C.Ünaldı Hasannebioğlu / "Andolsun Aşka"dedi

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu’nun bütün şiirleri tek kitapta toplandı. Şair şiirlerinin tamamının toplandığı 432 sayfa getirip kitabın adına Andolsun Aşka dedi ve ebediyat hayatını bakın nasıl özetledi:

Nurettin Durman'ın röportajı...
Usta şair Cumali Ünaldı Hasannebioğlu'nun bugüne dek yayınlandığı kitaplarda yer alan tüm şiirleri Beyan yayınlarınca neşredilen Andolsun Aşka isimli kitapta toplandı. Kitapta şairin Mevlüt Ceylan tarafından İngilizce’ye çevirilen şiirlerine de yer verildi.


Yazıyor mu yoksa söylüyor mu?
Yazmaya (aslında, “şiir söylemeye” diye düzeltmek geliyor içimden ve düzeltiyorum), nasıl ve nerede başladığım, benim de henüz bazı kısımlarını tam olarak çözemediğim, ipuçlarını kaçırdığım bir sürecin içerisinde… Bence asıl önemli olan, kendi derinliklerime döndüğümde, neden böyle bir istek duyuyor oluşumun cevabıdır.Bu içgüdünün ortaya çıkışı ile ilgili olarak bile, çok net çözümlere sahip değilim. Onu bırakın, net algıları bile hatırlayamadığım çok yer var bu konuda. Yine de, filmi geriye aldığımda, bazı ipuçlarını yakalayacağımı umut etmekteyim. Mesela, çevre çözümleri ve ilişkiler, kalıtsal olduğunu tahmin ettiğim bazı farklılıklar, hatta ırsî nakiller bile söz konusu olabilir. Şiir söylemenin bende heves konumunu aşarak yaşamımın bir parçası olmaya dönüşmesi; benim de açıklıkla fark edebildiğim ve net hatırladığım bir biçimde, kelime ile çok yakın bir ilişki kurmam, ünsiyet peyda etmem, hatta daha da ileri giderek, kelimeye hâkim olma içgüdüsünün beni kuşatmasıyla ilgilidir, diyebilirim.
Sanırım 12–13 yaşlarındaydım bu oluşumu fark ettiğimde. Ben öyle hatırlıyorum. Bilinçli olarak ilk okuduğum şiirin de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Paramparça” adlı şiiri olduğunu netlikle hatırlıyorum. Neden o, derseniz, onu da bilmiyorum. Bunca bilinmeyen içinden, bilinen bir şeye, doğduğum yere geçelim isterseniz. İnsanın doğduğu yerle bir alışverişi var, bir etkilenmesi, karşılıklı uyum belki de. Uyuşma. O nedenle Barguzu’yu anlatmalıyım kıyısından köşesinden.


İnsan doğduğu yerin şiirini söylemeli
Tüm şiirlerimi topladığım Andolsun Aşka adlı, bir bakıma ömrümün divanı sayılabilecek kitabımda, birçok şiirin içinde geçer bu anlamda. Bir de bu başlığı taşıyan şiirim var. Doğduğum yer için söylediğim bir şiir. Bence insan, bir şair adam olarak, kendi şiirinde yıllara, yüzyıllara devrolma istidadında dişe dokunur bir şey görüyorsa, onu mutlaka doğduğu yerle seslendirmeli, taçlandırmalı, doğduğu yerin şiirini söylemeli mutlaka. Ki, bilinsin hangi gül hangi toprakta, hangi çiçek hangi iklimde neşvünema bulmaktadır. İşte, bu bilinsin.
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şirindeki insanla doğduğu yer arasındaki ilişkiyi hatırlatır bir biçimde, Van Gogh’un resimlerindeki o özel sarı rengi, ancak Hollanda’yı gördükten sonra anladığını anlatmasıyla netleşmektedir bu alışveriş bizim yakın hafızamızda. İnsan yaşadığı yere benzer denilmektedir ki, haza doğrudur, kitabın tam ortasından söylenmiş bir sözdür.


Çiçekli vadi mi desem…
Peki, doğduğum yeri nasıl anlatmalı sizlere, hangi sözcüklerle? Nereden başlamalı, belki ilkbahardan ki biz buna zaten sadece bahar derdik, sizin sonbahar dediğiniz döneme de güz…
Aklınıza gelen her türlü meyvenin, dallarda çiçek açtığı bir tabiat düşünün. Yerdeki çiçekler de cabası. Yani sultannavruzdan, kardelene kadar her şey. Menekşeler çeşit çeşit, renk renk. Sütlü menekşeden en koyu renklisine kadar… İlk önce kızılcık çiçek açardı, en sonra da kızılcık meyve verirdi. En son kiraz çiçek açar ve en ilk kiraz meyvesini sunardı bize.
Böyle bilirdik ezelden beri, bize böyle öğretmişti büyüklerimiz ve hayat da doğruladı bunu… Bu arada kaysı, şeftali, vişne, elma, armut, erik… Boy boy, dizi dizi iğdelerle birlikte… Bademler dağı taşı sorguya çekerdi. Cevizliklerle, üzüm bağlarını saymıyorum… Onlar ayrı bir hikâye.


Dört mevsim bir çocukluk
Özel bir kokusu vardı baharın; bir baştan bir başa kükreyerek akan, nazlı nazlı akan, küserek akan, hışırdayarak akan, süzülerek akan, bir ırmak gibi akan o güzelim Derme’nin kendine has bir kokusu vardı ve özellikle de baharda. Koca bir suydu Derme, saniyede birbuçuk mükap, yani 1,5 metreküp su akardı Derme’den, su mühendisliği terminolojisiyle.
Yer yer düşüler, çağlayanlar, döngülerde geniş şişkinlikler, yavaşlamalar; bir yerlerde kayalara vurup başını dam boyu yükselmeler, tozbulutu gibi su damlacıkları oluşturmalar ve o kadarcık yerde gökkuşağı; gökkuşakları… Seyrine doyum olmaz bir hengâme. Su kıyısı göğertilerine narpuzdan başla, en yeşil otla bitir.
Özet olarak anlattığım böyle bir baharı, birdenbire değil de, çocuk muhayyilesinde sanki bin yıl süren bir zamanda yaza dönüştürelim. O çiçekler önce çağla, sonra meyve olsun. Her adımını attığımız yerde bir renk, lezzet ve koku cümbüşü bulunsun…
Sonra güz, “eman” bilmez talancı ordularıyla, bir hışmile girsin bağa, bahçeye… Yaprak değişsin, toprak değişsin, suyun kokusu değişsin. Yazla güz arasında pestiller, salçalar, “eşgi”ler, bulgurlar, pekmezler, “gâh”lar; bilumum sebze ve meyve kuruları, annelerimizin yiğit işbilirliğiyle devşirilen çocukluğumuzun minik mutlulukları…
Ve kış ve karın her yeri fethederek kurduğu imparatorluk… Suyun bile buza dönüşen ağaç uçlarına hasetle baktığı intizam. Baştanbaşa hayatı esir eden kar. Ki, biz çocuktuk ve karın üzerinde yürürdük, o kadar donmuştu ki, kar çökmezdi. Belki de bizleri mutlu etmek uğruna duruşunu bozmaz, zerrece yerinden oynamazdı o metrelerce kar. Kış, gökyüzünü, geceyi, ayı, samanyolunu bile değiştirirdi, sanki dondurarak…
Sonrasını biliyorsunuz, bahar; bambahar… İşte böyle bir cennette, yetişkin bir adam olunca, işim gereği çok dolaşmama rağmen benzerini bulamadığım bir cennette doğdum, büyüdüm. Belki de aradığım çayır çimen değildi de çocukluğumdu, o kekre taddı; ne dersiniz?
Her ne hal ise, böyle bir çocukluk yaşadım.


Şiirinin altyapısı
Sonuç olarak, hâlâ bir cennette yaşadığıma inandığım çocukluğumun bu fizikî alanı, birinci etken sayılabilir şiirimin altyapısı için, o altyapıdaki doğa betimlemeleri için… İkinci etken olarak da, annemin, benim hayatımdaki olağanüstü çizgisini, etkisini, vurgusunu; bunlarla mündemiç olarak da annemdeki duygu yoğunluğunu, insan sevgisini, kültürel birikiminin şiir biçiminde yansımasını; belki de en önemlisi, çevresindeki lider konumunun, üzerimde doğrudan yansımasını gösterebiliriz.
Şiir bir baş çekmeyse… Şiir bir emperyal devletse, şiir bir fütuhatsa, bunları gözden geçirmekte fayda var… Annem okuma yazma bilmezdi, parayı birbirinden ayıramazdı; belki, bunlar kendisine gerekli de değildi. Yaşadığı hayatın, bunlara büyük çapta bir ilgisi, bir ihtiyacı da yoktu, o yüzden bunlara kırk paralık kıymet atfetmezdi. Ama annem, çevresi için, bir nevi hiç umulmadık anda başvurulan bir çift gözyaşıydı, bir merhametli yürekti, bir ilaçtı annem; bir psikologdu.
Buna ihtiyaç vardı işte.


Güçlü bir ‘anne’
Komşularımızdan, gelin kaynana kavga eder, önce kaynana gelir anneme, gelini ile ilgili sıkıntılarını anlatır iki gözü iki çeşme. Annem, onunla oturur ağlar, onu yatıştırır, gelini ile ilgili merhamete davet edici bir ortam oluşturur ve rahatlatarak gönderir.
Biraz sonra gelin de gelir anneme. Onu da dinler, onunla ağlaşır, derdini paylaşır, kaynanasına karşı muhabbet dolu bir biçimde onu da gönderir. Ben, annemin, kimsenin aleyhine konuştuğunu, ya da dedikodu yaptığını hatırlamıyorum. Annem, Malatya ve çevresinde çok tanınan, saygın bir Nakşibendî-Kadiri şeyhi olan Boranlı Hacı Mustafa Baba’nın kızıydı, tekkenin manevi atmosferinde ve kültür harmanında yetişmişti. Onun için insanları, salt insan oldukları için seviyordu, onun için muazzam bir kültür birikimi vardı.
Dilenciler ya da çingeneler gelirdi mahalleye. Annem o dilencilerin çoğuyla ahbaptı. Özel adları olanlar da vardı, mesela “Perşembe Bacısı” sadece Perşembe günleri gelirdi. Evde konuk eder, onlarla sohbet eder, ikramda bulunur ve onlara vereceklerini, mutlaka özür diler gibi verirdi.
Çingeneler gelirdi; hele bir “Cingen Elif” vardı ki annemin has dostuydu. Evimizde konuk eder, sonra da bir şeyler verir, gönderirdi. İşin tuhafı, dilencileri de, çingeneleri de konuk ederken onlara kraliçe muamelesi yapardı. Onlara çok soylu konuklar olarak hürmet eder, hizmet eder, değer verirdi. Mükrimdi. Alevilerle, Kürtler için de öyle. Onlarla da konuşacak çok şeyler bulurdu.
Annem, herkesten farklı bir biçimde yorumlardı hayatı ya da alışılmadık bir biçimde… Çocukluğumda hatırlıyorum, dışarıda kar veya yağmur yağdığını söylesek anneme, cevap hazırdı: “Mülküne yağıyor.” Öylesine, hayatla iç içe bir bilinçlilik hali. Bunu dayılarımda da gözlemlemişimdir. Çocuktum, dayımla birlikte, buğday harmanına gitmiştik. Bizde 16 kiloluk bir tahıl ölçeği vardı, adı kırat… Dayım ilk kıratı doldurdu, çuvala koyarken saydı: “Birdir Allah, Bir!”. Sonra bilinçli olarak iki demedi, sustu; ama ikinci kıratı çuvala boşalttı. Sonra üç, dört diye sayarak, tüm ürünü çuvallara yerleştirdi. Bu, yetiştikleri ortamın, din ile realite arasında, dini hassasiyetlerle gerçek hayat arasında kurduğu, güzelliklerle dolu bir köprüden kaynaklanıyordu ve hayatı yorumlayış, algılayış biçimiydi, öylesine doğaldı. Benimle, özel olarak ilgilendiğini hatırlıyorum annemin. Bana birçok güzelliği annem tanıtmıştır.
Günbatımını dakikalarca seyrettiğimiz çok olmuştur, küçücük bir çocukken, annemle. Ya da, yeni biçilmiş otların o çıldırtıcı kokusunu fark ettirirdi akşam serinliğinde. Bu bana, görünüşte hiç benzemese de, Peygamberimiz’in, herkesin tiksindiği, şişmiş köpek leşinde bile bir güzellik vurgulayıp, “ne güzel dişleri var” demesindeki ayırt edici, ama bu farklılığı her alana yayıcı algılamanın bir süreği gibi gelmiştir hep. Annemin, benim şiirimin altyapısında, temel atıcı ve yönlendirici, biçimlendirici bir fonksiyonu olduğunu, bu nedenlerden dolayı düşünmekteyim. Kaldı ki, benim doğumumla, annemin geleceği ve hatta incinen gurunun onarılması arasında çok belirgin bir bağ da vardır. Kısaca, uzun süre erkek çocuğu olmamış annemin. Hâkim olan kurallar, bir bakıma aşağılanması gerektiği sonucunu doğuruyormuş. Mutlaka bir oğlu olması lazım... Nasıl olacak bu? Uzun yıllar bu özlemle yaşıyor, yok…
“En çok sevdiğin şeyi kendine yasakla, oğlun olur” demişler. Annem de ciğeri çok severmiş; ben doğduktan sonra, ölünceye kadar ciğer yemedi benim anam, canım anam.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Şiire yönelmemdeki sır
İşte bu ince ve hayatı doğru algılamış, okuma yazması olmayan anne, bana ne şiirler okurdu, ne maniler, ne gazeller… Fuzuli’den, Yunus’tan, Niyazi-i Mısri’den… Şiirle ilk uğraşım, belki de hoşuna gitmiştir. Öyle olmasaydı, dergilerde şiir yayınlamaya başladığımda, asıl soyadımızın “Hasannebioğlu” olduğunu, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yasaklamalardan dolayı, bu soyadı alamadığımızı, o nedenle de, dergilerde yayınlanan şiirlerimde, Hasannebioğlu soyadını kullanmamın doğru olacağını söyler miydi? Belki de kulağındaki şiirlerin, ırsî bir sürekliliği olduğunu düşünüyordu. Annemin dedesi Nakşî-Kadiri şeyhi Abdullah Fahri Baba da bir şairmiş ve şiirleri zikirlerde terennüm ediliyormuş. Daha sonraları şiirleri bir kitapta toplanıp yayınlandı. Bunları, çok sonraları öğrendim, şiirimin kökleriyle ilgili düşünmemi gerektirecek sorulara yanıt ararken, kendiliğinden gelişti.
Şiire yönelmemdeki, daha doğrusu şiir mecrasında kendi çatlağını bulan su gibi, kelimeyle buluşmamın altındaki sır bunlar olabilir. Bunların tamamını net olarak bir nedene bağlamak ve formüle etmek mümkün görünmüyor bana.
Zaman zaman benimle yapılan söyleşilerde, sorulara karşılık, bunları anlatmaya çalışıyorum. Belki, onların bir kitap olarak yayınlanması, şiir ve çocukluk konusuna bir açılım getirebilir.
Ya da bir bilim adamının, sosyolojik, psikolojik, hatta çevrebilim verilerinden hareketle, edebî bir çözümleme denemesi için toplu şiirlerimi didiklemesi, edebiyat tarihi açısından geleceğe devşirilen bir kazanç olabilir.
***
Babaannemle çok az birlikte kaldık, altı yaşındaydım öldüğünde. Âlim bir kadındı, babası Hacı Mehmet Tevfik Efendi, El-Ezher’i bitirmiş bir âlimmiş. Babaannem de âlimdi, kendine ait bir kütüphanesi vardı. Bazı elyazması kitaplarını saklıyorum. Beni çok severdi, bana maniler söylerdi ölümüne yakın. Yatağa bağımlıydı. Ben büyük erkek torun olarak, onun şehzadesiydim. Çok değer verirdi bana. İki dedemin de kişiliğimin oluşmasında etkileri vardır.
Babamın babası Hasannebizade Hacı Cumali Ağa Yemen gazisiydi. Yedi yıl savaşmış çöllerde. Çok yiğit bir adammış. Ben doğmadan önce ölmüş, onun adını taşıyorum, geleneğe uygun olarak. Yüzelli yıl kadar önce, İzollu’da, Fırat nehri kıyısında binlerce dönüm arazilerini bırakıp Barguzu’ya gelmiş ve sıfırdan büyük bir malvarlığı edinmiş yeniden. Öylesine dirayetli bir adam… Onun hikâyeleriyle büyüdüm. Annem başta olmak üzere, herkes onun kıssalarını anlatırdı. Nerdeyse birlikte yaşamışız gibi, her halini biliyorum.
Annemin babası nakşî-kadirî şeyhi Boranlı Hacı Mustafa Baba, ben üniversitedeyken öldü. Birlikte hayli şiirler okuduk. Niyazi-i Mısrî’ye o dikkatimi çekmiştir. Balkan gazisidir; şeyhler için bir askerlik muafiyeti olmasına rağmen, bu hakkı kullanmak istemeyip harbe gönüllü gittiği söylenmektedir. Çok yakışıklı, çok güzel bir insandı. Gençliğini nakledenlerden, ailemizden olmayan yabancılardan duydum, tam bir erkek güzeli imiş gençliğinde de…
Malatya’da bir dedem yiğitliği ile tanınırdı, diğer dedem de manevi oluşumunun insanlarda bıraktığı saygınlığıyla… Babam, babasından yiğitliği almıştı, ama diğer dedem de onu sabırla eğitmişti. Annemse, tekkenin manevi ikliminde sabırla ve sevgiyle, merhametle biçimlendirilmiş; gelin geldiği hanede ise mertlik ve yiğitlikle eğitilmişti. İkisinden de izler taşırlardı. Ben, davranış biçimi olarak, daha çok adını taşıdığım dedeme benzetilmekteyim akrabalarca ve onu tanıyanlarca. Böyle bir ortamda geçti çocukluğum.
Ansiklopediyi baştan sona okudum
Ortaokul son sınıfla, lise birinci sınıftan itibaren başladı edebiyatla bilinçli ilgi. Şunu da açıklıkla belirtmeliyim ki, beni özel olarak yazmaya ve okumaya kimse teşvik etmedi. Her şeyi öğrenmeye ve bilmeye meraklıydım. Bilmediğim o kadar çok şey vardı ki, bu nedenle okuma açıydım. Onüç-ondört yaşlarında bir genç-çocuk iken, bir ansiklopedinin bütün ciltlerini okumak için, haftalarca teyzemlerde kaldım. O ansiklopedi onlarda vardı, bizde yoktu. Hemen hemen bütün ciltlerini, tüm maddelerini özümseyerek okudum. Sabahtan akşama kadar, durmaksızın...
Ablamlarda, Ulus ve Dünya gazeteleriyle, o yıllarda yayınlanan Kim ve Akis dergilerinin eski sayılarının tıka basa dolu olduğu bir oda vardı. O odaya girer ve sabahtan akşama kadar günlerce gazete, dergi okurdum. Birçok şeyle göz aşinalığım, zihnî alışkanlığım öyle başladı. Babam, her gün Tercüman gazetesi alırdı, bir de Cemal Kutay’ın “Tarih Konuşuyor” serisi kitaplarını… Çocukluğum onları okumakla geçti. Okuryazar olduğum çevremde belirginleşince, herkes kitap, dergi ve gazeteyle beslemeye başladı beni.
Ah o ilk okumalar yok mu? O çizgi romanlar…
Unutmadan belirteyim, belki ilgisiz gibi görünecek ama, Tommiks, Teksas, Red Kid, Kinova, Tex, vd. gibi çizgi romanları kiralayarak, sabahtan neredeyse akşama kadar okuduğumuz kitapçıların, oluşumuma katkısını da şimdi daha çok iyi anlıyorum. Bütün bunlar, bu yeraltı ırmağı, bu aküfer gibi oluşan basınçla bir yerden yeryüzüne çıkacak ve kaynak olacaktı mutlaka.
Ve oldu. Ortaokul son sınıfta, Fatma Layık adında bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Hem kurallar çerçevesinde ders verir, hem de kuralların dışına çıkabilecek esnekliği taşırdı. Güncel sanat dergilerinden, beğendiği şiir, öykü ve denemeleri, etkili üslubuyla sınıfta okurdu. Beni çok etkilemiştir.
Bir gün, bir kompozisyon yazılısı yaptı. Konu fizikî ve ruhî portreydi. Ben de bizim sınıfta ve mahalleden çok sevdiğim arkadaşım İhsan Özdemir’i anlattım. Bu kompozisyonun benim açımdan önemli oluşunun bilinciyle, isimleri ayrıntılı olarak veriyorum. En yüksek notu verdiği gibi, o kompozisyonu tüm sınıflarda okudu. Benim kopma noktam orası olabilir. Kendime güvenmeye başlamamın ilk noktası orası olabilir. Belki de, bugünümü hazırlayan gün, 1963 yılındaki o olaydır.
Sonra lise birinci sınıf… Malatya Turan Emeksiz lisesi… Yine kompozisyon dersi, yine en yüksek not... Öğretmenim Adile Türkmen o kadar çok beğenmişti ki, lisenin çıkardığı sanat dergisi olan Yeni Adım’da yayınlanmasına karar vermişti. İlk yayınlanan edebiyat ürünüm odur, “Hayatta Kalem” başlıklı o kompozisyon. Sanıyorum yıl 1964’ün sonuna doğruydu yazıyı yazdığımda,14 yaşındaydım ve adımı bir derginin kapağında gördüm kısa bir süre sonra, Ocak 1965’te. Hoşuma gitti tabii ki…
Şiirle muaşakamın başladığının resmidir
Lise ikinci sınıfta, arkadaşlarla birlikte sanat dergileri çıkarma girişimleri, İstanbul ve Ankara’da yayınlanan önemli dergilere şiirlerimizi gönderip, o dergilerde adımızı görmenin mutluluğu, bundan sonra kendiliğinden geldi… Lise ikide ve sonda (1965–1966), Fuzuli divanını, zorunluluktan değil, sadece sevdiğimden, baştan sona ezberlediğimi hatırlıyorum.
Peki, şiir söylemeyi neye borçluyum? Bilmiyorum. Yazı konusunun, hatırlayabildiğim daha eski kökleri de vardı. Mesela ilkokulda tahrir diye bir dersimiz vardı, bir nevi kompozisyon. Bir konu verirdi öğretmen, biz de yazardık. O derste, belki de okulun en iyisi olduğumu çok net hatırlıyorum, olaylarla… Ama şiir yazdığımı hatırlamıyorum. İlk şiirimin, Çile adında, bizlerin çıkardığı bir dergide yayınlandığını hatırlıyorum, sanırım 1965 yılıydı. Başka yerel dergilerde de yayınlandı, ama hemen İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Hareket, Defne gibi dergilere kaydı şiirlerimin yayını ve Konya’da yayınlanan Çağrı’ya… Şimdi o şiirlere bakıyorum; 14-15’li yaşların duygusu, düşüncesi, bilgisi, estetiği; ama yine de güzel ve hâlâ beğenilir durumda. İlk şiirlerimi de kitabıma (Andolsun Aşka-Toplu Şiirler) aldım. Hem de beğenerek aldım yaklaşık 45 yıl önceki ürünlerimi.
Şiire yönelmem, o olağanüstü tabiatın mı sonucu, genetik mi, öğretmenlerimin cesaretlendirmesi mi, arkadaş grubunun oluşturduğu olumlu ortam sonucu mu? Bilmiyorum. Ama kendimi hep bir şiir çırağı, şiir öğrencisi gibi gördüm. Bunu da net hatırlıyorum. Hâlâ kendimi şiirin çırağı olarak görürüm. Bence sanatta ustalık öldükten sonra başlar, ustalık olacaksa… İnsan yaşıyorken, kalfalığı bile olmayan bir çıraklığı yaşar; hayatta da, sanatta da… 13-14’lü yaşlarda söylediğim ve o yıllarda yayınlanan yerel dergilerde rubailerim, gazellerim var; çok güzel buluyorum hâlâ. Yine o yıllarda Fuzulî’ni bir gazeline söylediğim tahmis var, çok akıcı, kurallara uygun ve hâlâ çok güzel. Diyeceğim şu, hayatım şiirden ibaret değildi, ama şiirin köklerine nüfuz edebilmiştim diye düşünüyorum.
Aslında tahsil hayatım da, en az şiir serüvenim kadar ilginçtir. İlkokula 5 yaşında başlamışım, ama iyi bir öğrenciydim. Beş yaşında adımı yazabiliyormuşum ve evde bulduğum her yere adımı yazdığımdan, beni okula göndermek “zorunda” kalmışlar, evdeki duvarları ve tahtaları kurtarmak için. Başarılı olunca da sürmüş öğrenciliğimiz. Ortaokul son sınıfta okul birincisiydim, tüm notlarım 10’du. Lisede vasat bir öğrenciydim. Şiirler yazmaya başladım. Lise sonda birdenbire, tüm okulda çok popüler oldum, okulda, Namık Kemal’in Zavallı Çocuk adlı oyununda başrolü ben oynadım. Bu, derslerde de başarıyı getirdi.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Şehir ne kadar etkili edebiyatçı üzerinde?
Minik bir hatırlatma: Edebiyat ve kompozisyondan her zaman ya 10 aldım, ya da ona yakın notlar… Ama üniversite sınavında da çok başarılı oldum. Edebiyat bölümünde okumama rağmen, çok yüksek bir fen puanı aldım. O zamanlar 6 fakülte tercih etme imkânı vardı. Ankara Siyasal, Ankara Tıp, Ankara İlahiyat, İstanbul Hukuk, İstanbul Edebiyat ve Erzurum Ziraat fakültelerini tercih ettim. Hepsini kazandım. Ziraati seçtim. Ailemde çok sayıda ziraat mühendisi vardı ve o zamanlar ziraat fakültesi çok önemliydi, zor girilen bir okuldu. Kaymakamların 450 lira maaş aldığı o yıllarda, ziraat mühendisleri, sonraları benim de çalıştığım Topraksu’da 1600 lira maaş alırlardı ayda. Bütün bunlar bir araya gelince, ben de lisans öğretimi için Erzurum Ziraat Fakültesi’ni seçtim. Çok da iyi ettiğimi yıllar sonra daha iyi anladım.
Erzurum, hem şehir olarak, hem arkadaş gurubu olarak, hem de üniversitenin imkânları olarak, benim gelişimimde çok müspet bir rol oynamıştır. Aynı dönemlerde, Erzurum’da birlikte öğrencilik yaptığımız sevgili Mustafa Kutlu, bunun üzerine kabadayılık ve ağalık kıssaları da ekleyerek, bana dair şaşkınlıkla izlediğim bir portre çizer… O yıllarda başta Hareket dergisi olmak üzere, Türkiye’de önemli görülen dergilerde şiirlerim yayınlandı, bazı dergilerin çıkarılmasında da katkılarımız oldu. Ama ben en çok Eskişehir’de yayınlanan Deneme’yi önemsiyorum. Çok genç iki lise öğrencisinin, Nabi Avcı ve Ahmet Kot’un çıkardığı, daha alt sınıflardan Murat Mercan ve Haydar Ergülen’in yardımcı olduğu o harika dergiyi... En çok onu severim hâlâ.
Erzurum Üniversitesi o zaman müthişti. Rektör Kemal Bıyıkoğlu, Dekan Şaban Karataş, Türkiye çapında hocalar… Çoğuyla kişisel dostluklarımız vardı, hâlâ da sürer... Orhan Türkdoğan’dan Kaya Bilgegil’e, Orhan Okay’dan Fahrettin Tosun’a kadar çok değerli hocalarla, esaslı bir eğitim yuvasıydı Erzurum. Talebe hareketleri konusunda da, ülkede sözü edilir durumdaydı.
Nasıl bir donanımla üniversiteye gelmiştim?
Ben üniversiteye başladığımda, fikren ve sosyal hareketlilik olarak, liseden çok iyi hazırlanarak geldiğimi fark ediyorum geriye dönüp baktığımda. Malatya o yıllarda, neredeyse her yerde insanı eğiten, öğreten, bulunduğu hal üzre bırakmayıp her zaman bir adım ileri götüren, artılar ekleyen bir kültürel ortamın adıydı. Çok gençken, lise birinci sınıfta, daha ağır ağabeylerin meclisinde, Malatya Fikir Kulübü’ndeki toplantılarda varlığımızı ispat ederdik. Said Çekmegil’den Said Ertürk’e kadar çok değerli düşünce adamları ile birlikte, her cumartesi akşamı fikir kulübü toplantılarına katılırdık. Şöyle bir demokratik geleneği öğrendik orada. Her şey oya sunulurdu ve çoğunluğun tensibiyle uygulamaya alınırdı. Önce, bir başkan seçilir o geceyi yönetmek üzere. Daha sonra da, o akşam konuşulacak konular ortaya atılır, oylanır, en çok oy alan kabul edilir. Konuşmalar turlarla devam eder. Önce anlatma, sonra tenkid turları yapılır. İhtilaflarda meclis içtüzüğü uygulanırdı. Mesela, usul hakkında konuşmanın her zaman önceliği vardı. Bu toplantılar pişirdi bizi. Düşünün ki, tenkid konusunda en acımasız düşünürlerin arasındasınız; bilmek, bilmediğinizi öğrenmek, yanlış yapmamak için dikkatli olmak, yanlış yapınca da eleştirilere tahammül etmek zorundasınız. Bütün bunları öğrendik o toplantılarda. Toplum karşısında konuşma temrinleri oldu o fikir kulübü toplantıları bizim için. Bu hazırlıkla, bu donanımla üniversiteye başladım.


Üniversiteye başlar başlamaz, diğer öğrencilerden fikrî hazırlık ve üniversal ortama uygunluk yönünden ileride olduğumu, Malatya’daki bilmeden hazırlandığımız aşamadan dolayı, çok net gördüm.18 yaşını doldurmadığım için, ilk yıl resmî olarak dernek yönetimlerinde görev alamadım. Ama ikinci yıl, 18 yaşımı doldurduğumdan, ilk önce Ziraat Fakültesi Talebe Cemiyeti seçimlerine katıldım ve yönetim kurulu üyesi oldum. Bu seçimlerde çok sevdiğim bir dostumun, rahmetli Şükrü Şamdan’ın katkılarını hatırlıyorum. Ondan sonra da hayatımda derneklerin, cemiyetlerin yönetiminde bulunmak her zaman oldu. Malatyaspor Asbaşkanlığı’ndan Türkiye Yazarlar Birliği Genel Sekreter Yardımcılığı’na kadar, Azm-i Milli T.A.Ş’den T.Şeker Fabrikaları A.Ş.’ne kadar birçok yönetim kurulu üyeliği oldu hayatımda.
Şair ünvanı kimdeydi o zaman?
Ziraat Fakültesi’nde aynı sınıfta üç şairdik: Ben, Mehmet Atilla Maraş ve A. Naci Yüksel… Sürekli olarak okuduklarımızı paylaşır, yeni yazdıklarımızı birbirimize okurduk. Erzurum’da şair ünvanını sadece rahmetli Naci taşırdı. Çok popülerdi, teatral bir şiir okuma biçimi vardı ve bu, öğrenciler arasında çok beğenilirdi. Ziraat eğitimi almama rağmen, edebiyatın dersleriyle de ilgiliydim. Edebî konuları zaman zaman edebiyat fakültesi akademisyenleri ile konuşur, tartışırdık. Şimdi geriye dönüp baktığımda, o yıllarda, yani 1967’de sonra Erzurum Edebiyat Fakültesi’nin akademik kadrosunun, kendi dalında çok önemli isimler olduğunu görüyorum. Orhan Okay’dan Kaya Bilgegil’e kadar dönemimiz hocaları, bizden önce Mehmet Kaplan’ın hocalığı, şu anda isimlerini sayamayacağım konularında yetkin birçok öğretim üyesinin olumlu ortamı, gerçekten, birçok şeyi öğrenmemize, tartışarak netleştirmemize vesile oldu. Ciddi bir kazançtır.
Üniversite bu şekilde bitti. O yıllarda şiirleri okunan, üzerinde düşünülen bir şairdim. Daha sonra herkesin bildiği gibi Mavera, Düşünce, Aylık Dergi’de yayınlanan şiirler ve şiir üzerine düşünce üreten yazılar. Bir bakıma poetika… Daha sonra, uzun bir süre, şiirler söylüyor olmama karşılık, hiçbir yerde yayınlamadım onları. Hemen hemen 1979’da yayınlanan Çerağ’dan sonraki kitaplarımın tümü de böyledir. Bir Gecenin Şiiri, Kendini Yusuf Gören, Ölüm Bile Aşkile, Kör Sağır Dilsiz Gibi, Kalbim Ey Divane’deki şiirlerin çoğu bu durumdadır. Hiçbir sanat dergisinde yayınlanmaksızın doğrudan kitaplaşmışlardır. Kısa zamanda tükenmiş, yeni baskıları yapılmıştır; ama dergilerde yayınlanmaksızın… Doğal olarak, tüm şiirlerimin toplandığı Andolsun Aşka da aynı durumdadır.
Neden dergilerde göremedik şiirlerini?
Dergilerde şiir yayınlamamam, belki de her derginin bir koloni olarak yapılanmasına itirazımı içerir. Dergi mensupları “körler sağırlar, birbirini ağırlar” kavlince, birbirlerini över durur, olmayan hikmetler yumurtlayarak birbirlerini göğe çıkarırlar genellikle. Hiçbiri de kalıcı değildir bunların. Erken emeklilik oluşur. Henüz emekleme dönemindeki gençlere usta muamelesi yapıldığından, nasıl olsa artık oldum duygusuyla, kendi gelişimini sürdürmez. Oysaki sanat, bence, ölünceye kadar sürdürülecek bir çıraklıktır. Bir şaşma, bilmeme, öğrenmeye çalışma; her an yeniden şaşma, yeniden bilmeme ve yeniden öğrenmeye çalışmanın adıdır sanat, ta ki ölünceye kadar.
Bunu uygulayan birçok sanatçının genç/yaşlı hangi dönemine ait olursa olsun, yaptığı resimler, heykeller, söylediği şiirler, yazdığı romanlar, hikâyeler, denemeler, bestelediği müzikler, ortaya koyduğu tüm sanat yapıtları, içinde bir canlılığı, ileride olmayı, hatta çılgınlığı barındırır. Kendini usta kabul ederek ahkâm kesmeye başlayanların eserleri de, ölü doğmuş çocuklar gibi, bir süre sonra kokuşmayı, dağılmayı, yok olmayı temsil eder. Her iki anlayışın örnekleri olmuştur her zaman ve olmaya devam edecektir. Şimdi, ben de bu yargıma uyarak, ahkâm kesmeye son verip, bu yazıyı da okuyacak olanlara bırakarak; kendimi, kendi bilgisizliğimin sonsuz alanına terk etmeliyim. Bu, bana şu avantajı sağlıyor; bir çocuğun hayatı kavrarkenki iştiyakıyla, her an yeni bir şiirin ardına düşüyorum. Hayat ve tabiat, bana yepyeni keşiflerin kapılarını açıyor.
Sanki ölümüme daha binlerce yüzyıl varmış gibi…
Sanki yarın ölecekmişim gibi…
Her ikisinin med-cezri arasında, geriye, bir ileri, bir geri giden kum yığınları; yani bizim hayatımız kalıyor.
(Dunyabizim)
 
Üst