Cihad ve Modern Felsefede Diyalektik!

DostunDostu

Süper Moderatör
Yönetici
Katılım
30 Eyl 2013
Mesajlar
6,183
Tepkime puanı
473
Puanları
83
İki dünya savaşından sonra insanlık, ideolojik düşüncelerin pençesinden yularını kurtardı; zira herhangi bir şeriat etrafında gelişecek her ideoloji başlı başına kendi haricîliği olurdu. Evet, İslamda ki haricilik tarifi diğer toplumlarda ki faşizmin, ötekileştirmenin, marjinalliğin, ideolojilere yakasını kaptırmanın tarifidir. Bu açıdan her -izim kendine özgü bir hariciliktir. İslamda muvahhidçilik vardır haricilik yoktur. Din bağlamında İslamcı olmak zorundayız lakin müslüman şeriatçi olmaz, şeriati yaşar. Buna en güzel örnek: Putları çatır çatır yıkmak, cahiliyye adetlerine meydan okumak davasında taviz vermeyen Hz. Peygamber, kendisine zina yaptığını itiraf edenlere karşı ise ''rüya görmüşsündür, sen bunu yapmazsın'' tarzı küçük kaçışlarda bulunmuş, hatta yüzünü başka yere dönmüş, kulağını tıkamış, günahında ısrar edenlere ise gönülsüz bir tarzda cezayi müeyyide uygulamıştır. Bu başlı başına müslümanın ne olması gerektiğini ortaya koyacak nüanslardır. Din faşizmine (hariciliğe) görüren şeriatçi değiliz. Biz islamcıyız, tevhidçiyiz, muvahhidiz, hanifiz. Zulme ve cahiliyyeye karşı koyar; mazlumun yanında, zalimin karşısında oluruz. Davamızın genel çerçevesi budur.

Cihad nedir? Ne değildir?

Immanel Kant ve Hegels'in diyalektik tarifinden sonra batı dünyasında modern bilim ve neo liberalizim ilerlemeye başladı, önü açıldı. Bu filozofların ortaya koyduğu yeni düşünce şablonları Avrupa'yı birdenbire değiştirdi. Yeni bir medeniyet doğdu, yeni paradigmalar oluştu. Arkadaşlar biz bu filmi (kısa zamanda bir medeniyetin yükselme hikayesini) kendimizden biliyoruz değil mi? Hz. Peygamberimiz aleyhisselatüvesselam Arap yarımadasına geldi; yeni bir tefekkür şablonu getirdi; dört halife dönemi ve bir asır içinde bu tefekkür şablonuyla taptaze bir medeniyet ta Çin'den, İspanya'ya kadar yayıldı. Bu noktada size soruyorum: Bu nedir? Önce şunu belirtmek gerekir ki yeni bir medeniyetin oluşması direk olarak kafa yapısına (düşünce şablonuna) bağlı bir durum. Kafa yapısı neyse toplum olarak siz osunuz. Bu kafa değişirse toplum olarak siz de değişirsiniz.

Avrupa'nın oluş sırrı tamamen bizim yitirdiğimiz dinamiklerle alakalıdır. Bizden giden ne kadar mâna varsa başka bir isim altında Avrupa medeniyetinin temelini oluşturmuş. İsim değişmiş ama mâna aynı. Bir başka deyişle ki bu çok hoşuma gidiyor: Kemmiyeti değişmiş fakat keyfiyyet aynı. Bizim kemmiyet olarak yorumlamaya başladığımız ne kadar keyfiyyet varsa; bu değerlerin hepisi başka isim kalıbına bürünerek işlemeye başlamış; işletildiği toplumu hakimiyet tahtına oturtmuş; biz gibi, işlerini dış kalıba bağlayan şekilcileri ise zelil etmiştir.

Başta medeniyetler oluşunun ana dinamiği demiştik. Bugün bu dinamiklerin en ehemmiyetlisinden bahsedeceğim: Cihad!

Kant, Hegels, biraz da Marks’la Avrupa’nın düşünce şablonunda bir değişiklik oldu. Kendilerine göre yeni bir diyalektik tarfi geldi. Diyalektik! Evet, diyalektiğin ne olduğunu önce ki yazılarımda geniş geniş izah ettiğim için şimdi falza açmıyacağım. Bakın bizde en büyük ibadet nedir? Cihad'tır değil mi? Hiç düşündünüz mü Cihad nedir? Aslında cihad, Avrupanın modern çağda keşfettiği diyalektiğin ta kendisi. Kant ve Hegels'in diyalektik tarifleri İslamda ki büyük ve küçük cihad tarifidir. Cihad, antitezinle yüzleşmektir. Bu anlamda cihad; iki karşıt unsurun (hak-batıl/ruh-nefis) yüzleşerek diyalektik yürütmesidir. Büyük cihad ise nefsin ve ruhun insan bünyesinde yürüttüğü diyalektiktir. Demek ki ferdin kendi diyalektiği daha mühim! Hz. Peygamber savaştan dönen sahabeye; küçük diyalektikten/cihadtan büyük diyalektiğe hoş geldiniz diyor. Peygamber döneminde bu cihadın silahlı olması, tamamen müşriklerden gördükleri zulümden dolayıdır. Diyalektiğe girdiği karşı unsur seni etinle ve kemiğinle yok etmeye girişirse orada silah kaçınılmazdır. Cihad silah değildir, cihad şiddet değildir. Sahabe döneminde bunun silahlı olması sizi yanıltmasın. Orada ki niceliğe değil, niteliği kavrayın. Biz cihadın niteliğini anlamadan niceliğinde takılıp kalmışız. Cihadı silahla, şiddetle badaştırıyoruz. Bu çok yanlış. Çöküşümüzün sebebi muhtemelen bu algı! Bildiğiniz gerizekalılığa kurban vermişiz o büyük medeniyetimizi. Şekilciliğe feda etmişiz güneşimizi. Bu kurban son 300 sene de verilmiştir; yüzümüzü kendi değerlerimizden döndürüp batıya çevirdiğimizde verdik biz bu kurbanı. Aslında bu kurban ta Arap medeniyetinin pik noktasında Gazali'nin ''felsefe lüzumsuzdur'' yanılgısında saklı. Gazali'den sonra Arabın medeniyet piki aşağı doğru seyralırken biz yükseldik, bizde ise Kanuni dönemi aynı tüyonun aklıyla medereserden bu ilimin çıkartılmasıyla pikimiz düşüşe geçmiştir. Yazık oldu.

Cihad, kaba softa ve ham yobazların yorumladığı gibi şiddet olsaydı Hz. Ali, savaş esnasında yüzüne tüküren kafiri öldürmekten vaz geçmezdi. Orada müthiş bir incelik var. Demek ki cihad, şiddet değil. Şimdi gelecek olan cümle biraz ağır olacak ama anlamaya çalışın çünkü bu nokta çok önemli: Orada ki olay, silahlı bir dış diyalektiğin ferdî iç diyalektikle olan dengesinin (balansının) bir tükürükle bozulmasıdır. Çünkü bu ferdî iç diyalektikten artık başka bir karar çıkıyor; çünkü içte ki diyalektiğin galibi nefis (batıl) oluyor. Eğer içte ki diyalektiğinizde batıl galip gelmişse sizin dışarıda hak adına bir diyalektiğe girişmenizin anlamı kalmyor. Öyle bir iddianızın değeri kalmıyor. Boş oluyor, bereketini kaybediyor. Gaye çok önemli. Eğer gaye şaşarsa yapılan işin spordan farkı yoktur. Hz. Ali o kafiri öldürseydi katil olacaktı. Bu müthiş bir şey! İç ve dış cephenin balansı çok mühim. Bu şaştığı zaman her şey şaşıyor. Kant ve Hegels, diyalektiği tarif ederken ne demişti: Akla hiçlikten gelen düşünce, kendi zıddıyla çatışarak bir neticeye varır; bu netice hep hayırlıdır. Karl Marx bu tarifi kritize ederken şunu der: Bu iç çatışmadan hep hayırlı netice çıkmaz çünkü açlık, tehlike, hayat şartları gibi maddesel dış etkenler akılda alınacak kararları etkiler; dolayısıyla asıl etken akılda ki tez-antitez çatışması değildir, dışarıda ki maddesel etkenlerin bize olan tesidirndendir. Dolayısıyla etken faktör maddedir, diyor. Oysa maddenin üzerinde ki tesirinden nefsinizi kurtarırsanız sağlıklı bir ferdî diyalektiğin yürümesi pekâla mümkündür. İman ve takva unsurlarını bilmeyen bu batılı filozofların yanılgısı büyük. O yüzden Marx diyalektiğini konuşmaya hiç lüzum yok, bilelim yeter. Onu Avrupalılar konuşsun çünkü onlar hâlâ Marx'ta bir keramet bulmaya uğraşıyorlar. Tek cümle ile Marx çürür; buyrun çürütelim: İmansız takva olmaz.

İman etmekle edindiğin disiplin seni takvaya yönelmeni emrediyor. Bu yönelmeyle nefsini ıslaha girişiyorsun. Bu ıslahla maddenin (dış etkenlerin) iç diyalektiğe/büyük cihada olacak tesirini azaltıyorsun. Platon ve Aristo'da bile bu var ama Avrupalılar göremiyorlar çünkü felsefeyi yaşamazlar, lakırtısını yaparlar. Çünkü disiplin ve mânâ iklimleri zayıf. Hedonizmin pençesinden kurtulamıyorlar. Bu iş olursa bizde olur çünkü olmuştu. Bu işin İslamda olan reçetesi ''dünyaya meyletmeyiniz, kalbinize dünya girmesin'' hikmetidir. Tasavvuf tepeden tırnağa bu temel paradigma üzerine bina edilmiştir. Biz bu sözleri kuru kuru üstün geçiyoruz ama o dönemlerde bu lafların altı dolu doludur. İslamda neyin ne olduğunu bilen büyük insanlar tarafından söylenmiş cümlelerdir bunlar. Zira dünyaya meyleden bir nefsi emmarenin alacağı kararlar adelet değil zulüm üretir. Hayvani nefs diyoruz biz buna.

Bizi diyalektiğimizin seyrine göre hayvandan aşağı ve melekten üstün yapan özellik; hayvanın nefsi ile meleğin ruhunu aynı bünyede çatıştırmamızdır. Köpek olan odaya melekler girmez ama girdiği zaman o oda şenleniyor(mecaz!). İki ucu açık bir makam seyri vardır orada. Kant ve Hegels'in göremediği ise bu aşağı doğru olabilecek iniştir. Onlar, diyalektik hep yukarı çıkartır der. İslam tasavvufu ise maddesel etkiyi kırmak için nefsi terbiye eder, ruhu onun üstüne bindirir ve bu ıslah edilmiş atla kainatı dolaşır. En güzeli diyalektik izahı bizdedir! Lakin şu nokta iyice bilinmelidir ki: Bu ıslah asla ve kat'a dışarıdan olmaz. Mutlaka ve mutlaka ferdin kendi kararıyla olur bu. Onun için ''kim bu zehirli aşı yemeğe gelir'' şeklinde bir davet vardır. Normalde hiçbir nefsi emmare kendi rızasıyla kendini ıslaha girişmez ama Allah Kâmil Mürşitlere bir sır vermiştir. Bu sırla tuzak kurdurur, hayvan o tuzakta ki yeme gelir, kapana kapılır ve ıslah olur. O tuzağa konan yemin adı AŞK'tır. Aşk tuzağına kapılan hayvanın gözü maşukundan başka hiçbir şey görmez. Tarikatin usûlü hakkında izaha girersek ciltler dolusu kitap çıkar, şimdilik gerek yok, usûl bir değil onlarca çeşidi var bunun. İşte bu hikmeti Avrupa hâlâ keşfedemiyor çünkü aşkın sırrı izah edilir bir şey değil, o hakikat aleminde Allah tarafından zikir ehline(!) verilen bir sır, bir efsun; elden ele verilen bir ocak. Kamil mürşidin gözüne, gönlüne, etine kemiğine nakşolan; ölçülemez, görülemez, elle tutulur yanı olmayan bir sır. Bu noktayı anlamadığı için hasta batı adamı hâlâ buhran içinde çırpınıyor. Hadi onları anlıyorum, bize ne oluyor? Hadi bizim kemalist ve komünistleri anlıyorum, islamcılara noluyor? Tasavvufa yaftaladıkları şirk ne oluyor? Aslında bu tasavvuf düşmanı islamcı prof zümresini hiç ciddiye bile almamak lazım. Bu tipleri TV'lere çıkartan ve prof yapanlarda kabahat. Bu zeka seviyesi ve tefekkürü düşük, dar alınlı orman ayılarına prof ünvanı vererek kibirlerini besleyen, kendilerini bir halt sanmalarına sebep olan, bunların cürretlerini besleyenlerdedir kabahat.
Neyse ki devlette neyin ne olduğunu bilen üstün akla sahip yöneticiler var. Çaremiz zaten onlardır. Umudumuz onlar. Bu ümmet eğer hikmete yabancı şeriatperestlerin eline kalsayıdı yaşadığımız bir helakın üstüne ikinci bir helak gelecek, tefekkür iklimimize düşen hazan tekrar karakışa dönüşecekti. Buzlar çözülüyor. Bu çözülmeyi benim gördüğüm kadar gönlü kara kötüler de görüyor. İşte onun için ne pahasına olursa olsun yok etmeye çalışıyorlar. Bizim diyalektiğe açılan kapımızı; en büyük ibadetimiz sayılan cihadımızı terim olarak fobi haline sokuyorlar. Algı oluşturuyorlar.

Cihad= Diyalektik. Evet, İslamın en büyük ibadet saydığı bu diyalektiğin dış unsurlarına takılmayı bırakın. Anlamına bakın. İçinde barındırdğı dinamiği keşfedin. Unutmayın ki cihadı işleten her toplum ilerler, medeniyetler tahtına oturmayı hak eder. Bizim yok olmamızın en büyük sebebi diyalektiğimizi(cihadımızı) kaybetmemizdir. Bizim kaybettiğimiz diyalektiği batı dünyası buldu ve işletti. Olan hadise budur. Büyük buluşların ve kavrayışların. Açılan idraklerin ve hikmetlerin arkasında tamamen bu dinamiğin işletilmesi yatar. Lakin doğru bir tarifle yapılması çok önemlidir çünkü cihadın keyfiyyeti sabit olup kemmiyeti zaman ve mekana göre her daim değişen bir ibadettir. Cihad; namaz, oruç, hac gibi niteliği ve niceliği eş bir ibadet değildir. Bu farkı her müslümanın bilmesi gerekir.

Güzel kardeşlerim, cihad denilince aklınıza silah, kılıç ve ordular geliyorsa bilin ki siz çoktan zehirlenmişsiniz. İdrakinizin içine çoktan edilmiş bile. Ne yapın ne edin bu algıdan kurtulun.

Cihad, senin antitezinle girdiğin diyalektiğe göre nicelik alır. Bütün bu niceliklerin maddesel vasıta olduğunu unutmayın. Ölmek veya öldürmek cihad değildir. Cihadın özü; bilhassa en büyük ibadet sayılması, karşıtıyla işleteceği diyalektikten çıkacak hikmetlerle ilintilidir. Tıpkı ferdî diyalektiğin bireyi yükseltip alçaltması gibi toplumsal diyalektikde toplumu yükselir veya alçaltır. Bu işte marifet, maddesel etkenlerin tesirini takva ile kırmaktır. Allah için takva, hanif öze dayalı bir takva. Eğer bu takva olursa israfkâr süflî tüketime dayalı kirli üretimlerin tümü sağlıklı üretime dönüşür; ne hava kirliliği kalır, ne de sera etkisi; ne çevre kirliliği kalır ne de sokağa tüküren adam tipolojisi. Ruhun galibiyetinden gelen her şey güzelleşir, ahenk bulur, sanata kavuşur. İnce iş ve kalite, renk ve ahenk yerli yerine oturur. Her şey bu diyalektikte ferdin kendi nefsini ıslaha bağlıdır. İş oradan başlıyor. Eğer fert, bu diyalektiğini sağlıklı yürütürse bunun dışa olan yansıması da sağlıklı olacaktır. Aksi taktirde hep alçalma olur, hep iflas olur, hep bozulma çürüme olur.
Cihadı böyle anlayın.

Fert olarak egonuza karşı yürüttüğünüz cihad, büyük cihadtır. Küçük olan dış cihad ise konuşmak, tartışmak, anlamakla zaten yürüyecektir. Bütün bu serbest imkanlar varken silaha sarılmak zulüm olur. Şiddet yok. Şiddet, karşı unsurun sizi etiniz ve kimiğinizle yok etmek için seçtiği yönteme karşı koyuşun vasıtasıdır. Fethe gidecek yolda vasıta olarak kullanılması islami midir? Belki kendi devrinde, karşı unsurun (batılın/küfrün) vasıtası bu olduğu için zamanında bizde de böyleydi; çünkü hak ile batılın birbiriyle girişeceği diyalektikte bu ikisi tatterevalli gibi birbirini dengeler, birbirine şekil verir. Peki bugün evrensel insan hakları normunu kabul etmiş bir batılın karşısında; bu diyalektiğin içinde bizim alacağımız tavır belli değil midir? Küffar gibi hareket etmenin lüzumu yok. Biz müslümanız, müslümana yakışan bir tavırda hareket etmek zorundayız. Ahlakımız ve duruşumuzla; sözümüzün eri oluşumuzla karşı unsuru kendimize şapka çıkarttıracak durumda değilsek bu bizim bireysel cihadımızın yok oluşundandır. Serseriyiz. Ahlaksızlıkta en hedonist batıla bile dudak ısırtıyoruz. Bu mudur yani?

Muhtaç olduğumuz şey, tasavvuf ocaklarının işletilmesi. Tekke kültürünün modern inşaasında at izi it izinden ayıklanmalıdır. Modern çağa, bizim olan bu kültürü taşımak gene bize düşüyor.

DostunDostu
 
Üst