilişkilerinin iç içe geçtiği rotaları, alanları ve tarzları görmeye çalışan, her türden kibirli ifadeleri sorgulamayı amaçlayan bir kitap.
Cihan Aktaş, İktidar Parantezi, İz Yayıncılık,2011,416 sayfa.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Modern kadın artık evinden çok uzakta



Cihan Aktaş’ın bundan yaklaşık yirmi yıl önce yazdığı ‘Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği’ kitabı

Güncelleme: 08:00, 14 Kasım 2011 Pazartesi

Batı medeniyetinin yükselişi, aile kurumunu gerçek kılan değerleri tüketerek gerçekleşti. Çöküşü de bu değerlerin, dolayısıyla aile kurumun tükenişine bağlı olarak gerçekleşecek gibidir. Ailenin geçirdiği büyük bunalım, karşısında çözümsüz kalınan birçok probleme kaynaklık ediyor. Boşluğu doldurulamayan aile kurumuna, modern değerlerin taşıyıcısı olmak üzere farklı bir mahiyet kazandırılmak istenmektedir. Kapitalizmin bu manada yücelttiği çekirdek aile, dinin ve dini dışlayan modern değerlerin birbiriyle çekişme içinde olduğu çok önemli bir alan durumundadır.
Ailede problemler
Cihan Aktaş’ın bundan yaklaşık yirmi yıl kadar önce kaleme aldığı ‘Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği’ adlı eseri, işte dünyamıza hakim olan kapitalist/ pozivist/ modern yaşam karşısında Müslüman bireyin, ailenin sorunları ve bu sorunların nelerden kaynaklandığını sorgulayan, Müslüman bir toplumun temel nüvesi olan ailenin nasıl bir yapı teşkil etmesi gerektiğine sınırlı da olsa cevap arama mahiyeti taşımaktadır.
nydmy9aa4g.jpg

Üç bölümden oluşan eserin ilk bölümünde, Müslümanların evlilikleri ve aile düzenleri etrafındaki problemler inceleniyor. Ülkemizde yaklaşık elli yılı aşkın bir süredir İslamı yaşama arzusunda olan insanların yaptıkları evliliklerin ne derece tevhidî anlayışa dayandığı, yaşanılan gayri-İslamî ortamların Müslümanların evliliklerini ve aile yapılarını nasıl etkilemekte olduğu sorgulanmakta. ‘Müslüman kadının yeri evidir.’ Bu sözün gerçekliğini irdeleyip, Müslüman kadının kimliğine ilişkin birtakım yargı ve kabuller gözden geçirilmekte.
Cihan Aktaş, Müslüman kadının eviyle olan ilişkisinin bir tutukluluk, mahkumiyet demek olmadığını; ev merkezli bir hayatın eve kapanmak, evle sınırlanmak anlamına gelmeyeceğini belirtirken Müslümanın toplumsallaşması için geçerli olan öğrenmek- yaşamak- anlatmak şeklinde özetlenebilecek toplumsal sorumlulukların kadın için de geçerli olduğunu deklare ediyor. Ama aynı zamanda toplumsallaşmanın sadece ‘dışarıda’ olabileceği, dışarı ortamlarında sağlanabileceği görüşünü de sorguluyor. Tevhidî aile kurumunun totaliter bir yapısı olmadığı, ailede Müslüman kadının hakları ve ödevleriyle birlikte kocasının potasında eriyen biri olarak değil de, birey olarak sorumluluk sahibi bir taraf olarak yer aldığı düşüncesine yer vermekte. Evlilik ilişkisinde Müslüman kadını yok sayan kimi geleneklerin gerekçelerini ve çıkarımlarını ortaya koymakta. Ve genç kuşak Müslümanların evlilik sorunlarına değinilmekte. Modern eğitimin tedrisatından geçmiş İslam ile yeni tanışmış gençlerin büyük bir hayal ile İslami evlilik yapma arzusunun olduğunu ama bu durumun evlenildikten sonra var olan hayatı kabullenme sürecine girdiklerini bunun sonucu olarak da büyük bir düşkırıklığına uğradıklarının görülmekte olduğunu belirtiyor.
Kadın eve hapis mi?
İkinci bölümde aile kurumunun zayıflamasında büyük pay sahibi bir konuyu; geçmişte kadını salt evde tanımlarken bugün onu evinden soğutan eskilere uzanan geleneğin iki yüzü incelenmekte. Modern zamanda kadınlarda artış gösteren bir araz olarak agorafobiyi, ancak satılmak üzere ve aşağılanan bir hüviyetle agoralarda bulundukları, fitneye yol açmamaları gerekçesiyle evlere kapatıldıkları, karanlık bir geçmişin ardından yanlış bir özgürlük anlayışına düçar olmuş çağdaş Batılı kadının doğasının başkaldırışı olarak ele alınıyor.
Ailede tevhidi ilkeler
Üçüncü bölümde modernist kabullerle birlikte, geçmişte hayatın üretken merkezi olan evin geçirdiği anlamsal değişmenin ardından yuva sıcaklığını yitirerek nasıl da ‘salt’ mülke dönüştüğü irdeleniyor. Tüketen ve tükenen bir ilişki birimi değil, insani değerleri ve duyguları üreten zenginleştirici bir kurum olarak Müslüman ailenin gerçekleşmesinin gerekleri üzerinde durulmakta. Cihan Aktaş’a göre Müslüman toplumlarda kitabın yazıldığı tarihlerde yitirilmemiş olan ama şimdi tamamen çekirdek aile yapısına dönüşmüş olan geniş ailenin, tevhidi ilkeler ile yeniden gözden geçirilip ve kusurlarından arındırıldığı takdirde, modern çağ üstü üretken ve geliştirici aileyi yeniden gerçekleştirecek ilkelere yakın durduğunu dillendiriyor.
Son olarak ekonomik güçleri olsa bile, kültürel bağımsızlığa sahip olamayan Müslümanlar, modernitenin yuvasız bırakan etkilerini kentlerinde, evlerinde ve kişiliklerinde yaşamaktan kurtulmadıkları görüşünü dile getiriyor. Yeniden bereketli ev ortamlarına kavuşmak; aileye, kökenine uygun özellikleri yeniden kazandırmak, modern kentlerin değerleri izafileştiren, bütünlükçü bakışı parçalamaya kurulu çarkında nasıl mümkün olacak? İşte bu sorulara Müslüman ailenin canlandırılması sürecinin gerekleri cevap verebilir.

Ali Yaşkın okudu analiz etti
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
'Bana Uzun Mektuplar Yaz' yeniden


Cihan Aktaş’ın yetmişli yıllara bakan Bana Uzun Mektuplar Yaz adlı ilk romanının yeni basımı İz Yayıncılık tarafından yapıldı






Dünya Bülteni/ Kültür Servisi

Edebiyatın en özgün kulvarlarından biridir, roman. Roman tüketilmez, bitirilmez. Yaşamın tamamını kapsayan, içinde pek çok şeyi barındıran bir özelliğe sahiptir. Roman sürekli okunur ve her defasında yeni değerler eklenir. Cihan Aktaş yetmişli yıllara bakan Bana Uzun Mektuplar Yaz adlı ilk romanında romanın bu geleneğinden yararlanıyor; iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan bir bütün oluşturuyor. Yakın dönem tarihine otobiyografik anlatımın tek boyutluluğuna düşmeksizin 'içerden' bir bakışla değerlendirmeler/yorumlar sunuyor. Anlatıcı ile karakterin bilincini iç içe konuşturan anlatıma zaman zaman hayali veya imgesel denebilecek parçalar da ekleniyor. Kılı kırk yaran bir titizlikle, ince elenip sık dokunarak yazılan, emek ve sabırla işlenen bir roman Bana Uzun Mektuplar Yaz...

Romanın yazılış hikayesinden bir "Bakü" kesitini şöyle anlatıyordu göçlerle iç içe geçmiş bir hayatın öznesi olarak Cihan Aktaş: "Bana Uzun Mektuplar Yaz, ikisi de kimya profesörü olan bir çiftten kiralanan Şehitler Hıyabanı'na yakın evde yazılmaya başlandı Macintosh Classic bilgisayarda; pencereden izlenen Hazar'daki kabarmalarda Karadeniz'in dalgaları göze gelirken." Kahramanlarının karakteristik isimlerinden başlayarak yetmişli yıllar Türkiye'sine uzanan gerçekçi ve modern bir anlatım... Bu yüzden Aktaş'ın romancı (ya da öykücü) yanını görebilmek için, romanlarındaki (ya da öykülerindeki) mekânlara değil, karakterlere bakmak gerekir. İç konuşmalarına hemen her sayfada rastladığımız Aslı(han) Toprak özelinde karakter oluşumuna nasıl yaklaşılması gerektiğini de göstermektedir Bana Uzun Mektuplar Yaz.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Cihan Aktaş / Üç ihtilal çocuğu

ucihtilalcocugu.jpg


Yirmi yıl sonra üç ihtilal çocuğu

Cihan Aktaş’ın sonraki yıllarda yazdığı hikâyelerin nüvelerini satır aralarında barındıran gelenek ile modernizm arasında bir varoluş zemini kurmaya çalışan bir kadın kuşağına özgü, kaygıyla umut arasında gidip gelen bir yolculuğun ayrıntılarına yoğunlaşan Üç İhtilal Çocuğu yeniden yayımlandı






Asım Öz/ Kültür Servisi
Edebiyat ürünlerine dikkatle bakıldığında bu ürünü ortaya koyan yazarın toplumsal ve siyasal konumlanışı hakkında da bilgiler edinmek ya da daha öznel bir deyimle çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Eserin yazıldığı ve konu edindiği dönemlerin baskın sorunsallarına ilişkin kültürel çözümlemeler yapılırken kimliksel konumlanışlar da mutlaka dikkate alınır.
Seksenli yıllardan itibaren Türkiye'de İslamcı söylem ve kadının İslamiyet'teki durumu/konumu üzerine sorgulamalar öze dönüş, gelenek, modernleşme ve feminist tartışmalara paralel bir ivme kazanmıştır. Bütün bu süreçleri çok yakından yaşayan ve olaylara tanıklık eden Cihan Aktaş, Türkiye'de 'kılık ve kıyafet' bağlamında inancı gereği başını örten kadınların yaşadıkları sıkıntıların temeline inerek farklı bir bakış açısı getirmiş, Müslüman kadının serüvenini anlamamız için ciddi bir çaba göstermiştir. İşte bu yüzden Cihan Aktaş, bana öyle geliyor ki, seksen sonrasında zaman zaman ivmelenerek, bazen durup kendine dönerek yürüdüğü yolda tarihsel bir dönemece karşılık geliyor.
Cihan Aktaş'ın yazı/n anlayışının temel ilkelerini - bakış açısı, konu, tema, kişiler, dil, üslûp, teknik vb.- yazı ile yapmak istediğini belirlemiş bir yazar kimliği ile ilk hikâye kitabı Üç ihtilal Çocuğu (1991) ile son öykü kitabı Kusursuz Piknik (2009) ve kitaplaşmayan öyküleri göz önüne alındığında kitaplarında geniş bir kişiler kadrosuna yaslandığı, bu kişileri hem birbirleriyle hem de toplumsal/sınıfsal koşullarıyla ilişkilendirerek betimlediği, bu ilişkileri belirgin bir çatışma ve çelişme süreci içinde anlattığı, tanınabilir bir mekân-zaman boyutunu önemseyerek tarihsel art-alanı somutlaştırmayı öngördüğü anımsanacak olursa üretken ve yaratıcı bir yazar olduğu görülür. Bu bağlamda düşünce ve inceleme alanında yayınladığı ondan fazla kitabını da yazın toplamına eklemek gerekir.
ÖZ İNŞANIN AĞIR YÜKÜ
İslamcı kadının kimliksel konumlanışındaki gerilim noktalarına nüfûz etmek kadar seksen sonrası İslamcı zihnin kamusal söyleminde önemli bir boyut kazanan kadın konusundaki tartışmaları, değişim süreçlerini, savrulmaları, kırgınlıkları ve elbette kırılganlıkları metinler üzerinden okumak, bu süreci anlayabilmek için Cihan Aktaş'ın -ister edebi isterse düşünsel olsun- metinlerinin gerçek bir politik güçlenme için imkânlar sağlaması açısından önemli bir anlamlar/imkânlar ufkuna sahip olduğunu düşünüyorum. Çünkü Cihan Aktaş, dili, anlatımı ve toplumumuz/d/a kadın ve Müslüman kadının dolayısıyla da Müslümanların konumuna kadın/lar/ın yaşadıkları açısından irdelemeler getirişiyle "öncü" bir yazardır. Müslümanların kültürel evreniyle "feminist bakış"ın kimi yönlerini bağdaştırışı nedeniyle, toplumsal bir kadını ya da kadının toplumsal yanlarını kurcalayışı yazarlığının ana izleklerinden biridir.
Kuşkusuz Aktaş, bir yazar olarak sadece Müslüman kadınların dolayısıyla da erkeklerin yaşadıkları sorunları/çözülmeleri anlatmakla kalmamış, dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla, inceleme-araştırma tarzı kitaplarıyla, hikâye ve romanlarıyla farklı sorunları geniş perspektiften ele alan ender yazarlar arasında yer almıştır. Onun bu çabası ile ilgili olarak öncelikle belirtilmesi gereken husus Aktaş'ın ele aldığı konuları/sorunları dönüştürerek ele almış olmasıdır. Sorunlara yaklaşırken ne gelenekselliği ne de modern yaklaşımları tümden olumlamayan bir dönüşüm perspektifini içinde barındıran bir bilinç inşasını önemsediği için Vahiy merkezli bir bilinç/kimlik dönüşümünü esas almaktadır. Ancak onun bu sancılı/gerilimli düşünsel çabasının gereğince anlaşılıp değerlendirildiğini de söylemek iyimserlik olur.
Erkekle kadın arasında, ister fıtrî özelliklerden, ister tarihsel toplumsal konumlardan, ister her ikisinden birden kay­naklansın derin duygusal, düşünsel, davranışsal farklılıklar olduğuna dair önemli bir birikim var. Edebiyat alanında da, erkek yazarla kadın yazar arasında hiç de azımsanmayacak konu, duygu, biçem, imgelem fark­lılıkları var. Dikkatli bir okumadan sonra bir edebiyat ürününün yazarının kadın mı, erkek mi olduğunu, ya­zarın kimliğini bilmeden de anlamak çoğu kez olanaklıdır. Özellikle seksenli yıllardan sonra düşünce, kültür, sanat, edebiyat alanında kadınların da yazmaya başlamaları, kitaplar yayınlamaları, dergiler çıkarmaları, kendileri tarafından da, 'kadın hikâyeci', 'kadın yazar', 'İslamcı kadın yazar" tanımlamalarının kullanımını yaygınlaştırmıştır.
Yukarıda sözü edilen iki boyutlu kavrayışın sonucu ortaya çıkan durumu "konumsallık" ve "kesişimlilik" gibi deyimleri kullanarak da ele almak mümkün. Bireylerin ve grupların önemli sosyal farklılıklar boyutu açısından birbirlerine göre nasıl tanımlandıklarını görebilmek ve bundan bahsedebilmek için konumsallığa gereksinimimiz var. Üç İhtilal Çocuğu'na odaklanan bu yazının amaçları doğrultusunda, konumlandırmayı iktidarın iki boyutunda, hem toplumsal cinsiyet hem de siyasi iktidarın hiyerarşik otoritesi bazında vurguluyorum. İktidarın elbette daha pek çok boyutu var ama İslamcı kadın ve yazını ele aldığımızda bu ikisinin konuyla daha yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Konumsallık kavramı, karmaşık ve öngörülemez şeyler olarak kimlikten ve benlikten bahsetmeye özellikle uygundur; çünkü her birimiz farklılığın birden fazla boyutunda bulunuruz. "Kesişimlilik" ise, konumsallığın farklı boyutlarının birbiriyle nasıl kesiştiğini ve dolayısıyla da her birey veya kolektifin aynı anda pek çok konumu deneyimlediğini gözler önüne seren bir terimdir.
Çağdaş Amerikalı eleştirmenlerden Harold Bloom, Etkilenme Endişesi (2008)adlı kitabında, erkek yazarın hep kendinden önce yazmış olan erkek yazarlardan etkilenme endişesi taşıdığını ve bu nedenle edebiyat tarihinin babalar ve oğullar arasında bir çatışma olduğunu ileri sürer. İslamcı kadın yazarın kaygısı ise tam tersine kendinden önce yazan ve örnek alabileceği bir kadın yazar geleneği olmayışından kaynaklanan bir özgüven ve öz inşanın ağır yükünden kaynaklanır. İslamcı erkek yazarları örnek almanın da sıkıntılı yanları vardır. Ya onların çoğunun geleneksel dünyasından kaynaklanan eleştirilerine teslim olacaklar dolayısıyla onların kültürel sermayelerine bağımlı olacaklar ya da kendi öz inşalarının ağır ama onurlu sorumluluğunu kabul ederek yazın dünyasında kendi özne olma süreçlerini pekiştireceklerdi. İşte İslamcı kadın yazarların genel olarak yalnızlığı bu kültürel koşullanmalar ve biçimlenmeler üzerinden bütün yeryüzü otoritelerinin sorgulanmasından kaynaklı bir kendini yaratma çabasının neticesidir.
İnançlarından dolayı başlarını örterek okumak isteyen Müslüman kadınların yaşadıkları trajik durum, pek çok kitapta ele alınmıştır. Başörtülü kadınların içine sürüklendikleri sıkıntıların yol açtığı psikolojik travmalar, etkisini gelecek kuşaklar üzerinde de sürdürecek gibi gözüküyor. Bu süreci şu ya da bu şekilde yaşayan bir yazar olarak Cihan Aktaş'ın ilk öykü kitabı bu sorunu bütün boyutlarıyla içerir. İslamcılık akımına siyasal ve kültürel bağlamda önderlik eden aydınların, fakihlerin kadınlarla ilgili yeni ve farklı yorumlarına ilişkin kadın yazarların bir şekilde söz almaları da öykülerde görülür. Müslüman kadınların dini doğrudan anlama imkanlarının sağladığı bilinçlenme ve Müslüman toplumların modernizmle karşılaşması ve hesaplaşmaya girme halleri de öykülerin arka planı olarak dikkat çeker. Bu arka plan edebiyat metnini ortaya çıktığı toplumsal ve tarihsel koşullar bağlamında okuyan, irdeleyen ve yorumlayan bir eleştirel bakışın ıskalamayacağı önemli bir boyuttur.
Yazarın irdelemeci gözü bugünün olayların geçmişle bağlarını, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel genetiği gözler önüne sererek aslında yaşananların birbiriyle ilişkili olduğunu ortaya koyar. Her yazar gibi onun yazarlık kimliği de karmaşık ve katmanlıdır. Verimli bir yazı serüveni olan Cihan Aktaş'ın gerek kurgu/anlatı gerekse akademik nitelikli metinler toplamında toplumsal cinsiyet kavramı ile ilintili söylemsel düzenlemeler için aklıma geliveren bütün bu ço­ğalmaya açık soru/n/lar içinde ilkin dikkatimi çeken noktalar hususunda Hz. Fatma ile Wirginia Woolf "gerilimi" ya da "sınırı" tanımını kullanmak mümkündür. Nesrin Tağızade Karaca'nın hazırladığı, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri (2006) adlı derlemede "Siyasal İslamcı Yazında Ahlak, Yaşam ve Kadın Kimliği" başlıklı yazısı yer alan Dilek Doltaş, Aktaş'ın modern, gerçekçi, sorgulamacı ve bireyselmiş söylemi hakkında şu tespiti yapar: "Cihan Aktaş'ın kadın kahramanları, çağdaş feminist kadınlar gi­bi bireysel bir arayış ve sorgulama içindelermişçesine kadın özgürlüğü, ve eşitliği konularına yaklaşırlar" Bu sorunsallıktan/kesişimlikten yola çıkarak farklı bir ilişkisellikten söz etmek, yazı ve kadın ilişkisinin kuruluşunun başka bir anlamı olduğunu varsaymak, alternatif öz­ne tanımlarını ve böyle tanımlar üstüne kurulabilecek eleştirel ve siyasi etkinliklerin önemini de kavramak demektir.
İSLAMCILIĞIN ÇÖZÜLÜŞÜNE İLİŞKİN ERKEN SEZGİLER
Cihan Aktaş Üç İhtilal Çocuğu kitabında askeri darbelerin suskunlaştırıcılığı, eklektik kimlik arayışları, sağcılık gibi siyasal içerikli sorunlar yanında, geleneksel ai­le yapısının İslamcı kadını dışladığını, onu çaresizliğe ve suskunluğa ittiği­ni anlatır. İslamcı kadının geleneksel değer yargılarının kafesinde değil, öncü ve devrimci kimliğinin vazgeçilmez olduğunu söyler. Kitapta yer alan ilk öykü "Teşekkürü Hakketti­niz Bay Yargıç"ın ana karakteri üniversite yıllarında örtünerek özneleşen ken­disiyle aynı ideolojiyi paylaşan arkadaşlarıyla ideal İslam toplumu düşünceleri kuran, örtüsünü çıkarmamak için üniversite diplomasını almayan, sonunda da kendi gibi idealist bir Müslüman gençle evlenen bir kadındır. Evlendik­ten sonra kocasının "giyimine, kuşamına, işine ye boğazına" düşerek "pa­ranın en önemli güç olduğunu savunduğundan", kocasının ailesindeki kadınların İslam'ın hayata dönük kuşatıcı yanını bırakıp şekilciliğine önem vermelerinden yakınır. Bu yönüyle hikâye postmodern darbe süreğinde yazılan çoğu metnin dünyasını ilk olarak ortaya koyması bakımından dikkate değerdir.
Kadrican Mendi Haksöz'de yayımlanan "Cihan Aktaş'ın Hikâyesi" başlıklı yazısında genel olarak Aktaş'ın anlatı serüveni hakkında şu yargılarda bulunur: "Cihan Aktaş'ın hikayesinde, tüm bu gidiş gelişleri, gerilimi, kıpırdanışları, kopuşları, tutunamayışları, mazeretleri ve izahları bulmak mümkün... Ya da tersten söyleyelim; farkında olmamak mümkün değil. Cihan Aktaş İslamcı kuşağın temposu yüksek hikâyesini genellikle, üniversite görmüş, kitap oku(muş)yan, en azından bir zamanlar idealist olan İslamcı kadın kahramanların, çevredeki; modernizme teslim olmuş, pragmatikleşmiş, iktidar karşısında yumuşamış, (fiziki olarak şişman veya meyyal) erkek tiplerle, kocasını kaybetmemek için saçlarını sarıya boyatan, yüksek topuklu giyen, günlük hayatın yavanlığına hapsolmuş, sığ ve renksiz kadın tipler arasındaki tezatları bağlamında işler. Farklı statü ve geçmişlere sahip bireylerin bir şekilde bu omurgaya eklemlenmeleri anlatıyı sığlaştırmaz bilakis ayrıntıların zarif örgüsü hikâyeyi zenginleştirir. Cihan Aktaş'ın zengin portföyünde bu bütün içerisine oturtulmuş birçok yan temayla karşılaşıyoruz. Bazen bir alerjinin yol açtığı, ya da doğum öncesi fiziki durumun verdiği aşırı duyarlılık halini öne çıkartarak, çatışmanın ortasındaki bireyin (kadının) dünyayı ve hayatı algılayışındaki değişiklikler üzerinden, toplumu, tarihi ve bunların üzerinde var olmaya çalışan insanı önemseyerek renklerine ayırarak sunuyor okuyucuya."
Öykünün sonunda öykü karakterinin çokbilmiş iktidarın temsilcilerine karşı "Hayatıma çeki düzen vermem gerektiğine önce ben karar verebilmeliydim" diyerek çözümü de çözümsüz­lüğü de kendi içinde bulabileceğini ifade edişi öznenin oluşumu bakımından dikkate değerdir. Anlamın bütünselliği ve belirliliği, metnin yazarın zihninde bir kaynak, bir başlangıç noktasına sahip olduğu, edebiyatın amacının soyutu somut aracılığıyla yansıtmak, yani görünenle görünmeyen, bireyselle evrensel arasında metaforik ilişkiler kurmak olduğunu bu öyküyü izleyen ve darbelerle sürdürülen modernleşme öyküsünün toplumda yol açtığı korkuları kurcalayan bir uzun hikâye olarak da okunabilecek olan "Üç İhtilal Çocuğu" ile "Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı" başlıklı hikâyelerde de görmek mümkün. Öykülerde kadın karakterlerin -seksenli yıllarda- üniversite eğitimi sırasında örtünerek özneleşmeleri İslam'ı bir hayat tarzı olarak kabul etmeleri, ken­dileri gibi İslam'ı bir dünya görüşü olarak kabul eden kişilerle evlenmeleri, evlendikten sonra hem ev içi uğraşlarının ağırlığı hem de eşlerinin kamusal alandaki yaşama uyma ve orada başarılı olma/kariyerizm hevesleri nedeniyle İslami yaşamdan uzaklaşmala­rı anlatılır. Kadınlar içine düştükleri uzlaşmacı tavırlar nedeniyle Müslüman'ca bir gelecek kurma ideallerinden koparlar, kocalarına ve çevreye yabancılaşırlar, yalnızlık ve düş kırıklığı yaşamlarına hakim olur. Sürüklenmekten ibaret olan hayatı, yaşanılır hâle getirmek için sürekli arar, döner durur kahramanlar ve bu öykülerin so­nunda kadınlar bir silkinip kendilerine/özlerine dönmeye, kendi doğrularının kimliksel yaratıcılığında inşa ettikleri bir dünyada yaşamayı umut ederler.
Bu bakımdan Cihan Aktaş'ın öykü dünyası yaşantıyı boğan, görünmez kılan her türlü geleneksel ve otoriter suskunluğun edebiyatın ve düşüncenin oluşturduğu yazının ince ve keskin neşteriyle delinmesi var olan gerçekliklerin gözler önüne serilmesidir. Hüseyin Su Bir Yağmur Türküsü(1999)'nde Aktaş'ın öykü dünyasını şu ifadelerle çerçeveler: "Genelde kadın (daha genelde de insan), özelde Müslüman kadın, verili bir dünyanın, dayatılan bir dünyanın kıskacında, darmadağınık, allak bullak olmuş bir hayatı yaşamak zorundadır. Hayatın her alanında çelişkilerle karşılaşır. Evde, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, kentte, kasabada, köyde; inançta, inkârda, sevgide, nefrette, eylemde, eylemsizlikte, okulda, okul dışında, gelenekte, modernizmde, yurt içinde ve yurt dışında... Onun için sükûn yoktur. Her alan, her düşünce, her mekân, her ilişki, her birliktelik... Sorgulanmak durumundadır. Hepsinin de yeniden inşası gerekmektedir." Müslüman "özne"ye zorunlu ve mutlak, benliğinin özsel ve sahih bir unsurunu inşa etme çabasının sıkıntıları olarak da okunabilir bu gerilim.
Kadının imge olarak ilgili metinlere nasıl yansıdığı ve yansıtıldığı, sorusu din ve modernizm, gelenek ve modernizm, İslam ve Batı, Kuran ve gelenek gibi karşıtlıklarla ilgili tartışmaları anlamak açısından önemlidir. Soyut İslami anlayışların somuta dönüştürülme sürecinde Müslümanları geçirdiği değişimlerin de var olduğu unutulmamalıdır. İslamcı kadın yazarlar yapıtlarında kültü­rel özgeçmişlerini çoğunlukla Müslümanların kültürel özgeçmişlerinin peygamber döneminin (Asrı Saadet) ölçüt ve davranış biçimlerin­de yattığını söylerler. Öte yandan, toplumsal cinsiyetin kültürel yoğrulabilirliği, insanlar tarafından yeniden yorumlanmaya ve dönüştürülmeye açık niteliği özneleşme için de bir imkândır. İs­lamî kişilikleri yaratıcı bir kültürel öz arayışından kaynaklanan ufuk açıcı yaklaşımla yorumlayan İslamcı kadın yazarlar, İslami bir söylemle açıklamaya çalıştıkları ve kültürel geçmişle­rine uygun buldukları düşünce, değer ve davranışları kök karakterlerin örnekliği üzerinden tüm toplum için bağ­layıcı kılmaya çalışırlar. Bu yorumlama stratejisi bir beden siyaseti olarak gündemleştirilen Müslüman kadının bağımlı, ikincil ve pasif bir konumda olduğuna ilişkin kibirli ve ötekileştirici yorumlara karşı da bir cevap içerir. Cihan Aktaş'ın hem Üç İhtial Çocuğu'nda yer alan hikâyeleri hem de başka yazı ve hikâyeleri söz konusu olduğunda, Hz. Fatma ekseninde öne sürülen ideal kadın modelinin, kadınları soyut olarak yücelten söylemden ziyade, pratiğe yönelik sorumluluklar ve eleştirellik perspektifinde daha gerçekçi, dolayısıyla mutedil ve anlaşılır bir zemine yerleştirildiği görülür. Tarihsel bir örnek olarak Hz.Fat(ı)ma muhakkak ki Aktaş'ın farklı kadınlık durumlarına etkin olarak müdahalede bu­lunmasını sağlamıştır. Cihan Aktaş'ın iki biyografik metninden birinin Hz. Fat(ı)ma ile ilgili olması bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Zaman zaman kadın duyarlığının en üst düzeyine yaklaşan, kimi zaman karamsarlık kimi zaman "Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı"da olduğu gibi abartılı bir hayal kırıklığı toplamı veya bütün bunları kuşatan endişe hâlini barındıran Üç İhtilal Çocuğu son yıllarda İslamcılığın çözülüşüne ilişkin milat arayışlarında işaret edilen doksanlı yılların ortaları ile iki binli yılların öncesine değil, seksenli yılların ortalarına işaret edişi bakımından da atlanmaması gereken temel bir eserdir. Hikâyelerde yer alan kimi göndermelerin postmodern darbe sonrası dönüşümlerle dudak uçuklatacak boyutlara varan çakışması gözden kaçmayacaktır. Sadece serbest piyasa ekonomisinin imkanlarından söz eden Nuran'ın akrabasını hatırlamak bile yeter ama şunu da anmadan geçmeyelim: "Bizim gittiğimiz yollardan o çoktan dönüyormuş. Türkiye'nin şartları çok çok farklı, dünya Müslümanlarına da Müslümanlığa da ne yapacaksa Türkler yapacak, her şeyin hesabı kitabı var, kazandıklarımız elden gitmemeli" Bu nedenle, olunan yerle olunmak istenilen yer arasındaki mesafeyi kavramak için de dönülüp bakılması gereken bir kitap Üç İhtilal Çocuğu.
Cihan Aktaş, Üç İhtilal Çocuğu, İz Yayıncılık,2012
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Sınıra Yakın bir roman

sinirayakin.jpg



Cihan Aktaş’ın yeni romanı Sınıra Yakın, insanların iç dünyalarına oradan hareketle hafızalara, tedirginliklere, kırgınlıklara uzanan çetrefil bir dünyayı kurcalıyor.


Laleli'den hareket eden bir İran otobüsü, insanlar, beklentiler, sosyal ve siyasal değişimler ve sınırı bir türlü geçemeyen yolcular. Cihan Aktaş'ın üçüncü romanı Sınıra Yakın, insanların iç dünyalarına oradan hareketle hafızalara, tedirginliklere, kırgınlıklara uzanan çetrefil bir dünyayı kurcalıyor. Yaşamın zorluklarını, kederli çelişkilerini içinde taşıyan ve kendine bir yol çizmek isteyen Efsane, Mina, Selman ve adları belli belirsiz yolcular üzerinden mukim ve muhacir bireylere değinen bir bakışı var romanın.
Cihan Aktaş, kimi zaman seçimlerimizin kimi zaman karşılaşmalarımızın bizi nasıl sürüklediğini sergilerken insanoğlunun sürekli tartıştığı iyilik, adalet, paylaşma, anlama gibi kavramları ihmal etmiyor. Yolculuğun getirdiği rastlantılar ve yeni tanışıklıklar arasında içsel ve öznel dünyasına yolculuğu artan Efsane üzerinden anlatının derinleşmesi ve tedirginliğin artışı ise romanın sabır ve titizlikle yazıldığını gösteren bir boyut.
Yazar, duygu yoğunluğunun arttığı ilişkilerin kırılganlaştığı dönemlere kurmacanın imkânlarına yaslanarak yaklaşmayı deniyor. Aynı zamanda sıradan olduğu düşünülen bir otobüs yolculuğunun hiç de öyle olmadığını, yolculuk sırasında kesişen hayatlar üzerinden anlatıyor. Anadolu coğrafyasından geçilerek oluşturulan paralel dünyada yol alan Sınıra Yakın, kültürel konumlanışlardan karşıtlıklara, uykuyla uyanıklık arasında hatırlayışlara, toplumsal hayata ve tarihsel bir dönemece tanıklık eden bireylerin dünyasını yakınlaştırıyor.
 
Üst