ismail
Yeni
- Katılım
- 3 Mar 2007
- Mesajlar
- 20,475
- Tepkime puanı
- 2,063
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
Cumali Ünaldı Hasannebioğlu’nun bütün şiirleri tek kitapta toplandı. Şair şiirlerinin tamamının toplandığı 432 sayfa getirip kitabın adına Andolsun Aşka dedi ve ebediyat hayatını bakın nasıl özetledi:
Nurettin Durman'ın röportajı...
Usta şair Cumali Ünaldı Hasannebioğlu'nun bugüne dek yayınlandığı kitaplarda yer alan tüm şiirleri Beyan yayınlarınca neşredilen Andolsun Aşka isimli kitapta toplandı. Kitapta şairin Mevlüt Ceylan tarafından İngilizce’ye çevirilen şiirlerine de yer verildi.
Yazıyor mu yoksa söylüyor mu?
Yazmaya (aslında, “şiir söylemeye” diye düzeltmek geliyor içimden ve düzeltiyorum), nasıl ve nerede başladığım, benim de henüz bazı kısımlarını tam olarak çözemediğim, ipuçlarını kaçırdığım bir sürecin içerisinde… Bence asıl önemli olan, kendi derinliklerime döndüğümde, neden böyle bir istek duyuyor oluşumun cevabıdır.Bu içgüdünün ortaya çıkışı ile ilgili olarak bile, çok net çözümlere sahip değilim. Onu bırakın, net algıları bile hatırlayamadığım çok yer var bu konuda. Yine de, filmi geriye aldığımda, bazı ipuçlarını yakalayacağımı umut etmekteyim. Mesela, çevre çözümleri ve ilişkiler, kalıtsal olduğunu tahmin ettiğim bazı farklılıklar, hatta ırsî nakiller bile söz konusu olabilir. Şiir söylemenin bende heves konumunu aşarak yaşamımın bir parçası olmaya dönüşmesi; benim de açıklıkla fark edebildiğim ve net hatırladığım bir biçimde, kelime ile çok yakın bir ilişki kurmam, ünsiyet peyda etmem, hatta daha da ileri giderek, kelimeye hâkim olma içgüdüsünün beni kuşatmasıyla ilgilidir, diyebilirim.
Sanırım 12–13 yaşlarındaydım bu oluşumu fark ettiğimde. Ben öyle hatırlıyorum. Bilinçli olarak ilk okuduğum şiirin de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Paramparça” adlı şiiri olduğunu netlikle hatırlıyorum. Neden o, derseniz, onu da bilmiyorum. Bunca bilinmeyen içinden, bilinen bir şeye, doğduğum yere geçelim isterseniz. İnsanın doğduğu yerle bir alışverişi var, bir etkilenmesi, karşılıklı uyum belki de. Uyuşma. O nedenle Barguzu’yu anlatmalıyım kıyısından köşesinden.
İnsan doğduğu yerin şiirini söylemeli
Tüm şiirlerimi topladığım Andolsun Aşka adlı, bir bakıma ömrümün divanı sayılabilecek kitabımda, birçok şiirin içinde geçer bu anlamda. Bir de bu başlığı taşıyan şiirim var. Doğduğum yer için söylediğim bir şiir. Bence insan, bir şair adam olarak, kendi şiirinde yıllara, yüzyıllara devrolma istidadında dişe dokunur bir şey görüyorsa, onu mutlaka doğduğu yerle seslendirmeli, taçlandırmalı, doğduğu yerin şiirini söylemeli mutlaka. Ki, bilinsin hangi gül hangi toprakta, hangi çiçek hangi iklimde neşvünema bulmaktadır. İşte, bu bilinsin.
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şirindeki insanla doğduğu yer arasındaki ilişkiyi hatırlatır bir biçimde, Van Gogh’un resimlerindeki o özel sarı rengi, ancak Hollanda’yı gördükten sonra anladığını anlatmasıyla netleşmektedir bu alışveriş bizim yakın hafızamızda. İnsan yaşadığı yere benzer denilmektedir ki, haza doğrudur, kitabın tam ortasından söylenmiş bir sözdür.
Çiçekli vadi mi desem…
Peki, doğduğum yeri nasıl anlatmalı sizlere, hangi sözcüklerle? Nereden başlamalı, belki ilkbahardan ki biz buna zaten sadece bahar derdik, sizin sonbahar dediğiniz döneme de güz…
Aklınıza gelen her türlü meyvenin, dallarda çiçek açtığı bir tabiat düşünün. Yerdeki çiçekler de cabası. Yani sultannavruzdan, kardelene kadar her şey. Menekşeler çeşit çeşit, renk renk. Sütlü menekşeden en koyu renklisine kadar… İlk önce kızılcık çiçek açardı, en sonra da kızılcık meyve verirdi. En son kiraz çiçek açar ve en ilk kiraz meyvesini sunardı bize.
Böyle bilirdik ezelden beri, bize böyle öğretmişti büyüklerimiz ve hayat da doğruladı bunu… Bu arada kaysı, şeftali, vişne, elma, armut, erik… Boy boy, dizi dizi iğdelerle birlikte… Bademler dağı taşı sorguya çekerdi. Cevizliklerle, üzüm bağlarını saymıyorum… Onlar ayrı bir hikâye.
Dört mevsim bir çocukluk
Özel bir kokusu vardı baharın; bir baştan bir başa kükreyerek akan, nazlı nazlı akan, küserek akan, hışırdayarak akan, süzülerek akan, bir ırmak gibi akan o güzelim Derme’nin kendine has bir kokusu vardı ve özellikle de baharda. Koca bir suydu Derme, saniyede birbuçuk mükap, yani 1,5 metreküp su akardı Derme’den, su mühendisliği terminolojisiyle.
Yer yer düşüler, çağlayanlar, döngülerde geniş şişkinlikler, yavaşlamalar; bir yerlerde kayalara vurup başını dam boyu yükselmeler, tozbulutu gibi su damlacıkları oluşturmalar ve o kadarcık yerde gökkuşağı; gökkuşakları… Seyrine doyum olmaz bir hengâme. Su kıyısı göğertilerine narpuzdan başla, en yeşil otla bitir.
Özet olarak anlattığım böyle bir baharı, birdenbire değil de, çocuk muhayyilesinde sanki bin yıl süren bir zamanda yaza dönüştürelim. O çiçekler önce çağla, sonra meyve olsun. Her adımını attığımız yerde bir renk, lezzet ve koku cümbüşü bulunsun…
Sonra güz, “eman” bilmez talancı ordularıyla, bir hışmile girsin bağa, bahçeye… Yaprak değişsin, toprak değişsin, suyun kokusu değişsin. Yazla güz arasında pestiller, salçalar, “eşgi”ler, bulgurlar, pekmezler, “gâh”lar; bilumum sebze ve meyve kuruları, annelerimizin yiğit işbilirliğiyle devşirilen çocukluğumuzun minik mutlulukları…
Ve kış ve karın her yeri fethederek kurduğu imparatorluk… Suyun bile buza dönüşen ağaç uçlarına hasetle baktığı intizam. Baştanbaşa hayatı esir eden kar. Ki, biz çocuktuk ve karın üzerinde yürürdük, o kadar donmuştu ki, kar çökmezdi. Belki de bizleri mutlu etmek uğruna duruşunu bozmaz, zerrece yerinden oynamazdı o metrelerce kar. Kış, gökyüzünü, geceyi, ayı, samanyolunu bile değiştirirdi, sanki dondurarak…
Sonrasını biliyorsunuz, bahar; bambahar… İşte böyle bir cennette, yetişkin bir adam olunca, işim gereği çok dolaşmama rağmen benzerini bulamadığım bir cennette doğdum, büyüdüm. Belki de aradığım çayır çimen değildi de çocukluğumdu, o kekre taddı; ne dersiniz?
Her ne hal ise, böyle bir çocukluk yaşadım.
Şiirinin altyapısı
Sonuç olarak, hâlâ bir cennette yaşadığıma inandığım çocukluğumun bu fizikî alanı, birinci etken sayılabilir şiirimin altyapısı için, o altyapıdaki doğa betimlemeleri için… İkinci etken olarak da, annemin, benim hayatımdaki olağanüstü çizgisini, etkisini, vurgusunu; bunlarla mündemiç olarak da annemdeki duygu yoğunluğunu, insan sevgisini, kültürel birikiminin şiir biçiminde yansımasını; belki de en önemlisi, çevresindeki lider konumunun, üzerimde doğrudan yansımasını gösterebiliriz.
Şiir bir baş çekmeyse… Şiir bir emperyal devletse, şiir bir fütuhatsa, bunları gözden geçirmekte fayda var… Annem okuma yazma bilmezdi, parayı birbirinden ayıramazdı; belki, bunlar kendisine gerekli de değildi. Yaşadığı hayatın, bunlara büyük çapta bir ilgisi, bir ihtiyacı da yoktu, o yüzden bunlara kırk paralık kıymet atfetmezdi. Ama annem, çevresi için, bir nevi hiç umulmadık anda başvurulan bir çift gözyaşıydı, bir merhametli yürekti, bir ilaçtı annem; bir psikologdu.
Buna ihtiyaç vardı işte.
Güçlü bir ‘anne’
Komşularımızdan, gelin kaynana kavga eder, önce kaynana gelir anneme, gelini ile ilgili sıkıntılarını anlatır iki gözü iki çeşme. Annem, onunla oturur ağlar, onu yatıştırır, gelini ile ilgili merhamete davet edici bir ortam oluşturur ve rahatlatarak gönderir.
Biraz sonra gelin de gelir anneme. Onu da dinler, onunla ağlaşır, derdini paylaşır, kaynanasına karşı muhabbet dolu bir biçimde onu da gönderir. Ben, annemin, kimsenin aleyhine konuştuğunu, ya da dedikodu yaptığını hatırlamıyorum. Annem, Malatya ve çevresinde çok tanınan, saygın bir Nakşibendî-Kadiri şeyhi olan Boranlı Hacı Mustafa Baba’nın kızıydı, tekkenin manevi atmosferinde ve kültür harmanında yetişmişti. Onun için insanları, salt insan oldukları için seviyordu, onun için muazzam bir kültür birikimi vardı.
Dilenciler ya da çingeneler gelirdi mahalleye. Annem o dilencilerin çoğuyla ahbaptı. Özel adları olanlar da vardı, mesela “Perşembe Bacısı” sadece Perşembe günleri gelirdi. Evde konuk eder, onlarla sohbet eder, ikramda bulunur ve onlara vereceklerini, mutlaka özür diler gibi verirdi.
Çingeneler gelirdi; hele bir “Cingen Elif” vardı ki annemin has dostuydu. Evimizde konuk eder, sonra da bir şeyler verir, gönderirdi. İşin tuhafı, dilencileri de, çingeneleri de konuk ederken onlara kraliçe muamelesi yapardı. Onlara çok soylu konuklar olarak hürmet eder, hizmet eder, değer verirdi. Mükrimdi. Alevilerle, Kürtler için de öyle. Onlarla da konuşacak çok şeyler bulurdu.
Annem, herkesten farklı bir biçimde yorumlardı hayatı ya da alışılmadık bir biçimde… Çocukluğumda hatırlıyorum, dışarıda kar veya yağmur yağdığını söylesek anneme, cevap hazırdı: “Mülküne yağıyor.” Öylesine, hayatla iç içe bir bilinçlilik hali. Bunu dayılarımda da gözlemlemişimdir. Çocuktum, dayımla birlikte, buğday harmanına gitmiştik. Bizde 16 kiloluk bir tahıl ölçeği vardı, adı kırat… Dayım ilk kıratı doldurdu, çuvala koyarken saydı: “Birdir Allah, Bir!”. Sonra bilinçli olarak iki demedi, sustu; ama ikinci kıratı çuvala boşalttı. Sonra üç, dört diye sayarak, tüm ürünü çuvallara yerleştirdi. Bu, yetiştikleri ortamın, din ile realite arasında, dini hassasiyetlerle gerçek hayat arasında kurduğu, güzelliklerle dolu bir köprüden kaynaklanıyordu ve hayatı yorumlayış, algılayış biçimiydi, öylesine doğaldı. Benimle, özel olarak ilgilendiğini hatırlıyorum annemin. Bana birçok güzelliği annem tanıtmıştır.
Günbatımını dakikalarca seyrettiğimiz çok olmuştur, küçücük bir çocukken, annemle. Ya da, yeni biçilmiş otların o çıldırtıcı kokusunu fark ettirirdi akşam serinliğinde. Bu bana, görünüşte hiç benzemese de, Peygamberimiz’in, herkesin tiksindiği, şişmiş köpek leşinde bile bir güzellik vurgulayıp, “ne güzel dişleri var” demesindeki ayırt edici, ama bu farklılığı her alana yayıcı algılamanın bir süreği gibi gelmiştir hep. Annemin, benim şiirimin altyapısında, temel atıcı ve yönlendirici, biçimlendirici bir fonksiyonu olduğunu, bu nedenlerden dolayı düşünmekteyim. Kaldı ki, benim doğumumla, annemin geleceği ve hatta incinen gurunun onarılması arasında çok belirgin bir bağ da vardır. Kısaca, uzun süre erkek çocuğu olmamış annemin. Hâkim olan kurallar, bir bakıma aşağılanması gerektiği sonucunu doğuruyormuş. Mutlaka bir oğlu olması lazım... Nasıl olacak bu? Uzun yıllar bu özlemle yaşıyor, yok…
“En çok sevdiğin şeyi kendine yasakla, oğlun olur” demişler. Annem de ciğeri çok severmiş; ben doğduktan sonra, ölünceye kadar ciğer yemedi benim anam, canım anam.
Nurettin Durman'ın röportajı...
Usta şair Cumali Ünaldı Hasannebioğlu'nun bugüne dek yayınlandığı kitaplarda yer alan tüm şiirleri Beyan yayınlarınca neşredilen Andolsun Aşka isimli kitapta toplandı. Kitapta şairin Mevlüt Ceylan tarafından İngilizce’ye çevirilen şiirlerine de yer verildi.
Yazıyor mu yoksa söylüyor mu?
Yazmaya (aslında, “şiir söylemeye” diye düzeltmek geliyor içimden ve düzeltiyorum), nasıl ve nerede başladığım, benim de henüz bazı kısımlarını tam olarak çözemediğim, ipuçlarını kaçırdığım bir sürecin içerisinde… Bence asıl önemli olan, kendi derinliklerime döndüğümde, neden böyle bir istek duyuyor oluşumun cevabıdır.Bu içgüdünün ortaya çıkışı ile ilgili olarak bile, çok net çözümlere sahip değilim. Onu bırakın, net algıları bile hatırlayamadığım çok yer var bu konuda. Yine de, filmi geriye aldığımda, bazı ipuçlarını yakalayacağımı umut etmekteyim. Mesela, çevre çözümleri ve ilişkiler, kalıtsal olduğunu tahmin ettiğim bazı farklılıklar, hatta ırsî nakiller bile söz konusu olabilir. Şiir söylemenin bende heves konumunu aşarak yaşamımın bir parçası olmaya dönüşmesi; benim de açıklıkla fark edebildiğim ve net hatırladığım bir biçimde, kelime ile çok yakın bir ilişki kurmam, ünsiyet peyda etmem, hatta daha da ileri giderek, kelimeye hâkim olma içgüdüsünün beni kuşatmasıyla ilgilidir, diyebilirim.
Sanırım 12–13 yaşlarındaydım bu oluşumu fark ettiğimde. Ben öyle hatırlıyorum. Bilinçli olarak ilk okuduğum şiirin de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Paramparça” adlı şiiri olduğunu netlikle hatırlıyorum. Neden o, derseniz, onu da bilmiyorum. Bunca bilinmeyen içinden, bilinen bir şeye, doğduğum yere geçelim isterseniz. İnsanın doğduğu yerle bir alışverişi var, bir etkilenmesi, karşılıklı uyum belki de. Uyuşma. O nedenle Barguzu’yu anlatmalıyım kıyısından köşesinden.
İnsan doğduğu yerin şiirini söylemeli
Tüm şiirlerimi topladığım Andolsun Aşka adlı, bir bakıma ömrümün divanı sayılabilecek kitabımda, birçok şiirin içinde geçer bu anlamda. Bir de bu başlığı taşıyan şiirim var. Doğduğum yer için söylediğim bir şiir. Bence insan, bir şair adam olarak, kendi şiirinde yıllara, yüzyıllara devrolma istidadında dişe dokunur bir şey görüyorsa, onu mutlaka doğduğu yerle seslendirmeli, taçlandırmalı, doğduğu yerin şiirini söylemeli mutlaka. Ki, bilinsin hangi gül hangi toprakta, hangi çiçek hangi iklimde neşvünema bulmaktadır. İşte, bu bilinsin.
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şirindeki insanla doğduğu yer arasındaki ilişkiyi hatırlatır bir biçimde, Van Gogh’un resimlerindeki o özel sarı rengi, ancak Hollanda’yı gördükten sonra anladığını anlatmasıyla netleşmektedir bu alışveriş bizim yakın hafızamızda. İnsan yaşadığı yere benzer denilmektedir ki, haza doğrudur, kitabın tam ortasından söylenmiş bir sözdür.
Çiçekli vadi mi desem…
Peki, doğduğum yeri nasıl anlatmalı sizlere, hangi sözcüklerle? Nereden başlamalı, belki ilkbahardan ki biz buna zaten sadece bahar derdik, sizin sonbahar dediğiniz döneme de güz…
Aklınıza gelen her türlü meyvenin, dallarda çiçek açtığı bir tabiat düşünün. Yerdeki çiçekler de cabası. Yani sultannavruzdan, kardelene kadar her şey. Menekşeler çeşit çeşit, renk renk. Sütlü menekşeden en koyu renklisine kadar… İlk önce kızılcık çiçek açardı, en sonra da kızılcık meyve verirdi. En son kiraz çiçek açar ve en ilk kiraz meyvesini sunardı bize.
Böyle bilirdik ezelden beri, bize böyle öğretmişti büyüklerimiz ve hayat da doğruladı bunu… Bu arada kaysı, şeftali, vişne, elma, armut, erik… Boy boy, dizi dizi iğdelerle birlikte… Bademler dağı taşı sorguya çekerdi. Cevizliklerle, üzüm bağlarını saymıyorum… Onlar ayrı bir hikâye.
Dört mevsim bir çocukluk
Özel bir kokusu vardı baharın; bir baştan bir başa kükreyerek akan, nazlı nazlı akan, küserek akan, hışırdayarak akan, süzülerek akan, bir ırmak gibi akan o güzelim Derme’nin kendine has bir kokusu vardı ve özellikle de baharda. Koca bir suydu Derme, saniyede birbuçuk mükap, yani 1,5 metreküp su akardı Derme’den, su mühendisliği terminolojisiyle.
Yer yer düşüler, çağlayanlar, döngülerde geniş şişkinlikler, yavaşlamalar; bir yerlerde kayalara vurup başını dam boyu yükselmeler, tozbulutu gibi su damlacıkları oluşturmalar ve o kadarcık yerde gökkuşağı; gökkuşakları… Seyrine doyum olmaz bir hengâme. Su kıyısı göğertilerine narpuzdan başla, en yeşil otla bitir.
Özet olarak anlattığım böyle bir baharı, birdenbire değil de, çocuk muhayyilesinde sanki bin yıl süren bir zamanda yaza dönüştürelim. O çiçekler önce çağla, sonra meyve olsun. Her adımını attığımız yerde bir renk, lezzet ve koku cümbüşü bulunsun…
Sonra güz, “eman” bilmez talancı ordularıyla, bir hışmile girsin bağa, bahçeye… Yaprak değişsin, toprak değişsin, suyun kokusu değişsin. Yazla güz arasında pestiller, salçalar, “eşgi”ler, bulgurlar, pekmezler, “gâh”lar; bilumum sebze ve meyve kuruları, annelerimizin yiğit işbilirliğiyle devşirilen çocukluğumuzun minik mutlulukları…
Ve kış ve karın her yeri fethederek kurduğu imparatorluk… Suyun bile buza dönüşen ağaç uçlarına hasetle baktığı intizam. Baştanbaşa hayatı esir eden kar. Ki, biz çocuktuk ve karın üzerinde yürürdük, o kadar donmuştu ki, kar çökmezdi. Belki de bizleri mutlu etmek uğruna duruşunu bozmaz, zerrece yerinden oynamazdı o metrelerce kar. Kış, gökyüzünü, geceyi, ayı, samanyolunu bile değiştirirdi, sanki dondurarak…
Sonrasını biliyorsunuz, bahar; bambahar… İşte böyle bir cennette, yetişkin bir adam olunca, işim gereği çok dolaşmama rağmen benzerini bulamadığım bir cennette doğdum, büyüdüm. Belki de aradığım çayır çimen değildi de çocukluğumdu, o kekre taddı; ne dersiniz?
Her ne hal ise, böyle bir çocukluk yaşadım.
Şiirinin altyapısı
Sonuç olarak, hâlâ bir cennette yaşadığıma inandığım çocukluğumun bu fizikî alanı, birinci etken sayılabilir şiirimin altyapısı için, o altyapıdaki doğa betimlemeleri için… İkinci etken olarak da, annemin, benim hayatımdaki olağanüstü çizgisini, etkisini, vurgusunu; bunlarla mündemiç olarak da annemdeki duygu yoğunluğunu, insan sevgisini, kültürel birikiminin şiir biçiminde yansımasını; belki de en önemlisi, çevresindeki lider konumunun, üzerimde doğrudan yansımasını gösterebiliriz.
Şiir bir baş çekmeyse… Şiir bir emperyal devletse, şiir bir fütuhatsa, bunları gözden geçirmekte fayda var… Annem okuma yazma bilmezdi, parayı birbirinden ayıramazdı; belki, bunlar kendisine gerekli de değildi. Yaşadığı hayatın, bunlara büyük çapta bir ilgisi, bir ihtiyacı da yoktu, o yüzden bunlara kırk paralık kıymet atfetmezdi. Ama annem, çevresi için, bir nevi hiç umulmadık anda başvurulan bir çift gözyaşıydı, bir merhametli yürekti, bir ilaçtı annem; bir psikologdu.
Buna ihtiyaç vardı işte.
Güçlü bir ‘anne’
Komşularımızdan, gelin kaynana kavga eder, önce kaynana gelir anneme, gelini ile ilgili sıkıntılarını anlatır iki gözü iki çeşme. Annem, onunla oturur ağlar, onu yatıştırır, gelini ile ilgili merhamete davet edici bir ortam oluşturur ve rahatlatarak gönderir.
Biraz sonra gelin de gelir anneme. Onu da dinler, onunla ağlaşır, derdini paylaşır, kaynanasına karşı muhabbet dolu bir biçimde onu da gönderir. Ben, annemin, kimsenin aleyhine konuştuğunu, ya da dedikodu yaptığını hatırlamıyorum. Annem, Malatya ve çevresinde çok tanınan, saygın bir Nakşibendî-Kadiri şeyhi olan Boranlı Hacı Mustafa Baba’nın kızıydı, tekkenin manevi atmosferinde ve kültür harmanında yetişmişti. Onun için insanları, salt insan oldukları için seviyordu, onun için muazzam bir kültür birikimi vardı.
Dilenciler ya da çingeneler gelirdi mahalleye. Annem o dilencilerin çoğuyla ahbaptı. Özel adları olanlar da vardı, mesela “Perşembe Bacısı” sadece Perşembe günleri gelirdi. Evde konuk eder, onlarla sohbet eder, ikramda bulunur ve onlara vereceklerini, mutlaka özür diler gibi verirdi.
Çingeneler gelirdi; hele bir “Cingen Elif” vardı ki annemin has dostuydu. Evimizde konuk eder, sonra da bir şeyler verir, gönderirdi. İşin tuhafı, dilencileri de, çingeneleri de konuk ederken onlara kraliçe muamelesi yapardı. Onlara çok soylu konuklar olarak hürmet eder, hizmet eder, değer verirdi. Mükrimdi. Alevilerle, Kürtler için de öyle. Onlarla da konuşacak çok şeyler bulurdu.
Annem, herkesten farklı bir biçimde yorumlardı hayatı ya da alışılmadık bir biçimde… Çocukluğumda hatırlıyorum, dışarıda kar veya yağmur yağdığını söylesek anneme, cevap hazırdı: “Mülküne yağıyor.” Öylesine, hayatla iç içe bir bilinçlilik hali. Bunu dayılarımda da gözlemlemişimdir. Çocuktum, dayımla birlikte, buğday harmanına gitmiştik. Bizde 16 kiloluk bir tahıl ölçeği vardı, adı kırat… Dayım ilk kıratı doldurdu, çuvala koyarken saydı: “Birdir Allah, Bir!”. Sonra bilinçli olarak iki demedi, sustu; ama ikinci kıratı çuvala boşalttı. Sonra üç, dört diye sayarak, tüm ürünü çuvallara yerleştirdi. Bu, yetiştikleri ortamın, din ile realite arasında, dini hassasiyetlerle gerçek hayat arasında kurduğu, güzelliklerle dolu bir köprüden kaynaklanıyordu ve hayatı yorumlayış, algılayış biçimiydi, öylesine doğaldı. Benimle, özel olarak ilgilendiğini hatırlıyorum annemin. Bana birçok güzelliği annem tanıtmıştır.
Günbatımını dakikalarca seyrettiğimiz çok olmuştur, küçücük bir çocukken, annemle. Ya da, yeni biçilmiş otların o çıldırtıcı kokusunu fark ettirirdi akşam serinliğinde. Bu bana, görünüşte hiç benzemese de, Peygamberimiz’in, herkesin tiksindiği, şişmiş köpek leşinde bile bir güzellik vurgulayıp, “ne güzel dişleri var” demesindeki ayırt edici, ama bu farklılığı her alana yayıcı algılamanın bir süreği gibi gelmiştir hep. Annemin, benim şiirimin altyapısında, temel atıcı ve yönlendirici, biçimlendirici bir fonksiyonu olduğunu, bu nedenlerden dolayı düşünmekteyim. Kaldı ki, benim doğumumla, annemin geleceği ve hatta incinen gurunun onarılması arasında çok belirgin bir bağ da vardır. Kısaca, uzun süre erkek çocuğu olmamış annemin. Hâkim olan kurallar, bir bakıma aşağılanması gerektiği sonucunu doğuruyormuş. Mutlaka bir oğlu olması lazım... Nasıl olacak bu? Uzun yıllar bu özlemle yaşıyor, yok…
“En çok sevdiğin şeyi kendine yasakla, oğlun olur” demişler. Annem de ciğeri çok severmiş; ben doğduktan sonra, ölünceye kadar ciğer yemedi benim anam, canım anam.