Büyük Doğu Nedir ?

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BÜYÜK DOĞU

Koskocaman, top şeklinde bir yumak gibi iplik iplik sarılı, kangal kangal bükülü, ilk ucundan sonucuna kadar üstüste devşirili; dışarıya doğru lif lif dağınık ve içeriye doğru kol kol toplu, muhitte nâmutenahî çok ve merkezde nâmutenahî tek; ve nihayet gelmiş ve gelecek zaman boyunca bütün eşya ve hâdiseler zeminini avlamaya memur bir fikir ağı halinde düğüm düğüm çerçeveli bir manzume... Yekpare bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi... İsmi de BÜYÜK DOĞU...

Büyük Doğu?.. Bildiğimiz doğuş hâdisesine bağlı bir delâlet mi?.. Yoksa mâlum Şark dünyasına mı işaret?.. Birincisiyle beraber, yahut birincisinin içinde ikincisi!.. Bu isim, sadece doğuş mânasına kabuğunu çatlatan tohumun kıvılcımlı nefesiyle pembeleşmiş bir ufuk üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve künbed, kemer ve harabe, bütün dış çizgileri ve iç nakışlarından kucaklamakta...

Bir aradaki bu çiftte delâletten sonra da, bütün insanlığa örnek olmak dâvasiyle, onların da üstünde ve güneş gibi topyekûn yeryüzünü yalayıcı bir mâna...

Doğuş olmaya doğuş... Doğu olmaya Doğu... En doğrusu Doğunun doğuşu...

En ulvî tecrid ve mânalandırmalara, çok defa en süflî teşhis ve maksatlandırmalar musallattır. Kendimi bunlardan korumak için, sadece yavan bir isim delâleti yüzünden dâvaların en çıkmazı, en kabasiyle aramızda benzerlik arayacak vehimleri şimdiden kovalım: BÜYÜK DOĞU’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemmiyet zemininde aramıyoruz. Biz BÜYÜK DOĞU’yu, vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlariyle çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O, kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip...

Maddi ve manevî sınır dışı ırk gayreti, kavim hırsı ve toprak iştahı, sadece alâkasız olduğumuz bir iş sanılmasın!.. Büyük ve gerçek kurtuluş adına, yüzdeyüz düşmanı sıfatiyle alâkalı olduğumuz ve karşısında cephe tuttuğumuz zıt ve bâtıl hedeflerden bir tanesi!..

Kendimizi kendi içimizde; fert ve cemiyetimizi içinden ve dışından kucaklayarak kendi içimizde tamamlığa erdirmeden dışarda gözü olmak, bu iç oluşa ihanettir. Ötesi, olduktan sonra düşünülecek iş...

Öyleyse BÜYÜK DOĞU, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir yürüyüş olmaktan ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhanî bir sefer...

Doğudan fışkırmış, Doğunun gerçek ruhuna ermiş, onu örnekleştirmiş, nefsinde halkalamış, Batıya doğru yürütmüş handiyse Batıyı devirecek hale gelmiş; sonra kabuk üstü donup kalmış, yeni zaman yemişlerine can verecek kök feyzini emmekten uzak yaşamış, doğurucu ve yaşatıcı aşk ve çile dairesinden kayıp çıkmış, hikmetini kaçırdığı şekillere incisiz istiridye kabukları gibi tutunmaya çalışmış; ve sonra doğan ve gelişen Batının karşı saldırışları önünde topyekûn Doğuyla beraber gerilemiş, geriledikçe gerilemiş, bir uçurumdan öbür uçuruma sürüklenmiş, fakat sukûtun dibini boylamış, gizli bir bünye sırı yüzünden hastalığa dayanmış, apışmış ve donmuş, devir devir sahte ve gülünç kurtuluş hareketlerine şahit olmuş, nihayet büsbütün tasfiye vaziyetine düşmüş, bir şahlanışta kendisini yalnız mekân çerçevesinde kurtarabilmiş, derken işin satıh ve maddede en dizginsiz Garp taklitçiliğine ve öz kök alâkasızlığına döküldüğünü görmüş, zaman çerçevesindeyse bir türlü kurtarıcısını bulamamış bir millet olmak şuuruna sımsıkı bağlıyız.

Kavramak lâzımdır ki, bir zamanlar Doğunun teknesinde yuğurulan, kendi teknesinde de Doğuyu yuğuran şahsiyet hamurumuz, Doğunun zaafında biz, bizim zaafımızda ise Doğu mecalden düşerken kurtlanmaya yüz tuttu; ve o gün bu gün, kendi öz cevherleriyle yabancı cevherler arasındaki anlayışsız, bilgisiz, ölçüsüz ve hikmetsiz katışmalar yüzünden çürüye çürüye şimdiki müzmin haline geldi. Bu halin ismi, müzmin şahsiyetsizlik ve asliyetsizlik hastalığı...

Zira, Viyana bozgunundan “Nizam-ı Cedid”e ve Tanzimattan Cumhuriyete kadar içimizle dışımız ve köklerimizle dallarımız arasındaki mahsup sırrına erecek, içi muhasebe, murakebe ve çile dolu, dünya çapında tek bir kafa bile yetiştiremedik ve hep onbaşı kültürlü basit aksiyon adamlarının itiş kakışlarına uyduk ve onları kahramanlaştırdık.

Tanzimattan beri devam eden sahte inkılâplar ve bu inkılâpların türettiği sahte kahramanlar, dâvamızın, müşahhas plânda baş meselesidir.

Kendi içimizde ve kendi cebimizde kaybettiğimiz, sonra körler gibi el yordamıyla eşya ve hâdiseleri sığayarak hep dışımızda ve yabancı ceplerde aradığımız, aradıkça kaybettiğimiz, kaybettikçe bulduk sandığımız, bulduk sandıkça kaybımızı derinleştirdiğimiz anahtarın kum üzerindeki yuvası... BÜYÜK DOĞU budur. O, hem bir mâna, hem bir madde, hem bir zaman, hem bir mekân ismi; ve belli başlı bir ruhun, kendisiyle beraber bütün insanlığa örnek halinde donatacağı Doğu âlemine remz...

Bu ruh, sistem ve ismin, bağlı olduğu iman mihrakına göre hiçbir istiklâli yoktur; ve bu ruh, sistem ve isim, ancak başbuğ imanın her iradesini yeni insan ve yeni dünya üzerinde zerre zerre nakşedici köle bir emir subayından ibarettir.

Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…


N.F.Kısakürek

Devam edecek...
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
ORKESTRA, SENFONYA VE BİZ

● Bir orkestra, âhengindeki terkibî ifade bütünü ve onu parça parça gerçekleştiren merkezî nizam makamiyle bir devlettir. Hasretinin devletini kuramayan, gitsin onu nağmelere tercüme ettirerek bir orkestraya şeflik etsin...

● Büyük Doğu, alem olduğu mefkûre çerçevesinde, (senfonik) bir orkestra...

● Doğunun ruh kökü üzerinde, öz gövdesi ve dallariyle içiçe, Batının madde ağacını yetiştiren, böylece Doğu âlemi içinde bir Büyük Doğu’nun fışkırmasını hedef tutan bir mefkûre senfonyası çalınıyor!.. her işi bırakıp bunu dinleyiniz!

● Doğu, bu senfonyada kurtuluşunun bestesini dinlesin; o ki, ruhuna, sırtını döndürdüğü madde hakikatları yıkıldı; ve bu yüzden asırlar boyu esir ve mukallit yaşadı ve yaşamakta... Ve Batı, yine bu senfonyada en aziz dâvasına kulak versin; o ki, maddesine, ihmal ettiği ruhun zaruretleri çöktü ve devirler boyu ihtilâc içinde kıvrandı ve kıvranmakta...

● Doğunun, mücerret tekevvün plânı içinde, biricik müşahhas zemin olarak, dünü, bugünü ve yarınıyla mukaddes iman vatanını kucaklarken; aynı mukaddes vatanın yalçın ve bakımsız mekân kalıbına en ileri zaman ruhunu nefhetmek ve o ruhtan yola çıkıp mekânı lif lif ve nokta nokta tarh ve tanzim etmek cehdinin senfonyası çalınıyor!

● Bayram yerlerinde çocukların kağıt ve kursaktan düdüklerle cızırdattığı cümbüş derekesindeki bir buçuk asırlık fikir hayatımızı, kemanından davuluna kadar en haysiyetli ses manzumesinin âletlerine ve terkip vahdetine kavuşturmak dâvasındayız. Eğer bu dâvayı bütünleştirebiliyorsak, bizi ayakta ve saygıyla dinleyiniz; iddiamıza rağmen maskaralaştırıyorsak, maskaraların âkibetine mahkûm ediniz!

● Mâdemki bir orkestra, âhengindeki ifade bütünü ve nizamiyle bütün bir devlettir; şimdi onun telli, nefesli ve tokmaklı sazlarından her birini notasında düğümleyici büyük senfonyaya başlamak zamanı gelmiştir.

● Bu senfonya, BÜYÜK DOĞU’nun dünya görüşünden; ve bu dünya görüşü, sadece sâf ve gerçek İslâm ruhunun, dünü, bugünü ve yarını, hakları, hakikatleri ve tecrübeleriyle bütün Doğu ve Batı dünyasını kucaklamış olan dâvasından ibarettir.

● Bu bakımdan, yine tekrarlayalım: Büyük Doğu, kendi başına, kendisiyle vardığı bir sebep ve netice hükmü halinde hiçbir hürriyet, istiklâl ve benlik haletine malik değildir. Mutlak istiklâl, mutlak hakikat sahibinindir; İslâm ona teslim olup selâmeti bulmaktan ibarettir; hürriyet ve istiklâlin hakikati de işte bu hakikate teslimiyet ve esaret... Kendini Allaha esir ver ki, hürriyeti bulasın ve hayvan hürriyetinden kurtulasın!..

● Şu halde BÜYÜK DOĞU, gûya hür ve istiklâlli fikir çıkışlarının bugüne dek örgüleştirdiği sistem manzumeleri arasında, onlara düşen şeref payını güneş ışığı yanında bir kibrit alevinden aşağı bilici ve insan cehdlerinin en büyüğünü de bu güneşe pencere açmaktan ibaret tanıyıcı bir ölçüyle, kendi isim ve cisminin sadece, Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin gibi iman ve İslâma muhatap, iman ve İslâm şualarını süzmeye memur bir prizmadan, bir anlayış mihrakından başka bir şey olmadığını tekrar tekrar dile getirmek borcundadır. Tâ ki, bu vesileyle, iman ve İslâmın ne demek olduğu bir zevk sezişi halinde anlaşılsın...

● Biz aklımızı peşin olarak (sahibine) teslim ettik ve ondan sonra bize geri verilen akılla düşünmeye başladık. İşte esasta hür, istiklâlli, kudretli; ve eseriyle, tesiriyle, her şeyiyle her şeyin üstünde olan akıl budur!

● Zahirde 14 asır evvelinden başlamış olsan da, bütün zaman ve mekânı ezele ve ebede doğru kuşatan bayatlamaz yeni, solmaz renk, eğrilmez çizgi, geçmez ân, pörsümez güzel, değişmez doğru, örselenmez iyi ve anlaşılmaz ileri!.. Gayemiz sensin!..

DOĞU - BATI

● Biz baştan başa yeryüzünü kaplayan ve hattâ yıldızlarda insan ve arada temas vasıtası bulunsa, oralara ve her tarafa kadar bütün mesafe, istikâmet, hacim ve hareket âlemi üzerinde tam bir gerçeklik ve uygunluk iddia eden küllî ve beşerî bir dâvanın işçileri olarak, kendimizi Doğu – Batı diye mevhum ve müteassıp bir ayırt edişe bağlayamaz, böyle bir darlığa sığdıramayız. Şekillerin en kemallisi olan bir yuvarlağın hudutladığı Dünyamız, tıpkı bir yuvarlaktaki başlangıç ve bitiş meçhulüne eş, kendi etrafından hiçbir noktayı öbürlerinden çözüp ayıramaz, güneşi hiçbir noktada demirleyip durduramaz bir bütün temsil ederken; herkesin kendi arkasında veya önünde bölgeleştireceği hakikat, nihayet son arkayı en öndekinin önüne, yahut son önü en arkadakinin arkasına bağlayıcı fasid daire şivesiyle mekâna yerleştirilebilir mi?

● Hakikat, eğer hakikatse mutlaka her yeri kaplayacak ve ilerisi göründükçe esasta onu da kapladığı meydana çıkacaktır. Bizim hakikatimizse her türlü mekân ve mıntıka hasisliğinden mücerred ve münezzeh...

● Böyleyken biz, Doğu – Batı bölümünde, sadece büyük ve şûmullü hakikatimize yol veren müşahhas âlet ve manivelâdaki amelî istinat noktası bakımından, vasıtacı gerçeklerin en faydalısını buluyoruz.

● Bu bakımdan Doğu – Batı ayırımı keskin bir vâkıadır. Mücerred mânada nâmütenahi bir intişar hakkı tüttüren dâvamız, müşahhas mânada, hele bazı tarihî ayırma zaruretlerine çakılı hudut kazıkları önünde, Doğu ve Batı isimli bir bölünüşe ve iki yarı dünyaya kuvvetle inanmak ve sarılmak zorunda kalıyor. Elverir ki, Doğu ve Batı bölünüşünün parça hendeseleri arasındaki tefrikî hüviyyet, bütüne erdirici bir kıyas vasıtası olmaktan ileriye götürülmesin...

● Zaten kendi içinde binbir tezada gömülü, ve bu tezatlar önünde nisbeten tezatsız Batıya karşı belki parça parça duygu ve seciye birliklerine sahip bir Doğunun, san’at adına san’at yaparcasına gayesiz ve fantazyacı meddahı olmak, üstün fikre yakışmaz.

● Biz, Doğuya galip rengini üfleyen, onu bütün dünyaya karşı taarruza ve (aksiyon)a kaldırmış olan, böylece kendi intişar dalgaları önünde Batıyı maddî ve mânevî (barikad)lara girmeye ve aradaki bölümü çizmeye zorlamış bulunan ezelî ve ebedî ruhun, hak yolunda ve iç ve dış istikametlerde sistemli dâvacılarıyız. Doğu da bizim için, olsa olsa, ancak bu ruh etrafında mücerret bir istidat ve ruhî bünye tarlası olarak haritalaşabilir. Yoksa, kaba mekân ölçüsüyle gözümüzde Doğu diye de bir şey yoktur.

● İşte bu üstün ve münezzeh mânanın sadece madde mihrakı sıfatiyle Doğu, bir zamanlar dünyayı altın varaklarla zarflamak isterken, Batı, yalnız kendisini ve lâyık gördüğü kadar bir insanlık sahasını duman renginde bir madenle kapladı; ve bu iki madde ve mânanın tokuştuğu hudut boylarınca, güneşin doğduğu ve battığı istikametlere doğru, ister istemez iki âlem peydahlandı: Doğu ve Batı...

● Ne yapalım; bir zamanlar sonsuzluk ve hudutsuzluk bayrağı altında kendilerini zorlamış olan biz olsak da, hududu çizen, bölümü yükselten ve zorla gözlere sokan onlardır! Ve şimdi biz ifade ve muhasebemizi Doğu – Batı bölümleri dışında hiçbir kalıpda canlandıramıyorsak, kendi öz dâvamızın sonsuzluğuna ve hudutsuzluğuna karşı mazur, düşmanlarımıza ve zıtlarımıza karşı da, kendi ayırımlarını kabul eden bir gerçekçi sayılmalıyız!

● Hangi cephesiyle inanmayıp hangi tarafiyle inandığımızı gösterdiğimiz Doğu – Batı bölümüne bir kere yerleştikten sonra, Doğu bizce, öteden beri kendi içinde beslediği binbir tezat yüzünden, yine kendi esas rengine, hâkim vasfına, kâinat çapındaki (aksiyon)cu ruhuna karşı mes’ul bir ters varış ve bâtıl anlayışın zemini oluyor; Batı da topyekûn Doğuyu yıldırmış, apıştırmış ve sindirmiş olmak noktasından Doğu hüviyetinin som ve yekpâre (aksi dâva)sı ve zindan bekçisi halinde ufukları kelepçelemiş bulunuyor.

● Evet; Doğu – Batı ayırımını ortaya koyar koymaz, ilk bakışta ortaya şu manzara çıkıyor: İçeride, Hint Denizine doğru, bütün vecd ve hakikatini kaybetmiş, her türlü savunma kudretinden mahrum, sadece yılgınlar, ezginler ve kravatlı maymunlardan ibaret, ölü bir insanlık... Dışarıda da, Atlas Okyanusuna doğru, yalnız saldırıcı, dize getirici ve kendisini Doğuya örnek gösterdikçe büsbütün zehirleyici bir âlem... İçli ve dışlı bu iki zıt dünya arasında da, dış tezahür aynalarının bütün aldatıcı gösterişlerinden ve yalancı teyitlerinden müberrâ ve müstağni fakat galip gelmek için mutlaka içli ve dışlı binbir cephede savaş vermeye memur ve mecbur ezelî ve ebedî hakikat dâvası...

● Böylece Doğu, Batı ve Büyük Doğu anlamları şimdiden hecelenmeye başlanmış olmuyor mu?

II- DOĞU VE BATI MUHASEBESİ


BATININ DOĞU’YA BAKIŞI

Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot), yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...

Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine "Arap" ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.

Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...

Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.

Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans)dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...

Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor)dur.

(Rönesans)tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...

Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.

Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.

Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”

Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”

Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...

Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”

Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.

Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.

BATININ KENDİSİNE BAKIŞI

Batının Batıya bakışı, (mayonez)in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi, kendi kendisini üç esasa irca etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık... Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imza etmekte son derece kat’î ve riyazîdir. Sanki Yunanın müsavisi 1, Roma’nın yine 1, Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3...

Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülâsa eder: “Romalılaşmış, Hıristiyanlaşmış ve eski Yunan’ın zihnî nizamına teslim olmuş her toprak Avrupa’ya bağlıdır.”

Eski Yunan, yine en ileri Batı mütefekkirlerinden birinin üslûbunda ve yine bir kimya tahlili kadrosunda şöyledir: “Hâkim zekâ, ince muhakeme, sağlam bilgi; vüzuh, aydınlık, açıklık...” Garblı, düşüncelerinin hendesesini,bütün şekiller üzerindeki ölçüsünü, tefekkür usulünün şaşmaz misalini, yüzde yüz Eski Yunandan aldığına inanmıştır. Ona göre Eski Yunan, her şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin temeli haline getiren, yüksek insandan, her şeyi yuğurup, şekillendirip son derece vüzuhla ve imkân nisbetinde âşikâr bir âhenk içinde sımsıkı tutmasını isteyen bir müessirdir. Garplı der ki: “İnsana ilk madde ve ruh alâkasını o telkin etti: ruhu hayal ve rüya uçurumları önünde kendi kendisini müdafaaya o alıştırdı; ruhun iphamlı ve mevhum verimlerini ince bir tahlil ve tenkid melekesiyle o dizginledi: hep Eski Yunan... Ve işte bu tefekkür nizamından da ilim doğdu. İlim ki, yine onca, Garp ve Garplılık ruhunun biricik kat’î fârikası, yegâne emin ve şahsî zafer alametidir.”

Roma ise, Garplının gözünde “Teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin ebedî örneği”dir: Devlet, imparatorluk, müessise, yasa, nizam, teşkilât, üstünlük duygusu, hareket şuuru, fert ve cemiyet halinde taş gibi adalelerle örülü gövde, zafer arabası, zafer tâkı ve dört bir tarafa yayılmış hâkimiyet ruhu... Kısaca nizam ve aksiyon...

Hıristiyanlık... Bu nokta üzerinde merkezî Garp telâkkisi, Eski Yunan ve Roma tesirlerinden sonra, Batının muhtaç olduğu hassasiyet, ahlâk ve iç âlem kaynağını Hıristiyanlıkta bulduğudur. Onca Hıristiyanlık, asırlar boyunca Hintte ve bir zamanlar İskenderiye (mistik) lerinde olduğu gibi, insanın derinliğine doğru kendi iç âlemine dalmak, orada mücerretleşmek, ve bir iç hayat, iç ahlâk, iç görüş temsil etmek ihtiyacının bir ifadesidir. Onca Hıristiyanlık, ruha, en ulvî ve en hayatî, en doğurucu ve doğurtucu meseleleri arzeder. İman ve akıl, tasdik ve tahkik, iş ve fikir, eser ve gaye, hürriyet ve bağlılık, prensip ve merhamet, adalet ve fedakârlık, fert ve cemiyet ve kadın; ve neticede madde ve ruh kuvvetleri, birbiri arasındaki tezad ve ahengi, yine onca, hep o kaynaktan, Hıristiyanlıktan aldığı feyizle mihraklandırır.

Avrupalı demek ister ki, Eski Yunan tabiatla insan arasındaki alâka ve münasebet sırrının selim duygu ve düşünceye bağlı zihnî tertibini veren biricik kaynak. Roma bu zihnî tertibi en geniş hâkimiyet ve nizam edasına kavuşturmuş kuvvet şuuru; Hıristiyanlık da bütün bu şartların en iç plânında, tefsir, hassasiyet ve ahlâk merkezi...

Böylece Avrupalı demek ister ki, o, insanı maddeye hâkimiyetle mükellef kılan hendesî bir idrak zevki, bu zevkin imparatorluk teşkilâtı, ve bütün bunların tâ derinlerinde ruhî mizanını yaşatıcı bir iç duygu âleminden ibaret, üç vâhidli bir hüviyyet yekûnudur.

İsa Peygamberin sâf ve kâmil imanını üçüzleyen Batı, kendi tahlilini de üç unsura irca ederken, Eski Yunan ve Roma putlarından aldığı ilhamla, daima satıh üzerinde ve “çokçu” bir mizaç taşıdığını görür de, derinliğine ve “tekçi” bir ruhtan mahrumluğunu anlayamaz.



DOĞUNUN BATIYA BAKIŞI

Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.

Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.

Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.

Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.

İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da, 7 – 8 asır boyunca, (Rönesans)a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans)a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.

İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.

Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans)dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...

İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist)ini de, (Brehmen)ini de, (Mecusî)sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...

Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...

İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum)lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.

Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.


devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
DOĞUNUN KENDİSİNE BAKIŞI

Şark, izafî kıt’a bölümüyle, İslâm, Brehmen, Budist, Mecusî vâhidlerine ayrıldığına, bir bütün halinde Garbın din ve irfan vahdetine sahip olmadığına, kendisini kıt’a manzarası bakımından topyekûn irca edebileceği teklik esaslarından mahrum bulunduğuna göre, aynı kıt’a topluluğu noktasında öz nefsi üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir.

Bütün başka ve ayrı kutuplariyle Şarkın, İslâm kadrosundaki zaaftan sonra Garba bakışındaki beraberlik, öz nefsini bilmek, anlamak ve ölçülendirmekten gelen aslî bir görüş vâhdetinden değil; tek ve yekpare bir düşman karşısında düşülen yılgınlık ne mahkûmluk duygusu birliğinden doğmakta... Ormanı, beklenmedik bir hayvan basmış ve arslanından köstebeğine kadar her cins, kendisini kaybeder gibi olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe nefsleri hakkında ne düşündükleri sorulamaz.

Fakat arslan, keyfiyette bütün Doğuyu ve onunla beraber cihanı ve kâinatı nizamlandırıcı İslâm, tek ferdin içine ve topyekûn insanlığın dışına doğru muazzam fetih aksiyoniyle, iki istikamette de nefs murakabesi nazarının kâmil zaviyesine malik bulunmak durumunda...

İslâmın, kıt’a ifadesiyle kendisini görüşü, kâinat görüşüne eş, kıt’a, ırk ve kavim çerçeveleri hasisliğinin üstünde, bütün insanlığı bire irca edici ana kıymet olarak tek gaye etrafında halkalananlara “millet” ismini veren ölçüdür. Evet, dillerde süründürüle süründürüle gitgide öz delâlet çerçevesinden çıkarılıp kavim mânasına kullanulan “millet” mefhumu, gerçekte, İslâm Bayrağının altında toplananlara mahsus isim... Nitekim bütün dünyada, İslâm görüşünce iki millet vardır: Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar. “Küfür tek bir millettir” düsturu, İslâm milletinin kendi zıtlarına da topyekûn ve tek millet göziyle bakışındaki esası, aslında kendi nefsine bakış olarak billûrlaştırır. “Ümmet” Allah Resulünün tâbirleri, “millet” ise tâbiler topluluğunun mücerret kitle ismi olduğuna göre, İslâmın bu mefhum zaviyesinden kendisini görüşü, Hazret-i İsa’ya atfedilen bir sözün hikmeti içinde belirtilebilir: “Bizden olmayanlar bize zıttır; bizimle cemetmeyenler dağıtır!” Bu ölçüyle İslâm zaviyesinden Doğunun, Doğuyu görüşü de, onun, 15 inci Asra kadar sürmüş yekpare bir aksiyon çizgisi halinde, fezanın dibine ve Arş’ın üstüne kadar her meselenin hesabını verici mutlak kemal hamlesine beşik saha olmasıdır. Yine bu ölçüyle İslâm, Doğuya, kendi zıtlariyle beraber tam olarak dünyayı irca etmekle mükellef olduğu sonsuzluk vâhidinin, mânası madde üstü, ilk mekânı diye bakar. Bu bakışta, ortaçağ boyunca yaban domuzu hayatı yaşayan Garplının sefaletine karşı, dünya ve âhiret hayatının bütün madde ve mâna şartları ve ayrıca Garbın Eski Yunan ve Roma tecrübelerindeki kaybedilmiş hikmetler, aklın sınırları ve ruhun hakkı, bir ışık demeti halinde kümelenmiştir.

Bu bakış, Araplarda Dört Büyük Halife, sonra Emevî ve Abbasî büyükleri ve daha sonra Türklerde Kanunî Sultan Süleyman’a kadar, bütün madde ve ruh ölçüleriyle, hâkim ve rakipsiz bir nefs emniyetini tablolaştırır ve Doğuya aslî ve galip rengini verir. İslâmdan evvelki Doğu medeniyetlerini, daima iç nakışlara bağlı, girift ve karanlık kıt’a ruhunun fışkırışları diye görsek de, bunları insanlık çapında zuhurlar kabul edemeyiz ve kendilerinde bu çapa denk birer nefs murakabesi bulamayız.

Dalgaya düşmüş 1 milyar esrarkeş, içtimaî enerji bakımından 1 kişi bile etmeyeceğine göre, Doğunun hele İslâmiyetten sonraki Brehmen, Budist ve Mecusî kalabalığını keyfiyette nazara almaksızın, sadece bellibaşlı bir ruh yapısı olarak göz önünde bulundurmak; ve onun içine ve dışına doğru, hayret ve tevahhuştan başka hiçbir bakış sahibi olamayacağını kestirmek gerekir.

Böylece kâinat boyu bir aksiyona yataklık etmek bakımından Doğunun aslî ve galip rengi, Âdem Peygamberden beri gelen Allah Resulleri ve nihayet bütün zaman ve mekânın sâhibiyle İslâmiyette gerçekleşince, İslâmiyetin temsil kadrosunda zaafa uğramasını ve nefsinden şüpheye düşmesini de, son zamanlarda Doğunun kendisine en nazik bakışı olarak ele almak borcunda oluruz. Şöyle ki: (Rönesans)a kadar, halısından, kağıdından, ipekli kumaşından, bütün dilleri birleştiren kütüphanesinden, kubbesine, kalyonuna, silâhına, minyatürüne kadar yeryüzüne ve buram buram ebedî tecrit helezonlariyle ötelere hâkim nefs görüşü birdenbire tersine dönmüş ve nazarlara şu mânayı nakşetmiştir: (Rönesans)tan bu yana, şu veya bu ruhî ve içtimaî müessirler yüzünden Garbın akıl hârikası önünde hezimetinin sebebini bir türlü kestiremeyen, eşya ve hâdiselere yeniden hâkim olma cehdine tırmanamayan ve bazı fertlerini bu yüzden öte tarafa kaptırdığı halde, mahzun ve mütevekkil, şuursuz ve bilgisiz bir sâdıklar topluluğunu, her ne pahasına olursa olsun, devam ettiren muztarip ve mütevahhiş nefs bakışı...

Bu ikinci bakışın karşı tarafa kaptırdığı, tarihî bir asırlık köksüzler kadrosu da, Doğuya, yani kendisine, öz evine, annesine ve babasına; çamaşırcı Hatçe hanımın oğlu olup da derken vezirliğe yükselen bir türedinin utanç ve hakaret nazariyle bakar.

Bu son sınıfın türemesinde birinci âmil, ham yobaz ve kaba softa sınıfı da, körü körüne müdafaa ettiği kışır değerlerinin bütün hikmetinden gâfil, önüne hangi yenilik çıkarsa, din adına küfür yaftasını vurur ve peygamberinin “Hikmet mü’minin malıdır; nerede bulsa alır!” emrine yüzde yüz aykırı, kaybolmaya başlamış vecd ve aşkı sopa kuvvetiyle iadeye çalışmaktan başka bir şey yapamaz. Nitekim adamakıllı belirmeye yüz tutan ricat ve bozgun çığırı da, ruhları kaybedilmiş hikmet yaftalariyle önlenemez. Bunlardan, burnu halkalı Batı esiri yenilik maymunu, Doğuya örümcek kafalıların yatağı, geri adam tarlası diye bakarken, sözde dindar da “ben bunlardan hiç biri değilim!” gibi bir protesto tavrı içinde, fakat ne olduğundan gâfil, sadece ölgün ve yılgın, içte hırçın ve yalçın, baskı altında gizli bir nefs şüphesini ihtar etmekten kaçınamaz.

Bir tarafta ham yobaz ve kaba softa, öbür tarafta ondan daha ham inkâr yobazı ve daha kaba taklit softası; ikisi arasında da boynu bükük, dilsiz ve iktidarsız halk kitleleri, maddî ve manevî Garp toslayışlarına karşı Doğunun düştüğü küçüklük ukdesini ve mahkûm nefs görüşünü temsil ederler ve bu hal birkaç asırdır derinleşe derinleşe, hemen bütün İslâm Âlemini kaplayıcı bir ruh halinde günümüze kadar gelir. Bir küçüklük ve yetersizlik ukdesi ki, Batı heyûlası karşısında, öz nefsindeki gerçeklik ve üstünlüğü bir daha tam bir madde ve ruh imtihanına tâbi tutulmaktan alıkoymakta, bir daha kendi kendisini kışır ezberciliği üstünde tefsire davranmayı imkânsız kılmaktadır. İşte, Doğunun Doğuya bakışındaki zaviyelerin en öldürücüsü!..

Şu anda Doğu, İslâmdan başka bütün topluluklarıyle, kendisini radyo ve frijider kullanan sirk hayvanları yerinde göreceğine, bu görüşü de temsilden âciz ve sadece (refleks) halinde bir mahkûmluk şuuru belirtirken, İslâm kadrosu içinde de, ruhuna tıkaç sokulmuş bir ihtibâsın bakışını yaşatmaktadır. Batının Haçlı Seferlerinden nâmütenahi defa öldürücü olan ve onun usta parmaklarıyla ruhumuza kakılmış bulunan bu sefil küçüklük ukdesi yüzünden birkaç asırdır, hususiyle yüzyıldır, Şarkta, bütün İslâm âleminde peydahlanan satıh inkılâpçıları, züppe ve papağan, dış yüz canbazları; Şarkın kendi kendisine, Garbın Şarka bakışından da daha hakaretli gözlerle bakışını temsil eder; ve bu hal her an biraz daha azgın, devam ede ede nihayet bugünkü zirve noktasına varır.



DOĞUYA İNANALIM!

Hiçbir coğrafya taassubuna düşmeden ve dâvamızın bütün yeryüzünü ebedî hayat madeniyle kaplayıcı mânasını mekâna esir etmeden, onun ilk mekânı olan Doğuya, sırf (antitez)imize karşı tutulacak bir mevzu kıymeti olarak inanalım!

Herşey Doğudan geldi; herşey herşey, yani ruhumuz...

Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda, yürekleri ve kafaları dört köşe madde hendesesi körletmezden evvel, ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne olan vatan... Asıl vatandan yere düşünce onu bulduk.

İlahî beyana göre, insan tohumu Âdem Peygamber, Doğu plânında bir yere ayağını bastı. Bütün nevilerin kurtarıcısı Nuh Peygamber, gemisini, orada bir noktaya oturttu. Resûller atası Hazret-i İbrahim, Doğunun maddî ve manevî çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi. Büyücüleri büyüleyen Musa Resul, ümmetine vâdedilen toprağı orada aradı. Meleklerden merhâmeti Hazret-i İsa, ölüleri dirilten nefesini, Batı istikametinde Doğudan üfledi. Ve... Ve nihayet Allah’ın Sevgilisi ve âlemlerin yaratılış hikmeti baş Resûl, Doğunun bir kenarında, bir nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.

Dâvanın, inananlar için bütün bunlara inanmayı, inanmayanlar için de inanmamayı isteyecek noktasına henüz uzağız. Dâvanın şimdi o noktasındayız ki, nasıl Allaha inanmayan bir insan, hiç olmazsa Allaha inanan başka insanlar bulunduğuna inanmaya mecbursa, ruhun bütün binasını da, o binayı ister sağlam, ister çürük bilsin, yalnız Doğunun temelleri üstünde görmek ve tanımak borcundadır. Evet evet, herşey, herşey, yani ruhumuz, bu şeyi kıymetli bilen içinde, bilmeyen için de, Doğudan geldi.

Kudüs orada, Mekke orada, Kâbe orada... Ne kadar insan yüzü varsa hepsinin birden yöneleceği istikamet sırrı orada...

Yeryüzü ve bütün insanlık tek bir vâhid olduğuna göre, Doğuyla Batı arasında hiçbir sınır yobazlığına düşmeyeceğimizi, baştan beri tekrarlamaktayız. Doğuyu, Batıya nisbetle, sadece bellibaşlı ruh ve kafa şartlarına ilişik bir vâkıa kabul ettikten ve onun hâkim ve hakiki rengini de İslâmlığa bağladıktan sonra, hemen belirtelim ki, insanoğlunda maddenin ötesini kurcalama ve ötelerin rüyasını yaşama cehdi, mucizeler bahçesinin renk ve ışık yüklü ufkunu yalnız Doğuda buldu.

Ruh, mucize, masal, büyü, şiir; ve ötelerin, giriftlerin, sarmaş – dolaşların, bilmecelerin, varılmazların ilmi ve ruhu, mizacı ve şahsiyeti bütün hak ve bâtıl kutuplariyle Doğudadır.

Yine belirtelim ki, ilk ve derin insan örneğine hayat veren ihtişam ve azamet kaynağı Doğunun, ihtişam ve azametine eş, bir zaafı oldu. Bu zaaf onda, (Aşil)in topuğundaki nokta gibi, ölüm okunu kendi üzerine cezbedici bir hususîlik yaşattı. Ve okun ucu işte bu topuğa gömülüp Doğuyu boylu boyunca yere serdi. Doğunun kaatili olan ok, maddeye seyislik eden basit akıldan ve onun emrettiği miskin icaplardan ibaretti. Doğunun farketmediği bir sır olarak, öyle bir cüceydi ki, akıl, kendisine devi yere yıkmak imkânı da verilmişti. İlâhi cilve, boyuna sırtı yere gelecek olan akla, hisarsız ve silahsız ruhun sırtını yere getirmek imtiyazını vermiştir. Öyle bir nüktedir ki bu, Kâinatın Efendisinden birkaç asır sonra farkedilmez olmuştur.

DOĞU VE BATI BİRARADA

Derinliğine doğru insanın ve bütün iklimlerinin kaynağı olan Doğu, hiçbir zaman ve mekânda, kuru aklın maddeyi avlama hakkını ruhuna sindiremedi. Sebep: Madde görüşünü körleştirecek ve aradaki muvazeneyi bozacak kadar, dinî ve ruhî usûl dışı, sapık tarafından iç âleme mıhlanma bünyesi...

Sığlığına doğru insanın ve bütün madde bilgilerinin menbaı olan Batı da, hiçbir zaman ve mekânda, ruhun maddeye ve ötesine hâkimiyet şartını akılla denkleştiremedi. Sebep: Ruh âlemini gölgeleyecek ve aradaki muvazeneyi örseleyecek kadar, maddenin hendese ve dış kalıbına kapanıp kalma mizacı...

Doğu, ruha, batı da maddeye, dürbünün doğru tarafiyle bakmış; Doğu maddeye, Batı da ruha, aynı dürbünün tersini çevirmiştir.

Doğunun gidiş ve usulü, bütün hak ve bâtıl kollariyle, bu dünyanın ötesini; Batının gidiş ve usulü de, bütün şubeleriyle bu dünyayı fethetmek oldu. Böylece, biri yumruğunu çözüp bu dünyayı elden düşürürken, öbürü yumruğunu sıkıp bu dünyayı avucunun içine aldı.

Bu dünya çerçevesinde Batının kazancı besbelliyse de, ebedîlik âlemindeki zararı, bu dünya göziyle belli değildir. Dâvaların dâvası da, işte bu belli olmayandadır. Öyle ki, besbelli bir dış kazanç, derinin yalnız üstünü gören gözlere, belirsiz bir iç zararı feda edebilir bir şey gibi gösterdi.

Ne olduysa oldu; iki ayrı hedef, iki ayrı usûl, iki seciye halinde, bütün tarih ve coğrafya hususîlikleriyle, sadece mücerret “cins ismi” plânında iki ayrı âlem yaşadı: Madde fetihlerinin çocuk oyuncağı tesellilerine yapışanlarla; büyük teselliye ait iman kutbu ellerinde olduğu halde bu çocuk oyuncaklarına mahkûm, sürünenler... İşte biri ve işte öbürü!..

Doğuda müsbet ve menfî örneklerine ve kendi iç ve dış dost ve düşmanına doğru herhangi bir idrâk, teftiş ve murakabe mizacı mayalandırılamadı. Batı sahası ise, erdiği küçük marifetlerin gururu içinde mahkûmunun hâkim tarafını görebilecek ve o yüzden kendi eksiğin dikkat edebilecek bir nefs muhasebesine, tâ makine saltanatının kendi kendisine müthiş bir kifayetsizlik arzedeceği ve büyük hafakanlar doğuracağı Yirminci Asra kadar yanaşamadı.

Zaman, istediği kadar mekân kıymetinin dışında ve ondan müstakil bir hâdise olsun; onu mekân değişiklikleri ve nisbetleri dışında elde edemeyeceğimize göre, mekâna hâkim görünmenin açıkgöz imtiyazına erdi. Bu yüzden de, başlangıçta zaman âleminin sanatkârı Doğu, sonunda mekân dünyasının zanaatçisi Batıya esir düştü.

Dâva, hesap ve kitabını bilmeyen ve bir madde kaygısına malik olmayan konak sahibinin, eşya tasarrufunda açıkgöz uşağına nihayet esir düşmesi tarzındaki masallara uygundur.

Doğu, bütün peygamberleri, velileri ve sanatkârlariyle, maddeye tahakküm oyununun miskin manivelâsına kurban, muazzam bir tiyatro dekoru gibi sahnenin altına inerken; Batı Eflâtun’da ses verip (Bergson)da fısıltısını bulan mağlûp ruhçuluğu bir tarafa, (Aristo) da gürleyip şoförlere kadar nakaratı yayılan müsbet ve riyazî kafanın muhteşem kadro perdesi halinde, sahne üstüne çıkmanın kolayını buldu ve bir daha indirilemez oldu.

Doğuyla Batı arasında, siyaset, askerlik, felsefe, ilim, fen, san’at, iktisat, her plânda olup bitenler, Doğunun kaydettiğimiz gibi eşya ve hâdiseleri derinliğine doğru, Batının da sığlığına doğru tefsir etmesinden doğan hazin bir usûl ve bünye farkından başka hiçbir müessire dayanamaz. Biri, Doğu, derinliğine iner ve sığlıkta kaybolurken, sığlığa serpili bütün dünyayı ihmal etmek gibi hayatî ve esasî bir yanlışa sürüklendi; ve öbürü, Batı, sığlığına yayıla yayıla derinlikler içindeki köksüzlük ve temelsizliğinin birdenbire patlak vereceği yirminci asırdaki felâketine, bir zafer geçidi edasiyle adım adım yaklaştı. Ve böylece, birinin hakkı öbüründe, öbürününki diğerinde kaldı ve ulvî âhenk hiçbir tarafça büyük murakabe ve tefahhusa vardırılamadı. Fakat Batı, kuru akıl ve mağrur ilim şirretliğini daima muhafaza etti.

Netice şudur ki, bugün Batı dünyası, haksızlığını, hak diye gösteren hünerli bir gözbağcı, Doğu âlemi de bu gözbağcıya mahkûm ve ana hazinesinin anahtarını, ceketinin astarında kaybetmiş bir sarsaktan başka bir şey değil...



BATIYI ANLAMAK

Mesele, Batıyı anlamak... Dâvanın en nazik istikameti, bütün mazi ve tarih hükümlerinin özü halinde bugün Doğunun Batıya karşı nasıl bir anlayış tavrı takınacağında...

Hasis mesafe ve istikamet izafiliklerinin sun’î ve hudutlu, nefsânî ve enfüsî (subjektif) gözlüğünden değil, bir başka yıldızdan dünyaya bakar gibi, tam bir hakikat kaygısının göziyle inceleyerek...

Batıyı Doğuyla beraberce, lif lif, en mahrem köklerine kadar muhasebe etmiş bir idrâkin varacağı hüküm, Batının, geniş madde plâniyle baştan başa ve sıkı sıkıya temas halinde bir kuru akıl hârikasından ibaret olduğudur. Batı, bir kuru akıldır ve Allah kuru akla ne kadar hak ve imtiyaz vermişse Batı hepsine malik; ve kuru aklı nelerden mahrum etmişse hepsinden yoksundur.

Batıya, sığlığına geniş, fakat uçsuz bucaksız madde plânının her unsuru arasındaki münasebeti düstürlaştırıcı muazzam bir logaritma cetveli diyebiliriz. Kemmiyetlerin ayrıca keyfiyet ifade edici hesap ustalığı, tek kelimeyle madde fenni Batıdadır.

Batı, malik olduğu kuru akıl cevherinin ruhunu da, ekseriyetle (plâstik) dış görünüş, eşyanın dış belirtisini aşmayan bir duygu ve düşünce kıymetinde buldu. Evet; -tâbire dikkat!- ekseriyetle (plâstik) idrâk çerçevesini, eşya ve hâdiselerin zâhirî hacim ve kabartmalarını, mekân ölçü ve cümbüşlerini aşmayan bir ruh... Batının olanca şevketi bu ruhta olduğu gibi, olanca buhranı ve iç zaafı da yine bu ruhta, bu ruhun hudutluluğunda...

Batının, sadece (plâstik) kadroda bir kuru akıl hârikası ve onun (estetik) zevkinden ibaret olduğuna şahit, onun şehirleri, meydanları, sokakları, fabrikaları, tavır ve kılıkları, eda ve şekillendirişleri, ölçü ve âletleri ve daima bir hafakan ve kâbus sınırına takılıp kalan fikir ve sanat örnekleridir. Kitaplık mikyasta mucip sebeplere istinat ettirilebilecek olan hüküm, Batının, madde idrakine bağlı bir şuurla, bu şuurun çerçevelediği bir his mihrakının etrafında, sadece fâni dünyaya, fâni dünya imparatorluğuna mahsus bir nizam ve marifet temsil ettiği ve ferdin (metafizik – madde ötesi) vicdanını besleyemediğidir.

İnsan öldüğüne, saray yıkıldığına, âbide çatladığına ve fikir pörsüdüğüne göre, eğer bu âkibetlerden hiçbiri olmasaydı Batı dünyasının da eksiği olmazdı. Fâniliğin üstündeki, vecd ve teselliyi ve bu vecd ile eşya ve hâdiselere tahakküm kudretini getiremeyen bir dünya, dışının mamurluğu nispetinde haraptır.

Batı, insanoğlunun, binbir iş ve fayda mevzuunda maddeyi yontarak ve fâni hayatı buut buut genişleterek, sadece kalıp dehâsına verebildiği nihai akıl yetkinliğinin büyük zemini oldu. Bunun kabulü zarurî...

Bu idrâk bünyesini Batı dünyasına, daima (plâstik) kadroda muhteşem bir vezin ve âhenk, hendese ve nisbet, ölçü ve muvazene, aydınlık ve açıklık kaynağı olan Eski Yunan ve (Lâtin) dehası aşıladı. Roma imparatorluk nizamı bu aşıyı perçinledi. Aynı aşı, Doğudan batıya, İsa Peygamberin üflediği derin nefeste, binbir tahrif ve putlaştırmaya rağmen hassasiyet ve ahlâk mayasını buldu. Fakat Batı adamı, maddenin daima sığlığına geniş zeminini kurcalama seciyesine sadık kalarak, Ortaçağ dehlizini geçti; ve (Rönesans- Yeniden Doğuş) ismi altında ve bir fışkırışta Yeni Çağı açarak bünyesinin en üstün verimine kavuştu: Müsbet Bilgiler... Bunun da idraki mecburî...

Amma ki... Maddeyi, aklî ve ruhî her bakımdan ihata ihtirası ve bu ihtirasın büyük eseri olan müsbet bilgiler manzumesi, terakki ede ede bir taraftan batının dünya fâtihliğini sağlarken, öbür taraftan da kendi kendisine hâkimiyetini, ruhî hegemonyasını altüst etti; ve onu, çırpınan, ruhuna dayanak arayan, dışı ziynetli ve içi harap, bir dev haline getirdi.

Batıyı anlamak, onun, madde plânına hâkim ve ruh plânına mahkûm tezadını en haysiyetli çapta görmekle olur.

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
KENDİ İÇİNDE BATI

Batı, bütün Garp milletlerince taksim ve kendi kadrolarında ayrı ayrı temsil edilmiş tek ve yekpâre bir oluş belirtir. Doğu, başka başka tecelli çerçevelerinde, fakat umumî ve esasî seciye bakımından çok defa aynı duygu ve düşünce mizacına bağlı olsa da dağınık bir manzara arzederken, Batı zâhirde tezatsız bir oluş merkeziliği içindedir.

Bu oluşun, bütün sebepleri ve neticeleriyle, sabit ve muayyen birkaç dönüm noktası var. Batı, kendi oluşunun sathî dönemeşlerini tesbit ve tâyinde, yine satıh hendesesi hesabiyle yanılmış değildir: Eski Yunan, roma ve Hıristiyanlık basamakları; derken Ortaçağ dehlizi, pek kısa (Rönesans) saadeti ve 19 uncu asırdan öteye buhran devresi...

Eski Yunan: Batı adamının gözünde, tepeden inme, insan ve cemiyet mucizesi... Roma: Eski yunandan aldığı ışığa, Lâtin ruhunda yeni pırıltılarla geçit veren ve onu devlet, teşkilât ve hâkimiyet iklimine zıplatan köprü... Hıristiyanlık: batının karşısında birdenbire apışıp teslim olduğu, bütün eski muvazenelerini kaybettiği, yenisini de asırlar boyunca elde edemediği ruh ve hassasiyet kaynağı...

Ortaçağ: Batının, dünkü gelirinden mahrum, yarınki mirasına namzet, fakar her şeyden habersiz; hem Eski Yunan’ın dünya muvazenesini, hem de İsa dininin ruh ve gayesini elden çıkarmış, için için kıvrandığı ve çile doldurduğu zulmet tüneli... bu zülmet tünelinde bir devre ilerideki Batıya, kendi kendisini bulmak için en keskin aksülâmel hedefini kuran, İsa Peygamberin tahrifçisi kilise ve bu kilisenin dünya manivelâsı (Feodalite – derebeylik) idaresi...

(Rönesans –yeniden doğuş): Bir fışkırışta aklın maddeye tahakküm ihtiyaciyle beraber, baskı altındaki ruhun, Eski Yunanda bulduğu şafak aydınlığına doğru kanat çırpma ve kendisini yeni bir terkipte özleştirme hamlesinden ibaret oldu. Garbın, kurtarıcı tanıdığı <<aklın zaferi>> diye isimlendirdiği bu hamleden sonra hemen meydana gelen ve Lâtin kazanını taşıran fâni âhenk; oradan kepçe kepçe milletlerin tabaklarına döküldü ve bir iki devre sonra bütün eşya ve hâdiseleri çepçevre ve sımsık sarmaya davranıcı akıl kuşağı, müsbet bilgiler manzumesine ulaştı.

(Rönesans)tan sonra, kendisini, Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık vâhidleri arasında (mayonez)leştiren Batının, cehl ve taassup yatağı kilisesine karşı aksülâmeli, onun temsil ettiği iman kökünü gitgide yalnız ferdî ahlâk ve hassasiyet plânına indirmekle tesellisini buldu. Aklın maddeyi kurculama ve her şeyi bu kurcalayıştan bekleme ihtiyacı, gitgide ön plâna geçti. Bu plân 19 uncu asırdan sonra, basit akıl buluşlarının yonttuğu âletlerin putlariyle donandı; ve (Rönesans)tan bir iki asır ileriye kadar barıştırılmış gibi görünen ruh ve akıl, 20 nci Asra doğru, her yönden hesap yanlışını haykırırcasına en korkunç şekilde patlağını verdi. Bu da, ruhî, siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî sahada, Garbın bugün, en hâd ve müzmin felâketini yaşadığı buhran devresi oldu. Ruhunu arayan Batı...

Garbın, başlangıçtan beri oluş hâdisesini, ırklar ve milletler kadrosuna çekince, büyük sermayedarlık hisesini Eski Yunana, bu sermayeyi yeni ilâvelerle işletme ve devletleştirme hakkını Roma’ya ve ondan sonra billûrlaşmaya başlayan millet zümreleri kalıbında, Lâtin, Cermen ve Anglo – Sakson gruplarına vermeliyiz.

Batının oluşunda, Lâtinler, garplının sâf duygu ve düşünce sarmaş – dolaşları içinde mizacındaki giriftlik ve inceliği; Cermen ve Anglo – Saksonlar, halis bir ruh ve kafa muvazenesi içinde dış âleme tahakküm ve müsbet fayda ölçüsünü; İslâvlar da, aslî batı kadrosunda, ona sonradan ermeye çalışma ve arkadan gelme hususiyetini canlandırır.

Batının, kendi içinden taşırdığı kısımlarla, daha Batıya doğru ve (Yeni Dünya) ismi altında meydana getirdiği bulamaç, yani Amerika, Batıda kaybolmaya başlayan ruh ve âhengin doğurduğu çileye yabancı, bütün hızını madde plânının cümbüşlerinden alan ve henüz buhranını yaşayacak kadar ihtiyarlamamış bir cemiyet ve kemmiyet h3arikasından ibaret; ve Batının içinde değil, kenarında bir hâdise olarak kalıyor. O sonradan erme, hazırlop tarafından olma, sıhhatini melezlikte bulma, ruh plânında iğdişliğe sığınma ve madde oyuncaklariyle avunup sırt çevirme tecrübesinin amelî dehâsı, muhteşem hiçlik...



KENDİ İÇİNDE DOĞU

Doğunun mayasını, ayrı zaman ve mekânlarda, ayrı mânalarda ve baş örnekler halinde Çin, Hint, Fars, Arap ve Türk kavimleri yuğurdu.

Japonlar, medeniyet bakımından tâbi bir millet halinde Doğunun mayasına başlangıçta hiçbir şey katamayan, sonunda da Batıyı sadece kerrat cetveli plânından ezberlemek açgözlülüğünden ötürü yeni bir şey gösteremeyen ve haşin bir an’ane zindanında bütün iptidaî putlariyle başbaşa yaşamakta devam eden bir millet olarak, Doğunun hüviyet mizanında pay sahibi değil... Başlangıçta Çin’in ikinci sınıf tâbii, sonunda da Garbın ucuz tatbikçisi ve hep aynı dar ve sert ruhun muhafızı... Fakat Batının sadece kuru bir akıl harikası olduğunu kavrayıp bu aklı aparıvermek ve millî ruhunu koruyabilmek noktasından Doğuda örneklik bir keşfin sahibi... Yani Batı oyuncaklarının sırrını aparmakta ve Batı marifetini iflâs ettirmekte biricik Doğu örneği... Ama o kadar...

Çin, doğuyu, çağların en eskisinde, yalnız müstesna bir ruh inceliği ve madde nakışı kadrosunda temsil etti. Hint, bu ruhu, en dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonda derinlikleri genişletti: hususiyle başlangıçta şahsiyetini işe ve maddeye aksettirdi ve Batıya karşı Doğu İmparatorluğunu kurdu. Arap ezelle ebed arası bir zeminde, kendisinden evvelki ve sonraki Doğunun sistemleşmesine, gerçekleşmesine, mihraklaşmasına sahne oldu. Türk de, evvelâ, bozkırların dış yüzüne benzeyen kapanık ruhuyla, hiçbir kap içinde şeklini bulamıyan kızgın ve hırçın bir mâyi gibi, Doğunun akıcılığını ve hareket hakkını heykelleştirdi; sonra da aynı hareket hakkını, gerçek Doğunun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.

Doğuya aslî renk ve hakikatini getirmiş olan Büyük Tecellinin altın çerçevesinde buluşmuş baş hissedarlar, bütünleriyle Arap, Fars, Türk ve parçalariyle Hint ve Çin’dir.

Doğu nihâî erişini, Resuller Atası İbrahim Peygamber, hattâ Âdem Babadan başlayıp, bayrak yarışında olduğu gibi elden ele hakiki sahibine kadar getirilen Müslümanlıkta buldu.

Böylece Doğu, netice olarak Batıya, fakat sebep olarak Doğuya bağlı öbür dinlerle beraber, vahdâniyet yolunun son basamağında, kendisinden evvelki bütün basamakları düzleştirmiş ve ilerisinde basamak bırakmamış olarak, topyekûn mâzi ve istikbalini kadrolaştırdı; ve böylece Batının ve bütün dünyanın karşısına çıktı.

Doğunun bu son tekevvünü, iptidaî çağlardaki bütün (Totem)leri, putları, ilâhlaştırmaları, şiirleri, büyüleri ve iksirleriyle temsil ettiği maddenin ötesini feth ve zaptetme hamlesi adına, kürenin sathı ve merkezi, göklerin de muhiti ve dibi arasında nihaî ve hakikî köprüyü çekmiş oldu. Allahın tamamladığı İslâm, Doğu’yu tamamladı.

Tarihi Âdem Babadan başlayan ve basamak basamak atlayıp nihayet ezelî ve ebedî tahtına yerleşen Müslümanlıkta Doğu, dalâlet çağlarının hariklalariyle hidayet çığırının mucizelerini tek vahid içinde toplamak ve bütün Doğuyu bütün yeryüzü mikyasında özleştirmek dâvasına memurdur. Yapamadıysa suç nefsinin...

Ve nihayet, Doğunun, bütün insanlığı nefsine irca hamlesine kadar ulaşmış üç büyük mümessili, zamanın hak kutbuna ulaşmadığı devirde Fars, Saadet Çığırından sonra da Arap ve Türk milletinden ibaret kalıyor ki, Türk gitgide bütün mecalini kaybeden Doğuyu, Araptan sonra, İslâmın bayrağı altında Batının merkezine kadar ulaştırmak cehdi ve hâlâ Doğunun en canlı milleti olmak haysiyetiyle, onun baş örnekliğini elinde bulunduruyor. Bu memuriyet, ne şunun 80, ne de bunun 100 milyon nüfusuna bağlı olmayan, kemmiyet üstü tarihi bir keyfiyet hakkından doğuyor ve Türk’ü, Doğu’ya, iflâsı veya ihyasiyle önder olmak nasibine bağlıyor.



BATININ BUHRANI

Batının buhranı, Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında deri üstüne sızmaya başladı; Yirmini asrın başlarında da, içinden ve dışından bütün bir bünye yangını halinde patlak verdi.

19 uncu Asır Fransız edebiyatının, (Bodler) ve (Rembo) gibi büyük sar’a ve ihtilâç şaireleri, bı içtimaî hâilenin, fert çerçevesinde habercileridir.

Bu buhranı, nihaî hadlere ulaştırılmış müsbet bilgiler manzumesinin binbir âletiyle çepçevre kuşatılmaya başlanan madde zemini üzerinde, insan ruhunun teker teker bütün dayanaklarını kaybetmesi diye tesbit edebiliriz.

Batı adamı, 19 uncu Asrın son yarısında ve 20 nci Asrın başlarında maddeye o türlü tahakküm istidadına geçti ki, bu tahakkümü ona denk bir ruh köküne bağlıyamaması, üstelik eski ruh köklerinde de yavaş yavaş çözülme başlaması yüzünden maddenin tahakkümü altına girdi ve böylece onun ruhu, belirsiz bir yırtıktan döküle döküle, tükenmeye yüz tuttu.

Ve Batı dünyası, aşağı kısmı dolarken yukarı kısmı boşalan bir kum saati gibi, madde ilimlerinin terakkisiyle makûsen mütenasip olarak, ibdâ edici âhengin kaynağı olan ruhî muvazenesinin elden gitmekte olduğunu hafakanlar içinde sezmeye başladı.

Ruhî ve aslî düğümünü belirtmeye çalıştığımız bu buhranın, içtimaî, iktisadî, idarî ve siyasî cephelerindeki ihtilâtlarını, Batı sahnesine başınızı bir çevirişte görürsünüz.

19 uncu Asırdan başlıyarak Batının encamındaki karanlığı felsefede yaşayan batı adamına yeni bir sulta ve selâhiyet arıyan (melânkoli) hastası (Niçe)den, (Angsfilozofi , sıkıntı felsefesi) kurucusu (Haydeger)e kadar Garp tefekkür zinciri, bir şüphe ve ihtilâç halkası oldu; ve bu şüphe ve ihtilâç, sâf ilim ve san’attan, müsbet bilgilere kadar, inkâr seciyesini sindirmediği yer bırakmadı.

Birinci Dünya Harbi, oluşundaki sâikler bakımından, İkinci Dünya Harbine nisbetle âlet ve kemmiyette daha basit bir madde hareketi olmakla beraber, götürdüğü ve getirdiği kıymetler bakımından insanlık tarihinde ilk defa olarak müthiş bir vesile hâlinde, tıpkı fevkalâde insan kalabalıklarının lekeli hummayı doğurması gibi,Batının yüz seneden beri için için mayalaşan ruhî buhranını heykelleştiriverdi. Güzel sanatlardan başlayarak her sahada bozulan muvazene ve nizam, Batı buhranının Birinci Dünya Savaşiyle beraber peçesini düşürmesidir. İkincisi, onun her sahada terakkisinden başka bir şey değildir ve tohum birincidedir.

Her ikisinde de dış sebepler bahane; iç sebep ise, iç ve yeni bir nizama hasret...

Bir taraftan komünizma ihtilâli, Batının içtimaî bünyesindeki binbir tezat ve çürüklüğü tesbit etmek bakımından müsbet, fakat buna devam getirmek bakımından de menfilerin menfisi bir tecrübe halinde, ruh ve nizam kargaşalığını, bütün ruhî kıymet ölçülerini yıkmak ve nizamların en maddî ve sun’îsine başvurmak yolunda, kurtuluş adına Batı münevverinin intiharını temsil ederken; öbür taraftan Faşizma ve Nazizma, yeni bir iman ve mefkûre bayrağı altında (Greko –Lâtin) medeniyetinin sulta ve salâhiyet hakkını yalnız mahdut topluluklara bağlayıcı bir nefsanîlik psikolocyasiyle batı buhranına çare bulacağını vehmetti.

Böylece Batının buhranı, artık devlet çapında dâhhameleşen (hipertrofi) tezatlar ve aykırılıklar yüzünden, açık bir ideolocya harbi olan İkinci Dünya Harbini doğurmaya kadar terakki edip, Batı adına ya tam ölüm veya tam şifa ile neticelenecek olan nihaî safhasına ayak bastı.

Batını kurtuluşu adına yine Batının iki menfî kutbu tarafından ayrı ayrı zaman ve mekânlarda tahrip ve tasfiye edilmek istenen ve batı buhranının hem illet, hem de deva arama zemini olan demokrasyalar, dünkü bünyelerideki maddî ve manevî yatalaklıktan yarının hakikî ruh ve madde ölçülerini ve insanlık nizemını yine kendi içlerinden fışkırtmaya geçen bir hamleyle şahlanır şahlanmaz, Batı adamının en büyük nefs muhasebesine, (Greko – Lâtin) medeniyetinin aslî vârisleri tarafından el konulmuş oldu.

Fakat bu el koyuş hiçbir netice vermedi. Hürriyet cephesinin harbi kazanması, kendi iç bünyelerinin dünya çapında bir müşahede, muayene ve tedavisine yönelemedi. Batıyı bütün zaaf ve illetlerinden temizlemek ve bir inanış sistemine bağlamnak için kurulup devrilen sultacı rejimlere karşılık, meydana biri vâdettiği şifada yalancı ve öbürü belirttiği hastalıkta doğurucu (antikapitaklist) ve (kapitalist) rejimler topluluğu, her ân birbirini yemeye memur iki dev gibi karşı karşıya kaldı. Zira Batı, makineyi ve âleti emrine vereceği ruhî nizam, ahlâk ve iman kutbundan mahrumdur.



DOĞU’DA BUHRAN

Doğuda buhran, Doğunun İslâmlıkla kazandığı toplayıcı ve bütünleştirici zemine bağlı hükümdar ve milletler arasında, bu zemini dünya çapında ve yeni zaman ve mekânlar içinde koruyamamak, dâvanın aşk ve vecdini kaybetmek, işi dedikodu ve mezhep tepişmelerine bırakmak yüzünden patlak verdi. Evvelâ Araplar, sonra İranlılar, daha sonra Türklerde...

Bu üç milletten gayri Hintlisi, Çinlisi, Moğolu vesair topluluklariyle Doğu, İslâmdan evvel bellibaşlı medeniyetlerin her biri kendi infirad veya tesir bölgesinde ayrı ayrı doğup gelişmesi ve çürüyüp batmasından başka bir hüviyet belirtmez. Galip ve (aksiyon)cu rengiyle BÜYÜK DOĞU, İslâmdan sonra billûrlaştığı için aynı büyüklüğün buhranı da İslâmdan sonradır.

Doğuda buhran devresi, biri millet. Millet kendi uzuvları arasında ve kendi içinde, öbürü ve Batının teşekkül ve tebellüründen sonra rakip dünya karşısındadır. Doğunun, daima Muhteşem Şark göründüğü ve Mukaddes Emaneti bir kavimden öbürüne devrederek, yalnız buhranlı kavmi tasfiye etmekte kaldığı mes’ut devir, 7 nci Asırdan 16 ncı Asır ortalarına kadar sürer. 16 ncı Asırdan sonra ise, Doğu, hükümdarlık hakkı bakımından tasfiye edilmiş ve Türke intikal etmiş milletleriyle, Türkün şahsında, topyekûn en büyük buhranı kaydeder.

18 inci ve 19 uncu asırdan sonra Doğu, artık Batının gözünde, bütün cins ve mezheplerini birleştiren bir miskinlik, dâvasızlık, mahkûmluk ve gerilik psikolocyası yatağıdır. Her türlü akıl ve âlet, madde ve dünya şuurunu kaybetmiş olan bu kocaman yatak, o günden beri Batının muazzam istismar arsası...

Doğunun Türkte, 16 ncı asırdan sonra patlak veren, öbür Doğu milletlerini de daha evvel kavurmuş olan buhranı, binbir harikulâde müsbeti içinde binbir harikulâde menfisiyle başta Fars ve Bizans tesiri bulunmak üzere İslâm saffet ve hikmetinin bulandırılmasından doğdu. Bulandırışlar ve bulanışlar, kendi kavimlerini yere sere sere bayrağı genç ve saffetli kavimlere ciro ettire ettire sürdü. Fakat her şeye rağmen doğu, İlâhi kubbeleri, fildişi yüklü kervanları ve Eski Yunana kadar her şeyi ilk defa zaptetmiş kütüphaneleriyle, insanlık fezasına tek başına tahayyüz hassasını muhafaza etti. En genç ve saffetli kavim olan Türkün eline geçtikten sonra da, aynı bulandırış ve bulanışla, teşekkül ve tebellürünü tamamlayan Batıya çatar çatmaz topyekûn ricat, hezimet ve iflâsa düştü.

Halbuki, Doğu, Batının 15 inci ve 16 ncı Asırda ayak bastığı akıl hakları sınırını 8 inci asırda aştığı halde kazancını sistemleştirmeden geriye dönmüş; Batının (Rönesans) günlerinde de mânalardan habersiz kışır muhafızı yobazlar elinde, Peygamberin emrini hatırlayamamıştır: “Hakikat, mü’minin kaybolmuş malıdır; nerede bulursa alır!”

Doğunun buhranı içeriye ve dışarıya doğru, evvelâ kendisini kendi menfî dehâsiyle çürütmekten, sonra da bizzat kendisinde mevcut silâhları rakibine kaçrtmaktan ve hakikat içinde hakikati kaybetmenin ruh sar’ası altında şifası zor bir felce uğramış olmaktan ibarettir.



BİZDE BUHRAN

Bizim buhranımızın iki büyük devresi var: Tanzimattan evvel, Tanzimattan sonra... Bu devrelerden ilki, Tanzimattan evvel 3 asır, ikincisi de Tanzimattan sonra 1 asır ve küsur sene boyunda...

İki b üyük devrelerden her birini de kendi içinde üç hususî dilime ayırabiliriz: Kanunî Süleymandan Dördüncü Mehmede,, Dördüncü Mehmedden Üçüncü selime, Selimden Abdülmecide, 3 dilimli ilk devre... Ve Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bu güne, 3 dilimli ikinci devre...

İki devrelik bu dilimler asır ölçüsüyle ifadelendirecek olursak, 16 ncı Asır ortalarından 20 nci Asır ortalarına kadar 4 asır boyunca şöyleyiz: 16 ncı Asır sonlarında maraz, derimizin altında ilk köprü başlarını tutar, 17 nci Asır sonlarında, deri üstüne sızmaya başlar, 18 nci Asırda deri üstüne çıkar, 19 uncu Asırda tam yerleşir, 20 nci Asırda da bu müzmin yerleşmenin uydurma devâ tesellileriyle bünyeleştiğini gösterir.

Buhranımızın ilk büyük devresinde baş illetimiz ham ve kaba softalık... İkinci büyük devresinde de körkütük hayranlık, şaşkınlık ve şahsiyetsizlik...

Buhranımızın ilk devresinde, nasıl İslâmiyetin vecd ve aşkı yerine, yanlış anladığımız kabuğuna ve dış şekillerine esir isek; İkinci devresinde de, Batının, mahrem maktâlarını göremeden ve oluş sırlarına eremeden yine kabuğuna ve dış şekillerine esiriz.

Her iki devrenin de kahramanı, ham ve kaba softa olduğu halde, bu iki ham ve kaba softa, hakikatte birbirinin aynı olduklarından habersiz, zâhirde birbirine zıt iki temayül vesilesiyle birbirine düşmandır.

Biri dinin, öbürü küfrün yobazı, ham ve kaba softası... Başımıza ne geldiyse bunlardan geldi.

Buhranımızın Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten İkinci Dünya Harbine gelinceye kadar süren üç merhale, ufak tefek kemmiyet farklariyle, hesapsız ve kitapsız batıya hayranlık, dünyayı ve nefsini müşahede altına alamamak hastalığının yekpareleştirdiği bir bütündür.

İlk buhran devremizde, bağlı olduğumuz iman manzumesinin vecd ve aşkını kaybettikten sonra anlamadan kabuğa mıhlı kalmak yüzünden,- Batı harikasını hemen müşahede altına alıp ciğerlerimize sindirmek ve şahsiyetimizi kaybetmeksizin kanımızda eritmek imkânlarından nasıl mahrum kaldıksa; ikinci buhran devremizde, ayrılmak bilmez bir hayret ve dehşet psikolocyası altında, Batının kabuğunu bir türlü oyamadık ve meyvesine eremedik...

Ve nihayet ilk buhran devremizden evvelki nûrlu günlerimizin ruh kök muvassalasını zayıflatmak yüzünden, fikrî buhran hengâmesini dâvet etmiş olduk.

Bu, Türk’ün ayrıca muhasebesine girişmeden tertiplendirilmesi gereken ilk kabataslak hükümdür.

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0

BATININ UCUZCULUĞU

Batının ucuzluğu ilk belirtisini 19 uncu asrın ikinci yarısında göstermeye başlar. Fakat, Batının ucuzluğu en zıt ve en pahalı fikrî ve edebî oluşlarla atbaşı beraber giden bu tarafı, (Dinamik) hayat ve ameliye plânına 20 nci asrın başlarında girer ve ortalarında azamî haddine ulaşır.
Batıda ilk ucuzluğun habercisi fikriyat, ne de olsa (metafizik) bir tecrit haysiyetinden gelen (Hegel) materyalizmasını “Tarihî materyalizma” ismiyle son derece kaba ve köksüz bir teşhis plânına döken Engels’e irca edilebilir.
(Engels)in fikirdaşı ve yoldaşı (Karl Marks); arkadaşının dünya görüşünü iktisat sahasında, iş, kazanç, emek, kâr, sermaye ve hak gibi en müşahhas, elle tutulur ve gözle görülür, kaskatı dertlere tatbik ederek bu dertlerin zatî kıymeti ve içtimaî ehemmiyeti sayesinde ucuzluktan uzak görünse de, meselenin dayandığı temel ucuz
ve koftur.

Dinî, siyasî, ahlakî, tek kelimeyle ruhî hâdiseleri ve topyekûn ruh hayatını, maddî ve iktisadî (faktör)lerin birer tâbi ve tâli şubesi, vücutsuz in’ikâsları ve mevhum gölgeleri farzeden bu iki fikir adamı, Batı münevverinin, bütün bir “girift”ler âlemini, kolay anlaşılır dış satıh nisbetlerine fedâ edişine, yani idrâki birdenbire ucuzlaştırışına en keskin misâldir.

Bu iki tip, amelî ve kolay fikirler tezgâhında ördükleri kumaşa nihayet “Bütün mânevî kıymetler baskı altında kabul ettirilen ve semerelendirilen birer vehimden ibarettir!” hükmünü basmakla üzerinde çok çalışılmış ve çok şişirilmiş bir ucuzluk sisteminin, 20 nci asır başlarında yemiş verecek olan ağacını diktiler.

19 uncu asrın aklî ve akliyeci felsefe temayülü, 20 nci asırda (Bergson) gibi bir filozofun pusuda beklemesine rağmen, birtakım teftişsiz ve murakabesiz makine keşifleri içinde amelî fütuhattan başkasına sırtını dönen, artık düşünmekten bezen ve (Metafizik)ten tiksinmeye başlayan yeni garplı mizacını besledi ve idrâki sığlaştırmakta büyük rol oynadı.
Hele 20 nci asrın tamamen (Metafizik) düşmanı riyaziyeci felsefe mektebi, herşeyi “beş hasse” plânındaki izahsız bedahetlerle ele almak, nihâî izaha külliyen arkasını dönmek ve eşyanın künhünü aramak cehdine boş ve dipsiz bir gayret diye bakmakla, maddeci bünyeyi felsefe yoliyle takviyelendirdi.

"Elektriğin ne olduğunu düşünmeye ve bilmeye lüzum yoktur; gaye onu bir ampul içinde zapt ve istismar etmektir!" hükmü, şüphesiz ki, büyük fikir çapında bir ucuzluğun nasıl sistemleşmek yoluna girdiğini belirtir.

Öbür taraftan da âlemi en vahşî ve kaba vâhidler içinde özleştiren ve çilekeş fikir medeniyetini topyekûn inkâr eden komünizma tecrübesi Batının en iptidaî milletinde bir tatbik zemini bulunca, yürek hoplatıcı ve iç gıdıklayıcı bir ameliye cereyenı içinde Garbın büyük ucuzluk çığırı açılmış oldu.
Birinci Dünya Harbinden sonraki müthiş kıymet yıkıcılığı, güzel sanatlardaki sar’a ve ihtilâç, sahte yenilik hamleleri, günü birlik garabet tecrübeleri, hep ucuzluğun câzip ve kolaycı tarafiyle, bir türlü mağlup edilmeyen eski ukdeler, hikmetler, âhenk ve nizam ölçüleri arasındaki muharebenin doğurduğu muvazene buhranı yüzündendi. O yalınkat bir ucuzluk cümbüşünün, insan ruhu tarafından daima yalanlanan sahteliği karşısındaki gizli emniyetsizlik duygusunu ihtar eder.

Nitekim bu korkunş gelişin 19 uncu asırda ilk sar’alı habercileri (Bodler) ve (Rembo) gibi san’at adamları iken, 20 nci asırda da en halis aksülâmelcileri (Blondel), (Bergson), (Haydeger), (Rozenberg) gibi filozoflar ve (Prust), (Valeri), (Morua), (Moryak) gibi san’atkârlardır.

Nihayet komünizmanın kendi iç âleminde (statik)leşmesi, Batı fikir lâboratuarında da çabucak yaftalanması yüzünden nazarî maddecilik Batıyı yutacak bir felâket olmaktan çıkmış; fakat asrımızın ilk rub’u ile ikinci ve üçüncü rub’u arasında, hem de nazarî maddeciliğe düşman olmak şartiyle korkunç bir amelî maddecilik âlemi teşekkül etmeye başlamış ve bu âlem şimdi bütün dünyayı yutacak hale gelmiştir. Bu, Yeni Dünya dedikleri Amerika’dır.

Ne tezattır ki, maddecilik yatağı Rusya, resmî fikirde maddeci, hususî hayatta (mistik), Amerikalı ise inanışta (antimateryalist) yaşayışta maddecidir.

(Mussolini) ve (Hitler) tecrübeleri, destekleri bombalanan Batı medeniyetine cebrî bir dayanak veya eski dayanakları müeyyideleştirmek gayesini kollar ve komünizmanın aksülâmelini belirtirken, şimdi bütün zıtlarını temizlemiş olan Amerika, henüz temizliyemediği ana zıddı komünizmanın nazarî maddeciliği karşısında, dehhaş bir amelî maddecilik tavriyle yer almış bulunuyor. Amerika, kurtardığı Garp medeniyetini, onun en halis unsurlarını, yani öz mütefekkirini takatten tam düşürmek suretiyle ezip daha azîm bir çıkmaza yol açmış ve elinde tuttuğu madde vasıtaları ve manivelâları yüzünden itiraz ve mukavemeti imkânsız kılan bir ucuzluk hegemonyası kurmuştur. Artık fikir mahkûm, âlet gâliptir.

Bugün hayatı, aslâ hesabı sorulmaz, sadece hoş ve ızdırapsız geçirilmeye çalışılır bir ilcaîlik menşuru içinden seyreden Amerikalı, maddeye nihaî derecede tasarrufu yüzü suyu hürmetine ihtiyar Avrupanın olanca sesini ve iddiasını boğazına düğümlemiş ve kemmiyette nâmütenahi girift bir ucuzluğu atom bombasiyle müdafaa edecek hale gelmiştir.
Yine basitlik ve ucuzlukta en büyük "girift"i ve en ileri "pahalı”yı temsil eden (Aynştayn), asrımızın muazzam ucuzluğuna muazzam dehâsını maddenin nihaî istismarı yolunda kullanmak suretiyle misâl teşkil etmektedir. Artık yeni bir ruh tepkisinin yeni ve mânevî bir atom çekirdeğini infilâk ettirebilmesi, şimdiki Amerika’yı Fransız ihtilâli başındaki haline ricat ettirmek kadar çetinleşmiştir.

Batının ucuzluğu, bugün Amerika vâkıası ile müeyyidelidir; ve bunun Batı dünyası içinden değiştirilmesi ancak Avrupanın gebe bulunduğu yeni bir davranışa bakmaktadır. Batı ölmeyecekse, bu davranış gelecektir.

Şu muhakkaktır ki, Batının ucuzluğu, Doğununkinden çok başka, girift ve hususî sebeplere bağlı... Ve Doğu ucuzcularını mahcup edecek mâhiyette... Doğu, Batı yüzünden ucuzcularla dolmuş, Batı ise kendi yüzünden ve kendi kendisine çürüğe çıkmıştır.


DOĞU’NUN UCUZCULUĞU

Doğuda mânevî ucuzluk, 16 ncı asırda başlar, 17 nci asırda besbelli hale gelir.Başlangıcın aşağı yukarı (Rönesans)a raslaması en ince hususiyet...
Bu tarihten sonra Doğunun ricat çığırı, evvelâ devlet ve ordu, her sahada açılmıştır.Âmil, Batının “Yeniden Doğuş”u değil, Doğunun kendi içinde rehavete düşmesi; ve bu uyanışla o uıykuya dalışın, karşılıklı birbiriyle nisbet kurmasıdır.

Bir türlü sebebe bağlanamayan ve durdurulamayan gerilemenin ruhlarda bıraktığı tesir, kendi öz dünyasına karşı için için ve gitgide büyüyen bir itimadsızlık ukdesiyle beraber, hâdiseleri müthiş bir sığlıkta, satıhta ve kışırda mütalâaya mahkûm olmak felâketidir.Artık büyük fikri besleyen ve onunla beslenen büyük aşk ve vecd elden gidince, bütün mârifet, kabuk ve kışır hesaplarını ehliyetsizce muhafaza ve anlayışsızca müdafaa gayretinden ibaret kaldı.

Sahnede büyük şahsiyet ifadelerinden hiç kimse kalmadı. Süleyman Çelebi, Âşık Paşa, İbn-i Kemal, Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Fuzulî, Bakî, “Şah-ı âlem” Kanunî Sultan Süleyman, perdeden çekildiler.
İlk ucuzluk Doğu insanının (Metafizik) plânını çizen din sahasında başladı.

Ham yobaz ve kaba softanın zuhuru ve müessiseleşmesi ondan sonradır.

16 ncı asır sonlarının Hindistanda pırıldayan ve her hikmeti getiren güneş şahsiyeti, İkinci Binin Yenileyicisi (hâlâ onun devresindeyiz) İmam-ı Rabbâni Hazretleri, ne yazık ki, sosyal plânda dengini bulamadı; ve bu işi geleceğe bırakmış oldu.Kemal devrini çoktan yaşamış ve tüketmiş bulunan Doğu âlemi, (Rönesans)tan sonra, Türk bütünlüğündeki devamının tam bir ucuzluğa çarptığına ve bu yüzden Doğu milletleri arasındaki merkezî düğümün pörsümeye ve gevşemeye başladığına şahittir.Fakat ucuzluklarını dış tesirlerden ziyade iç çöküntüden alan 16-18 inci asır örnekleri, biraz sonra Doğuyu baştan başa kaplayan hâilevî ucuzluğun timsalleri olmaktan çok uzaktır. Asıl ucuzcular birtakım sefil madrabazlardır ki, 19 uncu asırda sökün etmeye başlamışlardır. Doğuyu kaybetmiş, Batıyı da bulamamış olan bu çeyrek münevverler, bizde Tanzimat hareketini doğurmakla, Doğuya yeni bir istikamet vermek istediler. Rusya Doğuyu, vıcık vıcık yapışkan balçık sıvalı bir satıh ve kışır zemini üzerinde süründürmeye ve maddede müstemlekeleştirmeye kâfi geldi.

Ucuzcu, bir şeye ait kıymetsiz hâlin ve posasının simsarı demek olduğuna ve mutlaka büyüğü küçülttüğüne, asîli soysuzlaştırdığına göre, tarihimizde, bütün Doğuya şâmil olarak ilk ve hakikî ucuzcular, işte Tanzimattan sonra sökün etmiş bu çeyrek münevverlerdir.

Mimar Sinan’ın arkasından içimize girebilen ve kendisini Mecidiye kasrı halinde asîl Topkapı Sarayına bitiştiren, sonra bazı câmi ve saraylarda boy gösteren (Barok) ve (Rokoko)nun yalnız mimarî çerçevesinde belirttiği sefaleti, Tanzimatın bütün fikir, politika, iş ve san’at kadrosunda aynen seyredebilirsiniz.

Nesil nesil kahraman diye tanıtılan Mustafa Reşit Paşalar, Şinasîler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hâmidler, Mithat Paşalar, daha kimler ve kimler palamudun karaya vurma mevsiminde ortaya çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir.

Bizde, bütün Doğuya menfî örnek olarak Tanzimatla hız alan ve asıl çehresine kavuşan ucuzculuk, artık cevherine ve hakikatine dönülmesi muhal kabul edilen İslâmiyete ahmak bir tahkir, ve Hıristiyanlık dünyasına kör bir tâzim göziyle bakmış; ve taraflardan birine her şeyi o yüzden kabul şleklinde muamele ederek ve asla içyüzlerini aramıyarak ve aratmayarak bugünkü haline vâsıl olmuştur.
Edebiyat-ı Cedide, en mide bulandırıcı ucuzculuk usurlarının bitpazarı...

İttihat ve Terakki Cemiyeti, siyasî ucuzculuğun müzelik şaheser nümûnesi...

Birinci Dünya Harbi sonundaki Türkçülük hareketi, dinin yerine konulmak istenen yeni bir heyecan ve bu mevzuda kopya edilen garplı filozof (Dürkaym) olarak, daha ucuzunun imkânsız olduğu bir iş...

Nihayet bunca ucuzcunun koruduğu bu vatan, asırlardır birikmiş hesapların son tasfiye darbesine çarpıp, hiç de ucuzcu olmayan çilelerle istiklâlini yerine getirince ucuzluğun topyekûn bırakılması ve yerine müstesna bir asliyet ve şahsiyet devri açılması lâzım gelen bir hengâmede, ucuzculuğun en cür’etlisine, en gözü karasına düşürülmüştür.

Şahsiyeti, Fransızların (Lejyon donör) nişaniyle mükâfatlandırılan Tanzimatın Mecellesine karşılık, boyacı küpü tercüme kazanına sokulup çıkarılmış İsviçreli Türk Medenî Kanunu nedir?

Aynı kazana bir kerecik sokulup çıkarmakla elde edilen Türk Ceza Kanunu?..

Kitaplık çap yerine bir cep defterinin tek sahifeciğine yerleştirilen Altıokluk dünya görüşü?..

Tamtamlar diyarında bile gülünç Parti vecizeleri?..
Broşürlük mikyasta bile esersiz profesörler ve yabancı mütehassıslarla dolu üniversitemiz?..

Tarih tezleri, dil nazariyeleri?..

Mutlak bir nebatîlik ve ilcaîlik içinde ağzına geleni merdivenvâri altalta yazmak hünerinden ibaret şiirimiz?..

Kusmuk hâline getirilen musikimiz?..

Ucuz kalıplar içinde dondurulup modelleştirilen ve ciğerci dükkânına kadar düşürülen (kübik) mimarimiz?..

Filmciliğimiz, gazeteciliğimiz, tercümeciliğimiz, romancılığımız?..

Bütün bunlar "Çıktık açık alınla on yılda her savaştan” mısraının belirttiği nâmütenahi ucuzculuk ikliminin teadsız eşya ve unsurlarıdır ve hüküm şudur: Bu ucuzculuktan kurtulmadıkça kurtuluş olamaz!

Daha ziyade kendi bünyemizde ve kalın çizgiler haline takip ettiğimiz Doğunun ucuzculuğu, sorumsuz halk yığınları müstesna, Doğunun İslâm âleminin bütün (standard) çeyrek münevverlerinde ve Batı oyuncağı liderlerinde aynı şeydir.

Şifası için Allaha yalvarmanın ilk şartı illetin teşhisi ise, açıkça bilinmeli ve bildirilmelidir ki, bizde hele Tanzimattan beri, belki de ırkî bir akâmeten ötürü hiçbir büyük tefekkür adamı yetişmemiş, yetişenler büyük ve usta kopyacılık seviyesini aşamamış, bu yüzden mukaddes din, birtakım hamlar ve kabalar elinde son derece ucuzlaştırılmış, bu hal Tanzimata kadar sürmüş, ondan sonra da büyük ve usta yerine cücelerin cücesi ve acemilerin acemisi kopyacılar elinde Avrupalılık ucuzluğu başlamış ve işte bu hale gelinmiştir.

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0

OCAK KIZIŞTI!
· Allah Resulünün, bir gazada, yersiz bir gururu takib eden ilk şaşkınlıktan, hatta paniğe benzer bir halden sonra, tek başlarına ileriye atılıp bütün sahabîleri geriye dönmüş ve peşlerine düşmüş görünce, söyledikleri bir söz vardır: işte şimdi ocak kızıştı!”…

· Paniğe benzer hal, ne kelime!.. Türkiye’de İslâm dâvası dört asra yakın bir zaman boyunca Bâbil esatirini yaşadı. Evvelâ, kendisini Müslüman sananların, sonra da müslümanlıktan tiksinenlerin elinde Bâbil esareti…
· Evvela 300 küsur, sonra 100 küsur, en sonra 50 küsur yıllık devreler halinde; evvelâ kuvvetten düşme, sonra baygınlık geçirme, en sonra da komaya yatma felaketlerini yaşıyan İslâm dâvası, Türkiye’de, 30 yılı aşgın çileler nihayetinde ve gökten yıldırım gibi ilahî bir darbe neticesinde, kendisini birdenbire aynı hikmet noktasında bulmuştur: “İşte şimdi ocak kızıştı!”…

· Bu çeyrek asırlık bir vâkıadır, ocak çeyrek asırdan beri yanmakta ve kızışmaktadır; ve bu ocağın üzerine kutupların buz dağlarını devirseler, onu söndürebilmenin imkanı yoktur.
· Tam 30 yıllık Büyük Doğu ideolocya mimarîsinin kuşbakışı plânına umumî (perspektif)ine bir göz atan, bu ocağın ne çileler karşılığı alevlendirildiğine ve niçin söndürülemez olduğuna kolayca akıl erdirebilir. Ne mutlu anlayanlara ve anlatmak için, destanlık ıstırablar halinde çırpınanlara!…
· Türk fikir hayatında en büyük felâket, hem iman, hem küfür cephesinde, dünyayı topyekûn nazar çerçevesi içine alabilecek bir (stratosfer)e yükselememek, nefs ve kainat muhasebe ve murakabesine yaşanamamak yüzünde olmuştur.
· Batı dünyasına baktığımız zaman “nefs muhasebesi” dediğimiz muazzam hassayı, Sokrat, Lûter, Paskal, Göte, Tolstoy gibi fikir ve sanat adamlarını görüyoruz. Bizdeyse, öz tarihimizin dışında ve henüz Batı balyozunun İslâm çerçevesini parçalamaya yeltenemediği devirde, aynı hassaya ve en zengin çapta malik, İmam-ı Gazalî hazretleri var… Şu kadar ki İmam-ı Gazalî, derinliğine ferdi muhasebe etmiş, aynı zamanda iman ruhunu bulandırıcı kuru akılcıları temellerinden yıkmış, fakat devrinde İslâm dâvası sadece iç fesad ihtimaline karşı olduğu, henüz zıt medeniyetin hücumu ve kültür istilası karşısında bulunmadığı için, büyük muhasebesini, genişliğine, cemiyet planına intikal ettirmek fırsatını elde edememiştir. Başta İmam-ı Rabbanî Hazretleri bulunmak üzere, büyük tasavvuf ve ilâhî marifet kahramanları ise, memur bulundukları, yedi kat gök üstündeki ruh sarayının ulvî mimarlığı işinde, ancak hizmetçilerine layık bir iş için toprağa inmemişler ve zaten zaman ve mekanları bakımından buna ihtiyaç hissetmemişlerdir.
· Fakat bugün şartlar değişmiştir. Bugün, Doğuya karşı Batı tasallûtunun binbir âletli hokkabazlığını, Hazret-i Musa’nın elindeki asâ nasıl ejderha olup sihrbazların ipten yılanlarını yuttuysa öylece iptal edecek fikrî bir keramet gücüne ihtiyaç vardır. Yani İmam-ı Gazalî’nin derinliğine gücüne, genişliğine ve bütün yeryüzünün bütün meseleleri ve marifetleriyle karşılayıcı kudrette bir kahramana ihtiyaç…
· Dâva bu kadar çetin, şerefi de o nispette büyük; ve ithal malı ezberleme ideolocya tekerlemelerinden o kadar uzak…
· Halbuki burada bilindiği sanılan, fakat iç cevheriyle en uzak yıldızdaki taş kadar bilinmeyen, üstelik gericilik diye yaftalanan bu dâva, Türk aydınına “kalk, meteliksiz adam, babanın mezarını açacak olursan inci ve elmas dolu olduğunu göreceksin; mirasa kondun da farkında değilsin!” haberini verecek kadar büyük, yeni ve ileri…
· “İleri” mefhumunu küt burunlarının ucundan ileriye götüremeyen kör kafalılar, bütün bir feza dairesini devrettikten sonra arkalarında kalan noktayı geri sayarken, onu derinliğine ve genişliğine anlamaya başlamış yepyeni ve namütenahi ileri bir neslin kızıştırdığı ocağı tükürükle söndürmek gayretindedirler… Kızışan ocak, güneşin kışını yaza çevirecek kadar hararetlidir.

HAKİKATİMİZ VE GENÇLİĞİMİZ

BÜYÜK DOĞU ideali, kendi tekerlemeleriyle, milliyetçiliğin de, cumhuriyetçiliğin de, devletçiliğin de, halkçılığın da ve daha niceliğin de, neciliğin de aslına ve hakikatine malik olarak şudur: Menbaından mansabına kadar, bütün Türk tarihini, mazisini ve istikbalini kucaklayan, o aziz varlığı topyekûn cihan tarihinin en aziz fikir çileleri içinde yetişmiş bir ehliyetle kâinat çapında bir mizan ve murakabeye tâbi tutan, yarasa gözlü asrî yobazlara gerici görünecek derecede ileri bir istikbalden haber veren, bazı memleket içi insan müsveddelerine mürteci görünürken, bazı Avrupalılara bütün insanlığın beklediği ideolocyayı belirtici bir derinlik ve mükemmellik hissi veren; ve ilerinin ilerisi son ileriyi, nihayet ne olsa dediği olacak olan Allah ve Peygamberinin isim mihrakına bağlayan; ve dün, bugün ve yarın arasındaki daireyi kırmadan tamamlayan, eksiksiz ve tezatsız kurtuluş sistemi…

· Bilgisi, irfanı ve tecrübesi ne olursa olsun, millî bir mefharet halinde taşıdığı hudutsuz sezişiyle, halis tabakadan Türk halkı ve gençliği, bütün sahte ıslahat tarihimiz boyunca görülmemiş bulunan bu sahiciliği pek güzel anlamış ve köküne kadar benimsemiştir.

· Bugün aralarında yarım – yamalak politika adamları da boy göstermiş olarak, yaşları 50 ile 25 arasında, yüzbinleri aşan bir gençlik ve orta yaşlılık zümresini (formasyon-şekilleniş) bakımından Büyük Doğu idealinin teknesinde yuğrulmuş kabul edebilirsiniz. İçlerinde illetli doğanlar ve gerçek bir uzviyet ahengine erememiş olanlar varsa, kabahat bizde değil, kendilerinde, kendilerini çabucak “oldum!” saymalarındadır.

· Bugün Meclislerde, parti liderliklerinde, hattâ bir aralık bakan koltuklarında gördüğümüz bu ilk örneklerin dâvanın çetinliği ve kendisinin çilesizliği yüzünden kavruk çıktıklarını tesbit ve en büyük ümidimizi, henüz (agora meydan) yerine çıkmak fırsatını bulmamış, 25-35 yaşları arasındaki gençliğe bağladığımızı kaydederiz.

· Tesirimiz düşman kutublar üzerinde bile o kadar derin olmuştur ki, bugün komünistlerin fikirci geçinenleri, muhabbet hedeflerimiz üzerinde olmasa da nefret hedeflerimizde bizimle beraberliğe kalkmışlar, (Marks) ve (Engels) in (Hegel) metaryalizmasını ters-yüz etmeleri gibi bizim (diyalektik-fikri aşılama sanatı)mızı aparmaya kadar varmışlardır. Ama ne yapsalar boş… “Ezzıddân, lâyectemiân-zıtlar biraraya gelemez!”

· Halk Partisinin Cumhuriyet koruyucusu ileri gençliği de işi (favori) ve tam bir başıboşlukta bitirmiş ve meydan, hak ile bâtıl, iki dâva gençliğine kalmıştır: Biz ve onlar! Onlar ki, süngü kuvvetiyle dudakları perçinlenmiş olsa da kalbleri intizamla işlemektedir ve bu kalbleri durdurabilmek gücü ancak bizim gençliğimizin elinde…

· Ona bıraktığımız, ebediyet bestesi bu nağme yeter!


MEFKÛRECİ AHLÂKI

· Mefkûreci ahlâkında, hiç bir hasis nefs kaygısına yer yoktur!

· “Viran olası hanede evlâd-ü-iyal var!” mazereti, Şarkın tefessüh devirlerinde, kör ve kaba nefslerin kendilerini korumak için baş vurduğu aşağılık bir hileden ibarettir. Ayni tefessüh devirleri değil midir ki, hile mefhumiyle arasında en küçük bir münasebet yaşayamaz olan mukaddes şeriat hakkında da “Hile-i Şeriye” tâbirini uydurmuştur?

· Mefkûre ahlâkında, ya cemiyetle beraber ferdî hanenin de kurtulması, yahut içindeki evlât ve iyalle beraber viran olması vardır!

· Tam 400 yıldan beri bu ahlâka uzak yaşıyoruz! Sade uzak değil, taban tabana zıt…

· Viran olası hane değil, kahrolası nefs kaygısı, her ferdin kendi kendisini muhafazaya mahkûm bulunması gibi mel’un bir şuuru besleye besleye, bizde, ictimaî bütünlük hassasiyetinin köküne kibrit suyu dökmüştür. Öyle ki, on kişinin toplu bulunduğu bir cemiyette birisi karşılarına çıksa da “içinizde bir namussuz var!” diye haykırsa, kimsenin bunu üzerine alınmasına imkân kalmamıştır. Bizdeki mecburî hassasiyet ve aksülâmel, ancak şahsen ismimiz tayin edildiği zamandır. Halbuki on kişilik biri topluluk arasında isim tayin etmeden bir namussuzun bulunduğunu söylemek, isim tayin edilinceye kadar on kişiye birden namussuz demek değil midir? Fakat, söyledik ya, isim tayin edilinceye kadar, kimse, ictimaî tecavüzleri, ferdî tecavüz ayarında görmez.

· Dörtyüz senelik günah devrimiz yüzünden, maddî ve manevî izmihlâl çığırımız olan son yüz senedir başımıza ne geldiyse, işte bu ictimaî bütünlük hassasiyetini kaybedişimizden; mefkûreci ahlâkına topyekûn veda etmiş ve “viran olası hanede evlad-ü-iyal var!” derdine düşmüş olmamızdan geldi.

·Meselâ komünizma gibi, haklı olarak iğrendiğimiz bâtıl akîdeler manzumelerinin bazı kahramanlarında bile mfkûreci ahlakı, hiç bir gaye ve esasa bağlı olmaksızın, tamam ve mükemmeldir. Bu bâtıl akîdeler manzumesinin ilk aksiyoncuları, bütün ömürlerince soğan ekmek yemiş ve koskoca bir imparatorluğu ele aldıktan sonra bile evlerini geçindirebilmek için karılarına işçilik ettirmişlerdir. Kaldı ki, her vesileyle, nefslerini, bağlı oldukları mefkûre uğrunda feda edici içtimaî fert hamlesini göstermekten hiç bir an yüz çevirmemişlerdir. Son zamanlarda gösterdikleri bazı celâdetleri de ibret mevzuu diye ele almak ve aslında bu ahlak aslında kimindir diye düşünmek lâzımdır.

·Komünizmanın arayıp bulamadığı ve yolunu büsbütün Cehenneme çevirdiği Cennet, bütün aslı, esası ve hakikatiyle İslâmlıkta olduğu gibi, hiç bir itikat manzumesinin aşılayamayacağı mefkureci ahlâkının heyecan ve fedakarlık dolu ana kaynağı da İslâmlıktadır.

·Kainatın Mefharine bağlı olanlar arasında büyükler büyüğü Hazret-i Ömer’e “eğrilecek olursan seni kılıcımızla düzeltiriz!” cevabını verenlerin mefkûreci ahlakı karşısında ürperelim! Bu ahlakı nasıl unuttuk, nasıl kaybettik; ve aman Allahım, nasıl da tersine çevirdik?

·Bizde bu hal oldukça, suçu, tarihimizde başımıza musallat olmuş şahıslarda aramak yerine, onları tasallutlarında lüzumundan fazla lûtufkâr ve musamahakar bulsak daha iyi etmez miyiz? Gerçek sorumlu biziz!

·Allah, bütün haneleri, içindeki bütün evlat ve iyaliyle beraber gerçekten viran eden “viran olası hanede evlad-üiyal var!” korkusunun belâsını versin!

ÜMİDİMİZ

·Otuz yılı aşkın bir zaman çerçevesi içinde, ağzımıza erimiş kurşun dökülmesinden daha beter şartlarla pençeleşerek sesimizi çıkarabildiğimiz kesik kesik devreler ve parça parça davranışlar sonunda, eserimiz, tesirimiz ve teessürlerimiz ne oldu?

·C.H.P. sinden başlayarak D.P. si, M.B.K. si, bütün muvafakatler ve hattâ muhalefetler boyunca, her devrin mazlumu, makhuru, mahpusu olduk ve hepsinin birden mahkûmu, menfuru, mel’unu bilindik. Zira Türk milletinin unutturulmak istenen metbuu, matlubu, mahbubu yolundaydık; ve tanzimattan beri millet madenini bir küf tabakası şeklinde kaplayıcı çeyrek aydınlar, bu yolun mahrumu, mâdumu, makûsu yönde bulunuyorlardı.

·Böyleyken, gün oldu, bizi zindana tıktıkları zaman vatan köşelerinde gençler, ıstıraplarından akıllarını oynatacak hale geldiler, cinnet buhranları geçirdiler; ve bu yüzden bir takım hastalık ihtilâtlarıyla ölüm döşeğine düşünce de, Şehadet kelimesinin yanıbaşında ismimizi söyliyerek ruhlarını Allah’a teslim ettiler, (1947 Kayseri misali). Bu tek vaka, herhangi bir yurt köşesinde, herhangi aşırı hassasiyette bir şahsın, müstesna, münferit ve belki de marazî örneği değil, binde dokuzyüz doksandokuz onda dokuzuyla bütün gençliğin, bütün Türklüğün, bütün hak ve hakikat yolculuğunun ruh ufkundaki mânevî tecelliydi. Bu tecelli, o gençte, müstesna, münferit ve belki de marazî bir zemin bulmuş olabilirdi; fakat ruh plânında bütün hakikatçi Anadolu gençliğine yaygındı.

·Şifresi fikirle çözülemese bile hisle hecelenir öyle bir yaygınlık ki, cemiyet meydanına çıkmak ve oy kullanmak hakkına mâlik değil… Herkesin birarada hasta bulunduğu bir karantinada kimsenin hastalık lafını ağzına alamaması gibi bir şey… Hasta olabilirsin; fakat ne olduğunu bilemezsin!.. Yasaktır!.. Karantinamız camiler; ve dış tezahürlerinde serbest bulunduğumuz halde ne olduğunu bilmememiz gereken illet, iç hakikatiyle Müslümanlıktır.

·Biz 30 yıldır zâhirde hiçbir şey başaramadık, hattâ karantina bekçiliğinin büsbütün sertleştirildiğine ve cemiyet meydanının bütün bütüne işgal altına alındığına şahit olduk ama, ruhlardaki “gizli”yi fert fert, kendilerine karşı, açığa vurmuş olduğumuzu da gördük. Böyleyken zahirde yine gizliyiz; zira bu fertlerin toplamı ve topluluk ifadesini meydana getirebilmiş değiliz. Fakat ana unsur, temel örgü, atom fert, esas protoplazma kurulmuştur; gerisi, dış plan, kemmiyet kadrosu açıkgözlülükten ibaret ve hayatlık değerde olmasına rağmen basit…

·Bizim 30 yıldır yuğurduğumuz nesil, yüzbinlere rağmen halisleriyle bir tren katarını, en halisleriyle bir otobüsü, halisin halisi başbuğlarıyle de bir minibüsü dolduracak kadar kemmiyette zayıf olsa da, maya kıymetindedir, istikametini bulmuştur; ve Allah izin verirse memleketin en geniş ovasını taşıracak şekilde bir gün kervanlaşmayı bilecektir.

·Bando mızıkalarının önünde koşuşan sümüklü mahalle çocuklarına mahsus arsız ve yalancı belirliliklerden bizim gençliğimiz münezzehtir; ve piyasaya hâkim sanılan sahte mâna kooperatiflerinin bize cevri arttıkça, anlaşılmaktadır ki, mânaları zayıflamakta ve bizim mânalarımız kuvvetlenmektedir.

·Düşmanlarımız bilsinler ki, bağırsalar da, çağırsalar da, sussalar da, dövünseler de, çatlasalar da, patlasalar da, hiç aldırmasalar da, arkalarını çevirseler de, dönüp bizi öldürseler de, külümüzü savursalar da, okşasalar da, yalvarsalar da BÜYÜK DOĞU ideali, artık, alevin bir kav kümesini kucaklayışı gibi, Türk ruhunu en soylu nahiyesinden yakalamış ve üstün bir keyfiyet zümresinin tâ can evine girip oturmuştur. Bundan sonra bizi susturmak ve yok etmek, susmayacak ve yok olmayacak olanın yanında, ormanlar yanarken bir kıvılcım peşinde koşmak kadar faydasız olur. Ormanları söndürmek için tükürük itfaiyesi göndermekse yananları ancak çıralaştırır, alevlerini artırır.


ÜMİDSİZLİĞİMİZ

· “Allah’tan ümit kesilmez” sözü ve hakikati, havada yanan ve baş aşağı düşen bir uçağın içindeki tam çaresiz pilota kadar her şeyi ve her vaziyeti kucaklayıcı bir düstur olmasaydı, bütün bu geliş ve gidişe bakarak şu hükmü vermek zaruri olurdu: Artık hiç bir ümide yer kalmamıştır!

·Allahtan ümid kesilmez; ne doğru!.. Fakat Allah, herhangi bir mevzuda bir ümide yer bırakıp bırakmadığını sezdirecek bir takım delaletleri de yaratır ve onların yoluyla kullarına mutlak iradesini dilediği nispette gönderir. Bunun için de derler ki: “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.”

·Öyleyse bütün bu geliş ve gidişe bakarak, onda, her menfiliğe rağmen Allahın bize artık acıdığı ve bir gün kurtuluşumuzu müjdeleyeceği bir doğrulma istidadından en küçük bir işaret bulabilir miyiz?
·Heyhat ki, bu sualin cevabı menfidir; içimizde en küçük doğrulma istidadından, en küçük bir işaret bile yoktur!

·Mektup bu oldukça, mektep dâvasında, fabrika bu oldukça, fabrika meselesinde, kanun bu oldukça, kanun çerçevesinde, kanunu tatbik zihniyeti bu oldukça, kanunu tatbik işinde, terbiye ve telkin bu oldukça, terbiye ve telkin yollarında, parti ve demokrasya bu oldukça, parti ve demokrasya kadrosunda, daha ne varsa hepsi bu oldukça topyekûn hepsinde hiçbir ümide yer kalmamıştır!

·Bizde “efkâr-ı umumîye” dedikleri üstüste yığılmış milyonlardan mürekkep kudret, tek başına bir jandarma karakol neferinin heybetine bile muadil değildir. O, bu hale başkaları tarafından getirildiği gibi, kendi kendisini bu halde görmeye de alıştırılmış ve bu hale mükemmel uydurulmuştur. Başka türlü olsaydı “viran olası hanede evlâd-ü-iyal var…” diye öncülerine mazeret ve kaçaklık destanları yazdırır mıydı?

·Bu hal, “efkâr-ı umumiye”yi lâşe kadar gayretsiz ve hareketsiz kabul etmek usulü, Türk topluluğunun içine işleye işleye; ve gelen kim ve giden ne olursa olsun, birbirine düşman hizipler tarafından da işletile işletile, netice de o kadar (komik) bir vaziyet doğmuştur ki, insan buna anlayışlı bir gözle bakabilse, kasıkları çatlayıncaya kadar gülmeye mecbur hale gelmiştir. Tek ferdin bile benimsemediği idare ve rejimlerin âzası, kendilerini kalbten seven ve tutan tek kişi bulunmamak şöyle dursun, nefret ve lanetle anmayan tek şahıs bulunmadığı halde, enselerde boza pişirmekte, üstelik ancak “efkâr-ı umumiye” ye istinadı kabil rejimlerin dâvasını gütmekte ve bu iş 50 yıldır böyle gelmekte ve böyle gitmektedir. Gel de 50 yıllık Yani’nin Kâni olabileceğine inan!..

·Demek istiyoruz ki, her plânın en üst plânında “Allahtan ümit kesilmez” düsturu yazılı olduğu halde, bugün zahir plânında hiçbir şeyin en ufak mikyasta salâha yüz tutmasına bile imkân kalmamış; ve atılan her adım ve dikilen her eser, bizi, bizzat o şeyin hakikatinden büsbütün mahrum bırakmaya yaramıştır.

·Bugün son ümit, ümidsizliğin bu türlü katmer katmer çöreklendiği şartlar âleminde, sadece BÜYÜK DOĞU tarafından örgüleştirilen büyük ruhî içtimaî kıymetler nizamına bağlı kalıyor. Son ümit bizdedir; bizde, bizim sonsuzluk nefesine bağlı taptaze ve yepyeni soluğumuzda… Kendimizi bizzat ve bilfiil (aksiyon)a istekli görmeksizin, bu kıymetler nizamını, biricik doğru, güzel ve iyi hükmiyle, geleceğin meçhul şartlarına ve (aksiyon) cu vicdanlarına emanet ediyor ve diyoruz ki: Bu soluk da kesilecek ve küfrün, yokluk rüzgârının buzlu ikliminde öldürülecek olursa, artık ümit kelimesini lugatlardan kazımak lazımdır. Ama, ümidsizliğimizin içinde, tek ve zaif kuşcağızın minicik gagasına alıp kaçıracağı ve herhangi bir noktaya rastgele salıvereceği bir tohumdan ormanlar fışkırması ihtimali de yok değildir. Müslüman ruhunun son haddiyle ümitsiz ve ümitliyiz. Herşeye rağmen tepesinde yapayalnız kaldığımız dağdan memlekete baktıkça göz attıkça da ümitli… Ümidimizin de dayanağını bildirdik.

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
FEDAKÂRLIK

·Büyük dâvanın evvelâ vecd ve divaneliğine, sonra da cesaret ve hamlesine malik bulunmamak yüzünden, onun başlıca ahlâkî esaslarından biri olan fedakârlığa tamamiyle yabancı, ömür tüketip duruyoruz.

·Bekliyoruz ki, doğmayacak bir günün, tahakkuk etmeyecek şafağında, gökten zenbille düşecek hazineler vasıtasiyle gayemiz gerçekleşsin; ve biz bu gerçekleşecek d*âvanın, varını yoğunu ona sarfetmiş hissedarları sıfatiyle değil de, “Armut piş, ağzıma düş!” tarzında lüpçüleri ve sanki baba hakkına dayanan mirasçıları olarak ondan faydalanalım!.

·Dâva tahakkuk ettikten sonra, onun sebil musluklarına maşrapasını sürmiyecek tek fert yoktur. Fakat dâvanın tahakkuk etmesi ve sebil hazinelerinin dolması için peşinen bir yüksük dolusu su sarfetmeye kandırılabilecek, bilemeyiz, kaç fert vardır?

·Fedakârlık mefhumu, devrimizde, hiç kimsenin kapısından geri çevirmeyeceği ve her an yolunu kolladığı efsanevî bir tevzi memurudur; yoksa her defa kapısından döndürdüğü ve mütemadiyen yolundan kaçtığı gibi, bir tahsil memuru değil!… Fedakârlığı, yalnız almaya mahsus ve nefsimizi tatmine mecbur bir fiil ismi makamında lûgatimizde muhafaza ediyoruz; tamamiyle aksi olarak vermenin ve nefsi sıkmanın işi nerede, bu iş nerede?

·Hazret-i Ali “Hasis mümindense, cömert kâfiri tercih ederim!” buyurmuşlardı. Sadece Allah rızası için mukabilsiz vermenin ifadesi olan ûlvi ve hasbî cömertlik noktasının bile küfre yaklaşmasına mukabil, kendi öz kurtuluşu için meteliğe kıyamayan sözde müminlerin halini acaba nasıl yorumlarsınız?

·Sadece mal ve para bahsinde değil, her hususta hasislik, bütün ciğerimizi kavurmuştur. İtimatta hasis, anlayışta hasis, ümitte hasis, hayalde hasis, temennide hasis, gayrette hasis ve nihayet malda hasis…

·Sadece vermek, boyuna vermek, hep vermek, her türlü vermek, her sahada ve her işde vermek şeklinde anlaşılması ve ancak bu surette fedakârlığa tekabül ettirilmesi lazım gelen umumî cömertliğin, biz, ne acınacak mahrumları haline gelmişiz ki, aşkta hasis, gönülde hasis, akılda hasis, emekte hasis, teşebbüste hasis posalara dönmüşüz!.

·Biricik özrümüz, terlemek ve sıkıntıya girmek istemeyen ham ve kaba nefsimizin biricik ham ve kaba tesellisi olan itimatsızlıktır. Deriz ki: “Şöyle veya böyle olacağını bilsem ve neticesinden emin olsam her fedakârlığı ederdim!” Bu teselli yalandır, şeytanîdir, günahtır! Sen itimat et de, isterse vazifeye davet eden seni kandırsın! Ecri sana ve hüsranı onadır! Sen boyuna itimat et ve icap ederse her defa aldatılmaya razı ol ki, böylece bir gün aldatılmamak imkânın da tahakkuk etsin, aldatmayacak olan da zuhur etsin? Ve o bir kere zuhur ve tahakkuk edince, onunla beraber muazzam zafer de gerçekleşsin!.. Emin olsaydın kendinden bin vâhid vereceğin işe, her defa kandırılacağın, fakat bir defa da kandırılmayacağın ihtimaliyle bin kere neye birer vâhid veremiyorsun?

·1870 tarihinde almanlar Paris’i alıp Fransız milletine altından kalkılmaz bir harb tazminatı biçtikleri zaman, Fransız kızları saçlarını kesip Avrupa pazarlarında satmışlar ve milletlerinin borcunu en kısa zamanda ödemişlerdi. İtimat ve aşk o kadar büyüktü ki, hiç kimsenin gönlüne şüphenin gölgesi bile düşmemişti. Ya bütün Türk mâzi ve istikbalinin en köklü kurtuluş zeminine oturtulması dâvasında, bize sağ elinin baş parmağından bir milimetrelik tırnağını kesip verecek olan kaç kişidir? Bu tırnakların nefs terazisiyle tartılıp nefs pazarında satılacağından ve mukabilinde nefs apartmanları kurulacağından şüphe edenler varsa, bunlar bizden değil, kendi kendilerine şüphe ediyorlar demektir. Zira onlar vermeye hazır olsun da, dediğimiz gibi, alan bugün bir hain bile olsa, elbette yarın başka bir sadık zuhur eder ve gâye hasıl olur. Bu işin tecrübesi de, bir değil, bin kere bile aldanmaya değer. Ya kimse vermeye hazır olmaz ve böyle bir şeytânî tesellinin kabuğunda rahata çekilirse, tek bir hain ihtimaline karşılık, acaba kaç bin veya kaç milyon gerçek hain türeyecektir?

·Fedakarlık eden aldanmaz ve ilâhî adalet tecellisiyle mutlaka verdiğini misilleriyle alır. “Cesur, merzuktur.”

·Hasis aslında mahrumdur; ve biz malik olduğumuz için değil, mahrum olduğumuz için fedakar değiliz! Allah uğrunda vermek… Dâva ahlakımızın baş kaidelerinden biri budur!



ÇİLEMİZ

·Bütün dünya zaman ve mekânı boyunca, bizim ideolocyamızın ruha ve maddeye nakşedilebilmesi için gereken şartlarla başka ideolocyaların şartları arasındaki nispet bakımından, bizim aleyhimize tecelli eden pay hiçbir defa görülmemiştir.

·Fakat aleyhimizdeki bu çetinlik, hakikatte lehimizdedir; ve ideolocyamızın her ucuzluk kolaylıktan müstağni şan ve şerefi icabıdır.

·Bu çetinlik şudur ki, bir ideolocyanın muvaffak olabilmesi için gereken iki ana şarttan fikir kıymetiyle bu fikrin aşılanacağı kitle kabiliyeti, bizim dünyamızda, kurnaz ve sahtekar istirmarcılar tarafından her an aleyhimize kullanılabilecek bir hususîliktedir.

·Fikir ve dâva bizde ne kadar yeni, doğru ve güzel olursa olsun, kurnaz ve sahtekar istismarcılar, onu, birtakım müşahhas misallere tatbik ederek daima eski, yanlış ve çirkin göstermeye çalışacaklardır.

·Biz ne şerefli bir dâvanın insanlarıyız ki, bağlı olduğumuz ebedî yeni, değişmez doğru ve sonsuz güzel, herhangi bir mümin çobanın belirttiği müşahhas ve gayet iptidaî hale irca edilivermekte, böylece o çobanın sadece ünvanda müslümanlığı, bizim bütün gaye ve dâva kadromuz diye gösterilerek, hamlemizin münevver zümre arasında hiçbir tılsım doğurmamasına çalışılmaktadır.

·Halbuki bizim gözümüzde devlet reisinin ufku, asrımızın oluş çilesini çektikten sonra, başrehber Hazret-i Ömerin seciyesine yaklaşan örnektir. Fikir adamı İmam-ı Gazalî, vecd adamı da Mevlânâ Celâleddindir. Her ân her müşahhası aşan mücerredin sayısız kemal merdivenleri karşısında, kimsenin, ille müşahhası ele almak gerekiyorsa, hiç olmazsa ulvî müşahhasları görmeye ve göstermeye niyeti yoktur. Müslüman adına yamalar ve yaralar içinde bir köylüyü görürler de, Nur heykeli İmam-ı Rabbânî’yi görmezler.

·Vatanımızdaki kitle kabiliyeti ise, evvelâ ırkî husussiyetlere dayanan, sonra da asırlar boyunca gelen tesirler yüzünden, içtimai dayanışma alâkasını tamamen kaybetmiş bulunmaktadır.

·Ortada, gerçekten bizi anlayan, kurnaz ve sahtekâr istismarcıların basit ve köhne gördüğü nâmütenahî giriftlik ve yenilik sırrını çözebilen, İslamı bu ölçülerle kalbinde, dilinde, kılığında ve edasında değerlendirebilen, tam bir ictimaî dayanışma ifadeli bir halk sınıfı mevcut değildir, ve biz, bunlarla beraber ibadet ederken namazda bile yalnızız. Hayatta büsbütün yalnız…

·Fakat biz, yepyeni kurmaylarımızı üretmenin, baştanbaşa simsiyah bir zemini yuğura yuğura onu süt beyaz bir renkte köpürtmenin, en ince ve nazik gamızaları teker teker heykelleştirmenin, dâvayı yassı kafalı bir çobanın ruh kadrosundan, beyni okyanuslar misali kıvrım kıvrım, en ileri mütefekkirin çapına çıkarmanın ve barut zerreleri gibi birbirine bağlı içtimaî bir alâka nesci dokumanın, Allah isterse, nasıl mümkün olacağını isbat edeceğiz. O zaman ise, gerek yeni gibi duran ideolocya reçeteleri, gerek ellerindeki canlı ve ileri millet kitleleri bakımından pek ucuz ve kolay işlere girişmiş hiçbir yabancı inkılâp zümresiyle kıyas kabul etmez hakikatimiz meydana çıkacaktır.

·O gün herkes bize yenilerin yenisi diyecektir.



DİVANELERE MUHTACIZ

·Garplıların (possédé) diye bir tâbirleri vardır; zapt veya istila olunmuş mânasına gelen bu tâbir; bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka birşey düşünmeye imkân ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tâbir, bazan, marazî ve muvazenesiz ruhların; bazan da, kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.

·Her kahraman mutlaka bir (possédé)dir; fakat her (possédé) mutlaka bir kahraman değildir. İşte, muazzam davalarla şişip büyümesi ve sonunda insan topluluklarını eteğine dolayıp göklere yükseltmesi gereken ulvî ve sağlam ruhlarla, delice vehimler yüzünden şişemeden patlıyan ve sönen, fakat dış manzaraları ilk misali andırıyormuş gibi duran süflî ve hasta ruhlar arasındaki fark!.

·Bu tâbirin mukabilini bize “divane” sıfatı verebilir. Bizim ihtiyacımız, yalnız bu mânada, ulvî ve müspet mânada divanelerdir. Oysa, devrimizde, kâmil iman, kâmil ahlak, kâmil insan gibi, en az bulunan, hemen hemen kalmamış gibi duran nesne…

·Büyük bir velî, kendisine “Siz zamanımızda sahabîlere eşitsiniz!” diyen müritlere şu cevabı vermiş: “Ben nasıl sahabîlere eşit olabilirim ki, siz onları görseydiniz divane derdiniz; onlar da sizi görselerdi böyle Müslüman olmaz derlerdi!” Âlemde hiçbir misal, (possédé) ve “divane” tâbirlerinden anladığımız ulvî ve müspet mânayı bu kadar azîm çapta belirtemez. İşte muhtaç bulunduğumuz müspet ve ulvî divaneliğin son durak noktası!..

·Cihanda büyük ve ulvî insan olarak kim gelmişse hepsi de müspet cepheden birer divanedir. Aşkın zivanaden çıkardığı insan olarak, divane olmadan bir iş görebilmeye, bir hamle gösterebilmeye imkân yoktur.

·Kimi Allahın, kimi şeytanın divanesi olarak, İmam-ı Gazalî’den Yunus Emre’ye, Sokrat’tan Bergson’a, Konfüçyüs’ten Gandi’ye kadar her büyük çaplı fert, bir iç dâvanın istilâ edilmişi, yani (possédé) sidir. Müspet divaneliğin bâtıl kutbu olarak da, her inkılâb ve hareketin sahibi, meselâ Marks, meselâ Lenin; onlarla beraber Hitler, Mussolini; onlardan evvel Mirabo, Danton, Robespiyer, Napolyon, hep birer divane… İnkılâpta bu, idarede bu, askerlikte bu, ilimde bu… (Sen Piyer)in Bazilikasını yaparken haftalarca ayağından çıkarmadığı çizmesini bir gün çıkarmaya mecbur kalınca derisi de beraber çıkan Mikelânj’ın misali nedir? Bulonya ormanında rastgeldiği bir lândon arabasını evindeki siyah tahta zannedip üzerine yazı yazmaya kalkışan Lâvvazye’nin hali neyi gösterir? Arşimed, Nuyton vesaire…

·Halbuki divanelik, aslî, esasî ve hakiki kutbiyle gerçek imanın verdiği bir sıfat; ve insanı aracılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilâhi bir lûtuf… Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümidsizliğe düşürmez; ve mutlaka dindirir, yaptırır, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırtır, erdirir.

·Tarih boyunca Türkün başına ne geldiyse, hep ulvî ve mukaddes vecd ve aşk seciyesini gölgelendirmesi ve divanelikten uzaklaşma yüzünden geldi. Türkün, plânla, bu seciyesini gölgelendirmeye ve ulvî divanelikten uzaklaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bugünse elimizde, birtakım klişeleri papağanvâri heceleyen, fakat imanın ruhu olan divaneliği zerre miktarı kalbine sindiremeyen müstehaselerden başka kimsecikler kalmadı.

·Mukadesatçı Türk!.. Davamızın birinci ruh ve ahlak kaidesi olarak evvelâ divaneliğin çaresini bulman, ruhunu vecd ve aşk eline kaptırman, böylelikle bizi anlaman, bize yapışman lâzımdır.

·Mukaddesatçı Türk!.. Hep fâni 24 saatleri kollayan ve kovalıyan miskin ve nâmevcut hayatın açıkgöz muvazenelerinden olmaktansa, insanlığın biricik haysiyeti, ulvî ve ebedî divaneliğe koş!.. İşte o zaman seninle anlaşır ve kervanımızı kurabiliriz. Yoksa, iş yok!..



MÜRTECİ-GERİCİ

· Bir yerde insanı “mürteci” diye sıfatlandıran bir tip gördünüz mü, hemen hükmünüzü veriniz: Bu adam, sadece ucuz klişelerle geçinen ve tekerlemeciden, sahte nisbetler kuran bir hokkabazdan, bir zamane yobazından başka bir şey olamaz.

· Mürteci, lûgatte “geriye dönen” demek… Anlam olarak da, sabit bir yeniden eskiye, iyiden kötüye, ileriden geriye dönmek isteyen… Bu hesaba göre sapan, traktörün; Arnavut kaldırımı, asfaltın; kağnı, trenin yanında birer irtica unsurudur. Ve bu nisbetler doğrudur.

· Bu nisbetler elbette ki doğru… Zira bir halin öbür hale gerilik isnat edebilmesi için, evvelâ onların bir cinsten olması, sonra da birinin öbürüne nazaran bedahet derecesinde sabit bir tekâmül belirtmesi şarttır. Biri öbürünün içinden çıkmış olacak, böylece zarurî tekâmül kanununun canlı ifadesini teşkil edecek ve öbürüne nazaran üstünlüğü bedahet çapında bulunacak…

· Fakat, biribirine göre ileriliği ve geriliği sadece zamanın kaba kemmiyet ve basit (kronoloji) senedinden başka bir şeye dayanmayan zıt keyfiyetler arasında irtica isnadı, ancak hakkı yenmek istenilenlere, peşin mahkûmlara ve mazlumlara karşı kullanılan fikirsiz ve haysiyetsiz damgalardan başka ne olabilir?

· Ham softalığın en modern ve nihaî ifadesi olan bu silâh, 40 küsur yıldır komünizma yobazlarının bize karşı biricik baltasıdır. Hınk dediniz mi, tınk dediniz mi, düşünür gibi oldunuz mu, yüzünüzü buruşturur gibi oldunuz mu, hemen damgayı basarlar: Mürteci!..

· Ne hazindir ki, sizi yobazlıkla suçlandıranlar, mücerret yobazlığın böylece en parlak şaheserini verirken, kendi halleriyle sizin haliniz arasında şöyle tarafsız bir nefs murakabesine girişmek ve dâvaları mücerret plânda muhakeme etmek gibi bir insaf ikliminden, kolera mıntıkasından kaçarcasına firar ederler. Zira, kaçmasalar, asıl kendi hastalıklarının meydana çıkacağını âdetâ sezerler.

· Bir şey geri ise geriliğini, ileri ise ileriliğini, mücerret plânda isbât yerine, kasdî bir duyguyu mütearife diye elçabukluğuna getirip, yâni esasa ihanet edip âdi usul hileleriyle muhatabını çürütmeye yeltenmek, mürtecilere ait ruh yapısının tâ kendisi demektir.

· Durun efendim, kerem buyurun ve izin verin, esası konuşalım! Ve doğru, iyi, yeni, ileri kimmiş ve neymiş, mücerret olarak tesbite çalışalım!.. Ayniyet değil de, zıddiyet ifadeleri arasında “şu evvel, bu sonra” gibi ahmak tasniflere girişecek olursak, mürteci diye suçlandırdığımız adamın bize dönüp şu karşılığı vermesi son derece tabiî olur: “Müsaade et, başa geçeyim de, ondan sonra seni müdafaa edecek olanlara mürteci damgasını basmaya ben koyulayım!”

· Bir hâdise, giriftler ve muğdiller âleminde kör fırsatların arka arkaya veya öne getirmesiyle kendi öz kıymet veya kıymetsizliğini kapatan muhkem bir imtiyaz kazansaydı, insanoğlunun bir defalık ne olmuşsa onun üzerinde kalması ve tek adım atmaması gerekirdi.

· Zira (kronolojik) mantıkla geri gibi duran nice şey vardır ki, ilerinin ilerisidir; fakat kokmuş (yeni)ler bu ebedî (taze) ye bayatlık kondururlar.

· İyice belleyelim ki, gerçek (yeni)nin, (doğru)nun, (ileri)nin yolunu kesenler ve zamanı kokutanlar, mücerret plânda müdafaa edemedikleri kendi hallerinin üstüne kapanıp, mücerret plânda müdafaasını yasak ettikleri hallere mürtecilik isnat ederler.

· Gerilerini dönüp, ileriye kıçlarındaki gözle bakanlar bize “gerici” diyor.

· “Gerici”… O da ne kelime? Gerilerinde damgamız mı var ki “gerici” oluyoruz?

· “İleri”, bir yuvarlak üzerinde gezici bir noktadır. Bakarsınız, kendisini ileri sanan, sabit ve ölü noktanın gerisinde, bakarsınız, ilerisinde… Bütün hikmet, daire sırrını ve devir farkını kestirebilmekte değil mi?..

· Zaman, yokuşu çıkarken de ilerler, yokuşu inerken de… Çıkıştan sonra gelen inişin zamanı, çıkışa geri mi diyecektir?

· Bugünkü Yunan cemiyeti, ikibin şu kadar yıl sonra geldiği için, (Sokrates)in eski cemiyetine geri mi desin? (Rönesans), güneşini eski Yunan ve Romada ararken onlara geri mi diyordu?

· Niçin bir şeyi, zaman, mekân dışı mücerred keyfiyet hesabiyle teraziye vuramıyorlar da, her şeyi boğucu bir darlık içinde, öldürücü kemmiyet plânına bağlamaya kalkıyorlar ve mânâları katlediyorlar? Böyle düşünen ve anlayanlara “gerici” bile denilmez de, bütün verimi bağırsaklarında ve mesanesinde toplanan ve mekteplerin teşrih derslerinden başka hiçbirşeye yaramayan, insanı kaybetmiş insan olarak hayvandan aşağı bir yaratık denir.

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
DELİ OLMAK LÂZIM!

· Tarihte, belli başlı tahakküm ve tasallut zümrelerince milletlerin kıskıvrak bağlanmaları ve iradesiz (medyum)lar gibi keyfî fermanlara münkat kılınmaları, hep aynı usule bağlıdır. Bu usul, içtimaî benlik ve birlik duygusunun o zümreler tarafından sömürülüp yokedilmesi, fertler arasındaki bağların çözülmesi ve her ferdin kendi başına kurtarmaya mecbur bir infirat haline getirilmesidir.

· Tahakküm ve tasallut zümreleri, anlayarak veya anlamayarak, fertte ictimaî alâkaya yer bırakmazlar. Onların rejiminde fert, sadece kendi şahsî ve nefsanî alâkasının dopdolu küpü halinde kalır ve başka küplerden kaç tanesi kırılırsa kırılsın, kendi küpüne zarar gelmedikçe başını kaldırmaz.

· Kitle duvarı, tuğlaları arasındaki bütünlük rabıtasını kaybettiği ve sadece entipüften bir kemmiyet istifiyle durduğu için, tahakküm ve tasallut zümreleri, diledikleri gibi o duvarı mıncıklarlar ve hiç mukavemete uğramazlar. Zira mukavemet edecek tuğla, tek başına bir fiskede düşürülür ve gittiğiyle kalır.

· Fizik ilmi bile gösterir ki, zerreler arasında kitle alakası bulunmadıkça cisimler teşekkül edemez; ve hiçbir kuvvet, bir cismin kutlesine hâkim olmadan zerrelerine müteessir edemez. Fakat insan kitlelerinde vaziyet tersinedir. Zerreler müteessir edilerek kitleye hâkim olunur.

· Böyle cemiyetlerde, kimse çıkıp da “yâhu, birleşin, ne duruyorsunuz, her irade sizin değil mi?” diye bağıramaz. Çünkü bunu bağıracak olan, daima, cemiyet değil, bir veya bir kaç fert olacaktır ve onlarda cemiyette cemiyet haysiyetinin teşekkülüne vakit kalmadan tasfiye edilivereceklerdir.

· Geride kalanlar da, daima fert kadrosunda, asla cemiyeti teşkil edemeden başlarına gelecek bu mahzun ve mahkûm âkibeti bildikleri ve ondan tek tek ürktükleri için hiçbir şey yapamazlar. Böylece bir cemiyette tek tek herkesin “hayır!” dediği bir mevzuda, birbirine bağlı üç beş zalimin “evet”i, ister istemez hüküm sürer.

· Bu hale gelmiş ve getirilmiş cemiyetlerde, zalimler şebekesi alenen kitlenin tarihine, ananesine, maşerî vicdanına en şenî fiili tatbik etse, fertler bu tecavüz kendi öz karılarının başına gelmedikçe hâdiseyi benimsemez ve umursamaz olur.

· Böyle cemiyetlerde, fert gitgide o kadar alçalır ki, millî vicdan, bir kadın gibi, açık havada, bir pas pas üzerinde ve dünyanın gözü önünde kirletilse kimse kendi üzerine toz kondurmaz.

· Bütün tarih boyunca firavunlar, kisrâlar, çarlar, racalar, mandarenler, krallar, titanlar, melikler, imparatorlar, kayserler, sultanlar, her türlü zulüm şebekelerinin başları, daima bu metodla kitlelere hükmetmişlerdir; fakat onların tasallutları her şeye rağmen maddî istismar plânında kalmış, teşkilâtlı ve imtiyazlı sınıf sayesinde muvaffak olmuş, büyük kitlenin cehalet ve şuursuzluğu da buna yardım etmiştir. Bu şartların hepsi de, ezenler ve ezilenler hesabına birer izah şekli ve birer mazeret unsurudur.

· Asıl izah kabul etmiyen ve mazeret unsuru olmayan vaziyet, bütün baş ve ayak takımiyle cemiyetin, bütün bir millî irdae ve mâşerî vicdan plânında ve küçücük bir kadro tarafından tahakküm ve tasallûta uğramasıdır ki, bunun için, ancak ters tarafından mucize çapında akıl almaz bir misale ihtiyaç vardır.

· En mütereddi cemiyetlerden biri haline gelmesine rağmen fertlerin, (Bastiy) kalesini kazma ve kürekle zaptetmiş nesillerden gelme bir heybetle dolaştığı, mutlakıyet devrinde hâkimlerin kral oğullarını hapse attığı, (Giyom Tel) isimli destanların devşirildiği, mücerret fert hakkı uğrunda olanca menbaını insanlık emrine veren hükümetlerin iş gördüğü, cumhurreislerine “vatan haini!” diye bağıran şahısların polis tarafından ancak yolları tıkamamak ihtarını aldığı ve nihayet vahşilerinin bile sinema perdesi üzerinden demokrasya dâvasını ezberlediği bir dünyada böyle bir misalden bahsedebilmek için yoksa deli mi olmak lâzımdır?



TÜRK GENÇLİĞİNE!

· “Büyük Doğu”, son haddiyle derin, ince, girift ve kütüphaneler dolusu tafsilat istiyen dâvasının ana çizgilerini tek eksiksiz ortaya koymuştur. Bu bakımdan, sesi ne zaman kesilse “aman, şu da vardı; şu bahsi de açacaktım!” diye gam yemez.

·İşin esasını, Türkiye haritasını göz önüne koyar gibi sınırlayabildiğimize inanıyoruz. İşin teferruatına gelince o, Türkiyenin, her taş parçasına kadar geniş topoğrafyasını çıkarırcasına muğdil ve hudutsuzdur; ve bakalım Allah, bize bu hudutsuzluk içinde ne nisbette bir hudut nasib etmiştir?

· Bu memlekette “Allah” adını alelâde teleffuz etmenin bile bir azim suç teşkil ettiği mevsimde, bundan tam 30 yıl evvel, sabık Maarifsizlik Bakanı Hasan Âli Yücel’in bize kendi ağzıyla söylediği gibi, “Allah’a itaat etmiyenlere itaat olunmaz” mealli bir hadîsi neşrettiğimiz ve yalnız “Allah” dediğimiz için kapatıldık; bir yüksek mektebdeki hocalığımızdan koğulduk ve Eğridir dağlarında çile doldurmaya memur edildik.

· 1994’te böyle başlayan çilemiz, ondan sonra, tiyotro perdecisi gibi bize sahneyi açtı ve 27 Mayıs gece baskınına kadar, Halk Partisi devrinde görmediğimiz zulümleri Demokrat Parti zamanında tadmak şartiyle, hapis üstüne hapis, kapatılış üstüne kapatılış ve bir Fransız ansiklopedisinin tabiriyle “hapisleri üniversite hayatını aşan fikir adamı”nın hikayesi… Bir başka eserimizde renk renk ve çizgi çizgi anlatılan bu hikâyenin yeri burası değil… Yalnız şu noktasının yeri burası ki, toplamı belki 101 seneye varacak mahkûmiyetlerimizin hepsinden birden, İhtilâl dedikleri 27 Mayıs gece baskınının basın affı lûtfiyle kurtulurken, bütün dünya adalet tarihinde ilk defa görülmüş bir sakamet olarak, o günedek istisnası yapılmamış bir mahkumiyetin şahsen af dışı diye yorumlanması üzerine askerî garnizondan sivil hapishaneye gönderildik; ve ondan sonraki aflara rağmen hep o mahkûmiyetin müstesna olduğu kaydı devam ettiği için, tam birbuçuk yıl, Toptaşı Cezaevinin ağlamaklı duvarları arasında ağlamaya bırakıldık. Çilemiz üzerinde bu kadarcık tafsilatı da, birbirine zıt iktidarların hep birden müşterek bulunduğu nefret kutbunu göstermek için veriyoruz. O biziz; yani tam hakikatiyle İslam… Düşünün ki, Millî Birlik Komitesi, çıkardığı ilk emirden birinde “Büyük Doğu kapatılmıştır!” fermanını yayınlıyor ve böylece zaten kapalı bulunan bir organı, ölüye kurşun sıkarcasına, bir daha kapatılıyordu. Halk Partisi, Demokrat Parti, Millî Birlik Komitesi boyunca böyle giden halimiz ondan sonra ne olabilirdi ki… Hangi parti bizim ruhumuzu tercüme kifayetinde olabilirdi?

· Bu vaziyette, başımıza ne gelirse gelsin, söylenecek, söylenmeye değecek ve gerisi yalnız “laf-ü-güzaf” dan ibaret kalacak söz şudur ki, herşeyin esasını bildirmiş insanlara mahsus bir itimat ve itmi’nan duygusiyle sesimizi tarihe emanet ediyor; ve aziz ve ebedî varlığına dua ettiğimiz Türk milletinin, bir gün yeni bir nesil elinde bu dâvayı gerçekleştireceğinden emin bulunuyoruz.



YOLUMUZ

· Rabbim, bize ne güzel bir yol nasib ettin! Şöyle bir yol: Efsanevî bir levha halinde, sislere batmış bir dağbaşına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsü… Bu patika vaktiyle dünyanın en muazzam caddesiymiş; sonra gelen bozmuş, giden harab etmiş, en son gelenler ve gidenler de onu büsbütün tıkayıp üstünden geçilmesin diye sivriliğine cam kırıklariyle döşemiş… Sislere batmış dağ başında, insanoğluna yekpare ebedîlik ânını ve gerçek oluş saadetini tekeffül eden bir saray var… Fakat bizim gözümüze böyle görünen saray, yolu cam kırıklariyle döşeyenlerin gözünde, dünya saadet ve nimetine, eşeklik hürriyet ve meziyetine mâni bir zindandır. Onlar, biz dünyaya bu zindanı musallat etmiyelim diye yolumuzu keserken, biz de dünyayı bu felâketten kurtarmak için yolu o saraya doğru açmaya çalışıyoruz. Bu “yeni”lerin en yenisine, ezel noktasını ebed noktasına iliştiren mutlak ve nihaî “yeni” ye malik olduğumuz halde, bu “yeni”nin mâziye ait bayat ve yanlış tatbikatından, eski olmakla suçlandırılıyor ve bu yüzden tek kelimesi dinlenmez “kokmuş kafalar” ve vahşi yobazlar telâkki ediliyoruz. Halbuki bizi böyle telâkki edenler, sahte kemiyet yeniliklerinin aldatıcı kabukları içinde donmuş, mutlak ve şifasız küfür yobazları… Donmuş kafa asıl onlarınkidir; ve o kadar kokmuşlardır ki, kokmuşluğu bile dondurmuşlar ve tefehssühlerini konserve kutusunda ebedîleştirmişlerdir. Bunların, gerçekten, ebedîleştirebildiği tek şey, bizzat ve binnefs kokmuşluktur.

· İşte bu yüzden, kimsenin anlamadığı, kuş diline benzer bir muamma lisanı konuşuyoruz. Bizi, ne bizden olduğunu sananlar, ne de bizden olmayanlar anlayabiliyor. Bizi anlayabilmek istidadı, ancak Allah ve Resûlünün sırları yolunda kafasını berhava etmiş yüksek çile ehli müslümanlardadır. Onların da bu devirde sayısını tesbit edebilmek çok zor… Korkarız ki, “kaç kişisiniz?” diye sorulsa “milyonları aşkınız!” diye cevab verildikten sonra “öyleyse buyurun zehirle pişmiş aşı yemeye!.” Der demez, tıpkı Hacı Bayram-ı Velî’nin müritleri gibi birbuçuk kişiye inmesinler!..

· İşte arkamızdaki bu birbuçuk kişi, sivriliğine cam kırıklariyle döşeli yolda, topuklarımızdan saçlarımıza kadar kan içinde, ilerlemeye çalışıyoruz biz!. Yürünmez yolda, anlaşılmaz dille, aşılmaz mânialara rağmen mesafe aldığımızı görenler, bununla da kalmıyorlar! Dağların ve kırların, köpek, çakal, sırtlan, karga, fare, domuz, ne kadar mundar hayvanı varsa üzerimize musallat ediyorlar! Ayrıca kanunî yol bekçileri, ellerinde ceza makbuzları, memnu mıntıkalara girmiş olmanın suçunu ha bire kaydedip duruyorlar. Bu kadariyle de dolmuyor çile… Arkamızdaki bir buçuk kişinin çeyreği, bizden aldığı tefekkür dersini, davaya en zıt yollara saparak, bir nevi istiklâl ilânına kadar gidiyor ve İslâm cephesine âdetâ “Tavâif-i Mülûk” manzarası veriyor ve küfür ejderhası tarafından kolayca yutulmamıza çalışıyor, asıl bu manzara karşısında cam kırıkları topuğumuzdan ciğerimize kadar batıyor, köpekler havlıyor, mukayyitler yazıyor, dönekler çark ediyor; ve şu âna kadar bahsettiğimiz en korkunç zümre, bugün belki bütün cihana hâkim Yahudiler ve Yahudilik müessiseleri, bütün şubeleriyle perde arkasından bu vaziyete bakıyor. Cam kırıklarını onlar döşetiyor, köpekleri onlar besliyor, mukayyitlere onlar talimat veriyor ve dönekleri vasıtalı vasıtasız, onlar idare ediyor.

· Ve biz her şeye rağmen yüzbinleri aşan kadromuzla yürüyoruz; her şeye rağmen yürüyoruz, yürüyeceğiz ve güzel isimleri arasında “Galip” isminin sahibi Allah adına ve aşkına yürümekten vazgeçmeyeceğiz!

·Rabbim, Rabbim; bize ne güzel bir yol nasib ettin! Sırlarının ve nimetlerinin hazinesi olan saraya, elbette ki, bundan daha kolay şartlarla gidilemezdi. Mademki zorluk bu kadar müthiş, o halde tam yolun üzerindeyiz; ve mademki tam yolun üzerindeyiz, o halde yürüyeceğiz ve erişeceğiz! Çünkü biz, herhangi bedavacılık ve lüpçülükten uzak, senden, nimetinle mütenasip ebedî devleti istiyoruz; o halde her çileyi çekeceğiz ve sonunda –yalnız senin dilemen şartıyla- bu devleti kazanacağız! Mademki ıstırap bu kadar büyük, mazhariyet ve devlet de o nisbette azîm olacaktır.



LÜPÇÜLÜK, HEPÇİLİK

· Âdem peygamberden beri, ictimaî dâva ve savaş mevzuunda daima iki cins zümre seciyesi görülmüştür: Lüpçüler, hepçiler… Lüpçüler, ceset mezara girdikten sonra üzerine üşüşen kurtlara benzer; hazıra konarlar. Hepçilerse, cesedi, sağlığında bir dağ yavrusu gibi omuz kabartırken alnının tâ ortasından vurup yere serenlerdir. Hazıra konmazlar; bizzat hazırlarlar. Bütün dinler ve büyük inanış sistemleri hepçidir; hak veya bâtıl, herbirinin kendisine göre bir oluş çilesi vardır. Lüpçülüğün biricik vasfı ise, çilesizlik, bedavacılık, kolayına getiricilik…

· Bizim ictimaî tarihimizde, asırlar boyunca lüpçülükten başka bir şey göremiyoruz! Ham ve kaba softa, bizde, mukaddes dinimizin bir çile mevzuu olmaktan çıkarılıp lüpçülük matahı halinde getirilişinden sonra doğmuştur. Ondan sonra bu ham ve kaba softaya ve birbirine zıt ne kadar cereyan ve hareket türemişse, tüm lüpçüdür. Tanzimatçılar, hem garbı en ucuz çizgileriyle taklide yeltenmekte, hem de iç huzurluğu tefsir ve istismarda gayet lüpçüdürler. (Jön-Türk) ler ve ittihatçılar, büyük ihtilal hareketlerinin lüpçü üstü lüpçülerdir. Cumhuriyet Halk Partisi, kendi kendisini kurtaran Türk milletinin hicabından, tereyağından kıl çekercesine bütün bir kurtarıcılık devşirmekte, zorla aldığı bu hak üzerine hudutsuz bir salâhiyet bina etmekte ve kütübhaneler dolusu dünya ideolocyalarının karşısına altı okla çıkmakta, gelmiş gelecek lüpçülerin en kıyağıdır. Heyhat ki, demokrat Partinin, bu, Allah eliyle içinde törpülene törpülene yılan gömleği halinde bomboş bırakılmış Halk Partisi lüpçülerini patlatıvermesi de, lüpçülükte ötekine taş çıkartıcı tarihî bir misalden başka bir şey olmadı ve lüpçülükle gelen, başka lüpçülere kurban olup gitti.

· Komünistlerimiz lüpçü, dindarlarımız lüpçü, demokratlarımız lüpçü, faşistlerimiz lüpçü, milliyetçilerimiz lüpçü, insaniyetçilerimiz lüpçü; bizim halimiz ne olacaktır???

· Bizim bir şey olabilmemiz ve boşlukta mekân işgal etme hassasına erebilmemiz için, mutlaka tarihimizdeki birkaç asırlık lüpçülük seyrinin sona ermesi ve içimizden hepçi bir zümrenin fışkırması lâzımdır.

· O, biziz efendiler; ve bunun içindir ki, bu kadar sinirleri dokunmakta, huzur kaçırmakta, üstelik kendi sinirlerimizi yemekte, huzursuz kalmakta; ve milyonlarca surat içinde kaybolmuş tek çehreyi arar gibi, bizden olabilecek önder veya önderleri aramaktayız! Biz hepçiyiz; bütün bir çile pahasına “hep” ten geliyor ve topyekûn “Hep”i dileyen, “hep”e erer.



BEKLENEN NİZAM

· Yüz yıldanberi bir toplu iğne yapmaktan bile âciz yaşayan bu milleti, radyosunu, otomobilini, traktörünü, dikiş makinesini, falanını ve filanını zorlayacak bir nizam… “İstersen bunları tenekeden yap; fakat kendin yap!” diyecek bir nizam…

· Türk gümrüklerinden, hayat devlet ihtiyaçları müstesna, tek Garp âletinin geçmesine müsaade etmiyecek bir nizam… Tâ bu âletlerle rekabet edici Türk sanayi ve imâl kudreti doğuncaya kadar başka çıkar yol görmiyecek bir nizam…

· Bütün Garp âlemini, Türkün ve onun ruhî idaresinde bütün Asyalıların gözüne tılsımlı bir umacı gibi görünmekten çıkaracak bir nizam… Garp âlemini, (Rönesans)dan beri sadece aklın fetih hakkını kullanmış ve eşyayı teshir etmiş bir müspet bilgiler hârikasından ibaret gösterecek ruh plânında taklide değer hiçbir kıymeti bulunmadığını meydana çıkaracak bir nizam… Ve mevcut Garp bilgilerini maharetle çalacak ve onları ehliyetle Türke mal edecek bir nizam…

· Türkiye’de tek bir kahve köşesine bile izin vermeyecek ve saatte 35 milyon kilovat çapındaki millî enerjiyi tasarruf edecek bir nizam…

· Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı, fikriyatı, hattâ ilmi bile mutlaka millî şekilde verimlendirecek bir nizam… Bunlar bir kere millîleştikten sonra da onları beynelmilel çapa ulaştıracak bir nizam…

· Kârhane, meyhane, kumarhane ve bütün rezalethanelere “paydos!” diyecek bir nizam…

· Ruhumuzu dayadığımız mukaddes ölçülerin hem düşmanlarına, hem de dost görünüp bu ölçüleri anlamayan ham yobaz bozuntularına hayat hakkı tanımayacak bir nizam…

· Çoraptan serpuşa, harften binaya, muaşeret edebinden bütün ifade şekillerine kadar (plastik) plânda şahsiyetin ne demek olduğunu meydana çıkaracak bir nizam…

· Adam öldüreni hemen öldürecek, hırsızlık edeni bir daha edemez hale getirecek; ve bütün ictimaî ihtilâtlarında ferde öz evinden daha emin sığınaklar gösterecek bir nizam…

· Dâva adamlarının nasıl çalışacağını belirtecek; ve en büyük göz mütehassısını en şiddetli trahom mıntıkasında hayatını feda etmeğe zorlarken, en büyük terbiyecinin de en hücrâ köyde bir jandarma erinden farksız yaşamasını sağlayacak bir nizam…

· Memlekette tek sahipsiz çocuk, tek serseri, tek işsiz, tek sakat bırakmayacak ve hiç olmazsa bunları göz planından sürecek bir nizam…

· Ve nihayet halkın nefsaniyetini değil, Hakkı razı edecek ve Kurultayın büyük duvarına “Hakimiyet Hakkındır!” düsturunu kazıyacak bir nizam…

· Nizamların nizamı olan düzen, iki heceli ve beş harfli bir isim taşır: İSLÂM…


TAMAMLIĞIN ŞARTLARI

· Tatbik ettiği kanuna inanan hâkim… Kendisini hâkime inandıran kanun… Aldığı dâvanın hak olmasına bağlı avukat… “Kanunun kestiği parmak acımaz” bilen mahkûm… Bunlar oldu mu adalet tamamdır.

· Terazideki uygunsuzluğu Allah’ın gördüğünü bilen ve parmakları titreyen esnaf… Teraziye bakmayı kötü zan ve boş zahmet sayan müşteri…

· Fazla kazancının kaç fakir lokmasından meydana gelme bir vâhid olduğuna dair ruh muhasebesinde hususî bir fasıl açan tüccar… Tüccarların vergi kaçakçılığını takib için bir hafiye ordusu beslemeyen ve bunu Allahın bilgisiyle müeyyide altına alan idare… Bunlar oldu mu, müeyyide tamamdır!

· Sırtında tasarruf edilen emek artığını sanki kendisi biriktiriyor ve cemiyet hesabına yatırılıyormuş gibi bir huzur ve (mistik) zevk içinde çalışan amele…

· Amelesinin diken batmış ayağını dizine koyup saran patron…

· İş verenle iş gören arasındaki âhengi bir orkestra nizamıyla kıvamlandıran ölçü… Bunlar oldu mu, usul tamamdır!

· En ileri, en zengin ve en kalabalık (Metropolis)in billûr sarayında; en geri, en fakir ve en tenha köyün cemiyet bütünü içndeki hak ve vazifesini kolluyan ve bu kollayışın kafa hâkimiyetini temsil eden münevver…

· En ileri (Metropolis)in en ileri ufkundaki ufuk münevverin teşekkülünü besleyici şartlara inanan ve kendisi için bu şartlardan daha üstün bir koruyucu olmayacağı idealine feda olan köylü…

· En ileri münevverle en iptidaî köylü arasındaki oluş kavşağını açık tutan sistem… Bunlar oldu mu, nizam tamamdır!

· Bacaklarına bakılıp memuriyete kayrılacağını ummayan daktilo kız…

· Günahın idarî ve ictimaî selâhiyetlerinden hiçbirine ortak etmeyen ve mide kanseri gibi ferdiyeti içinde hapseden âmir…

· Cemiyete sâri günahı en büyük felâket sayan toplum havası… Bunlar oldu mu, ahlâk tamamdır!

· Mikroplara karşı muvazalı bir muhalefet tavrı takınmayan doktor…

·Nefsi hastalığına razı olsa bile cemiyetin buna razı olmayacağını ve nereye saklansa kendisini arayıp bulacağını bilen hasta…

· Bir hastahanedeki ilim ve hakikat otoritesi önünde, fert hakkı, hürriyet, demokrasi gibi laflara yer bulunmayacağına inanmış ve bu inanışla beslenmiş, gönül… Bunlar oldu mu, hakikat tamamdır!

· Öğrenmemenin vatana ihanet olduğunu en başta öğrenen öğrenci…

· Hatır için numara vermeyi, vatan ihanetine müsavi bilen öğretmen…

· Bütün haklarını okul ve öğretmene devretmiş aile ve cemiyet… Bunlar oldu mu, terbiye tamamdır!

· Saadetini, ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bulmakta arayan polis…

· Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız…

· Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini telkin eden hükûmet… Bunlar oldu mu, emniyet tamamdır!

· Namazda, akşama indireceği hatimden kaç para alacağını düşünmeyen imam…

· Her ferdi öbüriyle dirsek teması halindeyken, yine her ferdi Allahla yapayalnız ve aynı ictimaî dayanışmaya her sahada mâlik, milyonluk safları çerçeveleyen cemaat…

· Dini, kör ve sağır nefslerin karanlık bodrumuna indirmeyen, asliyet ve saffetinden zerre feda etmeksizin koruyan bilgi… İmam tamamdır!

· “Hâkimiyet halkın değil Hakkındır!” düsturunu mahyalaştıran telâkki…

· Hâkimiyet kendisinin değil, ancak Hakkın olursa kendisinin de hâkim olacağını şuurlaştıran halk…

· Halka “Sen kendi hayrını bilemezsin; onu Hak bilir ve gösterir! Gerçek hürriyet de bu teslimiyettir!” diyen hükûmet… Bunlar oldu mu, demokrasya tamamdır!

· Büyüklerin keyfi için tarihi ve gerçekleri değiştirmeyen bilgin… Düşünce tamamdır!

· Sanatın, sanatla beraber her şey için, her şeyden evvel mutlak hakikat ve cemiyet için olduğu sırrına eren şair… Duygu tamamdır!

· Herkesi ve herkesten ziyade kendisini aşan prensipler heyûlasının gölgesiyle heybet ve haşyet saldıktan sonra, hak ve vicdan adına kendi gölgesinden ödü patlayan politikacı… Devlet tamamdır!

· Yangın kulesinden Sarıçizmeli Mehmet Ağayı arar gibi boş yere ismi haykırılmayan, daha ilk seslenişte ilk ferdiyle “burdayım!” diye meydana çıkıveren yığın… Cemiyet tamamdır!

· Beyin, kalb, yumruk ve taban arasındaki ilâhî vazife bölümünü ve rütbe dağıtımını, her uzvu kendi faaliyeti içinde mesut ve öbürüne riayetkâr, cemiyet bünyesi…

· Allahın, meleklerine bile mahrem tuttuğu hakikat yuvası kalblerle, hakikatin sesi diller arasında mesafe bırakmayan samimiyet… Bunlar da oldu mu, baştan beri saydıklarımızın hepsi ve her şey tamamdır!..

devam edecek
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
ANADOLU

· Anadolu… Bozkurdun bir dere kenarında gümüş sulara dalıp gözlerindeki tılsımlı ateşi seyrede ede, içli ve mütevekkil bir söğüt ağacına istihale ettiği (mübarek) diyar…

· Anadolu… Türkün, gerçek ruh ve muhtevasını bulur bulmaz seyyarlıktan sabitliğe geçtiği ve ruh vataniyle içiçe yeryüzü vatanını kurduğu büyük mâna çerçevesi…

· Anadolu… Kıt’alar arası tarihî hesaplaşmaların geçit meydanı, medeniyetlerin sergi evi, mahrem ve muazzam Asyanın, Avrupa’ya bakan cumbası…

· Anadolu… Putların ve salîbin binbir cümbüşü arkasından kendisini topyekûn hilâle teslim eden ve onun dâvasını bütün dünyaya şâmil bir (aksiyon) halinde güden aslî ve asîl unsur kadrosu…

· Ve nihayet Anadolu… Tarih boyunca cihanın en büyük mâna ve madde imparatorluğuna dayanak vazifesini gördükten sonra, dört asırdır öksüz, mazlum, harap ve mahrum yaşayan; bir asırdan beri de ihanetlerin en acıklısına uğrayan, derken ananevî tahammül ve tevekkülünün üstünde ruh eşkiyasının çatı kurduğuna şahit olan misilsiz çile ve işkence arsası…

· Halbuki Anadolu; şehitler toprağı, gaziler bucağı, velîler ocağı…

· Nihayet Anadolu, her taşında bir Yunus Emre’nin oturduğu, her yolundan bir Yunus Emre’nin geçtiği, hak âşıklarının yurdu ki, minareleri, evleri, rüzgârları, ırmakları, kağnıları ve kalbleri hep “Allah Allah!” sesleriyle uğuldamakta…

· Böyleyken, Anadolu; suları bile “Allah deyu deyu” akarken, tam 65 yıldır kendi iradesiyle başa geçtiğini iddia eden istismar idarelerinin esiri olmak gibi, hayal ve efsaneye sığmaz bir gözbağcılığının, hokkabazlığın zebunu…

· Anadolu’nun yine 65 yıldır beklediği, böyle bir Anadolu görüşü ve en üstün milliyetçilik halindeki böyle bir Anadoluculukla, ona, kendi kendisini, kendi uktesini, kendi kökünü göstermeye, kendi özünü ve yemişini kuvvetlendirmeye, sırlarını çözmeye ve dostlariyle düşmanlarını tanıtmaya memur, büyük fikir hamlesidir.

· Suları bile “Allah deyu deyu” akan vatanın, o mukaddes emanet çerçevesinin “Harîm-i ismet” inde, Anadolu, düşmanlarını boğacak şuura yükselmedikçe, bilerek veya bilmeyerek, Firavunların ehramlarına taş taşıyan esirlerden farksız yaşayacaktır. “Harîm-i ismet”te boğulmasıyla, Anadolunun ve Anadolu ruhunun büsbütün boğulması arasında, ihtimal payı olarak hiçbir mesafe kalmamıştır. “Olmak mı, olmamak mı; işte bütün mesele!..”

· Annelerin gittikçe unutkan, habersiz ve nebat hayatına namzet yavrular doğurduğu ve aziz mânaların gittikçe ışıkları sönük bir liman gibi arkada kaldığı bu hengâmede, sahipsizliğine rağmen ulvi bir sezişle hakkı gördüğünü birkaç yıldır belli etmiş bulunan Anadolu, elbette ruhî istiklâl veya buna bağlanması değil, mücerret bir hasretle yanması yeter! Sadece şuur!…

· Hasret, vuslatın yarısıdır. İste ki, olsun!.



GENÇ ADAM!

· Genç adam, düşün! Evvelâ, insanoğlunun düşünmekten büyük haysiyeti olmadığını düşün!

· Senin yaşadığın devirde insanların meşin toptan birer kafa taşıdığını ve bu topu dolduran havanın en basit fikri bile kavurup kül edici bir kezzap buharı olduğunu düşün!

· Düşünmeyi düşün; düşünülecek her şey ondan sonra kuyruğa girer. Filozof: “Mademki düşünüyorum, öyleyse varım!” der. Ya biz ne diyelim?..

· Bırak filozofu, milozofu: Kâinatın ve insanlığın Ufku, bir ân düşünceyi bilmem kaç yıllık ibadete denk tutar ve şöyle buyurur: “Yarabbi; bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!” Aziz varlığın aziz aynası fikir… Düşün!

· Seni karartmak isteyen tesirler evvelâ sende mücerret fikir istidadını, yani varlık şiarını körletmekle işe girişti. Bunu düşün!

· Hiç bir kaptan haritadan, hiç bir şoför kilometre işaretinden, hiç bir doktor röntgen camından şüphe edemez. Fakat sen, Tanzimattan bu yana, önüne sürülen bilgi ve hakikat unsurlarından şüphe edebilirsin!.. İlimde bile dolandırıldın? Bunu düşün!

· Düşün ki, genç adam, Masonluk, Yahudilik, Kozmopolitlik, daha bilmem ne ve ne, Türk bütünlüğünü çürütmeye memur, gizli ve maskeli tesirler eliyle, senin için yalancı tarih kitapları düzülmüş, zehirleyici telkin iklimleri kurulmuş, kök kurutucu aşılar hazırlanmıştır; ve senin, gayet mazur olarak, bunlara inanman, kapılman, bağlanman sağlanmıştır. Düşün!

· Beynelmilel fesat erkân-ı harbiyesi Yahudiliğin, kâh emperyalist, kâh komünist, kâh liberal cepheden, fakat daima murakabesiz bir taklitçilik ve hesabı görülmemiş bir ilericilik telkiniyle yürüttüğü bu tesir, her şeyden evvel, senin, mutlak temele dayalı mükemmel ahlâkını didiklemeyi hedef tutar. Ondan sonra kafanı herc-ü-merce uğratmak, senin bütün gerçek kahramanlarını düşürmek ve sahtelerini, yani emirleri altındakileri yükseltmek… Bu iş için siyasî recüllerden, sözde ilim adamlarına, sanatkârlara iş ve servet otoritelerine kadar, devir devir, müstemleke – şahsiyetler bulmakta hiç zorluk çekmemişlerdir. Düşün!

· Sana sürdürülen bu kaba ve nefsânî hayatın ötesine, varlık sebebine, hakikatlerin hakikatine ait uyandırıcı telkinler, senden cüzzam illeti gibi kaçırılmış, sana lâşe gibi gösterilmiştir. İnsanoğlunun biricik meselesi olan sonsuzluk iştiyakı ve onun ahlâkı, yaşanmaya değer hayatın hesabı ve onun duygu ve düşünce ölçüleri, onlarca sebze hâllerinin süprüntü eşyasıdır. Düşün!

· Bunlar sende, dimağî cihazı kişniş şekerinin tanesi kadar küçültüp, hazım ve tenasül cihazlarını alabildiğine şişirmekten ve urlaştırmaktan başka yol takip etmediler. Bu gidişi görüp seni tezgâha çekecek ve beyninle tabanın arası büyük ruh imarına tâbi tutacak bir rejim de hiç bir gün kurulmadı.

· Sen yalnız düşün!

· Suç senin değildir!

· Suçu irca edeceğin vâhidleri, sınıfları ve şahısları düşün! Düşün!

· Sen, düşünmeyi düşünmekten başlayarak düşün, yeter!



GÖRÜNMEYEN GENÇ

· Ortada görünmeyen bir genç var… Şu veya bu vilâyet lisesini tamamladıktan sonra, üzerinde acemi terzi elinden çıkmış soluk ve buruşuk bir caket ve pantolon, çekingen ve kaygılı, yılgın ve kuşkulu, dilsiz ve iddiasız, sokaklardan kırgın kırgın ve hep yere bakarak geçen genç adam…

· Bu genç Adam; ortalıkta görünmeyen bu genç adam, köylüsünden üniversitelisine kadar şu müşterek vasıfların tablosunu çizer:

· Apışmış ve donmuş… Eşya ve hâdiselere hâkim ve menbaından mansabına kadar tezatsız bir oluş çizgisi üzerindeki insanların emniyet hissinden uzak… Yırtık, şirret, arsız mizaçlara yabancı… Hakkın, söylenemez ve konuşulamaz bir şey olduğunu görmekten gelen bir tevekkül içinde.

· Bu genç adama dikkatle baksanız, onu, Firavunun ehramına taş taşıyan bir esir sanırsınız… Halbuki, o “ebâ an Ceddin” bu vatanın sahibidir.

· Bu genç Anadolu genci!..

· Düne kadar bu genç adam, inanılmış bir dâvâ etrafında ve ancak ev sahibine düşen bir çile borcu altında, Viyanadan Yemene kadar bütün taarruz ve müdafaa yollarımızı al kaniyle asfaltlamış, böyleyken hor görülmüş ve değerlendirilmemiş; bugün ise –ne siz sorun, ne ben söyleyeyim- yakasının içinde büzülmüş kalmıştır.

· Bugünün genç adam tipini, dedesi başka, babası başka, mescidi başka, mektebi başka, mahallesi başka, meydanı başka, köyü başka, kasabası başka; kitabı, dergisi, gazetesi başka başka istikametlere çekerken, o, sadece bir bünye sırriyle ayakta kalabilmekte ve bin yıllık Anadolu tarihinin hazin ve değişmez tecellisine bağlı, her şeyi boyuna içine akıtmakta, içinde biriktirmektedir.

· Ortalıkta görünmeyen bu gençtir ki, Türk gencinin hakikî tohumu ve tohumluğudur; ve bütün dâva, cemiyet meydanında onun sâyedar ağacını yetiştirmekten ibarettir.

· Bu genç olma ve oldurulma yolundadır.



ANADOLU GENÇLİĞİNE

· Anadolu gençliği! Sen kimsin, biliyor musun? Ruhunu, malını îman köküne dayadıktan sonra dünya çapında bir devlet kurmuş… Peşinden, vecd ve aşk çığırı kapanınca, ev ve hak sahipliğinden koğulmuş… Derken İran transitli Şark fesadlariyle, Makedonya transitli Garp fesadları arasında çürütülmek istenmiş… Derken, vatanın boğaz tokluğuna azat kabul etmez ırgadı haline getirilmiş…. Ruhuna, şuursuz fedâkarlık ukdesi olarak:

Adı Yemendir;

Gülü çemendir!

Giden gelmezmiş,

Acep nedendir?..

Dedirtecek kadar dâsitanî bir hayret ve dehşet havası üflenmiş… İran ve Bizans kırması İstanbul efendileri tarafından “bir sürü Etrâk-i bîidrak” diye anılmış… Nihayet topyekûn sindirilmiş, yıldırılmış, apıştırılmış; ezdirilmiş, bezdirilmiş, zaman ve mekân dışına sürülmüş… Dünyanın en şanlı taarruz devresini takip eden üç asırlık hazin müdafaa ve kahharî bozgun çığırını nihayet tam tasfiye hükmiyle idrâk etmiş… Haritadan büsbütün silineceği ve artık İslâm düşmanı emperyalist Garp Firavunları hesabına Haymana ovasını sulamaya memur edileceği anda, hâlâ kanının tortusunda yanan son varlık hummasiyle şahlanıvermiş… Millî Kurtuluş hareketini idare edenlerin, göz çıkaracak kadar ön plâna dikili şahıs bahaneleri gerisinde, göze görünmeyecek kadar arka plânda, bizzat sadece din ve devlet uğrunda bu vatanı kurtarmış… Fakat ondan sonra, bir takım şahısların yoktan var ettiği bir topluluk sıfatını giyerek maddî ve mânevî vergilerin en ağırına matrah teşkil etmiş… Maddede başkaları tarafından kurtarıldığı rivayetine karşılık, ruhta; aynı başkaları tarafından doğrudan doğruya harap edilmiş… Ve sadece rakı şişeleri, iskambil kâğıtları, verem ve firengi mikropları ve bir takım kasket şekilleri arasında yalnız bırakılmış… Üstelik, canlı cenazesinin başında tamtam dansı şivesiyle “Efendimiz sensin!” diye bağrıla bağrıla, kendisini tarihte efendi kılan bütün mukaddesat kıymetlerinin çalındığına şahit olmuş…



BİR NESLİN SON ÖRNEKLERİ

· Sen bizdesin ve biz sendeyiz. Biz, senin içinden, seni sana anlatmıya ve seni vatanından başlıyarak eşya ve hâdiselere hâkim kılmaya doğru ilk cereyanı açmış olan kol…

· Bütün ümidimiz sensin! Zira gençlik adına, yine göz çıkaracak kadar ön plâna dikilmek istenen ve millî marş yerine “Samba” ve “Rumba” teganni eden birkaç sahte inkılâp gencinin arkasında ve yine göze görünmez plânda, vatan sahipliği hüviyeti sende kalmakta; ve bu hüviyetin ilâhî cevheri, bu zamana kadar damarlarına ve zerkettikleri en şenî zehirlere rağmen hâlâ “damarlarındaki kanda mevcut” bulunmaktadır.

· Vazifemiz, seni mânâ dolandırıcılarının derhal gözlerini çıkaracak kadar keskin bir noktaya dikmek, ön plâna çıkarmak; ve “Efendimiz sensin!” diye sana 27 yıl söylenen yalanı gerçekleştirmektir!

· O da, senin, Hak ve hakikate kul ve Hak ve hakikat rehberlerine âlet olmanla tahakkuk edecektir.



SON VE TEK KIVILCIM

· Şu bu kemmiyet böbürlenmelerine paydos! Aslına bakarsanız, arsadaki odun yığınının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Odunların üstüne, yıllar ve asırlardır, yağmadık yağmur, düşmedik kar kalmadı. Onları küf basmış, pas yutmuş, rutubet bürümüş; üstelik Garp dünyasının bütün kanalizasyonları bu odunların üzerine akmıştır.

· İşte, arsadaki böyle bir odun yığının gizli bir köşesinde tek bir kıvılcım noktasıyız biz! Kim bilir hangi muazzez velînin mangalından sıçradık, hangi mübarek müminin fenerinden damladık, hangi muhterem mustaribin sigarasından düştük de; bu, süngerlerden daha ıslak ve çöp tenekelerinden daha kirli odun yığınının bir köşesinde karargâh kurduk.

· Bu odun yığını, uzaklarda, çok uzaklarda, ormanı temsil eden ve hergün bir ağacı daha köklerinden koparılıp mahut arsadaki yığına atılan münezzeh Türk milletinin içinde menhus bir zümredir; ve işte biz, böyle bir odun yığınının gizli bir noktasında tek bir kıvılcım noktasıyız!

· Dâva, bu odun yığınını, büyük ve ebedî oluş hummasiyle çatır çatır yakmak, onun alevleriyle güneşi soldurmak; ve üzerinde, kir, pas, küf, rutûbet, ne varsa, hepsini birden buhara çevirmek…

· Ateş, her pisliği yiyen, süpüren, götüren, yok eden ateş, mânevî ateş; sana âşığız!

· Doğru ama, bu odun yığını öyle bir kütle ki, üzerine, Şarkın ve Garbın bütün petrol kuyuları dökülse yine alev alacağa benzemiyor! Onu ıslatmak, onu küfletmek, onu pisletmek, onu rutûbet süngeri haline getirmek için, bazı sihirbazlar, babadan oğula menfi bir tarikat edebiyle el ele verip tam bir asır çalıştılar! Biz ki onun gizli bir köşesinde tek ve son kıvılcım noktasıyız, onu nasıl yakar, tutuşturur, alevlerle sarabiliriz?

· Biz, işte, Allahın böyle bir harikaya memur ettiği, pis sularda boğulmuş kimbilir hangi yanık bağrın sönmiyen ve istikbale sıçrıyan son zerresiyiz! Fırtınalar içinden geçtik, kasırgalı denizler üzerinden aştık, lâğım akıntılarını bir saman çöpüne sarılıp geçtik, yine sönmedik, yine bugünlere vardık; ve şimdi mahut odun yığınının gizli bir köşesinde pırıldamaktayız!

· Allahını ve Allahının Sevgilisini seven bu son tek kıvılcım noktasının üzerine titresin, onu Nuh’un gemisindeki son insanın son menî nutfesi gibi muhafaza etsin, onu gayet büyük bir ihtiyat ve itina ile üflesin, genişletsin; ve Allahtan lûtfedeceği mucizeyi beklesin!

· Bekleyiniz!
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
OLUŞ

Irkımıza, din tarihlerinde, ikinci insan tohumu Nuh Peygamberin oğlu Yafes’e kadar bir çizgi uzatılan biz, Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğunun mümessili olduk. Gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğunun mümessili halinde Batı dünyasını çiğnedik; ve gün geldi, bilerek veya bilmeyerek, topyekûn Doğu’nun mümessili halinde Batı dünyasına çiğnendik. İkinci birincisinden sonra oldu, ve (bir) bitince gayet tabiî olarak (iki) geldi.

Doğunun Arap, Fars, Hint ve Çin gibi büyük mümessilleri, belli başlı zaman ve mekânlarda eserlerini verdikten ve durgun güneş altında hamle ve hayâtiyet revnaklarını kaybettikten sonra, Doğunun kendi içindeki rakip gelişme cereyanları altında silinip gittiler. Fakat Türk, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda, Doğuyu Araplardan en büyük iş ve hamle plânına çekti; bütün dağınık kıymetleri, baş ideolocya hâlinde nefsinde yaftaladı. Böylece Batının ve bütün dünyanın yeni çağından biraz evvel ve biraz sonra, hem taarruz eder, hem de taarruza uğrarken, öz bünyesinde Doğuyu heykelleştirmiş oldu.

Tarihin masal devirlerine ait sırma saçlı hayallerin bön ve ham telkinlerine değer vermeksizin kaydedelim ki, biz Osmanlı İmparatorluğundan evvel, dünyanın yaratılışından evvelki fezâ gibi, belki başsız ve sonsuz, fakat kalıpsız ve ifadesiz, hususiyle henüz ruhunu kubbeleştirmemiş mücerret bir hareket kaynaşmasından, helezonvarî bir akıştan başka bir şey değiliz; ve belli başlı bir mekâna mıhlı olarak, belli başlı zamanımızı, birkaç küçük örnek bir tarafa, Osmanlı İmparatorluğuyla beraber yaşamaya başlamış bulunuyoruz.

Orta Asya yaylalarından inen zamansız ve mekânsız Bozkurt, Anadolu ırmaklarından birinde su içerken, suda ateş gözlerinin aksini seyrede ede bir söğüt ağacına istihâle etti; toprağa, göğe ve güneşe perçinlendi, yepyeni bir ruh ve iman hamûlesiyle gerçek zaman ve mekân âlemine girmiş oldu. Bozkurt’da, yalnız göğsüne taktığı hassas kalbden evvel, mücerret akıl değerinden başka bir mânâ kıymeti aramayınız!

Ve işte ondan sonradır ki, Batı dünyasını, yine gerçek zaman ve mekân kıymetleri içinde ve o kıymetlere doğru toslamaya başladık.

Taarruzlarımız, iki cepheden; biri, kendi dünyamızın gevşek ve dağınık kendi artçılarına, öbürü de rakip dünyanın yine gevşek ve dağınık öncülerine karşı oldu. Bu taarruz, birini kendi nefsinde toplamaya ve öbürünü kendi nefsinde toplanmaya zorladı; ve toplanmalar muvaffak oluncaya kadar sürdü. Böylece Doğu – Batı ayrılışı ve kümelenişi, en keskin hatlariyle, bizde ve bilhassa bozgun çığırımızda belli oldu.

Nihayet Kara Mustafa’nın düşman eline düşmüş çadırında sevgilisine mektup yazan ve şâhid olduğu hazinelerin pırıltısıyla gözleri kamaşan Avrupalı prensin, mânasını anlamadan gördüğü şeylere eş olarak, bütün taarruz hamlelerimiz, Viyana önlerinden İstanbul kapılarına kadar yolara serpili mücevher, kırık kılıç kabzaları, sorguçlar, kürkler, incili şalvarlar, kırık top namluları, cins at ölüleri, çil yavrusu yeniçeriler kadrosunun taşırdığı bir zemin üzerinde tersine döndü.

Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşa, kaybolan vecdimizin ve doğmaya başlayan yeni Avrupanın ifşacısı, ilk hazin örnek...

Ufak tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o âna kadar zaferle devam eden taarruzlarımız, yine ufak ve tefek zaman ve mekân fasılalariyle tam o anda kendini bulmaya başlayan Batının karşı taarruzları önünde hazin bir müdafaaya inkılâp etti; bu hazin müdafaa, zafer günlerinin rüyasını bile görmekten mahrum, tâ İstiklâl Savaşına kadar sürdü.

Ve en hazini, bu basit tarih ölçüsü, artık saldıran, boyuna saldıran Batının karşısında duyduğumu apışma ve can havli yüzünden bir türlü terkip edilemedi, şuurlaştırılamadı, örgütleştirilemedi, sebebe bağlanamadı.

Az kaldı Peygamber sancağını bile düşmana kaptırma durumuna düşen Vezir-i Âzam Kara Mustafa Paşadan mahkûmluk âkıbeti ve ukdesi terakki ede ede bugüne kadar geldi.



SEBEP

Tarihin ezelî karanlığı içinde, pırıl pırıl ışık helezonları çizerek sadece madde zeminini köpürtücü mücerret bir hayatiyet ve hareketiyle fezada bir seyyarenin teşekkül devresine eş bir varlık belirten Türk, gerçek ve billûrlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslâmiyetten sonra girdi.

Henüz bütün kıymet ölçülerinden uzak, fakat sadece terkip yapmaya memur bir müşahedeci göziyle mahyalaştıralım ki, belli başlı bir madde ve ruh zeminine perçinli olarak, insan, cemiyet, millet ve devlet halinde müessiseleşmemiz, sadece İslâmiyetten sonradır.

İslâmiyet dünyasına girerken, birkaç devre sonra hepsini birden maddî rehberliğimizde topladığımız Arap ve Fars milletlerinin rehberliğini kabul ettik. Olgunlaşmamızın, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda en dolgun vâhidine ulaşır ulaşmaz, İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalaşmanın en olgun âhengine varmış olduk.

Ve işte, ister kendi muhasebemiz, ister bütün dünya muhasebesi içinden geçerek, yine kendi kendimizi tam muhasebe edebilmemiz için mutlaka örgüleştirilmesi lâzım gelen, çetin bir hakikate çatmış bulunuyoruz. Şu ki: İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalanmanın en olgun âhenge vardığı Osmanlı İmparatorluğu, fâtihlik devresinde, bizim bütün duygu ve düşünce plânımızı kuran İslâmiyet kadrosuna kendimizden katabildiğimiz en büyük vâhit, İslâmlıktan evvelki seciyemize de eş olarak, maddî hamle iş ve hareketten ibaret kaldı. Biraz evvel, bizdeki tefekkür kıtlığını kaydetmiştik.

Maddî hamle, iş ve hareket çerçevesinde örnek ve rakipsiz millet olarak temsil ettiğimiz İslâmiyetin, doğrudan doğruya fikir ve hikmet kutbunda ise, içimizden fışkıramamış olan şahsî ruh ışıklarını, kendi bünye şartlarımıza göre mümkün olduğu kadar benimsemiş ve yüreğimize aşılamış olmaktan ileriye geçemiyoruz; tekrar edelim, sâf ve büyük tefekkür plânında bir türlü doğurucu, oldurucu, ibda edici olamıyoruz. Bu nokta üzerinde ne kadar derinleşsek azdır.

İslâm yazı çizgilerine Yesari’nin, İslâm mekân ölçüsüne Sinan’ın, İslâm ses terkibine Dede’nin, tahassus kumaşına Yunus Emre’nin eklediği yüzde yüz şahsî, millî, hususî unsurlara rağmen, doğrudan doğruya sâf ve büyük tefekkür plânında ve basit nas ezbercileri, kâtipler, usulcüler dışında, içimizden bir Şeyh-i Ekber, bir İmâm-ı Rabbânî, bir İmâm-ı Gazalî fışkırmayışını, oldum olası sâf ve büyük tefekkür mevzuunda tam bir yetkinliğe varmamış olmaktan başka hiçbir türlü ifadelendiremeyiz.

Hüküm: Kendimizde İslâmiyeti ve İslâmiyette kendimizi bulduğumuz en yüksek muvazene ânında bile, bir taraftan maddî hamle, iş ve harekette, öbür taraftan da zevk, hissî idrâk ve mizaçta, birinci; saf ve büyük tefekkürde ise ikinci kaldık.

İslâmiyeti tam bir nas ve hazmediş hüneriyle derimizin üstüne ve altına geçirdikten sonra, bize başlangıçta rehber olmuş, fakat peşinden maddî hareket çerçevesinde rehberliğimiz altına girmiş Arap ve Fars milletlerinin asırlarca sarf ve nahiv esaretine düşmemiz ve bir türlü içerden dışarıya doğru kendimizi muhasebe edemeyişimiz, yalnız ve yalnız sâf ve büyük tefekkür plânında ikinci olmak ve bundan kurtulamamak hikmetine bağlıdır.

Dünya çapında bir Türk mütefekkiri doğuramamış olmak nasibi –ki, ezelde Bozkurdun bize geçit gösterdiği saniyeden, şimdi şu satırları okuduğunuz saniyeye kadar, oluş çilelerimizin tek müessirini teşkil eder, tamamiyle anlaşılıp çerçevelendiği zaman, bize başka bir Bozkurt, hakikî kurtuluş geçidini göstermiş olacaktır. O belki bir zümrüd-ü anka kuşudur.

İslâmiyeti anlamak, anlaşılır ve anlaşılmaz noktalarıyle anlamak, ona tam bir sınır idrak ve teslimiyeti içinde bağlanmak, tam pazarsızlık ve muvazaasız iman noktasını bulasıya ve aklı son haddine kadar gerdikten sonra tepeleyesiye suçlamak ve aklı aşan akıla sırlara ermek dâvası... Vecd ve aşk çığırımızda da bu çapta bir tefekkür adamı yetiştiremedik, her türlü nefs ve hakikat muhasebesinden uzak yaşadık, din bahsinde de, belki büyük, soylu, hattâ şahsiyetli, fakat daima taklitçi kalmak sınırını aşamadık.

Düşünemediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız. Düşünce milleti olmadığımızı bilmekte, kurtarıcı düşüncenin ilk şartı vardır.

TEŞHİS

Kendimizi kalın çizgilerle, hem Batı ve hem de Doğu âleminde çerçeveledikten sonra, şimdi ikisinde birden hülâsalandıracak tek terkip hükmüne irca edecek olursak, görürüz ki, bir zamanlar sâf ve büyük tefekkürde bir türlü birincisi olamadığımız ve yalnız maddî iş ve harekette reisliğini temsil ettiğimiz Doğu, nihayet bizim nefsimizde ve (Rönesans – Yeniden Doğuş)’unu idrâk eden Batı karşısında, iflâsa sürüklenmiştir.

Belirtmiştik ki, zaafımız 17 nci asırda belirir, 18 nci asırda apaçık hale gelir, 19 uncu asırda iflâsa döner, 20 nci asırda da iflâs temelleşir.

Yine belirtmiştik ki, Batının bizi iflâs ettiren tek müessiri, maddeye hâkim bir nizam ve usûl kafasiyle, bu kafanın doğurduğu müsbet bilgiler manzumesinden ibarettir ve bu teşhis mutlaktır.

Doğunun ruhu, maddesini bulamayınca batının erdiği madde yetkinliği bir çelmede onu yıkmıştır. Daha doğrusu, madde hâkimiyetini kuramayan Doğu ruhçuluğu, maddenin çelmesine gelmiştir.

Bir zamanlar batı ülkelerine birer eyalet göziyle bakan, karaların ve denizlerin hâkimi Türk, ezelden beri sâf ve büyük tefekkür kafaları yetiştirmemek yüzünden, ne Doğuyu ne de Batıyı köklerine kadar müşahede edebilmiş; derken Batının birdenbire fışkırdığı müsbet bilgiler umacısı karşısında küçük dilini yutmuş; ve o yutuş, bu yutuş, ruhu ve kolları bağlı, bugüne kadar gelmiştir.

Kaderin ve için için pişen hâdiselerin Süleymaniye camiine bitişik bir kerpiç ev gibi Kanunî Sultan Süleymana bitiştirdiği Sarı Selimden 3 üncü Selim’e kadar (17 nci ve 18 inci asırlar) manzara: Kendimizi, kendimize ve dâvamıza imanımızı, vecdimizi, aşkımızı, zaman ve mekâna tahakküm kudretimizi, kısaca ruhumuzu ve ahlâkımızı kaybetmeye başladığımız ve aşksız, vecdsiz, anlayışsız, hikmetsiz yobazlar elinde küflendiğimiz devir...

Ondan sonra bizi dışarıdan toslayan Batı ejderhasiyle, içeriden tartaklayan ruh zelzelesi, kolkola üzerimize çullanıp apışmamızı resmî ve alenî hale getirir ve göğsümüze iflâs yaftasını asar.

Tanzimat; öteden beri eksiğimiz olan sâf ve büyük tefekkür adamları yerine, sığ ve basit politika kuklalarının; Batıyı, radyodan duyduğu sesleri, taklit eden bir (Eskimo) çapında anlamaya davranıp, ruhu ve maddesi inmeli Türk’e deri üstü bir kopya plânında kurtuluş aramaları hengâmesi.

Büyük tefekkür eksiğimiz, asıl bu devirde belli olur ve üstü kaval, altı şişhane, bir cemiyet bünyesi doğmaya başlar...

Meşrutiyet; artık içimize, elinde bir de "Hasta Adam!" kırbacı, "Düyun-u umumiye"leri, (Kapitülasyon)ları, (Banker)leri, mektepleri ve kavaslarıyla giren Avrupalı karşısında duyduğumuz, fakat bir türlü ferdî ve içimaî illiyetlerine ulaştıramadığımız akılsız bir hıncın, intikamını basit idare şekillerinde aramasından ibaret, cüce bir aksülâmel...

Cumhuriyet ise, tek cümle halinde, o çığırın ismidir ki, artık Türk’ü mekân plânında tasfiyeye gelen Batı dünyasına karşı bu millet, binlerce yıllık bir tarihin asîl vârisi sıfatıyla şahlanmış, tam o anda millî kuruluş iradesini şahıslandırabilmiş, sadece mekân plânında kurtuluşunu idrâk etmiş; amma zaman, yani ruh plânında Garbın daha maharetli, fakat daima satıh üstü kopyacılığından başka bir oluşa şahit olamamış, maddesini Batının pençesinden kurtarabilmesine karşılık, ruhunu topyekûn, muhasebesiz ve murakabesiz, Batı üstünlüğü ukdesine teslim etmiş, büyük hamlesinin sanat ve ideolocyasından öksüz yaşamış ve ruh plânının, belli başlı bir zümre elinde büsbütün harap edildiğini görmüştür.

Esrarlı bir cilve olarak, maddî ve mânevî çöküşümüzle maddî doğruluşumuz arasında tam altı Mustafa vardır: Kara Mustafa Paşa; bozgun çığırımızın mümessili... Deli Mustafa; saray tereddisinin timsali... Kabakçı Mustafa; iç bünye tefessüh ve ihtilâlinin işareti; Bekri Mustafa; Ruhî ve ahlâkî zaaf ve işi vurdum duymazlığa dökme halinin sembolü... Alemdar Mustafa Paşa; artık yenileşme ihtiyacı önünde ancak Balkanlardan kopabilen ilk rüzgâr cereyanının bayraktarı... Mustafa Reşit Paşa; ıslâhçılık ve Doğu – Batı arası muvazaa gayretinin maymun seviyesinde habercisi...

Millî kurtuluş iradesiyle ayağa kalkan Türk, ayakta kalabilmenin manevî hamlesine 50 yıldır ulaşamamış; ulaşabilmek şöyle dursun, ulaşamaması için her şeyin yapıldığına şahit olmuştur.

KENDİ ZAVİYEMİZDEN AVRUPALILIK

Avrupalı, aşağı yukarı şu temel unsurlardan mürekkeptir: metod, sistem, akılla maddeye tahakküm sistemi, lâboratuvar tecrübesi, Yunanî ve hendesî zevk...

Bir asırlık Avrupalılaşma gayretimiz, eğer bizi gerçekten bir arpa tanesi boyu Avrupalıya yaklaştırabilseydi, bu beş unsurdan birer parça hisse alır ve o hisseciklerle anlardık ki, bu gidiş kof ve sahtedir.

Avrupalı bize, son derece maharetle idare ettiği gizli telkincileri vasıtasiyle kendi öz ruhunu terkib eden cevherlerden hiçbir şey kaptırmaksızın, birer cansız ve mânasız kalıp halinde, şapkasını, ceketini, pantalonunu muaşeret edeplerini ve ideolocyalarının posalarını, âletlerinin ihraç malı beylik mamûllerini verdi ve bütün bunların sırrını kendisine sakladı.

Eğer Avrupalı bir kafayla, yedek parçaları memlekette bulunmayan ve yapılamayan, olduğu gibi yabancı eliyle yabancı topraklarda kurulan, hattâ yabancı mütehassıslar tarafından düzenlenen bir fabrikanın, sanayileşme yolunda ne hazin bir iflâs belirttiğini düşünecek olursak, Avrupalılaşma hikâyemizin iç yüzünü anlarız. Ve "kıys alelbevâki –gerisini kıyas et!" deriz. Avrupalıdan bugüne kadar maddî ve manevî kaç unsur almış bulunuyorsak, istisnasız, hepsinde aynı kanun...

Ve bütün bunlar, ruhu metod ve sistem yuvası olan Avrupalının, bir zamanlar ödünü patlatmış olan İslâm ve Türk bütünlüğüne karşı duyduğu hınç yüzünden oldu; onun perde arkası giriştiği metodlu telkinler ve sevk ve idarelerle meydana geldi.

Biz onu taklitte gûya mahâret gösterdikçe, o bizi daima alkışladı; daima şanlı mâzimizdeki kıymetleri zemmederek, onları çiğnemiş olmak meziyeti adına bizi methetti; ve her defa biraz daha güme gittiğine şahit olduğu eski medeniyetimizin yeni harabelerini gördükçe neşesinden uçtu. Bütün bu halleri de asrî küfür yobazlarımız, cihana hayret veren terakki ve inkılâplarımızın senetleri diye göstermeye kalktı.

Şüphesiz ki, Avrupalı, bize karşı metod ve sistemini muazzam ve muhteşem bir muvaffakiyetle idare ve maksadını nihaî haddiyle elde etti.

Şimdi iş şu merkezdedir ki, bütün bu hallerin iç yüzünü anlayabilmek için, ya gerçek ve üstün mânasiyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmaya, yahut da düpedüz ve ikisi ortası, öz buhranının farkında bir Avrupalı kültürüne ihtiyaç vardır. Bu şartlardan birincisi, işi müsbet, ikincisi menfî zâviyeden hal ve fasletmeğe yeter. Bizse bunlardan hiçbiri değiliz. Sadece kendisini içinde yitiren ve dışında hiçbir şey bulamayan...

Hale bakın ki, kaybettiğimiz kıymetleri bize gösterip tekrar buldurmak için bile en kolay çâre, gerçek ve üstün mânasıyle Şarkı kavramış bir Şarklı olmayışımıza karşılık, hiç omazsa sahiden biraz Avrupalı olabilmeye bağlı kalıyor.

Ne Şarklı ne de Garplı olan bizim asrî yobazlarımızdır ki, bu incelikleri ebediyen göremeyecek ve anlayamayacaktır. Bilemeyeceklerdir ki Batıyı anlamak hakkı, her şeyi anlamak hakkiyle beraber sadece müslümandadır.

Ne ızdıraplı ve işkenceli tecellidir: Garba karşı Şarkı, Garplıya mukabil Şarklıyı müdafaa için bile, hiç olmazsa Garplının ruh ver fikir mimarisine ermekten gayri bir çâre bırakmamış bir devrin içinden sesleniyoruz! Efendiler, kendinizi ve kendi mazinizi anlayabilmek için bir türlü kendiniz olamadığınıza göre hiç olmazsa –kötü niyetleri bir tarafa- sadece Avrupalı olunuz, razıyız! O zaman size diyeceğiz ki, "metod, sistem, akıl, lâboratuvar ve en nadide zevk ölçüsüyle kâinatta tek esasın İslâm olduğunu isbata hazırız!" Ama siz Avrupalı olmadığınız için, fikre karşı tükürük, yumurta kabuğu ve bekçi sopasiyle harekete geçmeyeceğinizi neyle temin edersiniz?

AVRUPALI TUZAĞI

Biz, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gittikçe ve alkışını topladıkça, böbürlenmek yerine başımızı taştan taşa vursak daha iyi ederiz.

Zira bizim, hangi milleti ve siyasî zümresiyle olursa olsun, Avrupalının hoşuna gitmemiz ve alkışını toplamamız, ancak kendi kendimizi tahrip ve inkârımız nisbetinde kabildir.

Bizim, kendi kendimizi bulmamız, Avrupalıya akıl ve madde mârifetleri yolunda erişmemiz ve bu yetkinliği kendi ruh hamurumuz içinde pişirip, onun karşısına, yeni ve ileri bir millet vâhidi halinde çıkmamız, onu şadetmek şöyle dursun, ancak ürkütür, bedbaht kılar ve binbir vasıtayla üzerimize çullandırır.

Şu yüzden ki, biz Avrupalının kendi familyasından sandığı bir millet değiliz. İstediğimiz kadar ondan olduğumuzu iddia edelim, onun kılığına bürünelim ve harfleriyle yazı yazalım, Avrupalı bu iddiamızı, hattâ bu iddiada muvaffakiyetimizi alkışlarken, için için bize gülecek, bizden tiksinecek ve tuzağa kendi ayağiyle düşen bu safdil avı kaçırmamak için her şaklabanlığı yapacaktır.

Kendimizi, Avrupalının bizi hakikatte gördüğü gibi görmek istersek, bütün bir tarih, din ve medeniyet kökü bakımından kendimize ve ona "Ben benim, sen de sen!.." diyebilmemiz lâzımdır. Çünkü o bunu içinden daima söylemekte ve daima bu ölçüye göre iş görmektedir: "Ben benin, sen de sen! Seni senden ayırmak ve kökünü kurutmak için de sana, dış yüzleri kopya etmek metodiyle aslâ varılamayacak birşeyi, benim halime özenmeni ve beni körükörüne taklit etmeni telkin ediyorum!.."

Tanzimattan beri bütün inkılâp anlayışımız, Avrupalının kâh Masonluk ve sınır dışı (plâsman) arayan büyük sermayecilik ve kâh doğrudan doğruya emperyalizma ve silâhla tazyik şeklinde karşımıza çıkardığı, bu, kendimizi inkâr ve tahrip tuzağına bir parça daha yerleşmekten ve o tuzakta dünyanın en yavan ve sahte saadet ve kurtuluş edebiyatlarını gevelemekten başka bir şey olmamıştır.

Yarın, farz bu ya, kendi başımıza ve dışarda tek yardım almadan bir sanayi kurmaya muvaffak olur ve iptidaî toprak mahsullerimiz karşılığında cıvata ve somunlarına kadar dışardan getirttiğimiz âletlerin kaynağını, fikir plânından döküm potasına kadar benimsemek kudretine geçer, buna da Avrupalının müsaade ettiğini görecek olursak, o vakit onun bizi sevdiğine ve tuttuğuna inanabiliriz. Halbuki Türk milletinde böyle bir yetkinlik, Avrupalıyı, kendi sınırlarına tarafımızdan bir tecavüz olmuş kadar şahlandıracak ve her vasıtayla buna engel olmaya zorlayacaktır. Zira dâva yalnız bizden ibaret değildir, gerimizde birde büyük Asya vardır. Batının, mamul eşya ihraç pazarı büyük Asya...

Tarih boyunca birbirine karşı en ağı imtihanları vermiş olan Şark ve Garp medeniyetleri, neticede Garbın, akıl ve madde hâkimiyetiyle Şarkın boynuna, müstemleke ve istismar sahası boyunduruğunu geçirmeye muvaffak oluşundan beri, karşılıklı ve zımnî bir anlaşma halindedirler: Bütün medeniyet unsur ve âletlerini Garplı imal edecek ve Şarklı, sadece ahmak müstehlik sıfatiyle bunları kullanacak ve mukabilinde tarlalarını Garplı hesabına ekip biçecek ham maddelerini onun emrine verecektir. Bu arada Şarklının Garplıya yaklaşma haddi, sadece iradesiz bir hayranlık ve ipin ucu daima efendide kalmak şartiyle satıhtan taklittir.

İşte Türk milleti, 18 inci asırdan sonra Garp cemiyetini işbâ haline getiren ağır sanayi, büyük kapitalizma ve bunların emri altındaki Garp emperyalizmasının bir avı halinde, boyuna kurtuluş reçeteleri getirerek kendisini zehirleyen inkılâp rehberlerinin izinden, Garbın bu tarihî tuzağına bütün külçesiyle oturtulmuştur

Bütün bu incelikleri sezen ve ona engel olmak için cihanda bir eşi görülmemiş bir siyasî dehâ gösteren İkinci Abdülhamid, sadece bu milliyetçi cephesi yüzündendir ki, Garp Masonluğunun, kapitalizmasının ve emperyalizmasının kurbanı olmuş ve her biri Mason localarından icazetli şahıslar eliyle devlet reisliği makamından indirilmiştir. Tarih, bir gün serbest kalıp da onun bu mahrem çehresini tesbit ettiği an ikinci Abdülhamid, Osmanlı hanedanının devlet reisleri arasında en büyüğü diye anılacaktır.

Tanzimat bir Mason inkılâbı olmuş, Meşrutiyeti doğrudan doğruya Masonlar idare etmiş, ve Birinci Cihan Harbinden sonra artık büsbütün tasfiyesi takarrür eden Türk’ün istiklâlini tasdik ederken, Avrupalı, meydana gelecek yeni rejim bakımından bizim tarihî köklerimizle aramızı açacak bütün tedbirleri almayı ve bize kabul ettirmeyi ihmal etmemiştir. Böylece ve bütün bu arada, ismine inkılâp denilen tuzağa düşme hareketleriyle hakiki inkılâp imkân ve istidadı büsbütün güme gitmiştir.

BUGÜNKÜ DÜNYA

Bir türlü göremediğimiz ve bir türlü bize gösterilmeyen şey, bugünkü dünyadır.

Medenî insanlık –ki Batı dünyasından ibaret biliyoruz- bundan evvel işaretlediğimiz şekilde, Batının binbir tezat ve buhranını, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlariyle kökünden tesviye ve tasfiye için ayaklanmış, bütün tezat kutublarına, bütün mevcutlarını teraziye atmak borcunu yüklemiş; kan ve ateş tarlası bir ufuk üzerinde, yarının büyük nizam ve muvazene şafağını gerçekleştirmek adına, asrımızın bütün cemaat, nebat, hayvan ve insan kadrosuna bir mahşer manzarası vermiştir. Şimdi bu mahşer, ruhlardaki yırtığını, her ân biraz daha genişletirken, maddede kısa ve sahte ir mola, bir vurdumduymazlık devresine girmiş bulunuyor.

İşte medenî insanlık, bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen, elinden kaçan maddî ve ruhî nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir iman, yepyeni bir ruh, yepyeni bir ahlâk ve yepyeni bir nizam yuğurmak için, ya tam varlık, ya tam yokluk peşinde, müthiş bir metobolizma ihtilâli yaşarken, Türk cemiyeti, bu ana-baba gününü, kendisinden ve cihandan habersiz şartlar içinde karşıladı.

Bu şartlar içinde, yegâne iyi olanı, basit mânada dış politika ölçüsüdür. Türkiye’ye hür dünya safında yer veren siyasî selâmet duygusu... Bir bunu sezebildiler.

Fakat yine bu şartların sa’dede en uzak bulunanı, içtimaî ve ruhî olanıdır; yâni bu dünya kıyametine, bütün bir tarih seyri icabı, içtimaî ve ruhî buhranlarımızın en hassas ve nâzik anında, Sırat köprüsü geçidinde çatmış olmamız... Ve kuru teselliler altında, bir türlü cihan hâilesi içinde muhasebesine girişemediğimiz iç çöküşümüzden gafil bulunmamız.

Koskoca milletlerin, erimiş demir potalarına düşen bir iğne gibi bir ânda yoklara karıştığı bu dünya kıyametinde, dış politika cephesinden salim duygumuz, gerçek bir koruyuculuk değerinde olsa da, bu koruyuculuk, yine madde ve mekân plânını aşamayacak, yarın tuttuğumuz dış politika yolunun yüzüsuyu hürmetine sahibi kalacağımız madde ve mekân plânında, ciddî bir ruh ve zaman fâtihliği gösteremeyecek olursak, hayatımız yeniden tehklikeye girecektir.

Evet, evet; bizim kendimizi harbte ve karışıklıkta değil, sulhte ve huzur zamanında, müdafaa etmemiz daha zor olacaktır.

Öyle, bizim yarınki dünyaya, bugünkü kıyametin bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak; ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizle tesbit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizam yekpâreliği içinde doğmamız lâzım...

Vâdesinin son ânı geldiği için, icap ederse bir yudum su içmeden ve tek saniye uyumadan bütünleştirmeğe mecbur olduğumuz bu yepyeni ruh, mefkûre ve nizam nedir? İşte bütün mesele!

İçimize göz atarak dışımızı ayarlamak bir yol olduğu gibi, dışımıza bakarak içimizi düzeltmek de daima iç hakikatte birleşen ayrı bir iştir. Bunun için, bir türlü göremediğimiz, bir türlü bize gösterilmeyen bugünkü dünyayı, en mahrem fikir ve ruh kökleriyle hecelemek zorundayız.

Bu heceleme işinde, dünü, bugünü, yarını, kendimizi, onları ve herşeyi, düpedüz bütün zaman ve mekânı murakabeye memur bir idrak ve irfan seviyesine muhtacız. Yoksa, fikircilerimizin seviyesi bakımından, çent zamandan veri olduğumuz gibi, üst katında kanserli vârislerine çâre aradıkları bir şatonun bodrum katında, ayrıca, müzmin bir illetle kavrulduğu halde kendisini sıhhatli sanan hasta bakıcılardan farkımız ve ana dâva önünde kelâm hakkımız olamaz.

Dünü, dünün hakkını; yarını, yarının hakkını, bugünkü dünyayı teşhis ve tesbit etmekle anlamaya başlayabiliriz.

Bugünkü dünya, tahlilini bekleyici tek cümlelik terkip hükmiyle, Yirminci Asrın başında ve ortasında iki kere neşterlediği halde bir türlü çıkaramadığı ruhî ve içtimaî urunu daima içinde gezdiren ve şimdi fâni bir gaflet ve sahte sükûnet devresine girmiş bulunan ve pek yakında bütün iç ihtilâlini açığa vurmaya mahkûm yaşayan asırlık bir illet panayırıdır.

İllet, atomu çatlatmaya ve yıldızlara sun’i peyk göndermeye kadar giden madde terakkileri yanında, insan ruhunun bütün muvazene, huzur ve gayesini kaybetmesi ve bütün bir ahlâk, içtimaî nizam ve siyasî âhenk buhranına düşmesidir.

Bu illet dünyasının siyasî, içtimaî ve ferdî avunma ve avutma tedbirleri, dişi çekilecek çocuğa "ağzını aç ve şu uçan kuşa bak!" demekten farksızdır. Ne Amerikan doları para eder, ne "Sallan – yuvarlan!" dansı, ne feza yolculuğu, ne de bilmem ne tableti!.. Cihan, şu veya bu kıymetin değil de, bizzat kıymet ölçüsünün çivili bulunduğu can evinden, ruhundan hastadır.

Ne mutlu, böyle bir dünyanın nihaî ihtilâl eşiğinde nefsini muhasebe edebilen, mazi ve istikbalini kurcalayan, gaipler perdesinin çan iplerini çekmeye savaşan ve yaşanmaya değer hayatın şartları uğrunda beynini törpüleyen milletlere!
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
DOĞAN DÜNYA VE BİZ

Bir dünya doğuyor, yepyeni bir dünya. Kat kat sis arkasında, yarı belirli, yarı belirsiz bir dünya...

Bu dünyayı hecelemekte en zayıf olanlar, -her yerin mahzun ve münzevi mütefekkirleri müstesna- kaba politika dizginlerine sarılmış, bir dünyayı güttüğünü sananlardır. Yani basit (aksiyon) seyisleri...

Türk milletini, yarına yekpare bir ruh, mefkûre ve nizam bütünü içinde çıkarmak için ilk zarurî teşhis, bugün kan ve ateş lâvları altında artık pelteleşmeye, donmaya yüz tutan yeni dünyanın birkaç ana çizgisini sökebilmek...

Batı çevresinde doğan bu dünyada, arayanlar, ne sâf halde komünizma ve sosyalizmayı yerinde bulacaklar; ne faşizma ne nazizmayı hortlatmaya namzet görecekler; ne de liberalizma ve kapitalizmada bir temellilik kaydedebilecekler... bu dünya bir "yeni"ye muhtaçtır.

Çoktandır kendi mekân çerçevesi içinde, maddecilikten ruhçuluğa, (beynelminel)cilikten (millet)çiliğe, içtimaî toptancılıktan ferdî şahsiyetçiliğe, kemmiyetçilikten keyfiyetçiliğe, mutlak devletçilikten mahdut mülkiyetçiliğe dümen kırmış bulunan komünizma; şimdi, can havliyle ve bütün oyun ve ustalık dehasiyle atlattığı imtihanların ertesinde, dünyaya, kendi içine doğru kurnaz bir yamacı ve muvazaacı, dışarıya doğru da bir türlü hizaya girmez ve ihtilât kabul etmez bir bozguncu ve yıkıcı gibi bakıyor.

Bedbaht faşizma ve nazizma, hiçbir zaman ve mekânda beşeri bir ideolocya haysiyetine ulaştıramadığı kaba ve nefsanî kuvvet psikolocyasının macerasını muhteşem bir (gangster) romanının üstüne çıkaramadan tüketmiş bulunuyor.

Liberalizma ise, kendine zıt her şeklin kötü taraflarını tasfiye edip iyi taraflarını nefsine sindirmek, böylece kendi pörsük ve gevşek taraflarını besleyerek içtimaî mezhepler arası yeni bir terkip kurmak ve terkibini liberalizma ruhuna uydurmak yolunda çırpınıyor; fakat bir türlü yapamıyor.

Girift ifadeleri çözmeye çalışarak belirtelim ki, yeni dünyada, sâf (doktrin)ler zaviyesinden komünizma dönek, nazizma müflis; demokrasya ise, yeni zaman ve mekânın fâtihi olmak, kendinden ve düşmanlarından aldığı derslerle nefsini gençleştirmek hamlesinin âcizi...

Komünizma, Batı münevverinin, bütün istismar ve sultalariyle Batı cemiyet düzenine karşı, intihardan farksız ihtilâli oldu. Faşizma, bu ihtilâl önünde, Batı münevverine, bütün istismar be sultalariyle tezatsız ve zaafsız bir Batı muvazenesini perçinleme yolunda teşkilâtlanma hamlesini verdi. Liberalizma ve kapitalizma ise, biri kendisini soldan devirmeye, öbürü sağdan çelmelemeye savaşan bu iki zıt bünye dürtüşü arasında, birtakım mekân zaferlerine erdikten sonra, birini biraz döndürmüş, fakat kandıramamış, öbürünü ise vakitsiz yere sermiş olarak, doldurmakla mükellef olduğu fikirtaştahtasının önüne geldi.

Demokrasyalar dünyasının takma dişli hatiple, hâlâ bu taştahta üzerine, "insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest oluş hakkına saygı mefkûresi"nden başka bir ibare yazamıyorlar. Kendi iç tefekkür tabakalarından gelen mahrem seslerse, aynı nizamın bütün zayıf ve yatalak taraflarını tasfiye etmesi ve asırlar boyunca eşya ve hâdiselere yeniden tahakküm iktidarını verecek bir gençliğe kavuşması için, ruhî bir eriş ve oluş zaruretinden dem vurmakta...

Dünya, "insan, cemiyet, millet kadrolarındaki serbest tekevvün hakkına saygı mefkûresi" gibi, "ne olursan ol; elverir ki, olduğun, istediğin olsun!" tesellisine değil, "mutlaka bir şey ol; elverir ki o şey doğru olsun!" itminânına muhtaçtır ve bütün ıstırap ve ihtilâç kaynağı işte bu itminânsızlıktır.

Dünya bir iman ve nizam kaybetmiştir ve yeni zaman ve mekân şartları içinde bunlara muhtaçtır.

Neticede, mutlaka bir şey olmak isteyenler, korkunç bâtıllarını dağ gibi yükseltmekten ve düşmanlarını temizlemekten başka bir şey yapamamışlar; ne olmak lâzım geldiğine eremeyenler de, hep bu bâtıları fışkırtan bünye ihtilâline razı, mücerret be başıboş bir hürriyet hakkını müdafaadan gayri bir şey bulamamışlardır.

Bu dünya, şu ânda, yanlış olanlarla doğru olamayanlar arasındaki kavgada, bir ân için yanlışın tasfiyesi, fakat doğrunun tesviye edilemeyişi buhranını yaşamakta; ve ister bugüne kadar gelmiş içtimaî mezhepler arası, ister hepsinin dışında ve üstünde mücerret bir vâhid olarak kendisine yeni bir terkip ve nizam getirecek haberciyi bekliyor.

Doğan dünyayı, şimdiden, ruhçu, ahlâkçı, milliyetçi, cemiyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi, nizamcı, müdahaleci, sermaye ve mülkiyette tedbirci gibi ana fârikalar altında, mücerret insan hürriyetine saygı mefkûresi altında toplanmaya namzet sayabiliriz.

Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimâi mânada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesini verecektir.

Böyle bir dünyanın doğmak üzere olduğunu; ve bütün medeniyet dünyası bütün dâva ve aks-i dâvaları içinde son tekevvün buhranlarını çekerken, bizim biricik kurtarıcı sistemi kendi öz cebimizde kaybettiğimizi bilelim; ve Garp döne dolaşa, bizim kaybettiklerimize gelmeden, biz, dönüp dolaşmaksızın onu kendimizde arayalım!

Fakat bu, "arayalım" demekle olacak iş değil... Onu arayıp bulacak olanları bulmak lâzım...

Bunun için de asırlık mahrumluğumuzu, derinden derine incelemek ve onun hınciyle harekete geçmek...

OLMADI – OLAMAZ!

İnhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri, hiçbir asrın, hiçbir yılının, hiçbir ayının, hiçbir gününün, hiçbir saatında Türk milletini gerçekten uyandırma hamlesi görülmedi.

İnhitat günlerimizden ve Tanzimattan beri, Türk milletini, kendi öz kökünden dallarına kadar, devir devir bütün bir nefs muhasebesi ehliyetin ulaştırabilecek hiçbir içtimaî şart doğmadı.

Türk milletine, evvelâ nefsini, sonra dünyasını, önce kâinatını, sonra yine nefsini teşhis ettirici idrâk ve irfan melekesi, inhitat günlerimizden ve hele Tanzimattan beri bir türlü mayalaştırılamadı.

Türk milletine, dâvaları ve aks-i dâvaları hiçbir gün öğretilemedi, gösterilemedi.

Türk milletine, niçin hâlâ öz eliyle bir dikiş iğnesi yapamadığı ve bir fabrikanın parçalarını yabancı diyarlardan getirip burada kurmakla bir sanayi sahibi olunamayacağı sırrından asla bahsedilmedi.

Gerçek münevver ve dünya meselelerinin çilesini çekmiş en aşağı bir milyon adam yerine, niçin bir düzine insan bile yetiştiremediği, Türk milletinin yüzüne, saffet, samimiyet ve halisiyetle haykırılmadı.

Şu İkinci Dünya Savaşının hangi ruhî, içtimaî, iktisadî, siyasî müessirlerden doğduğunu izah edebilecek kıratta bir devlet ve siyaset adamı istidadına bile tesadüf olunamadı.

Tam 50 yıldır, 10 yaşında futbol, 20 yaşında sinema, 30 yaşında kumar, 40 yaşında içki, 50 yaşında ihtikâr, 60 yaşında sahte vatan edebiyatı ve inkılâp nakaratı kahramanlarından başka hiç bir şey zuhur etmedi.

Ve hal böyleyken, birdenbire, Türk milletine, paranı sesi halinde demokrasya tesellisi verildi; memlekette halk ve demokrasya idaresinin kurulduğuna inanıldı ve onlarca Türk milleti saadete erdirildi; ve oldu bitti.

Halbuki hiç bir şey olmadığı ve olamayacağı şöyle dursun, sahte oluşlarla, olmak ihtimaline de set çekildi.

Hiçbir Asya ve Afrika vahşi kabilesinde eşine tesadüf olunamaz bir (tabu) asabiyetiyle üzerinde düşünülemez, yanına sokulunmaz ve yüzüne bakılmaz "devrim" isimli öyle bir put yontuldu ki, gerçek oluşun hiçbir kanunundan bahsedilemez, insanoğlunun hiçbir hatırası dile getirilemez oldu. Ve işte böyle oldu. Olamamanın ve olamazlığın son haddiyle böyle oldu.

BU AĞACIN YEMİŞLERİ

Bu ağacın yemişleri, (Noel) ağaçlarının dallarındaki takma ve iliştirme eşya gibi sun’îdir. Bu ağacın kökünden doğma ve beslenme değildir.

Bu ağaç, bu takma ve iliştirme eşya altında, tıpkı (Noel) ağaçlarının bir gece sonraki hali gibi cansızlaşır. Ya bu dallardaki türeme yemişlere bir kök bulmalı, yahut bu ağacın kökünü dallarına hâkim kılmalıdır.

Bize, dallarımızın ziynetini dışarıdan taşıyanlar, sistem ve plânda, içerden kökümüzü kurutmaktan başka gaye gütmemişlerdir.

Halbuki dünyada ne kadar dal ziyneti varsa, hepsi de belli başlı bir kökten gelmektedir.

Kökü yabancıda, yemişi bende bir nakil ve iktibas işine inanabilmek için, hayvan haysiyeti bile fazladır.

Yeni zaman yemişlerini dolduracak büyük hamleyi bu ağacın kökünden dört asırdır devşirmeyişimizdeki sırla, nihayet büsbütün köksüz yaşamaya razı oluşumuzdaki sır arasında, çok ince bir münasebet aramalıdır.

Kökünden can fışkırmayan ve yemişini emzirmeyen ağaçların sahte donatımlarla ayakta kalmasındaki miâd pek kısadır; ve böyle ağaçlar bugünkü milletler ormanından taranıp odun depolarına atılmaya mahkûmdur.

Muhtaç olduğumuz inkılâp, yeni zaman yemişlerinin en olgun ve şifalılarına bu ağacın kökünden kan ve hayat emdirmek işidir; ve artık vâdesi taşan bu işin bir gece donraya dahi tahammülü kalmamıştır.

TEK KELİMEYLE KURTULUŞ YOLU

Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha sonra da çepçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletine tek bir yol vardır.

Bu, şimdiki manzarasiyle Türk milletinden şunu istemek gibi bir şeydir: Kafdağının tepesindeki zıpzıp cüsseli kar parçası kendi üzerinde döne döne büyüyecek, dağın bütün kar mevcudu derecesinde şişecek, nihayet koskoca Kafdağını dize getirici bir azamet kazanacak...

Halbuki, hakikatler içinde en olgun ve en ince bir tanesi de var: Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut olamayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır; ve bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için, arslanın maiyetindeki karakulaklardan (tilki, çakal, sırtlan vesaire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci halde karakulaklar onun sığıntısı, ikinci halde de, o, karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.

Demek ki, bizim kendi kendimizi, kendi dar ve pek hudutlu çerçevemiz içinde dahi kurtarabilmemiz için, bağlı olduğumuz dünya parçasını da beraber kurtaracak ve o dünya parçasının bütün yeryüzüne üstünlüğünü gösterecek bir kudrete ulaşmamız lâzım... Yâni bir dünya çapında kurtarıcı olamadan, bu çapta kurtarıcılara mahsus bir hamle ve hazırlık sahibi bulunmadan, bu küçücük zatımızla bile kurtulamıyoruz.

Evvelâ şahsını, sonra bütün Doğu âlemini kurtarması, daha donra da çepeçevre yeryüzüne ve insanlık kadrosuna sahip bir kurtuluş ifadesine varması için Türk milletin e gereken yol, en girift, en mahrem ve en iç kavranışiyle İSLÂMİYET’tir.

Gerçek ve büyük ifadesiyle 600 küsur senelik devletimizin yarısında tam ve sıhhatli bir arslan, yarısının ilk yarısında dişleri ve pençeleri iltihap içinde bir arslan benzeri, yarısının son yarısında de ne dişi ve ne pençesi kalmış bir kafes arslanı hayatı süren milletimize, hele son bir asrın sahte ve büsbütün kaybettirici birkaç davranışından sonra düşecek en sağlam, en yeni ve en ileri şuur, ruhunun röntgen camını hangi çöplüğe atmışsa bulup çıkarmak ve onu bugüne kadar yapılmış her teşhisin yanlışlığı ve yalancılığı adına Yirminci Asrın güneşine tutmaktadır.

İslâm vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra, bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vâhidine sahip, sağ elimizde Allahın kul parmağı girmemiş biricik Kitabı ve sol elimizse insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ânî bir şahlanışla, kendi kendimizi bulma!... Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslâmiyettir. İşte bugünden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı içinde bir o kadar mahrem hakikat!

AHLÂK DÂVAMIZ

Türkün ahlâk yönünden muhasebesine girişirken ahlâkı bedâhet mânasiyle ele alıyor ve onun ne olduğunu "Ana Kaynak" faslına bırakmak usulünü tutuyoruz.

Ahlâkı bedâhet olarak ele alıp Türkün bu yönden muhasebesine girişmek için de, ahlâkın dış kaynakları ve zahiri nisbetlerine göz atmalıyız.

Ahlâkın iki kaynağı vardır: Dinler ve din yerinde felsefî mezhepler... Yâni kâinatın irca edilebileceği vâhid etrafında, hakikisi ve sahtesiyle iman manzumeleri...

Cemiyette, umumî ve amelî bir iman ve amel mevzuu olmak bakımından kendilerini din yerinde gören felsefî mezhepleri, sadece dâvaları yüzünden ve bâtıl tarafından mücerret din kadrosuna alacak olursak, ahlâkın kaynağını esasta bire irca edebiliriz: Din...

Dünyamızın içini ve dışını, malûmunu ve mechulünü, "Mâsiva"sını ve "Mâverâ"sını ana illet prensiplerine bağlayıcı bütün bir (metafizik) örgüsüne malik olmayan hiçbir fikir sistemi üzerinde, hiçbir ahlâk telâkkisi bina edilemez. Böyledir; ve hakikî dinler de, işte bu eksiksiz ve gerçek iman manzumelerinden başka bir şey değildir.

Garbın çoktan beri mütearifeleştirmiş bulunduğu inanışlardan biri şudur ki, büyük tecrit ve teşhisin kaynağı tam bir (metafizik) örgüsüne malik herhangi bir felsefî mezhep bile, aynı bütünlükle ahlâk telakkisini manzumeleştirmedikçe yarımdır. Tamamlansa da dinlere nisbetle daima eksik kalacak bir tecrit ve teşhis cehdi, ahlâkını bina etmedikçe eksik içinde eksik kalıyor.

Felsefî mezheplerin, ahlâk telâkkileriyle yanyana gelmek mecburiyeti, Batı ve dünya irfanında su götürmez bir mükellefiyettir. Örgüleştirdiği fikir mimarisine bitişik olarak ahlâk telakkisini bina edemeyen (filozof)a "yarım mütefekkir" diyorlar.

Bir yüzüğün halkasına ana pırlanta taş gibi, kendi fikir sisteminin merkezine bir ahlâk telâkkisi oturtmamış olan "yarım mütefekkir" hemen yoktur; yahut parmakla sayılacak kadar az... Bir tanesi, "ahlâk telâkkiniz nerede?" itirazına karşı "Din ve Ahlâkın İki Kaynağı" isimli eserini ortaya atan (Bergson)...

Buraya kadar belirtmek istedik ki, ister bâtıl ister hak, üzerinde çekişmek için insanlara ahlâk görüşünü göstermek her sistemin borcudur. Bu işin (olmaz)ı olamaz; ve bu gerçek üzerinde bütün insanlık beraber...

Hal böyleyken, felsefî mezhepler, umumî ve amelî bir ahlâk mevzu olarak bütün dünyada ve bütün tarih boyunca, Eski Yunan ve Roma’nın Stoisizma ahlâkiyle bugünkü Sovyet Rusyanın maddecilik ahlâkından başka hiçbir tesis bina edememişlerdir. Bu iki sistem müstesna, baştan başa nazariyede ve kağıt üzerinde kalmışlar; ve bu iki sistemin birincisinde mitolocya, ikincisinde de Hıristiyanlık ahlâkının artıklarından faydalanmışlardır. Netice itibariyle hakikî ve semavî dinlere bağlı ahlâkın rekâbet kabul etmez bir bütün olduğu mutlaktır.

Bütün dünyaya bütün tarih boyunca hâkim gerçek ahlâk telâkkileri, bâtıl veya hak, hakikî din ahlâklarından başka bir şey olamadı. Batıda mitolocya ve Hıristiyanlık ahlâkı, Doğuda da kendi mitolocyalarından sonra Müslümanlık ahlâkı...

Bugünkü Garp ahlâkının temeli, üstünde binbir ahlâk dâvasının karıncalanmasına rağmen sadece ve daima Hıristiyanlıktır; ve Garpta hiçbir inkılâp hareketi bu ahlâkın kökünü baltalayamamıştır.

Bizim ahlâkımızsa, baştan başa müstesna bir ahlâk manzumesinden ibaret Müslümanlık ahlâkıdır ki, eski çağlarda ham ve kaba softa bu ahlâkın sâf ve hâlis imân cephesini kurutmuş; yeni çağlarda da Avrupalıya körükörüne hayran, (modern) inkâr yobazı bu ahlâkın öz kaynağını yıkmış; İnkılâp dedikleri de kendi içinden yeni bir ahlâk telâkkisi getirmeyince, bugünkü ahlâk faciamız doğmuştur.

Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak bir sesle haykırınız; "Bizim son 50 yıldan beri ahlâk telâkkimiz nedir? Varsa, târifinden vazgeçtik, yalnız adını öğrenmek istiyoruz; yoksa, mevcut olmadığının tesbitini!.."

Böyle bir suale, yeryüzünde bizden başka cevap vermemek mevkiinde tek millet yoktur. Bütün Avrupa ve Amerika, filozoflarının fert ve nazariye ahlâkı bir tarafa, cemiyet ve ameliye ahlâkiyle Hıristiyanlık ahlâkına bağlıdır. (Sovyet)ler madde ve maddecilik telâkkisi ahlâkına: Müslüman olmayan kısımlariyle Hind, Çin ve Japonya, (Budist), (Brehmen) ve (Mecusî) ahlâkına... Afrika vahşileri (Totem) ve kabile ahlâkına... Yâni bâtıllar ve dalâletler manzumesi içinde bile her biri din ahlâkına...

Dâvaları, ilmî, edebî, felsefî, hukukî, siyasî, beledî, sıhhî, malî, iktisadî, ferdî, içtimaî, millî, askerî kaç şubeye dağıtırsanız dağıtın; bizim, her şubeyi ayrı ayrı kucaklayan her şubenin ayrı ayrı temelini kuran biricik dâvamız ahlâktır. Aslî olarak başka meselemiz nâmevcut...

Siz iyi ve temiz bir Türk müsünüz?... Eğer bir elinizle bugünkü ahlâk faciamızın müşahhas tecelli plânındaki tüyler ürpertici manzaralarını pençelemiyor; öbür elinizle de muhtaç olduğumuz ahlâkın mücerred inşası bakımından varılması mümkün yegâne teşhise işaret etmiyorsanız, biricik vatanî ve millî borcunuzu yerine getirmiyorsunuz demektir.

Bugün omuzlarındaki içtimaî şartlar altında gözü uyku ve vücudu et tutabilen insan, iyi ve temiz bir Türk değildir. İyi ve temiz Türk’ün, ağlaya ağlaya su kesileceği yakın bir istikbalden hâl günlerini yaşıyoruz.

Âlemde bedâhetler arası hiçbir tezahür, şehirde, köyde, evde, mektepte, sokakta, pazarda, cemiyette, ailede, fikirde, kanaatte, işde, vazifede, ahlâk buhranlarının en korkunç ve dipsizine düşmüş bulunduğumuzdan daha yalçın bir gerçek belirtemez.

Ahlâk bozgunumuz da, fikir bozgunumuzla kolkola geldi.

Bizi, evvelâ ham ve kaba softalık yere serdi; sonra körkütük hayranlık ve şahsiyetsizli kıskıvrak bağladı, daha sonra kaatil züppelik ve ahmak kopyacılık zehirledi; en sonra da iman ve ahlâk kaynaklarımızla aramızı büsbütün açan cebrî ve ceberutî ilericilik komaya yatırdı.

Cumhuriyet İnkılâbını doğuran İstiklâl Savaşının ruhuna bağlı ve o ruhun fedaisi herkes, sadece bu fedailiğin verdiği hakla, ondan inkılâp gerçeğini ve gerçek inkılâbı istemelidir! Hindlilerin "gulûgulû"su gibi, "inkılâp, inkılâp!" diye geviş getirmek mi gerçek inkılâba hizmettir; yoksa ona, kaynaklarını tıkadığı eski ahlâk telâkkimize karşılık yeni bir kaynak açmak kaygısını aslâ duymamış olduğunu hatırlatmak mı? İşte o zaman inkılâp şapa oturacaktır.

Gerçeğimiz tektir! Bütün vatanı kuşbakışı gören bir dağın tepesine çıkıp bütün vatanı fıkırdatacak; ve (Serkldoryan)daki baydan Ağrı dağındaki çobana kadar bütün kulakları yırtacak kuvvetle haykırmak borcunda olduğumuz tek gerçek: Ahlâk yaramız, beynimizden topuğumuza kadar işlemiştir; asıl bunun kurtuluş savaşına muhtacız.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
AHLÂK KAYNAĞIMIZ

Bizim, olmuş ve olabilecek ahlâk kaynağımız adıyla ve sanıyla İslâm ahlâkıdır. Bunu anlayamadık; anlaşılacak olan buydu; anlaşılacak olan budur!

Bir zamanlar ne olduksa bu ahlâkın yüsüsuyu hürmetine olduk; ve ne olmadıksa, bu ahlâkı gölgelendirmek ve sonra büsbütün karanlığa gömmek yüzünden olamadık. Bunu bilemedik; bilinecek olan buydu; bilinecek olan budur!

Kafalar arası bir kere daha mahyalaştıralım ki, dünyanın biricik kâmil ve esasî ahlâk manzumesi olan İslâm ahlâkını, bize, Tanzimattan evvel ham ve kaba softa, Tanzimattan sonra da aynı seciyenin tersi ahmak ve şahsiyetsiz Garp taklitçisi kaybettirdi. Bunu göremedik; görülecek olan buydu; görülecek olan budur!

Bütün intikal ve istihale basamaklarımızda, muhtaç olduğumuz ahlâk doğruluşunun bayrağını açacak terkipçi ve sistemci Türk mütefekkirlerinden hiçbir haber gelmedi. Böylece güme giden fâtihlik, zaman ve mekânımızı yeniden kazanma yolunda her hamlemiz ruhta dayanaksız kaldı. Sadece dayanaksız kalmadık; en sağlam dayanağımızla ruhumuz arasındaki ulaşma yollarını tıkadık; satıhta süslenmek isterken kökte kuruduk ve nihayet son 50 yıllık misilsiz ruh ve ahlâk buhranına çattık. Bunu örgüleştiremedik; örgüleştirilecek olan buydu; örgüleştirilecek olan budur!

Islâhcılık ve yamacılık hareketimizin hiçbir çığırında seçemedik ki, maddî ve manevî bütün plânlariyle vatan; Anadolu, Trakya, köy, kasaba, şehir ve mektep, mabed, sokak, meydan, dükkân, resmî daire, fedaî Mehmedçik, masum Emine, müşfik anne, ben, sen, o, biz, siz, onlar; topyekûn Türk cemiyetini terkip eden bütün şahsiyet ve asliyet unsurları, yekpâre bir millet kadrosu halinde, ana çizgilerini İslâm ahlâkının potasında eriyerek almıştır; ve bu unsurları o ahlâkın ikliminden sürüp çıkarmak, kül ve çamur haline getirmekten farksızdır. Bunu seçemedik; seçilecek olan buydu; seçilecek olan budur!

Yol, en eski dünle en uzak yarın arasında hiçbir zaman değişmedi ve değişmeyecek; kafamızla intibak zorunda olduğumuz yeni zaman ve mekân âlemine, ruhumuzla, İslâm ahlâkını taşıyacak ve aşılayacaktık. Bunu yapamadık; yapılacak olan buydu; yapılacak olan budur!

İslâm ideolocyasını, ham ve kaba softanın kuru, keyfi, hikmet ve asliyetlerine aykırı naslar baltası olmaktan kurtaracak, yâni İslâmlığı bütün hakikatiyle anlayacak onu sâf ve mutlak bir iman, vecd ve aşk kandili halinde Türk evinin baş köşesine asacaktık. Bunu duyamadık; duyulacak olan buydu; duyulacak olan budur!

Müslümanlık cevherini gübre beyinli yobazın dar ve ışıksız ruhundaki küf ve pastan ayıklayıp, tek zerresini feda etmeden millî Türk ruhunun tertemiz iptidâi maddesi halinde kullanacaktık. Bunu sezemedik; sezilecek olan buydu; sezilecek olan budur!

Aklın eşya ve hâdiselere tahakküm hakkiyle ruhun iman ve ahlâk boyunduruğu içine girmek ihtiyacını, birinde dış örneği içimize, öbüründe iç örneği dışımıza tatbik ederek kaynaştıracaktık. Bunu bulamadık; bulunacak olan buydu; bulunacak olan budur!

Maddî ve mânevî bütün plânlariyle Türk vatanını, Anadolu’yu, Trakya’yı, köyü, kasabayı, şehri, evi, mektebi, mâbedi, sokağı, meydanı, dükkanı, resmî daireyi, her şeyi, her şeyi içine alan yekpâre bir cemiyet ve devlet şuuriyle ahlâkın kapısını çalmak; işte kurtuluşumuzun sırrı!.. Buna eremedik; erilecek olan buydu; erilecek olan budur!

400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediğimiz, bulamadığımız, eremediğimiz, kendi öz kaynağımızdan ibaretti ve bu kaynak her evin içinde, her köyün ortasında ve her şehrin meydanındaydı. Bilemedik, göremedik, anlayamadık. Tek cümleyle her şey, evet, tek zerresi feda edilemez bir bütün halinde İslâma nüfuz etmekti. Edemedik. Nüfuz edilecek olan buydu, nüfuz edilecek olan budur!

NEYE İNANIYORUZ?

· Yanlız İslâmiyete inanıyoruz!

· İnsan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğiyle tekeffül eden tek nizamın İslâmiyet olduğuna inanıyoruz!.

· İslâm Şeriatinin, ham yobazdaki kuru ve nefsani idrak dışında ve kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzi ve muvazza kabul etmez bir bütün olduğuna inanıyoruz!.

· (Rönesans)tan sonraki dünyanın İslâmi gözle görülemediğine ve güdülemediğine inanıyoruz!

· Tanzimata kadar bütün ricat ve hezimet tarihimiz boyunca, meydanın, sadece kışır ezbercisi, ezberlediği ebedî hakikatlerin aşk ve hikmetinden uzak, tavla zarı gibi dar ve dört köşe ruhundan başka dayanağı olmayan ham ve kaba softalar elinde kaldığına ve başımıza ne gelmişse bu yüzden geldiğine inanıyoruz!

· Dâvanın İslâmiyeti anlatmaktan başka bir şey olmadığına, yeni baştan kendi ruh kökümüzü muhasebe ve murakabe etmekten başka bir iş bulunmadığına; kaybettiğimiz kıymetleri öz bahçemizde kuyuya düşürüp sonra şaşkınlar gibi sokak sokak ve iklim iklim dışarda kıymet aradığımıza inanıyoruz!

· İslâmiyeti bildiğimizi sandığımıza, halbuki tek bilmediğimiz şeyin İslâmiyet olduğuna; yegâne felaketin de bilindiği sanılan bir şeyin tekrar gözden geçirilmesine mâni olan o meşum kayıtsızlık ve o ahmak istiğnadan doğduğuna inanıyoruz!

· Ve biz, kâinat görüşünün İslâmda, dünya görüşünün İslâmda, insan görüşünün İslâmda, iktisadî ve içtimaî adalet görüşünün İslâmda, müsbet bilgiler görüşünün İslâmda, güzel san'atlar görüşünün İslâmda, kadın görüşünün İslâmda, devlet görüşünün İslâmda, ordu görüşünün İslâmda, siyaset görüşünün İslâmda bulunduğuna ve bütün bu davaları ancak Yirminci Asrın ruh ve kafa çilesi içinde süzülecek bir tahlil ve terkip güzünün heykelleştirebileceğine ve bu heykelleştirme işinin bitin cihand eşi görülmemiş bir ideolocya binası kuracağına, onun da siminin hem zaman ve hem mekân ölçüsiyle «Büyük Doğu» olduğuna inanıyoruz!



İSLÂM VE HERŞEY

· Merkezde tek, muhite sayısız dâvamızın mihrak noktasındayız. Bugünkü dünyaya asırlık ıstırapları, irtişaları, ihtilaçları, inkisarlariyle el atıp onu biricik şifa lâboratuarına çeken küllî sağlık iksiri... Ona geldik.

· Bir zaviyenin başındaki nokta gibi, muhitten merkeze doğru toplana toplana tekte karar kılan, merkezden muhite doğru da açıla açıla sonzuluğa erişen dâvamızın böylelere menbâ ve mansupolarak, ikişer heceli iki ismi var... Menbâımızın iki heceli has ismi İSLÂM, mansabımızın da yine iki heceli cins ismi HERŞEY...

· O küllî şeyin adı ki İslâm, herşey onda, o da her şeyde...

· İslâmın her türlü çürük ve günübirlik payandalar ve dayanaklardan istiğnası ve her ân yeniden ve derece derece gerçekleştirile gerçekleştirile keşfolunmak hikmetindeki sırrı düşünün ki, sadece İslâm ismini verip geçmenin HERŞEY ifade ettiği mutlak Saadet Devri, bir asrı bile doldurmadı. Ve on üç asır boyunca bu NUR, kör ve kaba nefsaniyet aynalarında bulandırıla bulandırıla nihayet Nasreddin Hocanın harikulâde buluşundaki hikmete eş bir hal doğdu :

- Hoca, bize, kuyu ne demektir, anlatır mısın?

- Tersine, çevrilmiş minare demektir!

· İşin en derin hüzün noktası, bütün bunlar din adına oldu. Bütün bu hallerin aykırıları, gerçek dinden hareket edip yobazlar neslini kurutacakları yerde, İslâmiyeti bunların temsil ettiği birşey sandılar; dinden soğudular, dinsizlikten harekete geçtiler ve nihayet meydanı dinsizlik yobazlarının yüzüne güldürdüler. Ve nihayet, iki heceli mukaddes kelimeyi, en hafif vasıfları züppellik olan bir sınıfın şuurunda, ağza alınmaz bir bayatlık, gerilik ve eskileralayımcılık ifadesi haline getirmeye muvaffak oldular. Düşünün, siz, bizim lif lif çözmeye, aslî vâhidine irca ermeye, mahrem hakikatine iade kılmaya mecbur olduğumuz kördüğüm ne grifttir!

· Herkesin sahte ve kemmiyet hokkabazı (modern)ler peşinde gezdiği bu kukla ideolocyalar panayırında, Garp ve Şarkın dünyalarının fikir çileleri içinde pişe pişe kül olmuş, sonra bu küllerden artık parçalanamaz bir tuğla idrakine varmış, böylece hakikati muhasebe edebilmiş ve herkese muhasebe ettirmeye davranmış, dış ve ucuz tezahürler plânında her aldatıcı teyidden müstağni nasip sahipleri olarak, bize bu kadar ağır bir yük altına girmiş olmak şerefi yeter.

· Bundan büyük şeref, bundan çetin hamle, bundan ileri hareket, bundan yeni dâva olamaz; zira biz, asırlar boyunca cebimizdeki delikten astarın dibine kaçmış hakikat mücevherini, her ân üstümüzde taşıdığımızdan habersiz, hep dışımızda arıyoruz! Ve tam yüz küsur yıldır, devre devre «ha bulduk, ha buluyoruz!» tesellisiyle, her netice sabahı hiç bir şey bulamadığımızı ve her gün her şeyi biraz daha bulunamaz hale getirdiğimizi ispat ediyoruz. İslâmı Amerika, Rusya veya Hotanto'da savunmaktan daha zor olan bir vaziyetin şerefi... İnsana, bildiğini sandığı bir şeyi bilmediğini kabul ettirmek, hiç bilmediği bir şeyi kabul ettirmekten daha zor...

· Ve şimdi biz en kat'î lâboratuar tatbikinden, en mübhem ruh telkinine kadar bütün vasıtaları elimizde tutarak ve neticeyi başa alarak haber veriyoruz ki, insanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem Garblı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felâket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekûn hakikati ve müsbet ve menfi haberi, kısaca küllî nimet ve devâ İslâmdadır. Sosyalizma ve komünizmanın var etmek isteyip de yok ettiği içtimaî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâmda.. Liberalizma ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlamasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mâni ölçüler, İslâmda. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâmda.. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalıpa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâmda... Nazizma ve Faşizmanın kâzip rüyasını gördüğü üstün nizam ve ruhi müeyyidecilikteki esas İslâmda... Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslâmda; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâmda, herşey İslâmda...

· Olunmayacak herşeyle, olunacak herşeyin kefalet ve keyfiyeti İslâmda... Herşey İslâmda...


İSLAM VE KÂİNAT

· Kâinattaki her şey ve sen... Kâinattaki her şeyle bereber senin evveli, nihayetin, vücud hikmetin.. Niçin oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacaksın? İşte bunların cevabını ve hesabını veren dindir. Bütün bunların cevabını ve hesabını dosdoğru veren de hak ve tek din, İSLÂM...

· Yeryüzünde hak ve bâtıl, topyekûn veya parça parça tasdik veya inkâr edici tek bir inanış sistemi yoktur ki, bu suallerin cevabını vermek vazife ve iddiasında olmasın... İnsan, inananlarca, yanlız bu suallerin cevabını ve hesabını aramaya memur merkezi mahlûk; inanmayanlarca da, yine aynı suallerin cevabını ve hesabını ters tarafından veren başıboş varlık... Çare yok; her şeye yok demek mümkümdür; fakat bu suallere, insan başını fare kafasından ayırd eden bu biricik tefahhus hummasına yok diyebilmek henüz mümkün olmadı.

· İslâmda kâinat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kâmil ifadesi halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerreYaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekân cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarîsiyle, esrarına ve teshirine memeur olduğumuz bir hârikalar manzumesidir.Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslümanın memuriyeti..

· Ezelden ebede kadar topyekûn insanoğlunun başı, son kemâl haddi, uğrunda âlemlerin yaratıldığı en üstün insan ve Allahın Sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edâsı ve mânâsiyle bu kâinatın anahtarını Allahtan aldı ve Ümmetine getirdi. Allahın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, aslî sahibini buluncaya kadar ilk insan ve Peygamberden, en büyük İnsan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi... Ve kâinat; bbir atomu bir dünya farzederseniz, onun mevhum merkezindeki atoma kadar küçüle küçüle ve her atomda ayrı bir dünyaya ulaşa ulaşa nâmütenahi küçük; ve bir atomdan bir arza, bir arzdan bir güneşe ve bir güneşten sayısız yıldızlara, sonra içinde yıldızların atom kesesi halinde çınladığı dipsiz fezalara kadar büyüye büyüye ve her fezada ayrı bir fezaya uğraya uğraya nâmütenahi büyük mimarîsiyle, bütün esrarını, o en Büyük Resulün başı üzerinde halkalandırdı.

· Kısaca İslâmda kâinat, bütün esrarı ve kanunlariyle, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün bâtınında çağlayan nâmütenahi ince ve girift mânalardan ve bu mânaların aksettiği büyük tecelli plânından ibaret..

· Bu tecelli karşısında insanoğlu, ben, sen, o, biz, siz, onlar, topyekûn beşeriyet, kundaktan kefene, bütün ferdî oluşlar; ve köyden metropole, bütün içtimaî tekevvünleri boyunca, okyanusları birbirine katıştıran kanallar açmaktan, bir tohumun nabzındaki çatlama ve açılma hummasını âhenkleştirmeye kadar her cehdinde, tek tek ve sâf sâf memuriyetini bulacak, maddî ve mânevî varlık ve iş plânını göz göz petekleştirecektir.

· Herşeyi içe bağlayan hudutsuz bir dış... İçin tecellisi nisbetinde derinleşen fena ve âdem kuyusuna doğru topyekûn yuvarlanış... Ve bu yuvarlanış karşısında ölümsülük ve gerçek hayat kapısını bütün insanlık çapında açan ezelî mimarî.. İşte İslâm ve kâinat!..
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İSLÂM VE DÜNYA

· İslâmda dünya, dünyanın en ulvî ölçüsü halinde vecizelendirilmiştir. Âhiretin ekin yeri... Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecektir.

· İslâmda dünya, ebedî hayatın eşiğidir. Düşünelim; İslâmda dünya, bütün hudutlu buudları içinde ne hudutsuz bir mâna sahibi!..

· Birbirine zıt ne kadar mefhum ve hâdise varsa aralarındaki en ince kaynaşma ve ayrılma noktalarını farkların en incesiyle belirten İslâm, işte böylece dünyaya birbirine zıt iki nazarla bakar; ve sonra bu bakışları tek ve en ileri bir gözde birleştirir: Biri, fânilik ve hiçlik plânı dünya; öbürü, bu en dipsiz fânilik ve hiçlikten zıplanacak ebedî hayatın basamağı, yine dünya...

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· Dünyanın İslâm gözündeki bu çifte ve birbiri içinde kaynaşıp tekleşen mânasından dolayıdır ki, kendimizi «Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya ve hemen ölecekmiş gibi âhirete» vermek emrini aldık. Şimdi, ezelden ebede doğru helezonlaşan kelâm dalgasının bu en zarif kıvrımı ulvî Hadîsin mânasını anlar gibi miyiz?

· İslâmda dünya, varlığın arkasından yokluk, yokluğun arkasından varlık gelen ve iki tempolu âhenk halinde bir ademi, bir de mutlak vücudu haykıran zamanı; ve her ân hiçlik pası altında eriyen fânî mekâniyle, sadece ne mkal olduğu ve nasıl bir gayeye yaradığı bilinecek bir atlama taşıdır. Bir atlama taşı ki, ona gözlerin en bedbiniyle baktıktan sonra onu gözlerin en nikbiniyle süslemeye, bezemeye ve gelişmeye memur bulunuyoruz.

· Böylece İslâmda dünya, gerçek ve üstün mü’minler için, birtakım bâtıl itikatlarda ve inanış sistemlerinde olduğu gibi, fânîliğine inanıldıktan sonra herkesin arkasını döneceği ve kabuğuna çekileciği bir mahkûmiyet plânı değil, içyüzü biline biline bütün iş sahalariyle kucaklanacak, atom atom sayılacak, tertiplenecek ve düzenlenecek bütün bir beşeri hâkimiyet plânıdır.

· İslâm, âhiretin ve ebedî oluşun topyekûn sahipliğinden sonra, bütün oluşların ve en haşin madde hesaplariyle de topyekûn dünyanın maliîki...

· Müslümanlıkta dünya odudr ki, mü’min onu zapt edecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Tıpkı İslâmda gerçek fakrin, mal sahibi olmamak değil malın ona sahip olmaması ve onu köleliğe düşürmemesi demek olduğu gibi... Bu harikulâde inceliği anlayan, en dakik (nüans-gamıza)lardan ibaret İslâmın dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hâdiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.

· Allah, Kur’ânında insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hâdiseleri teshire memur ettiği emriyle, fânî ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı insanî vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.

· Sadece bu, dünyaya bakıştır ki İslâmın hak din olduğunu göstermeye yeter.



İSLÂM VE İNSAN

·İnsan , neden ve niçin olduğunu, nasıl ve ne olacağını; her canlının başına musallat bu tek sualin biricik cevabını yalnız İslâmda bulur.

·İnsan, İslâmda, derinliğine ve yüksekliğine doğru ruhunun, genişliğine ve uzunluğuna doğru da aklının, biri gök ve öbürü yeryüzünü donatıcı iki büyük hükümranlık işine memurdur. İnsan, bu memuriyetlerden birinde mâna ve öbüründe madde âleminin anahtarlarını elinde taşıyacak ve bu iki âlemi en büyük saltanatla zapt ve teshir ettikten sonra «solmaz»a, «eskimez»e,«ölmez»e, «bitmez»e ulaşacaktır.

·İslâmda ruh ve akıl, insan varlığının ne eksik ve ne fazla, tam ve mükemmel kıvam isteyen bu iki temel kutbu; biri dünya ve madde, öbürü de mâvera ve üstün hayat gayesine karşı, değişmez ve kıpırdamaz esaslar etrafında nâmütenahî derin ve geniş bir hürriyet ifadesiyle iki, yol gösterici mizana sahiptir: Şeriat ve Tasavvuf...Mücerret hikmetlerinin yeri bu bahis olmayan Şeriat ve Tasavvuf, muhteşem ve ebedî gerçeklik sarayının, İnsanoğluna mahsus iç ve dış plânından başka bir şey değildir.

·İslâmda insana yol, sırlardan ve sistemlerden hiçbirinin yanaşamadığı şekilde ve kulluğun en üstünü halinde, Allah halifeliğine kadar açıktır.

·İnsan olduğu için İslâm oldu; ve İslâm olduğu için insan vardır.

·Maddî ve manevî bütün iş şubeleriyle insanoğlunun tek cehdi ölümsüzlüğe ermekse, bunun biricik müteahhidi İslâmdır.

·İslâmda insan, hem kangal kangal kemmiyetiyle üstüne düştüğü ve fânî âdetler boyunca nefsine devam aradığı dünya ve madde kadrosunda, hem de her ferdî yekpare bir ebedîyet ve keyfiyette toplayan mâvera çerçevesinde, ölümsüzlüğün mümessilidir. İslâm, insanın yüzüne şu nûrdan satırı yazdı: « Sen ölmeyeceksin!»

·Bekâ yalnız Allahın sıfat ve hakikati olduğuna göre, ayağına fânîlik zemini çekilip başına sonsuzluk tacı oturtulan insan, İslâmda, her iki tarafın hakkını gerçekleştirmeye memur Şeriat ve Tasavvuf yollarından, Allahın ilahî çaptaki hediyesine nâildir. Mahlukların en şereflisi sıfatiyle ya bu hediyenin kul üstü seviyesine yükselecek, yahut yaratıkların en sefilinden de aşağıya düşecek...

·Ebedîlik divanesi insan, İslâmdan başka her görüş sisteminde lâğım faresinden daha aşağı, İslâmdaysa, sonsuzluk şevkinin pırıldattığı nûr yüziyle, en büyük kahraman.

·Bütün sırrı şu ölçüde bulunuz: «Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yarattı.»



İSLAM VE AHLAK

·İlk Peygamberden Sonuncusuna, en doğrusu, İlkinden ilki ve Sonların Sonuna kadar, ahlâkı getiren, gösteren, vaz’eden, esaslandıran, yalnız İslâm...

·İnsanın fikirle gördüğüne karşı hisle takındığı değerlendirme edâsı, ahlâktır. Fikir, «niçin?», ahlâk da «nasıl?»ı cevaplândırır.

·Hakikatin «niçin?»leri önünde, ruhun tavır ve hareketleri bakımından «nasıl?»ları, ahlâktır.

·Hakikat karşısında ruhun bürüneceği tavır ve eda melekesi olan ahlâk, ruhun başlıca sıfatı ve hâdiselerin ruhta kıymet hükmüdür. İçimizde ve dışımızda olan her şeyin ulvî ölçüsü ahlâktır.

·Ahlâka fikir öncülük ettiği kadar, fikre de ahlâk yol gösterir. Fikrîn gösterdiği sebepten ahlâk doğduğu gibi, ahlâkın doğuşundan fikir sebep kazanır. Öyle ki ikisini de, içiçi, birbirini muhit (kuşatıcı) ve birbiriyle muhat (kuşatılmış) sayabiliriz. Adeta fikrîn «niçin?»lerini, ahlâkın «nasıl?»ları içinde buluyoruz. Dâvanın en sağlam ifadesi şu ki, ruh bütün melekeleriyle el ele, bir anda buluyor, ruh bulduktan sonra fikir öne geçiyor, peşinden ahlâk zuhura geliyor; hakikatteyse hangisinin ve neyin önde olduğu belirsiz kalıyor.

·Amma ki, fikrîn kuşattığı yerde bir ahlâk kümelenmesi, ahlâkın kuşattığı yerde de bir fikir bulunması zarurî.. hacimle renk gibi bir kaynaşma...

·İnsanoğlunun, içine ve dışına doğru bütün münasebetlerinde birer fikrî «niçin?»e bağlı «nasıl?»lar halinde ahlâk dayanağını temel kabul etmek, mütearifedir. Beşeriyet bu mütearifeyi fikir hendesesinin ilk bedahati sayar ve oradan yola çıkar. Onsuz ne ruh, ne insan vardır. Denilebilir ki ahlak, fail olmak yerine münfail sıfatta, sadece tavır ve eda hüviyetiyle, içinde fikir, mâna, sır, hikmet, her şeyi istihlâk eden ve kendisinden zuhura geldiği ruhu zuhur ettiren üstün duyuş ve anlayıştır. Ahlâk, anlayıştan doğar ve anlayışı tamamlar.

·«Ben ahlâki yücelikleri tamamlamak için gönderildim!» ve «Müminlerin en faziletlisi, ahlâkı en güzel olandır» buyuran Allah Rasulünü işte bu incelikler içinde anlamaya çalışmak lâzım...

·İslâm ahlâkının binbir sütun üzerinde duran ahlâk çatısında dört ana direği, ihlâs (samimîlik), aşk, fedakârlık ve merhamet diye göstermekte hata yoktur. Sade şunu bunu değil, ruhun ve hakikat merkezinin bütün topoğrafyasını getirmiş olan İslâm, iyi ahlâkı ruhta, kötü ahlâkı da nefste mihraklandırdığına göre, bu dört esas, ruhu pırıldatmak ve nefsi dizginlemekte en tesirlileri...

·İhlâs, samimîlik, «olduğu gibi»lik; nefs hislerinin maskesini düşüren ve hakkı karşılamanın temel şartını veren hakikat ateşi... Onun bulunduğu yerde riya, yalan, dolan, sahtecilik yoktur; ve ihlâs, nefsin hapsettiği ruhu meydana çıkaran ve onun yerine nefis hapseden biricik zabıtadır. Baştan başa hakikat, iman ve ahlâkın arsası, ihlâs... İhlâs, doğrunun, gerçeğin zarfı, kabuğu...

·Aşk mı?.. Canın ışığı, varlığın mayası, hayatın desteği tek hikmet... Aslî hedefi Allah... Aşk olmasaydı varlık olmazdı; ne kuşlar öter, ne de sular fısıldaşırdı. Allahın, en büyük Resûlüne yakıştırdığı vasıf, Sevgilisi olmak... Nefs yalnız kendisini sevdiğine göre aşkı aslî hedefine ve onun rızası etrafına mahluklarına yöneltmek, insanda insanı gerçekleştirir. Seven adamda kibir, benlik, âdilik, küçüklük, miskinlik, cansızlık barınamaz.

·İhlâssız aşk olmayacağı gibi, aşksız da fedakârlık olmaz. Fedakârlığın olduğu yerde de bütün fert alâkalariyle cemiyet, hamle, atılganlık, yardım, en üstün tecellileriyle adâlet hazır ve her türlü hasislik gaiptir.

·Merhamet o kadar İslâmın şiarıdır ki, gerçek ve derin mü’minde onun özentisi, şamatası edebiyatı yok, yalnız hakikati vardır. Bir güvercin öksürürken merhametinden ağlayan mümin, kılıcını çekip Allaha hakkını vermeyenlerin üzerine yürüdüğü zaman, bunu kendi nefsinden değil, onlara merhametinden ve kılıcının ucunda kurtuluş ilacını taşımak idealinden yapar. Kin ve nefretin tam zıddı olan merhamet, onların besleyicisi kıskançlık ve küçümsemenin, ihlâs, aşk ve fedakârlıkla beraber panzehiridir. Merhamette şefkat, rikkat, yumuşaklık, incelik tümen tümen; darlık, katılık, kabalık, vurdumduymazlık hiç yok... Daha nice ahlâkî yücelik, kendileriyle beraber bu dört temele bağlı...

·Nihayet ahlakın ezelî ve ebedî bir örneği mevcut... O, Allahın Sevgilisi... Ahlâk O’nun ahlâkı; en üstün mücerredi ve en parlak müşahhasiyle O’nun ahlâkı... Başka hiçbir vasıf O’na yetişemez.

·Ve nihayet ahlâkın nihaî ideali bir din emriyle çerçeveli: «Allahın ahlâkıyle ahlâklanınız!» Mutlak hikmet sahibinin, o hikmete kıymet hükmü ve sıfat olarak ifadelendirdiği ahlâk ve ondaki sır...



İSLÂM VE CEMİYET

·İslâm, en ileri bir cemiyet ve cemiyetçilik telâkkisinin bütün ruh ve hakikatine biricik kaynaktır.,

·İslâmda fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk kitle bir kişinin diş ağrısını aynı diş üzerindeki herkesin duyacağı nisbette mefkûrevî bir sarmaşdolaş belirtir.

·Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslâmındır.

·Alabildiğine derin ve gizli fert hayatı, alabildiğine geniş ve açık cemiyet hayatiyle, iki taraf da kendi öz değerinden hiçbirşey kaybetmeksizin nasıl kaynaşabilir diye sorarsanız, cevap hazırdır: Ancak İslâmın potasında kaynaşabilir!.

·İslâmda fertle cemiyet arasında iki tarafın da en ince hakkını koruyan ulvî ve mefkûrevî muvazeneyi, incin görünmez bir köşede Allahı için namaz kılan tek fert, sonra bu fertlerin saf halinde ve muhteşem bir kubbe altında kurduğu nizam, ne güzel ifade eder! İbadet şeklinde bile ferdle cemiyetin en ileri paylarını gösteren İslâm, Cuma namazını, fertlerin teker teker kılamayacağı, fakat teker teker fert mükellefiyetine bağlı içtimaî kulluk çerçevesi içinde edâ edebileceği bir fert-cemiyet ibadeti olarak hususiyetlendiriyor.

·İslâmda cemiyet, ferdî, yüzüğün taşını tutması gibi her köşesinden sımsıkı kavrar ve onunla kıymetlendirir. Bu fert, o cemiyeti ören ulvî ve insanî örnek olarak tek hakkı uğrunda bütün cemiyetin feda edileceği bir hürriyet ve selâhiyet makamında; o cemiyet de, aynı ferdî suflî ve nefsani hallerine karşı bütün fert kemmiyetlerini çiğneyici bir mizan ve (otorite) mevkiindedir.

·İslâmda fert ve cemiyet, kendi mücerred ve müstakil mânaları içinde tam hakkını almıştır.

·Namaz, hac, zekât, cihat farizalarında daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü, (İmperium romanum) un, rüyasına bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçeveler.

·Allahın eli topluluktadır buyuran Allah Sevgilisinin açtığı nûr ufkunda işte İslâm ve cemiyet yapısı!.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İSLÂM VE DEVLET

·İslâm, devlete, ruhunu uzviyete yapışık olması gibi sımsıkı bağlıdır; asla ayrılmaz ve onsuz uzviyet düşünülemez.

·Akıl erer mi ki, bütün kâinatı kucaklayan İslâm, insan kalabalıklarının maddî ve manevî yekûn kıymeti ve toplum iradesi olan devleti, sınırları dışında bıraksın?

·İslâmda halk, hakkın zâhiri ve hak, halkın bâtını olduğuna göre, İslâmî devletin tek ölçüsü Haktır ve biricik hâkimiyet onundur. Halkın değil, Hakkın hâkimiyeti...

·İslâmda halk, hak ve hakikatin esiri (teslim olmuşu) sıfatiyle gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz hür ve yine aynı bakımdan gerçek ve mükemmel olarak hudutsuz olarak bağlıdır.

·Öyleyse İslâm, en sâf ve mükemmel kavranış zaviyesinden, en ileri devletçiliğin en ileri hürriyetle aynı zaman ve mekânda birleştiricisidir.

·İslâmda halk, hak ve hakikatin esiri ( teslim olmu- ğıtmak bakımından kölelerin en zayıfı, yine Hakkın fert üzerindeki hakkını istemek bakımından da sultanların en kuvvetlisidir.

·İslâmda idare şekil yok, idare ruhu vardır; ve ulvî ve münezzeh İslâmiyeti, saltanat, cumhuriyet vesaire gibi toprak seviyesinde kalan basit ve iptidaî şekil ve kadro tercihlerine karşı her hangi bir alâkası mevcut değildir. O, Hakka esir bir fert hükümranlığını,başıboşluğa mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar; fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret idaresini hepsinden üstün görür.

·Evet; idare esasının mücerret ruhu noktasından İslâmiyetin ana prensibi, bütün cemiyet ve milletin seçtiği, benimsediği ve baş kestiği büyük ve merkezi şahsiyet gerisinde, imam ve arkasındaki cemaat gibi, en nizamlı bir düzendir. İşte İslâmiyetçe «ulü-l emr» diye anılan bu şahsiyetin reisliği altındaki devlet, zaman ve mekâna göre devlet ve idare şekillerinin en üstün ve ilerisi olacak mevcut şekiller içinde en fazla nefsanî saltanat şekline yabancı kalacaktır.

·İslâm devletinin reisi, o cemiyette en mütekâmil ve en ileri müslüman şahsiyet, onun verâsında Âlemlerin Efendisi olan Allahın Sevgilisi, onun da mutlak emirleri ve iradesiyle Allah...



İSLÂM VE İNKILAP

·Âlemde, zatiyle, kendi kendisine, kendi kendisinden ibaret kaldıkça hiçbir değer belirtmeyen iş ve mefhumların başında inkılâp gelir. Fakat bağlandığını gayenin vasıta ve usûlü olarak, inkilâp, her kıymetin üstünde..

·İnkılâp, taş ve toprak kütlelerini berhava edip hayat kurtarıcı yollar ve kanallar açmakta müessir bir infilâk maddesine, dinamite benzer bir şeydir. Böyle olunca o, yüzde yüz kölelik ettiği dâva ve hakikat kutbuna göre kıymetlenir. Yoksa aynı dinamit bütün bir medeniyet sathını da hissîzce ve anlayışsızca küle çevirebilir. Bu bakımdan, inkılâp, sırf, kendi nam ve hesabına hiçbir hak iddia edemez.

·İnsan tefekkürünün kopmaz yuları içinde sımsıkı zaptedilmiş koskoca ve iradesiz bir hayvan gibi, dinamit, sırf kendi nam ve hesabına, sadece patlamak ve yıkmak için patlamak ve yıkmak diye bir kuvvet imtiyazına mâlik olamaz. Mücerret inkılâp ruhu da, yalnız inkılâp için inkılâp temayülüne sapamaz. Bu takdirde, inkılâp adına mücerret ve münhasır değişmek ve değiştirmekten başka bir izah sebebi olmıyan ve umdeleri arasında, mücerret ve münhasır inkılapçılık diye bir madde bulunduran bir telakkiye şöyle hitap etmek yakışır: «Mademki sadece değiştirilicikten başka bir şeye aklın ermiyor, öyle ise sırf kendi prensibine sadık kalman için herşeyden evvel sen değiş, yâni yerini başkalarına bırak!..» Böyleleri, kendilerine ters telâkkilerden değil, bizzat öz nefslerinden gelen tezatlar karşısında iflâs ve izmihilâl halindedirler. Dâvasını bahâne, âlet ve usûlünü gaye edinen, her inkılâp, sadece öldürücülüktür...

·İnkılâp, eğer ulaşılmış bir hak ve hakikat manzumesinin kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit ve mutlak mihveri etrafında sonsuz bir hakikat aracılığı; hep o sabit ve mutlak mihverin pörsümez tazeliği ve solmaz yeniliği adına boyuna aramak, boyuna keşfetmek, boyuna değişmek, ermek olmak ve hiçbir durakta kalmadan terakki etmek demekse, İslâmlıktan büyük inkılâpçılık yoktur. Kâinatın Efendisi buyuruyor: «Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.»

·İslâm, dikkat ve sıhhatle hesaplânması gereken bu temel ölçüyü lif lif bağlı olarak, hem ayrı ve zıt nefsleri kendisine kendisine irca etmek, hem de kendi öz nefsi içinde ebedî bir (doğru), (güzel) ve (yeni) fâtihliğine memur bulunmak noktasından, ulvî mânada inklâp ve inkılâpçılık hakkının, merkezinden muhite ve muhitten merkeze doğru bütün teaddî ve taarruz seciyesiyle ve en ileri aksiyonculukla zenginleştirilmiş, muhteşem ve mükemmel sistem...

·Gören göze ayandır ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar her hâdisede olduğu gibi, inkılâp iş ve mefhumunun hakikati de İslâmda...

·Her şeyin, etrafında döneceği, olacağı bulacağı kıl kadar yerinden kıpırdamaz, sabit ve mutlak mihver, İslâmda Şeriat’tır. Şeriatın red ve mahkûm etmediği her şey de İslâmda serbest; sade serbest değil, iyiliği, doğruluğu ve güzelliği nisbetinde yerine getirilmesi lazım gelen bir emirdir. Gerçek iyi, doğru ve güzel her şeyse İslâm Şeriatinin engeline çarpmak şöyle dursun,himaye kanatları altında muhafazalıdır.

·Günümüzün, inkılâp mefhumunu batıran mâkûs yobazlarına tam bir nazire mi istiyorsunuz? Bir zamanların, Şeriat lâfından başka bir şey bilmeyen, bu ilahî hükümler kadrosunu kendi havasız ve ışıksız ruhunun içinde görmeye, benimsemeye kalkışan ve böylece herşeyden evvel Şeriate ihanet eden mebsut yobazlar! Her «yeni»ye «bid’at» klişesini basan ham ve kaba softa, İslâmın ebedî ölçülerini sımsıkı ölçülerini sımsıkı tutmanın displin nizamından doğma mübarek «Şeriat» kelimesini iç hakikatiyle asla bilmeyendir. Eğer bu yobaz, İslâmın ebedî doğruluk, güzellik ve yenilik ruhunu kendi buzlu nefs ikliminde kaskatı donduruyorsa, kabahati, bu iklimin Müslümanlığa uzak oluşunda aramak lâzım değil midir? Halbuki, yüzü cenuba doğru bir ham ve kaba yobaz tip, yüzü şimale doğru başka bir ham ve kaba yobaz örneğine bakıp, kabahati, her kabahatten tem münezzehlik plânı olan mukaddes İslâm Şeriatinde buldu. Sahte bir sarık, kapkara bir ağız, simsiyah dişler ve sonunda kaba, küstah ve ahmak edanın sahipleri, bizzat kendi torunlarına artık öz temizlik rengi sarığın, nûr yuvası ağzın, inci gibi dişlerin ve eşsiz bir incelik ve tatlılık ve derin edasının temsil edeceği gerçek iman hakikatini bir daha aratmaz oldular ve olanlar oldu. Bütün hikâye ve macera bundan ibaret; ve Tanzimattan beri inkılâp lâfından başka kelime bilmeyen hareketçiklerin içyüzü de bu kadar!..

·İslâmlığı, kendi öz vatanımızdaki tecellileri ve kendi öz ve mahrem çehresindeki nâmütenahî derin ve asil istiğna ifadesiyle, bir takım ezberci inkılâplara karşı fevkalâde ince girift ve her iki yobaz örneği tarafından örselenmiş mevkiini evvelâ tesbit edelim; ve sonra hemen damdan düşercesine belirtelim ki, tarih boyunca hak ve hakikati arama yolunda yapılmış ve özenilmiş ne kadar inkılâp varsa hepsinin alıp bulamadığı ve çırpınıp eremediği şey, İslâmdadır. Ve her şey, İslâmı, onu dışarıdan hiçbir şey katmaksızın, kendi işinde arayıp bulmaktan ibaret, nâmütenahî basit ve bir o kadar girift bir dusturda toplânmaktadır.

·Büyük Fransız inkılâbının, sosyalizma hareketlerinin, kominizma ihtilalinin, faşizma ve nasizma, liberalizma ve kapitalizma vesairenin bütün bir birine zıt ve bir biri için müşterek cepheleriyle, isteklisi ve gönülüsü olup da en yanlış dağıtmalar ve toplamalar içinde kaybettikleri hak ve hakikat parçaları, her zıddı barıştıran ve bağdaştıran yekpâre bir âhenk plânında ve tam bir bütünlükle İslâmdadır.

·İnkılâp ve inkılâpçılık; hak ve mutlak din Peygamberinin mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak demektir! Şu (damping) malları kadar ucuzlatılan inkılâp ve inkılâpçılık mefhumunun ( radyum) derecesinde nadir cevheri de, bizdedir. Gül bahçesine dağdan boşanan öldürücü sel halindeki inkılâp, kurak toprağı gökten serpilen diriltici yağmur şeklindeki inkılâbı kıyaslarsanız, katil bıçağı ve operatör neşteri arasındaki farkı ve inkılâbı İslâm gözlüğünden görmüş olursunuz.



İSLÂM VE SİYASET

·İslâmın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir: Bütün insanlığın İslâma teslim olmasını sağlayıcı usûl... Teslim olmakda selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslâma ermek, İslâma ermekde sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslâm siyasetinin baş hedefi, İslâm ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.

·Siyasetinin bu esasi hedefi yolunda İslâm, iki esasi vasıta kullanır: Kılıç ve kalem.. Kılıç maddeyi kalem de ruhu fethetmenin bütün vasıta ve âletlerine şamil iki remzidir.

·İslâm, topyekûn madde ve topyekûn ruh kadrosunda hakikî fâtihliği emreder ve hakikî fâtihlerin ulvî iş çerçevesini belirtir. Bu yüzdendir ki, İslâm siyasetinin ana gövdesi, madde ve ruh fâtihliklerinin sayısız iş ve fikir dalını nefsinde düğümleyen yekûn hattıdır.

·İslâmın madde fâtihliğindeki âleti kılıca, orak, sapan, kazma, balyoz, makine, motor, bütün inşa ve imal âletleri; İslâmın ruh fâtihliğindeki âleti kâleme de, kitap, kürsü, ses, çizgi, edâ, ifade, bütün telkin vasıtaları girerken, bunlarla bu soydan herşeyle mukaddes gayeyi devşirmek için ne kadar yol, çare, şart ve usûl varsa hepsine birden enfes ve mükemmel nazariyle bakılacak ve bunlardan hepsine birden el atılacaktır. Tek, Allahın ve Peygamberinin emirleri muzaffer olsun...

·Ferdînden cemiyetine ve dünyasına kadar İslâm siyasetinin ruhu, babaya, anneye, evlâda, kardeşe, dosta, muhite, cemiyete, yabancı fertlere ve milletlere gerçek kurtuluş yolunu maddî ve manevî her vasıtayla göstermek, belirtmek, benimsetmek ve sevdirmektir. İslâmın muhabbet telkini dehâsı, kendisini sevdirmek isteyen bir kadının tavır ve hareket dehâsını geçmelidir. Bu çetin işde de fertlerin ve cemiyetlerin imkân ve istdatlarını son derece dikkatle hesap etmek ve nâzik âletleri tamir ve ihya ederken gösterilen inceliğe sahip kılmak başlıca usûldür.

·İslâm siyasetinde usûl, kılıç yolunda hudutsuz bir doğruluk ve adâlet, kâlem yolunda da sonsuz bir güzellik ve zerâfettir. Her iki yolun da gayesi «kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, soğutmayın!» mealindeki Hadis emrine tam uygundur. Neticede her yoldan ne yapılırsa yapılacak, fakat inandırılacak ve sevdirilecektir.

·İslâm, günlük, istismarcı, miskin, hasis, sadece hile için hilekâr politikadan nefret eder ve kendi vecd ve aşk hamurunun kıvamında buna yer veremez.

·İslâm siyasetinde, 24 saatlik hayata hâkim olmak dâvasını güden cüce açık gözlülüklerden hiç birine yer yok!; ebedî hayata nailiyet yolunun dünya ve cemiyet tedbirlerini arayan büyük ve muhteşem zekâya ise baş üstünde yer vardır. Bu zekânın rakip ve düşman millet ve dünyalara karşı, politikası da, İslâmın iç ve dış oluşumu köstekleyici her hale mâni tedbiri almaktır. Sırasında kuvvet sırasında hud’a, sırasında idare... «Harp hud’a demektir!» emri...

·Bütün bu bakımlardan,en muğdil, en girift,en açık, en sade, en mürekkep,en basit, en sâf, en kurnaz, en kahraman, en hud’acı, en sert, en yumuşak; ve eşya ve hâdiselere her ân baş eğdirme mefkûresi altında eşya ve hâdiselerin her ân icabına baş eğen, incelerin incesi ve derinlerin derini siyaset, İslâmdadır.



İSLÂM VE ADALET

·Âlemde tek adâlet kaynağı, İslâm...

·Adâlet, hakkı «mâvuzua leh»ine, lâyık olduğu yere koymaktır. Bir şeye hakkını vermek, onu dengi olan karşılığı kavuşturma, gereğine erdirmek. Bir şeyi o şey ister bir mâna, ister bir madde olsun, uygun olduğu hak makamına oturtmak, nispet belirttiği ölçü plânına çıkarmak, muhtaç olduğu kıymet vahidine ulaştırmak... Adâlet budur.

·En büyük, nâmütenahî büyük hak Allahdır ve bütün bu kâinat onun tarafından yaratılmış olmak makamına oturtulunca, kalbde imanın ilk şartı ve bu hak tecelli eder. En büyük haksızlık da bunun aksi.. Mükafat ve cezaları da en büyük hakla, en büyük haksızlığa göre... Bu bakımdan her mâna ve maddenin, kalıbına nisbetle oturtulacağı yer, ulaştırılacağı karşılık, kavuşturulacağı ölçü, ayrı ayrı..

·Hakikatin, yerini bulmasından ve bir cisimle onun kumdaki yatağı arasındaki intibakı kazanmasından ibaret olan adâlet, zat ve tecelli, keyfiyet ve takdir, iş ve karşılık olarak, iki kefeli bir terazi halinde, iki cepheli bir oluş ve muvazene arzeder; ve içimizle dışımızı denkleştirici ruhî ve maddî, ferdî ve içtimaî, bütün kıymet hükümlerini kuşatır.

·Anlaşılyor ki, adâletin, en mücerret fikirden en müşahhas medde tezahürüne kadar, hudutsuzdan gelip hudutluda meydana çıkan bir kök ve dal mâhiyeti vardır; ve insanoğlunun amelî mânada adâletten anladığı, onun cemiyet münasebetlerindeki müşahhas tezahürlere bağlıdır.

·Adâletin tam zıddı olan zulüm de, eşya ve hâdiseleri, nispet ve liyakat belirttikleri makamların, plânların, ölçülerin dışına çıkarmaktan başka bir şey değil. En büyük hakka karşı en büyük zulmün ne olduğu kendi kendisine anlaşılıyor: Allahı inkâr.. Nefsin kendi kendisine zulmü..

·En hâlis ve mutlak adâlet emirleriyle, en sağlam ve keskin zulüm yasakları sadece İslâmdadır. Ve İslâmda örgüleşen adâlet emirleriyle zulüm yasakları, cemat, nebat, hayvan ve insan, her şeyin, her maddenin, her mânanın ve bütün bunlar arasında her münasebet şeklinin hakkın sımsıkı çerçevelemiştir. Bütün dünya kadrosunda hakkını isteyen kim ve ne varsa bize gelsin!.

·Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir. İslâm adâleti öyle bir şeydir ki, İslâma inanmayan bile onun adâletini şekilde tatbik etmekle dünyasını olsun kurtarır. Müslüman için de en üstün adâlet görüşü Allah neylerse onu adâletin ta kendisi bilmek, bu sırra akıl ulaşmanın muhal olduğunu anlamak ve adâleti Hakkın emirlerine noktası noktasına riayette aramaktır. Adalet, ne türlü olursa olsun, Allahın işi; ve bize, mutlaka şu ve bu türlü olarak Allahın emri..

·İnsan hayatına kıyanların hemen başlarını uçuracağına, onlara hayatını bağışlayan; ve hırsızlık edenlerin derhal kollarını keseceğine kendilerine hapishane köşelerinde rahat rahat geviş getirecekleri yataklar ve sanatlarını ilerletecekleri dershaneler hazırlayan zihniyet, birer kötü kişiye medeniyet göstermek için bütün iyi kişilerin hayatına ve malına kıymış olmak mânasındadır. İslâm adâletinden başka her ölçü, bizce cezalandırmaya yeltendiği kötülükle bilmeden ittifak halindedir.

·İslâmda hâkim, bütün devlet ve millet manzumesinin bağlı olduğu kök telakkiye ait ölçülerin müstakil kazaî temsilcisidir. Bu hüviyetiyle o, devlet ve hükümet, reislerine, herhangi bir çöpçüve dilenciden ayırt etmez bir irtifadan bakar.

·İslâm adâletini ışıldattığımız ve insanlığa serpmek istediğimiz çağlarda en küçük kazancımız Viyana surları önünde boy göstermek oluysa, o adâleti paslandırdığımız devirlerde de en küçük kaybımız yurt dışını düşmâna ve yurt içini eşkiyaya sardırmak oldu. Ondan sonra da, her zaman ve mekâna ait ebedî adâlet hazinesinin anahtarını cebimizde taşıdığımızdan habersiz, çapraşık ve dolambaçlı medeniyet dünyasının binbir icabı karşısında, bir adâlet buhranından öbürüne atlayarak, adâlet adına boyuna zulüm kopyacılığı yapmaktan ve en hâs ve halis zâlimleri sürü sürü türetmekten başka işimiz olmadı.



İSLÂM VE MÜLKİYET

·İslâm ve mülkiyet, yahut İslâm ve malî adâlet, yahut İslâm ve iktisadî nizam... Tek kelime ile, İslâm ve bugünkü dünyanın ana derdi olan kazanç ve hak taksiminde kurtarıcı ve erdirici sistem...

·İslâm nasıl en üstün hürriyet ifadesi içinde en sıkı disipline, hem hürriyet ve hem de displinin haklarından hiç birini incitmeden mâlikse, ferdî mülkiyetle ferd üstü içtimaî tasarruf hakkına da aynı kaynaştırıcı âhenkle sahiptir.

·Zaten İslâm, her bakımdan bütün zıt kutuplar arasındaki iyilikleri zatında toplayan kötülükleri tasfiye edici ulvî ve ilahî ahenk ve terkip demektir. Hangi dâva, aks-i dâvanın tegallübü karşısında hakkından bir şey kaybettiğini görür ve hangi aks-i dâva, dâvanın tahakkümü altında hakkından bir nokta çalındığını hissederse, ikisi birden gelsin ve kendilerini artık ortada kendilerinden hiçbir hüviyet kalmayarak İslâmda tatmin etsin!.. İşte Kapitalizma ve Liberalizma ile Sosyalizma ve Komünizmaya edilecek tavsiye budur: «Buyrunuz; birbirinizde bulduğunuz karşılıklı sakatlıkların bir arada tasfiye edildiğini görmek ve her biriniz ayrı ayrı nefslerinizde vehmettiğiniz değerlerin bir arada hakikatine kavuşmak isterseniz, isminizden ve cisminizden, ruhunuzdan ve hüviyetinizden zerre kalmıyacak tarzda, İslâmda fânî olun, eriyin, yokluğa karşın ve her şeyi bulun!»

· Evet, bugüne kadar insanoğlunun uzanabildiği ne kadar iktisadî ve içtimaî sistem varsa –ki İslâm bunlardan hiçbiri değildir ve hiçbiriyle isimlenmez – hepsinin de iyi taraflarından tek mahsup halinde bütün kıymeti, aslı ve hakikati İslâmdadır. Kötü taraflarının panzehiri de yine İslâmda...

·Böylece hudutsuz ve murakabesiz fert mülkiyetinin, zıt sistemlerce son derece haklı olarak çerçevelenmiş bütün kötü ve zararlı istismar ve ihtilâtlarını dibinden tasfiye edilmiş görmek isteyenler İslâma buyursun! Ve ferdî mülkiyet hakkından mahrum edici telâkkilerin, yine aykırı rejimler tarafından gayet doğru olarak belirtilen bütün öldürücü tesirlerini temelinden önlenmiş görmek isteyenler yine İslâma buyursun! Ayrıca iki cephenin de ne kadar iyi ve faydalı tarafı varsa, en erişilmez, nisbet ve kıvam miyarı ve üstün hakikat ruhu içinde topyekûn ezelden zaptedilmiş olduğunu görmek isteyenler, bilhassa İslâma buyursun!

·Ferde alabildiğine mülkiyet hakkı veren İslâm, ferdî içtimaî mal evine (beytülmâl) ve öbür fertlere karşı bağladığı kutlak kayıtlarla, dâhhameleşmiş başı boş sermayenin bütün istismarcı, ihtikârcı,murabahacı,, maddeci ve zorba temayüllerine hiçbir dayanak noktası bırakmamıştır.

·İslâmda, alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdî ve mülkiyeti varabildiğine içtimaîleştiren ve bu mefkûrevi kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı halinde biri âmir ve öbürü mâni, iki kurtarıcı ve erdirici şart: Birinin farz ve öbürünün haram oluşiyle Zekât ve Faiz..

·Sadece faizin haram ve zekâtın farz oluşu – ki bunlardan her birini öz çerçevesi içinde nokta nokta ve çizgi çizgi incelemek lâzım – iktisadî ve içtimaî ilimlerden anlıyanlarca haddinden fazla yüklü kafasını yarasalar gibi duvardan duvara çarpan Yirminci asır dünyasının en dolambaçlı meselelerini bir anda düzeltmeye ve elinden kaçırdığı iktisadî ve içtimaî saadetin düzenini temelleştirmeye yeter.

·Bitişiğindeki evde aç varken sofrasına ilişebilmiş insanı kendinden saymayan İslâm ruhu, sermayenin, oturduğu yerde ter ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize sed çekici; ve belli başlı bir haddin üstündeki her 40 vâhidden birini içtimaî tasarruf yoliyle bir taraftan muhtaçlara dağıtıcı ve bir taraftan sermayeyi budayıcı ve mala tahâret ve ibâdet teklif edici iki şartiyle, kör ve sağır Yirminci Asır dünyasının, muhtaç olduğu yegâne kurtarıcı ve erdirici sistemidir.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
İSLÂM VE ORDU

·İslâm, ordu ve askerliği sımsıkı tutar.

·Eski Türklerin «Altın ordu» ve Almanların «Büyük ordu» mefkûreleri bizzat mâlik bulunmadıkları hakikat ve ruha dayalı olarak, İslâmdadır.

·İslâm, «herkes ne yaparsa yapsın, ben kendime bakayım» diyen ferdî ve pasif bir müessise olmadığı, her ferdî tek tek ve bütün insanlık plânını topyekûn kurtarmaya memur biricik ve aktif bir ruh temsil attığı için, hiçbir ferdî, hiçbir cemiyeti ve hiçbir dünyayı kendi haline bırakamaz; mutlaka kurtarmak ve ebedî devlete ulaştırmak ister. Bunun için de, fikir ve mâna ile dolu, maddî kuvvet ordusunu teşkilâtlandırır. Farz olan cihâdın, İslâm devletine yüklediği vazife...

·İslâm düşmanlarının anlayamadıkları ve anlayamıyacakları şudur ki, bir operatörün elindeki neşter gibi, İslâm ordusunun kılıcı, yalnız merhametin, âzâmî lutuf ve ihsanın âletidir. Zira, ameliyat olmamak için tepinen bir ölüm hastasından farksız olanları, istedikleri kadar tepinsinler ve çatlasınlar, kurtaracak, hem de zorla kurtaracaktır.

·İslâmın gönül ve iman tarafında zora yer yoktur; ve dinde ikrah olmadığı, Allahın emridir. Fakat son safhada işi gönlün nihaî hükmüne bırakan İslâm, ilk safhada, gönlü karartan bütün pasları kaldırıcı ve onu bütün menfi tesirler dışında kendi karariyle başbaşa bırakıcı maddî tedbirleri bilfiil almakla mükelleftir. Amelîyattan sonra saadete kavuşan hastanın doktora minnettarlığını düşünelim!.

·İslâmın kılıcı bizzat merhamettir. Hıristiyanlıktaki sun’î merhamet edebiyatı değil..

·Ölümsüzlüğü getiren İslâm, zaferden sağ salim dönenle, kanını cenk topraklarına içirip Allah uğrunda ölene ait olmak üzere, ordusu için iki eşsiz ölümsüzlük rütbesi getirmiştir: gazi ve şehid.. Hiçbir ordu mefkûresi, dâva ve aksiyon yolundaki mücadeleci insanoğlunun ayaklarını, bundan daha sağlam iki temel üzerine dayayamaz.

·İslâm ordusunun gayesi «Allah adını yükseltmek» tir. Böyle bir nâmütenahîlik pınarından su içen ordunun, beşeri akıl ve ilimle donatılmış ve en ileri ve en pırıltılı bir nizam belirtmesi, bu nizamın insan ve âlet vahidleriyle şiir üstü bir dış mimarî ve insan üstü bir iç ruh belirtmesi şarttır.



İSLÂM VE MÜSBET BİLGİLER

·«Beşikten mezara kadar ilim dileyiniz!» ve « ilmi Çinde bile olsa isteyiniz» ve «Allahım, bize hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak göster!» ve «Allahım, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi belirt!» mealindeki dört hadîsle ve daha niceleriyle Peygamberler Peygamberinin, kâlemini nûr hokkasına batırarak yazdığı hikmet, İslâmın umumiyetle ilim ve bu arada müsbet bilgiler karşısındaki vaziyetini tam olarak tesbit eder.

·Garplı, bu emirlerin kudsiyet menbaına bağlı bulunmaksızın, farkında olmadan onlardaki hikmeti yerine getirdiği içindir ki, denizleri, kararları ve havaları, fethetti. Halbuki bu oluş hakkı da, her hak gibi ezelden ve yalnız müslümanlarındı.

·İnsan kafasının eşya ve hâdiseler üzerindeki tecessüs ve hâkimiyet hakkını tatmin cehdiyle hareket eden Garplıya karşılık, eğer atom bombasını bizim dünyamız icad edemediyse, kabahati, sadece iyi müslüman olamayışımızda arayalım!.

·Aya biz gidecek ve oraya, bilmem kaç yıldızlı Amerikan bayrağı yerine tevhid livâsını biz dikecektik!

·Ne yazık ki, Garplının, sırf madde âlemini çepçevre ihâta ve sımsıkı tasarruf gelen ham kuvvetiyle bizi sarsmaya başladığı günlerde, hemen yapılması gereken nefs muhasebesine bağlı olarak müsbet bilgiler şuuru bize dinîn bir emri telâkki edileceğine, din âlimi geçinenlerimiz arasında, bisiklete şeytan arabası ve matbaaya küfür âleti diyenler bile oldu; ve o zaman bu gübre kafalılara «asıl siz bu hükmünüzle yaklaşıyorsunuz!» diyebilenler çıkmadı.

·Garplı, fânî madde âleminin marifetlerini, fânî müsbet bilgiler lâboratuvarının icatlariyle teshir eder, fânî dünyanın sathını baştan başa tahakkümü altına alır ve böylece Doğu çevresindeki üstün ve ebedî hayat mümessillerini de kulları ve köleleri haline getirirken, İslâm dünyasının içinden bir fert çıkıp da avaz avaz şunları haykıramadı: «Yahu İslâmlığın zuhurundan bir-iki asır sonra Şark ve Garp dünyalarının dış manzarası, bugünkü Şark ve Garp dünyalarına ters tarafından tamamiyle uygundur! O vakit biz, meşhur seyyah (Marko Polo) yu hayran bırakan, fildişi, baharat, kâğıt, billûr, ipek, amber ve binbir san’at eşyası yüklü kervanlarımız ve bunların indiği kervansaraylarımızla, hâlâ (Holivut) simsarlarına rüya filimleri çevirtici bir hayat yaşamaktayken, Garplı,sürdüğü domuzlarla aynı gıdayı alıyor ve aynı hayatı yaşıyordu. O vakit, hakkını verdiği ruhla beraber maddeyi de tasarruf eden Şarklı, bugün ruhun hakkını bomboş bıraktığı halde müsbet bilgiler sayesinde eşyaya tahakküm eden Garplının önünde inhizama uğramış bulunuyorsa, elinden kaçırdığı için, haline ağlasın; kendisini kendi öz dâvasına ihanet etmiş bilsin ve Allahtan af dilesin»

·İslâm, müsbet bilgiler manzumesini, dünyaya değer verdiği nisbette kıymetlendirir. Nasıl dünyanın değeri hakikatte sıfır, fakat âhirete ekim sahası olmak bakımından nâmütenahî ise, müsbet bilgiler de, ruh değerleri önünde âdi ve sefil oyuncaklar tezgâhı, fakat ebedî hayat işçilerinin hamle ve hareket vasıtası olarak hudutsuz kıymettedir.

·Bütün mücerret ilimlerin yanında müsbet bilgiler cehdi, İslâmda, aynı zamanda her müslümanın ilahî hikmet ve nimeti her vecihten tefahhus, müşahede ve onunla faydalanmak borcu olarak da, aslî gayeden kıl kadar inhiraf etmeksizin, ulvî vazifeler ve ameller arasında yer alır.

·Herşeyle beraber müsbet bilgiler tohumunun da Peygamberler eliyle gelmiş olduğunu düşünmek, hepsi de İslâm çizgisi üzerinde bulunan Allah Resûllerinin ve onların hepsini birden tamamlayıcı en Üstün Resûlün hak din zaviyesinden müsbet bilgilere ait kıymet hükmünü gösterir.

·Memuriyeti, öteleri fethetmek olan insanın evvelâ bu dünyayı fethetmesi veya sadece dünya fâtihlerinin esiri olmamak için aynı fâtihliği elinde tutması, buna da müsbet bilgiler marifeti yolundan ulaşması, memuriyeti icabıdır.



İSLÂM VE GÜZEL SANATLAR

·İslâm, başta edebiyat, gerçek zemini bulmuş bütün güzel san’atların en kuvvetli himayecisi...

·Başta edebiyat... Zira İslâm, erişilmez, şiir ve edebiyat çerçevesine girmez, beşeri hiçbir ifadeye sığdırılamaz bir ilahî mucize halinde, söz hârikasının mutlak ve münezzeh, zirve noktasına maliktir: Kur’an, Allahın kelâmı...

·Böylece, en üstün mucize olarak, bütün benzerlik ve eşitliklerden münezzeh, nihaî fesahat ve ilahî söz san’atını çerçeveleyen İslâm, ilahî sırların en dolambaçlı yollarını en çevik usûlle aramak diye gayelendirebileceğimiz beşeri sanatın da, elbetteki ki, himayecisidir.

·Zaten İslâmın, fesahat tılsımına bağlı bir muhit üzerine nihaî fesahat mucizesiyle inişinde gerçek zeminini bulmuş söz san’atını en sıcak ve sevimli bir yüzle karşıladığına dair derin bir işaret bulunsa gerektir.

·San’at ki, bizim gözümüzde en çevik ve en gizli usûlle Allahı aramanın müessisesidir; nâmütenahî mücerrede, yâni aslî gayesine yaklaştıkça İslâmda değer bulur. Bu bakımdan, bütün İslâm san’atlarından mücerredin şiiri tüter. Taş, halı, gergef ve kâğıt üzerine aksettirilmiş bütün İslâm ruh plâstikası, mümkün olduğu kadar kaba ve bayağı müşahhastan uzaklaşmanın ifadesidir. Bunun içindir ki, İslâm, kaba ve bayağı müşahhası azizleştirmekten başka bir şey olmayan putlaştırma işinden ve putlardan nefret ettiği kadar, kaba ve bayağı müşahhasa yardımcı sanatları da sevmez. Hiçbir şey bilmeksizin resim ve heykelden tiksinen bir softa ile, onları gerçekten sevmeyen olgun bir müslüman arasında işte bu anlayış farkı vardır.

·Buna rağmen (plâstik) san’at eserleri ihtiram mevkiinde kullanılmamak, mevzuuna karşı bir azizleştirme gayesi gütmemek ve içtimaî bir faydaya bağlı olmamak şartiyle, İslâm şeriatince câizdir.

·Mücerredin san’atı olan musiki ise, müşahhas kadroda belli başlı kötülüklere âlet diye kullanılmadığı ve ilâhi vecde ve ulvî tefekküre zemin teşkil ettiği nisbetinde güzel ve makbul...

·Hacimlerin birbiriyle ihtilât ve nisbetinden, madde içinde madde üstü bir fikir bestesi yuğurmak diye çerçeveleyeceğimiz mimari san’atının İslâmda nerelere kadar vardığı ve ufukları nasıl süslediği malum...

·İslâmın güzel san’atları himayesi, bütün güzel sanat şubelerinin teker teker kendi kemâl ve aslîyet çilelerine eş olarak, onların en büyük sırdan, mücerredin sırından haberci olmak ve kendi kemâl ve aslîyetine yaklaşmaktaki hisselerine bağlıdır. İslâm, her gerçek ve ulvî san’atın, o san’atı kendi kemâl ve aslîyetine irca eden büyük himayecisidir.



İSLÂM VE KADIN

·Her madde, her mâna ve her şey gibi kadının da bütün vücud ve hikmeti, keyfiyeti ve mevkii İslâmda...

·Kadın, İslâmda, kendisine Şeriat yolundan ulaşmak şartiyle sevgili bir varlıktır. Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberi ki buyurmuşlardır ki: «Bana dünyanızda üç şey sevdirilmiştir: Kadın, güzel koku ve namaz...»

·Hemen anlamak gerektir ki, meşru şekiller ve hadler içinde kadına bağlılık, Yeryüzünün Efendisi ve Peygamberler Peygamberinin mizacına uymak bakımından İslâmi ve makul bir hâdise... İslâmın zâhir ve bâtın çerçevelerinin bütün kahramanları bu şekiller hadler içinde kadına bağlı kalmışlardır. Ruhbaniyet kabul etmeyen İslâm, batinî büyük marifet yolunda nefs körletmenin usûlu olarak kadından uzak durmayı kabul etmez. Aksine büyük marifet yolunda, meşru şekiller ve hadler içinde kadın alâkası şarttır.

·Kadın, İslâmda, her şeyden evvel derin bir hayâ mevzuudur: ve bütün mahrem köşeleriyle çepçevre hisarlar ortasında yükselen bir saray gibi, edep, ismet ve gizlilik surlariyle halkalanmıştır.

·Mukaddes İslâm Şeriatı, kadını, her noksaniyle kocasının nazarlarına helâl olarak teslim ettikten sonra, onun cemiyet hayatını, mahremi bulunduğu veya bulunmadığı insanlara karşı ayrı ayrı görünüş şekilleriyle ve son derece sarahatle tanzim etmiştir. İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve bütün nazarlara karşı kadın, yüzünden, el ve ayaklarından başka hiçbir noktasını çıplak olarak gösteremeyecek derecede hayâ ve hicap ifade eder. Tek bir saçın bile dâhil olduğu bu hayâ ve hicap şartları yerine geldikten sonra kadın, aynı İslâm cemiyet ve beldesinin aynı meydanında en faal ve en vazifedâr bir unsur olabilir.

·Kadını kafes arkalarına ve haremlere hapsetmek, hiç kimsenin karşısına çıkarmamak ve topuğundan saçına kadar simsiyah bir torba içine sokup öylece ve bir ân için cemiyet koridorundan geçiri vermek, İslâmi ölçü ve gereklerin emrettiği bir iş değildir. Her bakımdan mükemmel olan dine bir şey eklemek veya ondan bir şey eksiltmek, dinî anlamamaya ve nihayet ya ham ve kaba softalığa ve kör-kütük anlayışsızlığa varacağına göre asırlar boyunca Türk cemiyetinde kadının halini, dinî vecd ve idrâkten mahrum ham ve kaba softaların esiri diye mütalâa ve bu halden İslâmiyeti tenzih etmek lazımdır. Şer’î ölçülere bürülü olarak kadın, İslâm cemiyet ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.

·Ayrıca kadın, mücerred kadın olarak,mücerred güzellik ölçüleriyle, ancak İslâm Şeriatinin gizlenme hadleri ve görünme şartları içindedir ki, tesir ve kıymetinin azamisine ulaştırılmıştır. Kasap dükkânlarında kuyruğuna kadar yüzülmüş çırçıplak etin vahşetini esiri bir tılsıma götüren örtü sırrı, münhasır (estetik) göziyle de yalnız İslâmdadır.

·İslâmda kadın,içtimaî vazifeler arasında yalnız iki tanesinin ehliyetine malik değildir: Biri imamlılık, öbürü hakimlik... Bunda da son derece ince bir hilkat sırrı güden İslâmiyet, her şeyden evvel hissîlik ilcaîlikten uzak bir erkek seciyesi isteyen bu iki işte başka kadına hiçbir içtimaî vazifeyi yasak etmemiş, fakat kadının en yüksek ve ulvî mevkiini, onun ve erkeğinin yuvası olarak göstermiştir.

·Kadın; anne, hemşire, zevce; güzellik bakımında kadın, içtimai vazife noktasından kadın, hilkat sırrının maddî ve mânevi bütün tecelli şekillerini İslâmda arasın ve yanlız onunla övünsün!



DIŞI VE İÇİYLE İSLÂM

·İslâmın dışı Şeriat, içi Tasavvuf... O’nu, kâinatın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı Allah Sevgilisini, üzerinde bütün hilkat mimarisinin ışıldadığı bir saray farz edecek olursanız Şeriat o sarayın dışı Tasavvuf da içidir. Bütün ölçüler ve geçitler dışarıda, varış ve erişlerde içeride...

·İslâmın topyekûn ruhu, hikmeti, ahlakı, edebi, eşya ve hâdiselere bakışı, bu dünya ve ötelerin dış ve iç nizam sırrı, var oluş sebebi, ölümsüzlük yolu, bütün illiyetler ve gâiyetler, her şey, her şey tasavvufta...

·İdeolocya Örgümüzün bu noktası, nâmütenahî derin tasavvuf bahsinin ona yakışır bir derinlikle işlenebileceği yer olmadığı için, meseleyi kalın hatlariyle ve sadece başlık ifadesiyle ele alıyor ve bildiriyoruz ki, İslâm tasavvufu karşısında apışan ve gözleri kamaşan, Bâtılı, daima olduğu gibi, onu , dış ve aldatıcı çizgileri içinde heceleyip ( Neo-Plâtonizm – Nev Eflâtuniye – Yeni Eflâtun-culuk) mektebine bağlamış, sonradan kurulma ve bu mektepten aparılma bir müessise diye göstermeye yeltenmiş ve İslâmı yalnız zâhir plânındaki dış mimarisinden ibâret bırakmak istemiş; tasvvufun mutlak olarak Allah Resûlünden gelici ve O’nun kainat özü mukaddes bâtınında fışkırıcı ebedî hayat mâdeni olduğunu anlayamamıştır.

·İslâmdan sekiz asır sonra türeyen bazı maddeci mankafalar da, tasavvufu topyekûn inkâra varmışlar böylece üç buudlu din hacmini derinlik buudundan ayırıp satıh haline getirmişler ve yine böylece, ister istemez bâtılı görüşle birleştiklerinin ve ona destek olduklarının farkına varamamışlarıdır.

·Tasavvufun, «Allah kâinatı insan için, insanı da kendi mârifeti için yarattı» düsturu, bu suretle nihaî hesabı mutantan şekilde verilen oluş sırrının, biri dış rejim, şeriat, öbürü de iç rejim, tasavvuf olarak her ikisi de birbirinden kopmaz, ayrılmaz ve tecezzi kabul etmez bir bütün halinde en parlak ifadesidir.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
FASLEDİCİ TARİH ÇİZGİSİ

· Daha evvelki loş devirlere ait masal iklimlerini bir kenara bırakalım; kaydetmiştik ki, 1 inci, 2 nci, 3 ncü, 4 üncü, 5 inci ve 6 ıncı asırlarda Türklüğün bütün varlık hülâsası, kasırga gibi, çağlayan gibi, şimşek gibi, yıldırım gibi, henüz billûrlaşmamış, kalıbını bulmamış, sabit medenî ifade çizgilerine erişmemiş, mücerred ve serâzad bir hayatiyet akışından ibarettir. Ve bu mücerret hayatiyet, yeleleri alevlenen atların cidago kemiklerine bağlı, ruhuna büyük muhteva çatısını yerleştirerek büyük iman mimarîsine istekli, asırlar boyunca aktı durdu.

· 7 nci ve 8 inci asırlarda Türklük, kısım kısım ve parça parça, İlâhî binanın ulvî bedaheti önünde ve en asîl teslimiyet edâsı içinde İslâmlığı kabul etti ve kılıciyle ruhunu ona bağışladı.

· 9 uncu, 10 uncu, 11 inci, 12 nci asırlarda, Türklük, edindiği ruhî muhtevanın ışıklarını en sâdık ve hususî bir tahassüsiyet ve tefekküriyet billûrundan aksettirerek yine kısım kısım ve parça parça, en parlak medeniyet protoplazmalarını örmeğe başladı.

· Bizim, devlet ve cemiyet, eser ve hamle, dâva ve siyaset halinde ve dünya çapında gerçek medeniyet ifademizi bulmamız, Osmanlı kuruluşiyledir: 13 üncü asır...

· 14 üncü asır, bazı sâiklerin tepeden indirdiği çözülüşlere rağmen, vecd, aşk, nizam, tedadî ve taarruz devrimizdir. Bu teaddî ve taarruz, iki zıd medeniyet dünyasının muhasebesi halinde Batıya doğrudur.

· 15 inci asırda ve aynı vecd, aşk ve nizam içinde, taarruzumuz, Batı dünyasından yeni bir safhaya esas olacak kadar büyük bir zafer iklili kuşandı.

· 16 ncı asırda, tarihin en büyük İmparatorluğunu kurmuş, fakat artık gurur ve hissizliğe sapmış, doğmakta olan Batı dünyasının tahammuruna dikkat edemez olmuş, vecd ve aşkımızı dondurmaya başlamış bulunarak, itilânın zirvesindeyiz.

· 17 nci asırda, donan, kabuk tutan vecd ve aşk, hikmetleri kör nefsaniyet ve şahsî idrakine kurban edici zümre mânasına ham softa ve yobaza meydanı terketti; ve maddî ve mânevî en şanlı taarruz hamlemiz, birdenbire en hazin bir müdafaa çabalamasına döndü.

· 18 inci asırda, artık aklın madde üzerindeki tecessüs ve tefahhus hakkını sistemleştirmeye ve bu sistemin ilk yemişlerini devşirmeye başlayan Batı dünyasından ve bu aziz cehdi emreden dinin yalnız İslâmiyet olduğundan daima habersiz, din perdesi altında dini karartmaya memur ham softa ve kaba yobaz elinde esir, en ümitsiz müdafaa ve en acıklı hezimetlere göğüs germekle meşgulüz! Fakat İmparatorluk o kadar cüsselidir ki, can çekişirken bile dünyayı titretmektedir.

· 19 uncu asırda, mahut ham softa ve kaba yobaz tipi, yerini pembe kıçlı maymunlardan daha sefil Avrupa hayranlarına; ve bu defa aynı yobazlığı küfür ve dinsizlik adına göstermeye namzed, takma beyinli züppelere bırakmak yolundadır. O, Batı dünyası, bir türlü deviremediği muazzam ağacı, içinden kurutmanın yolunu bulmuştur. Böylece tam ruhî ve yarı maddî müstemlekeleşme çığırımız açılır.

· 20 nci asırda, en çetin buhranını kaydeden ve unsur unsur birbirinin boğazına sarılan Batı dünyasının tefessüh ve ihtilâç haline rağmen tasfiye çanlarımız çalınır. Garp buhranının tezadları sayesinde ilk istiklâl ve şahsiyet dâvamızı maddeten kazanırız, fakat mânen büsbütün ezdiririz. İkinci Dünya Harbinin Üçüncüye geçit veren eşiğinde de, tarihî bir netice olarak, Sırat gibi kıldan ince ölüm köprüsüne getirilir, bırakılırız!

· Her şey gibi tarih ölçümüz de gösteriyor ki, bir tarihin bittiği ve bir başkasının başlamak üzere bulunduğu fasledici çizgi üzerindeyiz.

· Yalnız bu çizgiyi görmek, tedbirlerini de bulmaktır.

· Bu çizgi üzerinde «icra-yı hükûmet», ya hep, ya hiçe varır. Hep için duadayız.



İSLÂM NASIL BOZULDU?

1 – KANUNÎ DEVRİNDE:

· İslâmın bizde nasıl bozulduğunu tarihî bir kronolocya içinde incelemek ve anlamak, İslâm bundan böyle ve en ileri bir dünya görüşü plânında ele geçecek olursa onu bir daha kaybetmemek olacaktır.

· İslâm, büyük Türk hükümranlığı tarihinde, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman çağında bozulmaya başlamıştır. O devrin şevket ve satveti bu mânevî zaafı örter ve bu derin hususiyeti kimse bilmez ve görmez. Zira gerçek tarihçimiz henüz gelmemiştir.

· Kanunî çağı, sâf ve berrak İslâm akîdelerini bulandırmakta umumiyetle en korkunç tesiri aşılayan Fars ve Bizans parmak izlerinin, iman çehremizi adamakıllı lekelemeye başladığı devirdir.

· Farsların ettiği cenklerde Fars krallarının usûl ve âdetlerine kapılıp kendisine akran muamelesi eden generallerinden mabud muamelesi istiyen Büyük İskender, bu korkunç tesirin ilk kurbanlarındandır. O zaman bir generali, Büyük İskender’e «Veyl, atalarının âdetlerini bırakanlara!..» diye bir Yunan şairinden bir mısra okumuş ve İskender’in bizzat başına indirdiği harbi altında can vermişti.

· Fars tesiri korkunçtur; İslâmda en büyük kafalarla at başı, en hain bozguncu kelleleri de İranlı...

· İnsanoğlunu mabud mevkiine çıkarıp insanoğullarını ona mahkûm kabul etmekte en müthiş edebiyata malik bulunan Fars ve Bizans dünyası, İslâmın, hakca en zayıf köleden farklı görmediği devlet reisine, elbette ki, İslâmî hükümlere karşı da hâkim mevkide bulunmayı telkin edecekti. Nitekim bu gizli tesir Kanunî çağındadır ki, «Şeyhülislâm» lar, bir memur gibi, Padişahın iradesiyle nasp ve tayin edilmeye başlanmışlardır. Önceleri, şûrâya benzer bir heyetçe seçilirlerdi.

· Artık, ilk sarhoş Padişah Yıldırım Beyazıd’a «Yaptırdığınız cami güzel ama yanında bir meyhane eksik!» diyebilen büyük ve halis din adamı nerede, bu yeni «Şeyhülislâm» lar nerededir? Hatır, gönül ve korku fetvâları başlamıştır.

· Fars ve Bizans tesirinin, büyük ve kutsî fetva makamını imparatora yavaş yavaş mahkûm kılmaya başladığı bu vaziyet, devrindeki şevket ve satvet ne kadar büyük ve din ve devlet adamları ne derecede ulvî olursa olsun, İslâmın ilk defa aldığı ve ileride çok genişlemek istidadını kazandığı en canhıraş yaradır.

· Garp dünyasının yepyeni bir doğuş (Rönesans) fecri içinde yüzdüğü en nazik hengâmede bu yara, İslâm tefekkür dünyasının aceleyle seferber olup cihanın yeni keşf ve istikametlerini sadece kendisine bağlamasını gerektiren bir çığırda, ancak naslara sadece mıhlanmak ve onların vecd ve hakikatinden uzak kışırlarında kalmak gibi ölü bir ezbercilik mevsimi açabilirdi. Yani naslara yapışmak değil, onları hikmetlerinden öksüz bırakmak, düpedüz ihanet...

· Nitekim öyle olmuş; ve Garp dünyası, aklın eşya ve hadiseler üzerindeki tefahhus hakkını zafer iklimleriyle süslerken, bizde Medrese, aslındaki nâmütenahi derin ruh ve istiklâle rağmen, vecdsiz ve hakikatsiz nas ezberciliği mevkiinde tutunmaktan başka çare bulamamıştır.

· Kanunî ile başlayan Yahudi istilâsı da cabası...

2 – KANUNÎ’DEN SONRA:

· Kanunî’den sonra başlayıp Tanzimata kadar devam eden tereddi devrimiz, İslâmî bir idare içinde İslâmlığı anlayamamak, onu bütün saffet ve asliyetiyle kavrayamamak ve yine bütün saffet ve asliyetiyle yeni zaman ve mekâna tatbik edememek, ilerleyen ve giriftleşen insan ve cemiyet tecrübelerini İslâmî ölçüler mihrakında toplayamamak, İslâmiyeti yeni zaman ve mekâna hâkim kılamamak; ve sadece papağanvâri, nas tekerlemeciliğinin iç mânalarından habersiz ölü idrakinde bütün ruh feyizlerini kaybetmek; böylece insan ve cemiyeti, bütün yeni oluş ve hamlelere karşı öksüz bırakmak ve nihayet iflâs ve inhizama kadar sürüklemek gibi tarihî bir seciye ve seyr arzeder.

· İşte tam bu devirdedir ki, Garp dünyası (Rönesans) ın ilk yemişlerini devşirmeye başlamış, eşya ve hadiseleri yeni usûller ve âletlerle teshire başlayan ve eski insan yaşayışını allak-bullak eden müstakbel çığırın eşiğine ayak atmıştır. Böyle bir harika karşısında İslâm dünyasına ve tefekkür âlemine düşen ilk borç, her feyzin sadece İslâma bağlı olduğu ve İslâmdan fışkıracağı emniyeti iken ve dolayısiyle her şeyi İslâma maletmek gerekirken, küfür dünyasına hakaretle arka çevrilmiş, ruhta ve esasta her kuvvete malik bir dinin, ruhta, esasta ve hele maddede hiçbir hakkı verilmemiştir. Nihayet hakikatte dine zıt olarak din adına düşülen bu gurur ve nefsanî halet, meydana, Şeriat maskesi altında Şeriata ihanet eden ham ve kaba softa tipini çıkarmış ve bu tip bütün kaba, geri ve nefsanî saltanatiyle İslâm ruhunu asırlarca zulmet ve cendere içinde tutmuştur.

· İnsan ve cemiyet hayatını yeni bir fayda ve kıymete ulaştıran her buluş ve hamle –eğer Şeriate aykırı değilse- bizzat Şeriate karşı bir teyid ve hizmettir. Bu inceliği bizzat Şeriat Hamili’nin binbir emriyle tanıdığımız halde, otomobile şeytan arabası, matbaaya küfür âleti, «Nizam-ı Cedid» kaputuna küfür libası ve daha bilmem nelere, bilmem ne hükmünü veren ham ve kaba softayı, din ve hakikat hizmetçisi mi, din ve hakikat kaatili mi telâkki etmek gerekir? Heyhat ki, bütün saffet ve asliyetiyle dinin, en korkunç suikastçısı olan ve Kâinatın Fahri’ne, bilmek ve anlamaksızın ihanet eden bu tavla zarı kafalı tip, hakikatte dinin mümessili bilinmiş, din hakikatte bu tipin söylediklerinden ve anladıklarından ibaret sanılmış; ve o devirde zavallı insan ve cemiyet, mayasındaki derin sadakatin sadakatsizliğe âlet edildiğinden habersiz, başına ve dinine gelecek bütün belâlara karşı mahzun ve mütevekkil beklemekten başka bir yol bulamamıştır.

· O devrin hükümdarları da, içlerinden geniş ve derin bir dünya görüşüne malik tek şahıs bulunmaksızın, emir ve iradeyle nasb ve tayin edilen fetvâ mümessillerinin sultanî nefse göre din uydurmaya müstaid tavırları karşısında müteselli, gelip gittikçe, boyuna «Şeriatın icrası» emrini vermişler; asi ve bozguncu askerler «Şeriatın icrası» adına padişahlarını tahttan indirmiş; padişahlar, onları «Şeriatın icrası» adına tepelemek istemiş; medrese kaçkınları «Şeriatın icrası» adına isyan ve politika meydanlarını doldurmuş; ve sağlı, sollu, ilerili gerili her davranışın ağzında kuru bir «Şeriat» lâfzı, cihanda ve cihanın en büyük imparatorluğu üzerinde bir misli görülmemiş, bir «ana-baba günü» dür kopmuş ve bu hazin yuvarlanış içinde hiçbir gerçek din ve tefekkür adamı doğrulup, bu cemiyete «dur; din, din diye diye yalnız dine zıd gittiğin için bu hale düşüyorsun!» diyememiştir.

· Neticede Türk cemiyeti, sırf dünya çapında bir mütefekkir yetiştirememek ve kâinatın tek kurtarıcı sistemi olan İslâmlığı, bütün saffet ve asliyetiyle vazifelendirememek, onu beşerî hamlelere hâkim, doğurucu ve yapıcı bir platformada tutamamak, vecd ve aşkını kaybetmek ve meydanı istismarcı yobazlara kaptırmış olmak yüzünden bu hale gelmiş; İslâmlığı, şahısların temsil kadrosunda, en nazik yerlerinden bozmuş ve yaralamıştır.



3 – TANZİMAT DEVRİNDE:

· Tanzimatta İslâmın bozuluşu, Müslümanların umumî bozgunu ve bunun sorumluluğunu tahteşşuurlarında kendi an’ane ve köklerine yüklemeye başlamaları şeklinde, en vahametli safhasına girmiştir.

· Denilebilir ki, İslâmın, gitgide bütün çarelerden uzaklaştırılarak, gözden ve itibardan düşürülmek metodiyle bozulduğu ilk ve kaatil devir, Tanzimattır.

· Tanzimat, İslâma zıd dünyanın maddeye hâkimiyeti ve fennî terakkileri önünde, bu dünyayı İslâm göziyle muayene ve tefahhus edip onun bütün marifetlerini İslâma maletmek yerine, ona körükörüne teslim ve mahkûm olmak, sonra da hâlâ İslâmiyeti itibarda tutmaya çalışmak, yani muhale yeltenmek gibi, beşerî şaşkınlık ve ahmaklıkların en büyük âbidesi olarak kuruldu; ve derhal İslâmiyeti, her gün tesiri biraz daha şiddetlenecek ve zehirli eserini bir iki devir sonra verecek tarzda bütün kredilerinden mahrum etti.

· Böylece İslâm, Tanzimatta, gûya hissiyle dinine bağlı göründüğü halde fikriyle rakip dünyanın bütün tasallut vasıtalarına karşı teslim bayrağını çekmiş, mahkûmiyetini kabul etmiş, üstelik yegâne müdafaa çaresini mahkûmun hâkimi körükörüne tasdikinde bulmuş ve buna rağmen kendi eski dünya görüşünü ve ruhî tamamlığını muhafaza edebileceğini sanmış, sözde münevver, sarsak ve pinpon politikacılar elinde, tâ can evinden vuruldu. Ve yine böylece, evvelki ham ve kaba softalık, aynı çapta, fakat kendi kendisine ters istikamette bir başka hamlık ve kabalık doğuracak zehirli yemişini verdi; ve artık İslâm, tavan aralarında haline ağlıyan haminnelerin münzevî hassasiyet plânından daha ileri bir zemin olmak haysiyetini kaybetmeye yüz tuttu.

· Nasıl, şekiller üzerinde, o şekillerden hiç birinin ruh ve gayesini bilmeden ısrarcı ve inatcı ham ve kaba softa tipine karşı İslâm, kendisini, büyük mütefekkirini yetiştirememiş olmak yüzünden müdafaa edemediyse, şimdi de yine kendi kendisini bedava tarafından rakip dünyaya teslim ederek kökünü baltalamaya kalkan Tanzimat hareketine karşı, yine büyük mütefekkirini yetiştirememiş olmak yüzünden mukavemet edemedi.

· Tanzimatın, olmaması değil, aksine, İslâmlık emrinde ve çok daha geniş ve köklü bir hareket şeklinde olması lâzımdı.

· Halbuki, Tanzimat, kekeme bir edâ ile, İslâmı mahkûm ve Garp dünyasını hâkim tanıdığını söylemeden söyleyen, kısır ve korkak bir hareket şeklinde oldu.

· Gülhane fermanı, İslâmı zâhirde medh, fakat batında zemmedici, köksüz ve yönsüz, bir dalâlet vesikasıdır.

· İslâmı, kendi içinden, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerinden mahrum etmek suretiyle, 1 numaralı sahte temsilciler bozmaya başlamıştı.

· İslâmı, kendi dışından da, lâyık ve âmir olduğu terakki servetlerine kavuşturmak için rakip dünyanın teftişsiz ve murakabesiz kopyacılığına sevkeden 2 numaralı sahte münevverler bozdu ve bu kaatil çığır, ilk defa Tanzimatla temel attı.



4 – MEŞRUTİYET DEVRİNDE:

· İslâmın, Tanzimat devrinde, cepheden ve belki de şuursuz bir teaddi ile bozuluşu, Meşrutiyetle tabiî ve melhuz eserini vermeye başlar.

· Meşrutiyet, getirdiği ruhî ve içtimaî şartlar bakımından, İslâmın, yine cepheden, fakat gitgide daha şuurlu bir teaddiyle apaçık hırpalanmaya başladığı devirdir.

· Tanzimatta atılan tohum, üç çeyrek asır kadar sonra Meşrutiyette yemiş vermeye başladıysa bunda şaşılacak ne vardır?

· Meşrutiyet, bir takım fikirsiz Makedonya kabadayılarının ruhuna gem takmış ve kör hamlelerini istismara yol bulmuş teşkilâtlı Yahudilik, Masonluk ve Dönmeliğin eseridir! Yahudilik, Masonluk ve Dönmelik isimli üç ayaklı sehpanın da, ipinde sallandırmak istediği tek hüviyet, İslâmdır!

· Bir gün, yalnız ilim adına ilim yoğuracak tarafsız tarihçilerin itiraf edecekleri gibi, Meşrutiyet hareketinin hedefi olan İkinci Abdülhamid, sadece Müslümanlığı, Milliyetçiliği, Türklüğü inkıraz ve müstemlekeleşmekten koruyuculuğu ve bütün bunlardan dolayı Yahudiliğe ve Garp emperyalizma ve kapitalizmasına karşı sistemli mücadeleciliği yüzünden bunların kurbanı olmuş; ve bu menhus müselles, kolaylıkla büyülenen sâf gençler ve cahil komitacılar vasıtasiyle devşirdiği neticeye, inkılâp, Meşrutiyet ve onun altında «hürriyet, müsavat, adalet» yaftasını taktırmıştır. Altıok yaftacılığı o zamandan başlar.

· Meşrutiyet, dilindeki yalancı idarî ve içtimaî inkılâp teraneleri bir tarafa –zira biz ne mutlakiyetçi ne de padişahçıyız!- sadece İslâm ve Türk ruhunu, İslâm ve Türk ahlâkını, İslâm ve Türk an’anesini, İslâm ve Türk tarihini bir pula satmak dâvasında, gizli ve yabancı bir kurmay hey’etinin bir takım eçhel ve ahmak kuklalara oynattığı sefil oyundan başka bir şey değildir!

· Oyun oynanmış ve muvaffakiyet tam olarak ele geçmiştir. Çünkü Türk fert ve cemiyet ahlâkının zedelendiği, meydanı kazdan daha ahmak satıh canbazı züppelerin sardığı, iğrenç Şişli âlemlerinin kurulduğu, sanat ve edebiyat diye misilsiz gülünçlüklerin köpürtüldüğü, genç nesillerin ana ve babalarındaki iptidaîlikten utanmaya başladığı, «Düyun-u Umumiye» ve Osmanlı Bankasında çalışmanın mukaddesat sırasına geçtiği, Türklük ve Anadoluluktan nefret etmenin zarafet ve zekâ sayıldığı ilk devir, Meşrutiyettir.

· Kadın o devirde açılıp saçılır, fuhş o devirde yayılır, Avrupalılık adına Garbın bütün kir ve pası o devirde içimize dökülür; ve nihayet Birinci Cihan Harbinde Meşrutiyet hareketini gûya özleştirmeye doğru giden sahte ve köksüz Türklük ve Türkçülük cereyanları; müflis Türk ve Türkiye, o devrin bir neticesi olarak iflâs ve inkıraz sandalyesine oturtulur.

· Meşrutiyet, yapanlarca belki de şuursuz, fakat yaptıranlarca tam şuurlu olarak, doğrudan doğruya İslâm ruh ve bütünlüğünü mahvetmek için girişilmiş bir harekettir!

· Vatanı tüm batıran mecnun politikalarının da ne olduğu malûm...

5 – SON DEVİRDE:

· Son devirde İslâmın nasıl bozulduğu, hiçbir izah ve teşhise muhtaç değildir. Ayân olan, beyan istemez.

· Son devirde İslâmın bozuluşu, kendisinden evvelki devirlerin yekûn hattı oldu. Mustafa Reşit Paşadan çıkan çizginin nerede biteceği hendesî bir bedahetti.

· Son devir, kendisinden evvelki çığırların, sûretâ İslâma bağlı kalıp onu her noktadan bozulmaya terkeden tereddüt ve şaşkınlıklarından hiçbirisini göstermedi ve her şeyi topyekûn halletmekte pek kat’î davrandı.

· Son devir, artık mânasız bir yük gibi taşınan İslâmî alâkayı bir kalemde kopartıp atacak kadar cesur oldu; ve devlet, içinde 100 portakal bulunan bir portakal sandığının portakallıkla alâkası olmadığını ilân edişi tarzında, muhtevası olan milletin ruh ve keyfiyet mayasına yabancılığını açığa vurdu.

· Böyle olunca da portakalların, yabancı sandık içinde çürümeye terkedilmiş olmaktan başka hiçbir istikbali kalmıyor demekti; ve bu, bugüne kadar böyle devam etti.

· Bu yeni çığır, artık İslâmın bozuluşunda nihaî bir devre değil, bir gaye ve netice teşkil etti. Ve bu çığırın seri malı politikacıları ve sözde münevverleri nazarında Müslüman «cahil + ahmak + geri + yobaz + kaba» nın müsavisi sayıldı.

· Ve bu gaye ve netice temel attığı nisbette, fertle cemiyetin ahlâk bütününden ve ruh muvazenesinden ne esaslı, ne muazzam, ne hayatî bir şeyin koparılıp götürüldüğü, cemiyetin nasıl başaşağı tekerlenmek vaziyetine düştüğü, meydana çıkmaya başladı.

· Artık İslâmın bozuluşu, «ilelmerkez – merkeze doğru» ve «anilmerkez – merkezden muhite doğru» her istikametten, her şubeden ve her macera şekliyle tamamlanmış; ve onun yerine ne geleceğinin ve bu gelen şeyin ne olacağının anlaşılması için zemin açılmış oldu: Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.

· Böylece İslâm ruhunun hafif bir baygınlık geçirmesiyle bile ne felâketler doğuracağı, İslâm düşmanlığı (tez) inin tam bir (antitez) i ve bu ruhun intikamı halinde başa neler getireceği, yine bu son devrede görüldü.



AHLÂK YARALARIMIZDAN MİSALLER

· Dalkavukluk... Bugün, fertlerin, maddî ve manevî bütün iş ve menfaat sahalarında, büyükleriyle münasebetini düzenleyen ve neticeyi sağlayan biricik tılsım... Manzara şudur: Bütün cemiyet, bir miknatıs kutbu üzerinde birbirinin eteğine yapışmış demir parçaları gibi, en küçüğünden en büyüğüne doğru birbirinin dalkavuğu vaziyetinde... Çünkü; ortada fanî ve mahkûm şahıslar kadrosunu aşan bir hüküm, bir iman ve mefkûre ölçüsü kalmayınca, muvaffakiyetin tek sırrı, kuvvetlinin nefsaniyetini kabartmak san’atından ibaret kalır. İhlâs yokluğu...

· İltimas... Dalkavukluk, küçükten büyüğe doğru bir korunma tedbiri ise, bu da büyükten küçüğe doğru ferdin bütün kıymet ölçüsünü, hatır, gönül ve hoşa gitme değerine bağlayan bir korunma tedbiridir. Manzara; dişi ve başı ağrıyanlar için (Aspirin) den fazla el atılan ilâç... Çünkü: Birinci «çünkü» nün mukabil kutbu... Değer ve liyakat ölçüsünün iflâsı...

· Hırsızlık... Hak ödemek ve hakkı ödenmek vaziyetinde herkesle herkes arasında; sırtında içtimaî bir emanet taşıyan herkesle emanette pay sahibini herkes arasında; evde babayla evlât, müessesede idareyle memur, dükkânda satıcı ile müşteri arasında.

· Dört asırdan beri için için işleyen ve bu son devrede tam patlak veren ahlâk yaralarımızı misallendirmeliyiz. Birbirinin yararına korkunç menfaat pususu... Manzara: İkinci Dünya Harbinden sonra, cemiyet gövdesinde, irinli kandilini asmadığı tek hücre bırakmamış bir cüzzam indifaı... Çünkü: Bütün ruh, vicdan ve korku müeyyidelerinin, üstünde topyekûn çökmeye ve yıkılmaya başladığı netice zemini çığırındayız.

· Rüşvet... Hırsızlığın en korkunç şubesi... Şahıslarda temerküz eden manevî haklandırma iktidarının hakka zıt olarak menfaat karşılığı satılması... Manzara: Rüşvet gişesi önünde, Eminönü meydanındaki otobüs bekleme mezbahasından fazla kalabalık... Çünkü: Haktan sıyrılan korku, insanlardan ve bütün insanî tertiplerden de sıyrılmış; ve menfi hâlisiyetini, su içmek ve ekmek yemek derecesindeki tabiîliğe dökmüştür.

· Fuhuş... Bir kadın ve bir erkek arasında, Allah aşkı ve Allah bağiyle sımsıkı kementli olarak birbirini sevmek ve birbirinin olmak gibi en aziz, en kutsî ve en mahrem aidiyete vesile teşkil eden hâdisenin, herkesle herkes arasında umumî ve hayvanî bir iştirak ifade etmesi... Manzara: Tek koğuş çerçevesinde, hem de elektrikler açık olarak bütün cemiyete şâmil bir «mum söndü» âlemi... Çünkü: artık ruhlar hiçbir mukaddese yataklık edemiyecek kadar pörsümüştür.

· İçki... Uyuşmak, kamaşmak, görmemek, duymamak, bilmemek, düşünmemek, kendi kendisini kaybetmek, yok olmak ihtiyaciyle şuur ve muvazenenin zehir içmesi... Manzara: Gündelik su istihlâkini aşan içki sarfiyatı... Çünkü: Vecd ve heyecanımızı zehirde arayacak nisbette ruhumuz boş bırakılmıştır.

· Cinâyet... Allahın en haşmetli binası insanın, insanlar arasında, insan eliyle ve her türlü kanun ve kâide dışı yıkılması... Manzara: Kestane fişekleri halinde birbirinden ateş alarak giden ve şehirleri, kasabaları ve köyleri tabanca sesleriyle fıkırdatan bir ölüm panayırı... Çünkü Fertler en küçük hınç ve teessürlerini, Allahın ve kulların kanunlarına havale ettirecek bütün emniyetlerden boşanmış ve münferit ihtilâller yaşamaya başlamışlardır.

· Kumar... Hırsızlık fiilinin ve birbirini talan etme hırsının, herkesçe makbul, herkesçe muteber ve bir ilim ve medeniyet tertibine bağlanmış alenî şekli... Manzara: İskambil kâğıtlarının (Bey) leri ve kralları etrafında, yeryüzünü idare eden bey ve kral fikirlerden çok daha fazla alâka, bilgi ve sadakat... Çünkü: Müsbet insan iş ve emeğinin tatlı alın terine karışık, bütün verim değeri herhangi bir formülle birbirini soyma hünerine bırakılmıştır.

· Ayrıca hile... Doğruluktan korkuyoruz! Ayrıca yalan... Hakikatten korkuyoruz! Ayrıca riya... Samimiyetten korkuyoruz! Ayrıca nefret... Aşktan korkuyoruz. Ayrıca inkâr... İmândan korkuyoruz! Ayrıca şüphe... İtimattan korkuyoruz! Ayrıca istihza... Ciddiyetten korkuyoruz! Ayrıca kargaşalık... Nizamdan korkuyoruz!

· İnsanoğlu, bizde ve bu son devirde alçalmaya bırakıldığı kadar, hiçbir zaman ve mekânda bırakılmadı.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
BEKLİYORUZ

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, kendisindeki evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle Türk cemiyetini hükümranlıklar şâhikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî devrindedir. Bütün zafer ifadesi dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özde...

· Kanunî, ilk büyük hatâsını Şeyhülislâmlığı azl-ü nasb makamı yapmakla gösterdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını apaçık ifşa etti.

· Ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba bir hat şeklinde ifade bulmak lâzım gelirse, Sarı Selim’den bugüne kadar boyuna toprak ve nüfus, hayatiyet ve nüfuz, ahlâk ve iman kaybederek gelen gerileme grafiğimizi, baş aşağı muntazam bir çizgi kabul etmekte hata yoktur.

· Gerileme tarihimizin muntazam iniş çizgisinde, bu hattı üç yerden kıran ve gerileme seyrini akıllarınca ilerlemeye çevirmek isteyen üç köşe noktası vardır ki, bunlar, Tanzimat, meşrutiyet, Cumhuriyet inkılâplarıdır.

· Ama ki, bu inkılâplardan her biri, inhitat çizgisinin seyrini düzeltmek yerine büsbütün dikleştirmiş ve bu dik çizgi üzerinde, cemiyet aşağılara doğru, bir heyelân şeklinde akmaya başlamıştır.

· Cumhuriyet mefhumunun bütün dünyaca kabul edilmiş idare şekil ve prensibine karşı hiçbir düşmanlığımız olmadığını kayıt ve sâdece bu devre içindeki ruhî kıymetler paniğini kastederek belirtelim: Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvarî bir kopya işi sanan Tanzimat ve nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk cemiyeti, birdenbire tasfiye tehlikesiyle karşılaşınca, artık hem maddede, hem de ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu.

· Cumhuriyete takaddüm eden millî hareketin misilsiz hamlesiyle birinci borç ödendi; fakat ikinci ve en esaslı borç yerine, bütün ruh plânının kökünden tahrip edilmesiyle de sükûtumuz azamî haddine çıkarıldı. Acaba bu hale getirilmek için mi kurtarıldık? İthamımız, belli-başlı bir ruh ve zihin hâletine karşıdır.

· Artık anlayalım ki, Kanunîden beri beklediğimiz İnkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu demdir; ve daima «inkılâp, inkılâp» diye diye gerçek inkılâp iflâs yoluna sürülmüştür.





DAİMA ONU BEKLİYORUZ!

· Tam 410 yıldan beri bir inkılâpçı bekliyoruz. Bunu tam 1566 danberi bekliyoruz! Bunu, Kanunî Sultan Süleyman’ın idareyi, mütereddî oğlu Sarı Selim’e teslim ederek şâhane gözlerini yumduğu tarihten beri bekliyoruz!

· Bu tam 400 yıllık bekleyiş devremiz, 4 bölümlüdür: Sarı Selimden Tanzimata kadar; 273 sene... Tanzimattan Meşrutiyete kadar; 69 sene... Meşrutiyetten Birinci Dünya Harbi mütarekesine kadar; 10 sene... İstiklâl Savaşından bugüne kadar: 57 sene.

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümünde, daima eski şeklimize sâdık, fakat bu şeklin en ileri ruh hamlesi altında en yeni zaman ve mekân yemişlerini devşirici akıcılığından mahrum, özünü kaybettiğimiz kabuğun ahmak muhafızı olarak bekledik. Beklediğimiz inkılâp eğer o devrede olsaydı, düsturu şu olacaktı: «Garp dünyasını yükselten (Rönesans) hamlesindeki ruh, insan aklının eşya ve hâdiseleri feth ve teshir etme vehdi, hakikatte Hıristiyanlığın değil, İslâmın malıdır. İçeriden ve dışardan bu aziz tekevvün hamlesine mâni kim varsa, onu, dinimizin, ruhumuzun, mevcudiyetimizin düşmanı sayarak işe girişiyoruz!» Eğer bu böyle olsaydı, Garb’da (Oran), Şarkta Bakû, Şimalde Viyana ve Cenupta Yemene kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu ve bütün Doğu âlemi bugün kimbilir ne olacaktı? Dünya bizim olacaktı!

· Bekleyiş devremizin 273 yıllık birinci bölümü her ân kendi kendimizin, kendi dünyamızın içinde, her ân kendi kendimizden uzaklaşma çığırı olduysa, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet bölümleri de, kendi kendimizi resmen kaybetmeye başlayış ve bunu her ân derinleştire derinleştire nihayet son hadde çıkarış safhası oldu. Bu son üç bölüm içinde de, beklediğimiz inkılâp ve inkılâpçı, yalnız şu düsturun bayrağını açacaktı: «Aklın bütün hak ve müesseselerini Garpdan öğrenip, tam hazmedip ve tam benimseyip, bunu kendi öz ruhumuzun emrine vermekten başka işimiz ve çaremiz yoktur! Hiçbir ahmak taklit, ezbere tatbik, deri üstü ıslâh ve yamalı bohça inkılâbına inanmıyoruz! Dünün arslanı bugünün maymunu olmuştur! Dünün, dini yanlış anlıyan yobaziyle, bugünün körü körüne Garplılaşma ve maymunlaşma yobazı, aynı zamanda tasfiyesine memur olduğumuz geriliş ve aşağılık kutuplarıdır!»

· Bekleyiş devremizin ilk bölümündeki inkılâp, yalnız ve yalnız, dini ışıksız beynine ve buudsuz ruhuna uydurmak isteyen ham ve kaba softaya karşı olabilirdi. Olmadı! Bekleyiş devremizin ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerindeki inkılâp ise, aynı ham ve kaba softayla beraber, onun tersinden asrî tecellisi olan şahsiyetsiz ve aslîyetsiz, çilesiz ve muhasebesiz Garp hayranlığı budalalarına karşı!.. Bu da olmadı!

· Bütün Şark ve Garp dünyalarını, ruhunun potasında zerre zerre erittikten sonra onları yepyeni bir döküm terkibinde billûrlaştıracak büyük ve derin inkılâpcının başı, heyhat ki, ne Tanzimatın ürkek ve muvazaacı fesine, ne İttihatçının sadece atılgan ve gözü kör keçekülâhına veya (Enveriye) sine, ne de Cumhuriyetin dış tezahür plânını bütün takım - taklavatiyle benimseyen ve iç plânın büsbütün ezen silndir şapkasına sığabilirdi. Sığmadı!

· Tanzimatla beraber kaybolmaya başladık. Meşrutiyetle basit idare şekillerinde teselli arayarak kaybımızı derinleştirdik; Cumhuriyetle de kayıbımızı hemen artık bir daha bulunamaz hale getirdik.

· Ve işte bugün, beklediğimiz büyük inkılâp ve inkılâpçıya olan acıklı ihtiyacın son vâdesini yaşıyoruz! Ya onu Yirminci Asır güneşinin batışından evvel bulacağız; yahut bir daha bu meselelerin adını bile ağza alamaz hale geleceğiz!

· Bizi, 400 yıllık bekleyiş devremizin son ıstırap sayhası ve bu inkılâbın ilk sesi kabul edebilirsiniz! Memuriyetimizin, ihtiyacının son kertesini ve vâdesinin son gününü temsil ettiğimiz bu inkılâbın plânını, -işin madde tarafı sizin olsun– fikirler, mânalar dünyasına nakşetmekten ibarettir.

· Bu plânın, her biri mutlak İslâm ruhunun bir şubesi ve her biri kamusluk birer bahis halinde, ruhculuk, ahlâkçılık, milliyetçilik, şahsiyetçilik, cemiyetçilik, keyfiyetçilik, nizamcılık, müdahalecilik sermaye ve mülkiyette tedbircilik ölçüleri, herşey yerli yerine oturulduğu zaman görülecektir ki, mustarip ve muhteliç insanlığın bir baştan bir başa şifasını ve rüyasını taahhüt edici yoldur.

· Bütün bunları yerli yerine oturtabilmek için, her şeyden evvel (Büyük Doğu) mefkûresinin idare şeklini bilmek lâzımdır. Bu şekil, ne malûm kalıplariyle Demokrasya, ne bunların malûm zıtları, ne şu, ne de budur. Bunu bir örgü sonra gördüğümüz vakit, bizim, bazılarınca geri gibi duran ruhumuzun ne sonsuz ve dipsiz bir yarına sarkmakta olduğunu farkedeceksiniz.





HEP BEKLİYORUZ!

· Kanunî devrinden beri gerçek inkılâbı bekliyoruz, dedik. Dediklerimizi tekrarlayacağız.

· Gerileme ve çürüme tarihimizin başı, çocuklarımıza okuttuğumuz tarih kitaplarının zıddına, kendisinden evvelki vecd ve aşk devirlerinin hıziyle Türk cemiyetini hükümranlıklar şahikasına çıkarmış olmasına rağmen Kanunî çığırıdır. Kanunî devrinde bütün zafer ifadesi dışta ve kabukta; ve bütün çürüme başlangıcı içte ve özdedir. Kanunî bütün kıymetini kendisinden evvelki devirlerden almış büyük bir mirasyedidir.

· Gerçek Türk tarihî henüz yazılmamıştır. Yazılabilseydi zaten mesele yoktu.

· Bu bakımdan ilk büyük ve gerçek inkılâp, Batının (Rönesans) tecrübesine karşı Kanunî devrinde başlayabilirdi. Tehlike o günden görülebilir ve önlenebilirdi.

· Kanunîden sonra devlete baş olan Sarı Selim ise, hem ruh ve hem madde kadrosunda bütün taarruz ve hattâ müdafaa gücünü kaybetmeye başlayan Türk cemiyetinin hastalığını birdenbire ifşâ etti. Yine vicdanlarda bir burkulma olmadı; ve Türk satvetinin dayanağı olan iman ruhunun eşya ve hâdiselere hükmedici şartlarla taclandırılması zarureti idrak edilemedi.

· Sarı Selimden Tanzimata kadar, boyuna toprak ve nüfus, ruh ve hayatiyet, imân ve ahlâk kaybederek yol alan alçalma grafiğimizi, ufak tefek iniş ve çıkışları kaydetmeyici tek ve kaba bir hat şeklinde tasavvur edebiliriz. İşte 19 uncu Asrın başına kadar tüm üç asır, tepesi üstü giden bu hat boyunca Türk cemiyeti içinden: «Dur! Nereye gidiyoruz? Dünya nerede ve biz neredeyiz? Bu dünyayı feth ve tasarruf borcu ile imân borcumuz arasındaki münasebet nedir? Bizim bu gidişimiz her iki tarafı birden kaybetmek değil midir?» diye bir ses yükselmemiştir. Bu sesin yükselmeyişinde tek sebep, ham ve kaba softanın, kendi müdürlüğü içinde tutmak ihtirasıyla içice olarak aramızdan sâf imân ve tefekkür, aşk ve hamle tiplerinin çıkmayışıdır. Yani Kanunîden sonra ruh yönünden tükenişimiz...

· Bir inkılâba bu kadar muhtaç yaşadığımız uzun inhitat devresi içinde yegâne ince idrak, din adına gösterilen kışrî muhafazakârlığın hakikatte dine uygun bir şey olmadığı ve mukaddes din hükümlerinin bu kaygılardan münezzeh olduğuydu. Tanzimata kadar yapılması gereken inkılâp buydu.

· Tanzimattan itibaren de bu üç asırlık iniş hattının birkaç noktada kırıldığını ve inişi çıkışa döndürmek isterken büsbütün inişlere daldırıldığını görüyoruz. Tanzimat ve Meşrutiyet inkılâplarını bu kırılış noktalarından ikisi kabul edebiliriz.

· Sarı Selim’den Mahmud (Adlî) ye gelinceye kadar faraza 30 derecelik bir meyille gelen inhitat hattı, Abdülmecid’ten Abdülhamid’e doğru birdenbire 45 derecelik bir meyil fazlası kazanır; Abdülhamid’ten sonra ise büsbütün dikine dalar. Üstünde tutunma mümkün olmayan 80’derecelik bir meyil...

· İşin hazin tarafı şudur ki, Kanunî ile Tanzimat arası din adına ve dinin sâf hakikati uğrunda beklediğimiz inkılâp, Tanzimat ve onu takip eden inkılâplarda, sezmeden ve sezdirmeden, yavaşdan ve hafifden dine karşı istikâmet alır ve tarih boyunca bütün mesuliyet ve felâketlerimizi, atalet ve hezimetimizi din ruhuna atfetmeye doğru bir istidat kazanır. Şu halde ilk devirde beklediğimiz gerçek inkılâp inkılâpların başladığı devirlerde tersine dönmüş ve inkılâbın gerçeğine büsbütün zıt bir mâhiyet almıştır. O gün bugündür, her ân biraz daha artan bir şiddetle, dinin saffet ve hakikatine bağlı dünya görüşleri, tek kelimeyle irticadır; ve dinin gerilik sebebi olduğu, çeyrek münevverler indinde bir mütearifedir.

· Cumhuriyet inkılâbı, dayandığı dasitanî kurtuluş hareketleriyle, tam izmihlâl ve inkıraz noktasına kadar gelip çatan sükût hattını birdenbire düzlüğe çıkaran millî bir vâkıadır. Fakat bu mes’ut vâkıanın madde plânındaki zaferini ruh plânında mutlak bir tahrip takip etmiş ve böylece gerçek inkılâp, idare şekli, istiklâl ve sair nâiliyet şartları yanında ruh yönünden tamamen öksüz kalmıştır.

· Garbın akıl ve mârifet seviyesine erişmeyi maymunvâri bir kopya işi sanan Tanzimat ve nihayet âdi bir Mason oyunundan ibaret olan Meşrutiyetten sonra Türk hem maddede, hem de ruhta kurtuluş zoru gibi muazzam bir borcu tarihten devralmış bulundu. Bu iki cepheli borcun ilk kısmı tam ödendikten sonra ikinci kısmı tamamen açık bırakıldı. Açık bırakılmadı; tersine kapatıldı.

· Artık anlayalım ki, Kanunî’den beri beklediğimiz inkılâba en muhtaç olduğumuz dem, bu demdir. Buna en müsait şartlar bugünün şartları olmak lâzım gelir. İnkılâp diye diye gerçek inkılâbın şartlarını karartmak yobazlığını kökünden kazıyıp hakikî inkılâbı düşünebilmek saadetine ermeyi bugünden bekliyoruz.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
GİRİŞ

· Güneşe karşı billûrdan bir menşur tutup içindeki harikulâde yolları gösterir gibi, artık bütün ideolocyasını, en ince noktalarına kadar arzetmenin zamanı geldi.

· Bu dâva herhangi bir rejime karşı başka bir rejim teklif ve propagandasında bulunmak değil; Türk’ünden, Arabından, İranlısında, Hintlisinden, Çinlisinden, Endonezyalısından ve daha filânından ve falanından hiçbirine mahsus olmaksızın, İslâm dünyasını bütün yer yüzüne, kavimler ve tarihî vâkıalar üstü mücerret ve gerçek hüviyet ve şahsiyetle sâf bir mefkûre ve münezzeh bir ideolocya halinde belirtmek işidir.

· Bu dâvaya, İslâmın iyi veya kötü bütün mensupları kadar bütün mensup olmayanları da muhataptır. Zira biz, bilenlerdeniz ki, bütün insanlık icabet edenleri ve etmeyenleriyle, Peygamberler Peygamberinin Ümmet kadrosu içindedir. O’nu, Kâinatın Nurunu tanımıyan, çatlasa da, patlasa da, onun kadrosundan dışarıya kaçamaz; ancak icabet etmiyenler topluluğu içinde kalır ve ebedî hüsranı bu topluluk içinde tadar. Onun içindir ki, icabet edenlerin icabet şartlarını, en nâzik ve ulvî noktalarına kadar belirtecek olan her zaman ve mekâna şâmil mânalar ve kıymetler tablosunu çizerken, bu tabloya, icabet etmiyenlerin de gözleri önünde, gerçek varlığın her satırını kucaklıyan bir örnek olarak dikmek, bize borç oluyor.

· İslâm, her münevver Müslümanın şahısında, bütün kıymet hükümlerini, zaman ve mekânlara tatbik edici inkılâp ideolocyasını kurmakla mükelleftir. Tekliflerin en azizi olan bu teklife kulak asan, milyonlarca kalabalıklar içinde kaç kişidir? Yani Müslümanlık iddia edenler arasında gerçek müslüman kaç kişi?

· Gerçek Müslüman! Senin işin, İslâmın, herkesçe bilinen, bilinmesi kolay olan, kolayca bilinmekle mahrum nasipler üzerinde bir tesir bırakıp bırakmıyacağı meçhul bulunan, umumî ve hususî bilgilerini ezbere sıralamak değildir! senin işin, bu bilgiler altında yaşayan nâmütenahî derin ruhun, tamamiyle İslâmî ölçüler altında, ebediyet mikyasiyle zaman ve mekân fethedici hayat mimârisîni kurtarmaktır! Ebediyetin Rehberi belki de böyle bir fiile şart tâyin buyurmak için, bazı İlâhî tefekkürlerin bir saatine yetmiş senelik namaz sevabı müjdelemişlerdi.

· İslâm İnkılâbını kim örgüleştirecek? Reformacılar mı, nefsanî ve havaî tefsirciler mi, kışrî şeriatciler mi, ham ve kaba softalar mı, yalancı sofîler mi, yeni müctehit taslakları mı, yoksa bunlardan hiçbiri olmadığını telkin ederken, kendisine henüz bir sınıf ismi veremediğimiz, mücerret bir ifadeyle gerçek ve derin Müslüman ne demektir ve böyle Müslümanların ruhundan tütecek bir hayat mimarisinin çizgi çizgi müşahhas beyanı nedir? Evvelâ, yukarıdaki suallerin çerçevelediği zümreleri tanıyalım!



REFORMACILAR

· Reformacı, eski şeklin ismini ve gûya esasını muhafaza edip, onu, zannınca bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isteyendir.

· Reformacı, yani ıslâhçı, herhangi bir dâva ve mevzuu, ister maziye, ister istikbâle doğru olsun, yekpare bir vâhid olarak kabul edemiyen bîçare idrak bünyesidir. Ne attığını tam atabilir, ne de aldığını tam alabilir.

· Reformacı, dış şartları dâvanın öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mefkûreci olmak yerine, dâvanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmiyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.

· Reformacı inandığından şüphe edendir.

· Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok âciz, şaşkın ve kısır bir reformacılık hareketidir.

· Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik büsbütün tereddî ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır.

· Son devir, reformacılığı bozdu ve Garbı tâ kökünden benimsemeye kalkarak, tâ kökünden benimsemeye kalkarak, dâvayı menfî tarafından tezatsızlığa götürmek istedi.

· Herhangi bir dâvanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır; fakat hangi istikâmetten? Küfürden mi, imândan mı?

· Nihayet, sun’î ışıkları ne kadar zengin olursa olsun, güneşi kaybetmiş bir beldenin korkunç hali gibi, tepemizde kanat açan ve mıhlanıp kalan mânevi kara bulut, yekûn halindeki eksikliğin din ve imân olduğunu ihtar edince, ortalıkta yeni bir sınıfın üremesine istidat açıldı: Bunlar, gûya din taslayan veya taslaması ihtimali olan yeni reformacılardı...

· Birçok bölüme ayrılan bu tiplere göre din lâzımdır. Elbette Allaha inanılır. Peygamber bazılarınca lüzumludur bazılarınca değildir. Kur’ân bazılarınca Allahın kitabıdır, bazılarınca değildir. Peygamberi ve Allahın kitabını tanıyan yine bazıları için bile günde beş vakit namaz lüzumsuzdur. Namazın şekli iptidaîdir. Abdest imkânsızdır. Kadın hayattaki yeni mevkiinden geriye sürülemez. Kur’ân her dilde Kur’ândır. Kurânda malûm ibadetlerin birçoğuna sarahat yoktur; bunların hepsi ham yobazlar tarafından icat edilmiştir. Hadîsler hep uydurmadır aklın kabul etmediği hiçbir şey doğru olamaz; akıl ve fen her sırrı teftiş ve murakabede biricik mîzandır. Bütün dinî merasimi bediiyatçılar elinde güzelleştirmek icap eder. Zaten tasavvuf dinin bu eksikliğini tamamlamak için sonradan bulunmuştur. Şeriat hükümlerinin cemiyet kanunları yerine geçmesi mânasızdır. Vesaire vesaire... Bu hünsâ ruhlara göre din işte bütün bunlar olmamak şartiyle, harikulâdedir, güzeldir, şarttır, mutlaka lâzımdır, onsuz hiçbir şey olmaz. Allah bir ve ebedîdir, ruh vardır, Peygamber mutlaka cihanın en büyük adamıdır fakat!!! İşte bu «fakat» işin en belâlı dönemeci...

· Henüz seslerini işittirebilecek hale gelmemiş olsalar da yarın birdenbire zuhurları pek muhtemel olan yeni devrin reformacıları, bugün tam dinsizlerle tam dindarlar arasında bir köprü vaziyetindedirler; ve aralarında, mebuslar, profesörler, doktorlar, muharirler, mühendisler avukatlar ve daha neler, neler vardır! Bunlar, umumiyetle «münevver» klişesinin belirttiği zümrelere mensupturlar; ve şaşkın Tanzimat efendisinin sadece muhite bağlı mütereddit reformacılığına karşılık, dine zıt hareketlerin muhitini olduğu gibi benimseyen biri merkezî reformacılık üzerindedirler. Yani akıllarınca İslâmiyeti merkezinden değiştirecekler, muhite tatbik edebilecekler, böylece büyük eksiği tamamlayacaklardır.

· Reformacı der ki: «Allaha ve Peygambere, evet, Şeriate, hayır!» Yani güneşe, evet, ışığına, hayır! O kadar saçma!...

· Aralarında, hiçbir şeye ve hiçbir cüz’iyle inanmıyan sahtekâr istismarcıların da bulunduğu yerli reformacılar zümresi, kime ve neye ve ne nisbette samimiyetle inanırsa inansın, gerçek Müslüman gözünde, zift renkli inkârdan daha kara, daha tehlikeli ve mukavemeti daha zor bir küfür şubesini temsil eder.

· Düpedüz kâfir olduğu gibi devrilmiş bir yelkenlidir; hidayet vincine bağlanırsa olduğu gibi doğrulur, yüzer, mükemmel bir tekne halini hemen kazanır. Fakat reformacı, gûya denizde yüzen, ama her noktasından su sızan, kırık dökük, perçin ve macun kabul etmez bir teknedir. İkincisini kurtarmak, birincisinden çok daha zor...

· Üstelik reformacı, mücerret fikir ve dâva haysiyeti bakımından da, hem mü’min ve hem kâfirin nefretini kazanmış, mitolocya unsurları gibi, başı insan, vücudu keçi, bir hilkat galatı...

· Yarın kendilerine bir zuhur plânı açılmasını muhtemel gördüğümüz reformacılar, üç katlı evlerinin üst katında, tam bir İslâmî edeple ellerini Allaha açan ihtiyar annelerinin hakkiyle, alt katta erkek arkadaşlarına kokteyl veren ve onlarla mayo içinde dans eden kızlarının hakkını, «Allahın hakkını Allaha, Sezarın hakkını Sezara veriniz!» tarzında bir demagocya tesellisi içinde ve aynı zaman ve mekânda barındırmak isteyen muhteşem ve ebediyen mahrum nasipsizlerdir. Biricik fârikaları, münevverlik ve okumuşluk yaftası altında salâh kabul etmez bir enayilik ve cahilliktir.

· Fakat sayıları günden güne çoğalan bu tip insanların, pestenkeranî bir açıkgözlülükle bir gün İslâmiyet himayeciliğine geçmeleri ve kendileri gibi «fasl-ı müşterek» noktasında oturanları, avlamaya yeltenmeleri daima mümkündür.

· Bunlar, topyekûn ve en çok, «softa» diye isimlendirdikleri, şeriatin kışrında ve kabuğunda kalmış tiplere düşmandırlar. Bilmezler ki, kendileri de, o örnekler de biri menfî ve öbürü müspet taraflardan şeriatı heva ve nefsaniyetlerine, aynı zamanda dar ve basık ruhlarına tatbik suretiyle hakikatten uzak kalmış iki örnektir.

· Reformacılar arasında mühim bir zümrenin, imân adına hiçbir zerreye mâlik olmaksızın, insan kitlelerini sevk ve idarede dini sadece vasıta ve «maslahat» unsuru kabul etmiş esfeller olmasına karşılık, havaî ve nefsanî tefsirler, hiç farkında olmadıkları küfür şeklini din sanan ve keyiflerine göre din icat ettiklerinin farkında olmıyan bedbahtlar... Bazı gözlerin, görmek fiilini büsbütün kaybetmek için yaratılmış olması gibi, bunların bilgi ve anlayışı da, bilgisizlik ve anlayışsızlığın tâ kendisidir. Bunlar emirler ve yasakların ruhunu, sağa doğru uzaklaşarak bozan müspet kaba softalara inat, sola doğru uzaklaşarak bozan menfi kabalık timsalleridir; ve birincilerin aksülâmeli olarak doğmuşlar ve türemişlerdir.

· Bir de, Türkiye dışının reformacıları var ki, üstelik ilmî bir nikap altında ve kitaplık çapta gayretlerle İslâmı fesada sürüklemekten başka rolleri yoktur.

· Reformacı, ne türlüsü olursa olsun, İslâmı harap bir bina farzedip onu dışından payandalamak, ahşap evlere dışardan çimento püskürtürcesine, onu dışından desteklemek, onu yardıma muhtaç bilip bu yardımı dışından tedariklemek gayretinde bir fikir haini ve iman yoksunudur.

· Birinci hüküm, İslâm inkılâbı bunlarla olmaz!



NEFSANÎ TEFSİRCİ

· İslâm inkılâbı mevzuunda, bu sınıf, reformacıların bir şubesidir; ve kısım kısımdır.

· Farkları şudur ki, reformacılar, hiçbir eksik ve fazla kabul etmiyen din bütününe, dışarıdan, akıllarınca güzelleştirici ve iyileştirici unsurları ilâve etmekte mahzur görmedikleri halde, bunlar, dışardan unsur dâvet etmezler, fakat dinin zatî hükümlerini kendi içinde diledikleri gibi tefsire yeltenirler.

· Bu tefsirlerde, sâik sadece nefsaniyetleri ve keyifleridir.

· Bunlardan bir kısım, üstelik din ve ilim de satarlar sâf reformacı, yalnız ileri fikir taslarken, bunlar, dinî mânada gerçek bilgi iddia eder ve sağlam bir akîde taşıdıklarına kendilerini ve herkesi inandırmak isterler.

· Bu sınıfa en parlak misal, son zamanların bazı «Şeyhülislâm» lariyle, Cumhuriyet devresinin bazı Diyanet İşleri Reisleridir. Ayrıca, kendisini İslâmiyet bahsinde bir şey sanan bazı müellif ve hitabet taslakları...

· Kur’ânın Türkçe ve onun yine Kur’ân olabileceğini kabul ederler; Müslümanların, zekâtlarını filân ve falan yere verebileceklerine dair fetvâlar karalarlar, tasavvufu inkâr ederler; ve kalpazanlıklarının hak olduğuna şahit diye de, dinin en büyük müçtehitlerini gösterirler... Daha doğrusu bizzat kendileri müçtehit geçinirler.

· Bunlardan bir kısım, Peygamberler Peygamberini gûya tenzih ve taziz mevzuunda, onun mübarek sahabîlerine dil uzatır, gûya Peygamber aşkına sığınarak, Gaye İnsanın, mukaddes emaneti omuzlarına yüklediği ana direkleri baltalar, keyiflerine ve ağızlarına geldiği gibi de hüküm savururlar.

· Yine bunlardan bir kısım edindiği en kaba ilk mektep bilgisi ve en bayağı okur – yazarlık gayretiyle, âlemde teselli formüllerinin en gülüncü halinde bir nakarat tutturur; «Allahla kul arasına kimse giremez; bu iş tavassut kabul etmez!» ... Bu şifasız budalalar, Üsküdardan Beşiktaşa gitmek için bile bir rehbere muhtaçken, Allaha giden sonsuz girift yolda kılavuzsuzluk iddiasının sefaletini kavrıyamazlar. Bunlara «Peygamber de mi lüzumsuz?» diye sorulduğu vakit biraz şaşırırlar, ezilip büzülürler ve cevap verirler: «O değil ama, ondan başka herkes lüzumsuz!» ... Hasılı bu bedbahtlar, ellerinden gelse Peygamberi bile aradan kaldırmaya razı bir nefs istiklâliyle Allaha yalnız gitmek sevdasında mütereddit sınıflara yeni bir İslâmiyet telkinine kalkışmaya kadar gidebilirler.

· «Denize düşen yılana sarılır» kabîlinden bazı yarı bilgililer de bunların arkasına düşebilir; ve bilmezler ki, denize düşen yılana sarılır ama, yılan da onu sokar ve denizden evvel öldürür.

· Topyekûn fikrî ifadesini üzerimize aldığımız İslâm inkılâbının, yapıcısı olmak şöyle dursun, gerçek yapıcılığını en fazla zorlaştırmak ve onu Yahudî dehâsıyla tepetaklak etmek tehlikesini arzeden sınıf, her cins ve meşrepten reformacılardır.

· İkinci hüküm: İslâm inkılâbı nefsanî tesfsircilerle olmaz!



HAM YOBAZ VE KABA SOFTA

· Mukaddes şeriâtin kışrında kalmış, vecdsiz, çilesiz, hikmetsiz, dinde ne tarh, ne zam, ne indirme, ne bindirme olmayacağından habersiz, gâfil insan mânasına ham yobaz ve kaba softa...

· Allahın emri ve Peygamberin tavrı önünde hiçbir teftiş ve muayene hakkına malik olmayan aklı, bir süvari gibi durduracağı ve koşturacağı yeri ayırd edemeden, onu yerinde durdurmak ve yerinde koşturmak emrinin bizzat din buyruğu olduğunu kestirmeden, topyekûn her şeyi yasak bilen ve sırf bu sebeple bütün tarhî felâketlerimize yol açan içten bozucu sıfatiyle ham yobaz ve kaba softa...

· İslâm inkılâbının bu tip elinde hiçbir yemiş veremeyeceği, üçüncü hüküm olarak bedahettir.



SAHTE SOFÎLER

· Sahte ve yalancı sofîler, ham ve kaba softaların, gûya din ve dinî hikmetler plânında tam mukabil kutbudur.

· Ham ve kaba softaların gerçek din hikmetlerine nüfuz edemeyişi ve mütemadiyen nefsaniyetini din olarak ileriye sürüşü, nasıl başımıza tamamiyle aynı cins ve meşrebin tersine dönmüş örnekleri halinde küfür nesillerini çıkardıysa, onlardan çok daha evvel ve pasif seciye nümuneleri olarak da sahte ve yalancı sofîlerin türemesine vesile oldu.

· Pîrinden itibaren birkaç kuşak doğru yol olarak devam eden ve Osmanlı İmparatorluğunun ilk şerefli ordu unsurlarına ruh ve seciye nefheden Bektaşîlik, en kısa zamanda bozulmuş ve gitgide tefesühte öyle bir hız ve mikyas kazanmıştır ki, hiçbir küfür müessisesi, onun temsil ettiği bozgun dehâsına varamaz olmuştur.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlikte silâh olarak nükte, telkin tesir altında bırakıcı meşrep, her işde telifçi, muvazaacı, oluruna bağlayıcı ve sulhçu seciye ve bilhassa sâbit ve mutlak kıymetlere karşı gizliden gizliye müthiş bir suikast zekâsı belirtir.

· Sahte ve yalancı sofî, Bektaşîlik üniforması altında, Yahudilerin ve Masonların ulaşamayacağı bir içten tahrip dehâsiyle, her dişi gûya zarif bir nükte belirten testeresini cemiyetin ruhî salâbet kökü üzerinde gezdirirken, intisap iddia ettiği Melâmîlik veya «Vahdet-i Vücud» culuk meşrebiyle de bütün günahlara müsait zeminleri açar ve insan nefsaniyetini tanrılık dâvasına kadar düşürür.

· Ruh nescimizin, tıpkı beyin zarına üşüşen verem mikropları gibi sahte ve yalancı sofîler elinde lif lif dişlenmesi neticesi olarak aldığımız büyük ahlâkî yara, son devirlerin bile ilk âmilini ihtar edecek mâhiyettedir.

· Devirler boyunca bu türlü sahte ve yalancı sofîler, en küçük köylerden bile yerden mantar bitercesine, birer «ajans» türetecek kadar kötü sirayetlerinin kendi kendisine inkşafını görmüşlerdir. Tarikat ve mârifet taslayan şeyh edalı bu nevi echel ve esfel mikropların içinde, türlü üfürükçüler, gâipten haber verenler, devlet ve istikbâl dağıtanlar, tılsım ve keramet taslıyanlar, namaz ve ibadet sevabı bağışlayanlar ve daha neler neler vardır.

· Sahte ve yalancı sofîlerden bir kısımının en zehirli tesiri de, derviş seciyesi adına heykelleştirdiği korkunç ruh tablosudur: Pis, hasta, dünya ile alâkasız, iradesiz tedbirsiz, bütün madde ve mâna hâkimiyetinden uzak, nerede akşam orda sabah, topyekûn içtimaî vazife hissine lâkâyt, kapıları çalıp «Şey’en lillâh – Allah için bir şey» istemeyi ve dilenmeyi şiar edinmiş tipler... Devirler boyunca bütün vatan bu nevi dervişlerle dolmuştur.

· Bütün dinlerin ve medeniyetlerin anası olan ve aslî rengini İslâmlıktan alan Doğuya, Avrupalının gözündeki sahte ve yalancı mânayı verdiren, işte bu sahte ve yalancı sofîlerdir! Onların en tehlikeli cephesi de, câhil insanları çabucak avlayıveren gûya renkli ve san’atlı ruh hâletleridir.

· Sahte ve yalancı sofîler, muhkem ve mukaddes şeriat tablosunun önünden tahrip eden ham ve kaba softalara karşılık, onu arkasından bozan ihanet unsurlarıdır.

· Dördüncü hükûm: İslâm inkılâbı sahte ve yalancı sofîlerle olmaz!



DERİN VE GERÇEK MÜSLÜMAN

· İslâm inkılâbını, fikir plânında, yalnız gerçek ve derin Müslüman temsil edebilir.

· Gerçek ve derin Müslüman nedir; gerçek ve derin Müslüman ne olmaktır? İşte bütün mesele! Bu, meselelerin meselesini şu anda toplu olarak ele alırken, onu kısım kısım çerçevelemek borcunu da yükleniyoruz.

· Gerçek ve derin Müslümanın üç cephesi vardır: Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfuz ehliyetinde şahsî ruh ve akıl...

· Bu cepheleri şu anda bir bütün ve terkip tamamlığı halinde mütalâ edecek olursak, hüküm şöyledir: Başta mutlak ve sabit ölçüler manzumesi Şeriat olmak üzere, her şey, alttaki üsttekine tâbi olarak bu üç hakikat plânını yerine getirmekten ibarettir.

· Demek ki, gerçek ve derin Müslüman, basit riyazî ifade çerçeveleri içinde herbiri sonsuz ve dipsiz sırların işareti ve bütün cemiyet ve hakikat ölçülerinin anası ve mîzanı olan Şeriati, dâva ve gayenin ruhu; onun bâtını olan tasavvufu da, âlemin ve insanlığın kemâl sırrını saklayıcı hazine bilecek ve onları ruhunda çalkalayıp mayonezin yumurta, zeytinyağı ve limondan ibaret üç unsuru gibi tam bir ahenk içinde tutacaktır.

· Öyle ki, baştan başa eşya ve hâdiseler plânına hâkim ve yeryüzünü maddî ve manevî bütün mevcutlariyle kalbur içinde eleyici bir kudrete sahip, gerçek ve derin Müslüman, hikmet ve hakikatin (stratosfer) ine yükselirken, Şeriat ve tasavvuftan ibaret sağlı ve sollu kanadlariyle, bu kanadların ortasında ileriye doğru uzanmış bir idrak ve tefahhus cihazı kafasından ibarettir. Fakat uçuran, yükselten ve erdiren birbirinin tamamlayıcısı ve gerçekleştiricisi halinde Şeriatle tasavvuf; uçurulan, yükseltilen ve erdirilen de şahsî ruh ve akıl...

· Gerçek ve derin Müslüman, dünya ve insan kadrosunun bütün iş ve fikir muhasebesini muazeneleştirmiş, zimmet ve matlûp sütunlarını tam bir sıhhat ve mutabakatla karşılıklı mîzana sokmuş, yapılacak ve yapılmıyacak her şeyi tesbit etmiş, bütün istikametleri keşfetmiş ve işaretlemiş, bu hayatın yaşanmak zahmetine değer bütün kıymetlerini tablolaştırmış, en uzak buğday başağının ucundaki taneden güneşin kalbine kadar nabız dinleme âletlerini her noktaya dikmiş ve her unsurun gaye ve memuriyet sırrına ermiş, yer yüzüne ve madde âlemine insan tahakkümünü ve bunun muazzam cihazını âzamî istismar haddine yükseltmiş, idrak ve tekevvün çilesini nihaî hassasiyetle doldurmuş, frenklerin (sajes) dediği nihaî vecd, zarafet, huzur ve sükûna varmış; kısaca, insan başını sümüklüböcek kafasından ayıran tek haysiyetle varlık sırrının bütün şubelerini kahramanca kucaklamış, plânlaştırmış ve bunun insan cemiyetini teşkilâtlandırmış, kâmil insan örneğidir. Bunun niçin böyle olduğunu da, gerçek ve derin Müslümanın kısım kısım hüviyeti tâyin edilirken görülecek, İslâm inkılâbını yalnız onun temsil edebileceği anlaşılacaktır.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
GERÇEK VE DERİN MÜ’MİNDE AKIL

· Derin ve gerçek mü’minde akıl, aklın son haddine mahsus şartlar içindedir: Daire nasıl başladığı noktada biterse, akıl da nihayet «mutlak» dan hiçbir şey anlıyamıyacağını anladığı yerde nihayete erer.

· Aklı temsil eden Melek, Kâinatın Efendisini «Sidretül – Müntehâ» ya kadar taşıyabildi; ve orada «Bir adım daha ileriye geçemem, geçersem yanar, kül olurum!», dedi. «Ya buradan ileriye nasıl geçilir?» sualine de «Aşkla!» cevabını verdi. Böylece derin ve gerçek müminde akıl, kendi nezaret sahasının son hudut taşı görünen noktadan bütün kâinata bakıcı ve ona göre hakları teslim ve kendi hakkını tahsil edici âzamî bir paya mâliktir; ve bu âzamî paydır ki, aklın bazı hususlarda asgarî derecesini kabul ettirir. İşte, bütün nükte buradadır.

· Derin ve gerçek müminde akıl, hürriyeti hakikate esaret diye bilir. Hakikate esir olduktan sonradır ki, insan, gerçek ve büyük hürriyetin ne olduğunu anlar. Yoksa mücerred ve münhasır, hürriyet için hürriyet ve onun aklı, eşeklerin hürriyeti ve aklıdır.

· İşte, derin ve gerçek müminde ilâhî nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’î isimlendirilişiyle selim akıl, Şeriatı yegâne ve mutlak hakikat mîzanı sayar ve bu mutlak mîzanı ayrıca mîzana çekmek kudretini nefsinde görmez.

· Gerçek ve derin müminde akıl, yine kendi hükmünü kendisi vermiş olarak, hakikate karşı silâh makamında kullanılacak mutlak tefahhus âleti değil, hakikate tâbi olunduktan sonra onun elinden bahşiş olarak alınmış, feyzine bu tâbiyetle ermiş ve ancak hakikate mahkûmiyet neticesinde onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında hâkimiyete geçmiş bir vasıtadır. Selim aklın o kadar zor olan tarifi ise yalnız bundan ibarettir.

· Derin ve gerçek müminde akıl şudur: Nâmütenahî ve esrarlı bir ruh feyziyle imana gelen, aklının dudaklarını kilitleyen, başını boynundan itibaren kesen ve topyekûn teslim olan adama, bu teslimiyetinden sonra iade ettikleri gerçek kafa ve büyük akıl... Derin ve gerçek müminde akıl için usul, yalnız bu kadardır.

· Gerçek ve derin müminde akıl için usulün aklî ölçüsü «Allah ve Resulüne esir olan, hakikat ve hürriyete ulaşır!» düsturudur; ve akıl projektörünün önünde Peygamberler, o ışığın ulaşamadığı yerdedir. Allaha gelince, hiçbir şeyin ulaşamadığı yersizlik yerinde... Bu, hakikatlerin hakikatini gören de mutlak nurun önünde, atom çekirdeği gibi çatlayan ve kendi kendisini tahrip etmekten başka çare bulamıyan aklın ta kendisidir. Ve işte aklın birdenbire asgarîye dönen âzamî payı...

· Akıl hakkında en güzel hükmü, hükümlerin en güzellerini getirmiş olan tasavvuf plânı vermiştir: «Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...» Akıl, kendisi olmadığı vakit hiçbir şey yapılamıyacak olan, kendisini her şey zannettiği vakit de hemen sıfıra inen ve ebedî felâkete köprü dayayan, en büyük ilâhî nimetle en korkunç hüsran vesilesi arasında, bir bakıma harikalar harikası, bir bakıma da aşağının aşağısı bir vasıtacılıktan başka bir şey değildir. Bu vasıta, ayağını iman bukağısına taktığı andan itibaren, nimet ve kurtuluş vasıtalarının sultanı oluverir.

· Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız... Binaenaleyh, anlama aleti olan akıl, yine bizzat kendisini anlamak şartiyle, anlıyamadığını anlıyarak selim akla yükselir. Evet, her şey, akılla anlaşılmak işidir; anlamanın esası da anlamadığını anlamak ve Allahın sınırına baş eğmektir. Anlamadığını yine akıl anlıyacaktır. Peygamberlerden sonra dünyada en büyük baş Hazret-i Ebu Bekr’in ölçüsü: «İdrakin aczini idrak etmektir ki, idraktir» ...

· Aklın hududu üzerindeki, bu inceler incesi hikmeti, Garp felsefesi, nihayet 20 nci asırda filozof Bergson’u yetiştirerek yine akılla tesbit etti. Filozof Bergson’a «Sen aklı tahrip ettin» diyen akılcılara karşı cevap şudur: «Demek ki, aklın nihaî hamlesi ve en geniş nezaret ufku, kendi hiçliğini kavramak ve kendi kendisini tahrip etmekmiş!...» Garp, İslâmiyetin getirdiği bu ezelî hakikate, binlerce yıldır, sendeleye sendeleye henüz bugün varmış gibidir. Sadece varmış gibidir, zira aslî nasipten mahrumdur.

· Gerçek ve derin müminde akıl, Şeriate tam teslimiyetten sonra onun serbest bıraktığı bütün kâinat plânında en ileri hâkimiyet ve istiklâlle eşya ve hâdiseleri köküne kadar tefahhusa; ve insan hayatını en olgun seviyesine çıkarmak için gereken nizamı lif lif, çizgi çizgi ve nokta nokta örgüleştirmeye memurdur. Bu da, gerçek ve derin müminin dünya görüşünü belirtirken her şubesiyle bütün hayat ve cemiyet plânını kucaklar mikyasta en müşahhas kadrolar içinde ifadelendirilmeye muhtaçtır. En hassas inceliklerinden biri de şu noktadır ki, gerçek ve derin mümin, ne ham ve kaba softa gibi akıldan korkar ve onun hakikî faaliyetine set çeker, ne de reformacılar ve havaî ve nefsanî tefsirciler gibi her şeyi akla bağlamaya kalkar; sadece hududu dikkatle tâyin eder ve akla mahsus cevelân sahalarında âzamî hak ve hürriyet payına mâlik olarak hareket eder. Bu takdirde de akıl, dinin en sâdık ve faydalı bir hizmetçisi olur ve dinin emrinde dilediği hayat sistemini inşa eder. Gerçek ve derin müminin aklı işte bu akıldır. Şeriata köle, cihana sultan akıl...

· Derin ve gerçek müminde tasavvuf, «Dışı ve içiyle İslâm» bahsinde dokunduğumuz gibi, dinin ve kendisinin bütün ruhudur.

· Derin ve gerçek mümin, olanca dâvaları ve gayeleriyle girift ve ebedî insanı, girift ve ebedî oluş muammasını yalnız tasavvufta bulur; ve onu kâinatın topyekûn hesabını veren biricik dünya görüşü kaynağı telâkki eder.

· Derin ve gerçek müminde tasavvufun iki cephesi vardır: Biri, nihaî insan memuriyet ve mârifetinin, derinliğine doğru, fert ve iç hayat plânında en mahrem rejimi: öbürü de, bu rejimin, genişliğine doğru cemiyet ve dış hayat plânında akisleri, ilhamları, kıymet hükümleri ve bunlardan doğan dünya görüşü...

· İnsanı bütün hilkat sırrına ulaştıran, derinliğine doğru fert ve iç hayat plânına bağlı üstün mârifet sahası, yani tasavvufun merkezi, dinin, ismine velî dediğimiz büyük oldurucu ve kurtarıcıları elinde en hususî kadrosunu belirttiği için, cemiyet sınırları ötesinde müstakil ve münzevi bir âlemdir. Bu âlem insan kitlelerinin ve kitle hayatının üstündedir; oraya, etrafına hiçbir iz yaymamış bir noktadan, tıpkı toprak altındaki periler sarayına girilir gibi münferit ve münzevi gölgeler halinde kayılır; ve orada, tek ve muazzam vâkıa olarak tek ve mücerred insan oluşunun sırları ve usulleriyle yüz yüze gelinir. Bu, insanı kendi üstüne çıkaran ve ölmezliğe erdiren ulvî ve bu selin doğurduğu içtimaî dâvaların dışındadır.

· Fakat gaye, keyfiyet ölçüsiyle olduğu kadar kemmiyet ölçüsiyle de topyekûn insanı kurtarmak ve onun kurduğu cemiyeti ana kurtuluş merkezinin etrafında inşa etmek olunca, derin ve gerçek müminde tasavvufun içtimaî fayda zaviyesinden en amelî cephesi, genişliğine doğru inkişaf eden sahadır; yani nakışlarında aslî marifet merkezinin akislerini, ilhamlarını, kıymet ölçülerini taşıyan büyük insan kitlelerine mahsus geniş hayat plânı... Tek kelimeyle, şu kaskatı ve kaba hayat! Bütün dâva, şu kaskatı ve kaba hayatı, insan oluşunun gizli sarayına ve o sarayın en mahrem oluş hücresine yol veren büyük ve amelî bir avlu içinde kadroloştırabilmekte... İcabında o avluda kaybolup gizli fert iklimlerine dolacak istidatları, dâvanın bu cephesi cemiyetçi mütefekkirin işi olmayarak geniş kitle ve günlük yaşayış çerçevesi içinde en üstün dünya görüşüne kavuşturabilmekte... Böylece ferde ait büyük ve mahrem oluşun insan yığınları çerçevesinde başlangıç hayatını yaşatabilmek ve bu hayata mahsus bütün gaye kutuplarını müstakil olarak tesislendirmek borcu, derin ve gerçek müminde, tasavvufun ikinci, fakat amelî noktadan en hassas ve mühim cephesi olarak meydana çıkıyor.

· Bu aziz borcun kefilleri de şâmil ve küllî şeriat dairesinin içinde tasavvuf ve onun içinde de tâbi ve münkad akıldır.

· Gerçek ve derin mümin, tasavvufu Peygamberler Peygamberinin sonsuz bir nur okyanusu halinde bâtını diye tanır. Şeriat O’nun zâhiri; akıl da, kendi verâsındaki Peygamberlik tavrının mutlak hakikatine esir olduktan sonra gerçek idrake eren ve artık o zâhir ve bâtın plânına uygun olmak şartiyle her türlü arayıcılık ve buluculuk işine memur olan hizmetçi... Şeriat, tasavvuf ve akıldan ibaret bu üç kutup arasındaki âhenge eremeyen, derin ve gerçek mü’minden anlaşılacak mânaya uzaktır.

· Tasavvufun genişliğine hayat plânındaki baş ilhamında, eşya ve hadiseleri daima öteleriyle tefsir ve en üstün illiyetleriyle tefahhus emri vardır. Tasavvuf ruhuna mâlik, derin ve gerçek mü’min gözünde dünya, her zerresiyle ilâhî hikmeti besteleyen ve Allah’tan başka her şeyin fenaya mahkûm olduğunu terennüm eden bir senfonya tertibinden ibarettir. Dünya, gerçek varlıktan üzerine iplik gibi tek bir istidat ve ihtimal ışığı düşmüş öyle bir hiçlik plânıdır ki, bütün insanlık, muazzam bir hevenk şeklinde o incecik ipliğe yapışıp sonsuz kurtuluşa çıkabilir. Bu bakımdan başlıca hak, ötelere ve perde gerisindeki âleme mahsustur. Bu yüzdendir ki, âhiretin hakkı, dünya içinden tahsil edilir; ve yeryüzündeki her eser, su üzerine parmakla yazılmış mevhum satırlardan ibaret bulunduğu halde, bu satırları durmadan yazmak, vasıta-gaye telâkkisiyle borçların en azizi olarak tahakkuk eder.

· Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber «Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi âhirete çalış!» emrini verirken, işte bu nâmütenahî derin ve girift hikmeti, zâhir ölçülerinin en kolay ve amelî ifadesi içinde heykelleştiriyordu. Ne çare ki, tasavvufun yalnız posasını yiyen sahte sofî, bu emirdeki dünya borcunu anlamaz ve marifeti dünyaya topyekûn arkasını dönmek diye görür; şeriatın kışrının kışrında kalan ham ve kaba softa da, her şeyin âhiret gayesini ezbere tekrarlarken, dünyayı, şeriatta mevcut olmayan bir darlık ve havasızlık içine almaya çalışır. İşte, tasavvufla şeriatın hâlis verimlerinden mahrum ve tarih boyunca neler yaptığı ve ne tesirler bıraktığı malûm iki tipin tecelli şekli ve mânası!

· Dünyayı dünya ve âhireti âhiret olarak, Allah tarafından biçilmiş en doğru sınırları içinde ele alan ve haklarını ona göre veren büyük tasavvuf zincirinin altun kolunda (Silsile-i Zeheb), en büyük Sahabî Hazret-i Ebubekir’den başlayarak, Şahı Nakşıbend, Ubeydullah Ahrâr, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Halid gibi kutupların kutupları bulunduğunu ve bu kutupların ruh rejimini bilenler, içi yalnız Allaha bağlı insanın içtimaî fayda plânında en hareketli faaliyetlere nasıl büründüğünü ve hattâ bürünmeye mecbur olduğunu bilirler. Bu gerçek kahramanlarının tâbirine göre böyle insanların sırrı ve bâtını Hakla (Allahla), zâhirleri de halkla (dünyayla) dır. Şeriat dairesinin içinde tam ve hakikî tasavvuf anlayışı da sadece budur.

· Büyük marifet yolunun gerçek kahramanları lisanında, içiçe olarak, Şeriat – tarikat diye ifadelendirilen oluş kademeleri ve Allahta fâni olmak diye hulâsalandırılan dâva, tasavvufun genişliğine cemiyet plânına tatbikî işinde, yine içiçe, Şeriat – tasavvuf ruhu ve tâbi akıl esaslarına bağlanacak; Allahta fâni olmak hikmetinin içtimaî hayata aksediş tarzı da, en üstün dünya görüşünde ve bu dünya görüşünün içtimaî hüviyeti ve nizamı içinde, yani cemiyette fâni olmak diye tezahür edecektir. Bu da, ferdî mârifete mukabil onun ilk ve yetiştirici zemini olarak, içtimaî mârifet olacaktır.

HÜLÂSA VE NETİCE

· Her şeyden evvel ve sadece küllî hakikat mizanının İslâmiyet olduğuna imân...

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ilk bâtıl güdüm, reformacıların yoludur. Bunlar, İslâmiyetin bütün kâinatı ve topyekûn vücut sırrını ihtiva eden asliyet ve saffetine nüfuz etmek yerine İslâmiyette bulunmadığını sandıkları farazî kıymetleri dışarıdan ona eklemeye çalışanlardır. Nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde ikinci bâtıl güdüm, havaî ve nefsânî tefsircilerin yoludur. Bunlar da mutlak kemâl belirten Allahın müessisesini keyf ve hevalarına göre aslî vaz’ından ayıran ve zevâle uğratanlardır. Yine nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde üçüncü bâtıl güdüm, satıhcı ve kışırcı şeriatçilerdir. Bunlarsa, körü körüne bağlı oldukları dış hükümlerin iç çilesini çekmemek, küllî mânasını kaybetmek ve sadece sırdan ve incelikten ibaret mahrem delâletlerine yabancı kalmak suretiyle farkında olmadan, bizzat Şeriati zedeleyenler ve ona ihanet edenlerdir. Hep nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde dördüncü bâtıl güdüm, sahte ve yalancı sofîlerin yoludur. Ve bunlar, birinci ve ikinci bâtıl güdümcülerle az çok müşterek olarak, gûya bâtın yolundan dinin ve dinî emirlerin tamamlığını bozanlardır. Büsbütün nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde beşinci bâtıl güdüm, ham ve kaba softaların yoludur. Ve işte bunlar, ikinci bâtıl güdümcüleri tersinden, üçüncü bâtıl güdümcüleri de yüzünden nefslerinde toplıyarak, Allah’tan gelen fazl, feyz ve rahmete set çekenlerdir. Daima nefret!

· İslâmiyeti feyzlendirme bahsinde biricik hak yolu, gerçek ve derin Müslümanların, hem zâhir ve hem bâtında dosdoğru istikametleridir. Kâinatın Efendisi ve Allah’ın Sevgilisine ait zâhirî cepheyle (Şeriat), bâtınî cepheyi (tasavvuf) bir arada birbirleriyle tam âhenk ve bilhassa Şeriate mutlak intibak halinde benimseyen ve topyekûn dünya ve kâinata tatbik edenlerin yolu... «Fırka-i Nâciye – Kurtulmuşların fırkası» işte bu tek istikâmette yürüyenlere ait topluluk... «Sünnet ve Cemaat Ehli» topluluğu...

· Gerçek ve derin Müslümanda şeriat, iyice bilindikten ve anlaşıldıktan sonra, tek zerresi ve noktası değişmez ve feda edilmez, topyekûn dünya ve kâinatın bütün mesele ve dâvalarında mutlak mizan üssüdür.

· Gerçek ve derin Müslümanda tasavvuf, din sarayının iç esrarına ait bütün bir kemâl ve mârifet hazinesidir ki, başında ve sonunda dâvayı, aynı sarayın dış mimarî cephesi ve ölçüler manzumesi olan şeriat mizanına tatbik etmekle kemâllendirir; ve Şeriate, mukaddes kabuğunu teşkil ettiği büyük ruhu refakat ettirir. Bizzat Şeriatın, teşekkülünü emrettiği bu ruh olmazsa, kabuğun içi boş kalır; kabuk olmayınca da hiçbir şey olmaz, yahut her şey bâtıl olur.



NETİCE


· Günümüz, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasına ait (antitez) lerin, kendi kendisine yıkıldığı, yüzükoyun yere kapandığı ve tam iflâs belirttiği bir manzara çiziyor.

· Bu neticeyi, Büyük Doğu ideolocya ve dâvasının (tez) leri, kendi hamleleri sayesinde ve (aktif) plânda elde etmemiş, hattâ aksine, bu (tez) ler büsbütün mahkûm edilmiş, prangaya vurulmuş; fakat karşı taraf, (antitez) ler cephesi, «kendi kendisine» diye belirttiğimiz ilâhî cilveyle, köküne kadar pörsük ve çürük olarak meydana çıkmıştır.

· Günümüzü, 1960 – 1976 arası 16 yıllık zaman çerçevesi içinde ele alırsak, Türk milletinin bu devrede ne derin bir inkisar ve ıstırap yaşadığını, topyekûn hayat şevkini ne türlü elden çıkardığını, başındaki idareye ve onun temel ölçülerine güven duygusunu nasıl kaybettiğini, dehşet ve ibretle görürüz.

· Düne kadar Türk milletinin başındaki idare; bilmem kaç zamandan beri her ân ilerileyici bir seyr içinde, sular çekilince meydana çıkan yalı kazıkları gibi; mânevî dayanaklarının bütün kofluğunu göstermişti. Bugün de henüz, değişen bir şey yoktur.

· Artık devrimler, verimler, anılar, kanılar, töreler, süreler, ulusal egemenlikler, toplumsal güvenlikler, özgür ülkeler, uygar ilkeler, Batıya bel bağlamalar, Batıdan kurtuluş sağlamalar; ve daha aynı lûgatçeye bağlı nice nice damga ve klişe; onları kullanan ağızlarda posalığını bile kaybetmiş cansızlıktadır.

· Günümüzde her şeyle her şeyin arası açıktır: Milletle hayatın, aydınla köylünün, halkla başındaki idarenin, baştaki idareyle millet temsilcilerinin, hükümetle icra kuvvetlerinin, tüccarla piyasanın, rençberle toprağın, öğrenciyle ders programının, akılla hakikatin, hakla terazinin, aynalarla yüzlerin, kalblerle dudakların, her şeyle her şeyin...

· Hâsılı, bütün bir hayatın, bütün şubeleriyle yerinden oynadığı ve artık yerine oturtulamaz olduğu ve bu gerçeğin anadan doğma çırılçıplak meydana çıktığı gündür bu nâmübarek gün... 1923’den beri her devrenin birbirine ekleyerek getirdiği, ruhî, ahlâkî, siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî iflâs günü...

· Hâlisiyet, samimiyet, emniyet, selâmet, gayret, faaliyet, hamiyyet, cesaret hisleri bulandıkça bulanmış; nuhuset havası çöktükçe çökmüş; ve koca vatan, kendi öz evinde ve öz eşyası içinde sürgün yaşayan boynu bükük insanlarla dolmuştur.

· Manzara, kalın ve erkek çizgilerle budur; ve onun gayet ince bir mânası vardır: Ilık bir Mayıs gecesindeki küçük bir dürtüşle altı üstüne gelen perişan bir nizam zemininde, o dürtüş aslında bu perişanlığa aykırı olmadığı ve yeni bir şey getirmediği halde, birdenbire, bütün eski temel ölçüler, yalama somunlar misali, yerlerinden oynuyor ve bir daha eski yerlerini ve muvazenelerini kabul etmez oluyor.

· Yani, yerinden oynatılan «kötü» den sonra, öyle bir loşluk doğuyor ki, artık «kötü» bile yerini bulamıyor.

· Ve bizim (antitez) cephemize ait bu hezimet manzarası, bizim eserimiz değil de, kendi kendisinin, kendi kendisine meydana çıkan içyüzü halinde beliriyor. Ve bunun için küçük bir dürtüş yetiyor. Bu dürtüşün, her tarafa, her cepheye, hususiyle son 35 yıllık gidişe ait maskeleri düşürmekteki rolü inkâr edilemez.

· İmdi, olanca çapımız ve gücümüzle meydan yerinde görünmek, Allahın haklı çıkardığı dâvamızı âbideleştirmek ve (tez) lerimize tac giydirmek vazifesi de şimdi belli oluyor.
 

halidali

Asistan
Katılım
9 Nis 2007
Mesajlar
487
Tepkime puanı
3
Puanları
0
USUL

· Çizdiğimiz manzara, mutlaka bir inkılâp beklediğmizi şimşekvâri bir bedahet ölçüsüyle resmeder.

· Var olma cehdini kaybetmemiş bir millet için günümüzün şartları karşısında bir inkılâp zarureti mutlaktır ve bunun aksi yokluktur.

· Bu inkılâp, (statik) ve parça parça düzeltme gayretlerinin, hep aynı gidiş içinde küçük ıslâhçılık teşebbüslerinin işi değildir. (Dinamik) sıfatını en hareketli ve şiddetli mânada canlandırıcı bir doğruluş, davranış, şahlanış dâvasıdır bu...

· Bütün yolları, sokakları, meydanları, kapıları bir hamlede tutacak ve eski ruhî (trafik) nizamını darmadağın edip yenisini getirecek ve yerine perçinleyecek bir doğruluş, davranış, şahlanış...

· Öyleyse bu hareket, «ihtilâl – inkılâp» tâbirine lâyıktır.

· Fakat sadece ruhlarda ve düşünce çevresinde bir ihtilâl – inkılâp...

· Bu ihtilâl – inkılâbın âletleri, söz ve kalem...

· Bu ihtilâl – inkılâbın plânı, göz ve kulak yollarından kafataslarına girmek ve beyin zarları altına zerketmek...

· Bu ihtilâl – inkılâbın şartı, dâvayı, kanun hakkıyla en sıcak zeveban ve en ileri heyecan noktasına ulaştırmak...

· Bu ihtilâl – inkılâbın kadrosu mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik, dayanak sınıfı da, Şehadet getiren herkes..

· Bu ihtilâl – inkılâbın mekânı, bütün büyük şehir ve kasabalariyle Türkiye; zamanı da, güneşin ufka bir mızrak boyu yaklaşması ve artık son vâdeyi ihtar etmesi gibi, şu ân, ölü dakika...

· Son devrenin başlarında bizim dâvamız mahkûm hayatı yaşarken, hâdiseler, asıl mahkûmların neler olduğunu gösterdiğine göre, şimdi durumdan faydalanmak cansız mankenlerin tuttuğu mâna siperlerini düşürmek ve Türk Anayasasının kefaleti altındaki fikir hürriyetiyle, beklediğimiz ihtilâl – inkılâbı körüklemek de bize ve sıfatlandırdığımız gençliğe düşen borç..

· Ülkemizde Anayasayla müeyyideli fikir hürriyeti diye bir şey varsa ve eğer kanunlara doğru söyletiliyorsa, müspet ve menfî her iki haliyle biz vaziyetin ispatçısı olacağız ve her iki haldede şeref ve hizmetimiz büyük olacaktır.

· İşte avaz avaz haykırıyoruz ki, yüz küsur yıllık yanlış inanışlar bakımından ruhlardaki takma dişleri söküp, onların madenî baskıları altında ezilen hakikî ve bünyevî dişleri belirtme ve geliştirme gayesinden ibaret dâvamız, metod olarak sâf fikirden başka vasıta ve âlet tanımıyor. Böyle olunca, fikirlerimiz ne kadar dokunaklı, yakıcı olursa olsun, kendimizi kanun namusunun kefaleti altında görüyor ve bu güven duygusundan sonra başımıza hangi inkisar ve ıstırap gelirse gelsin, onu hiçe sayacağımızı, o zaman da, belirteceğimiz misâldeki ibret payı noktasından en büyük hizmeti yerine getirmiş olacağımızı, hak ve millet huzurunda ilân ediyoruz.

· Mukaddesatçı ve milliyetçi gençlik ve Şehadet getiren herkes!... Senin için belirme günü, (antitez) ler cephesinin kendi kendisine tökezlediği ve yıkıldığı bu demden başkası olamaz! Fikir meydanı ve atalarının ruhu seni çağırıyor. Elinde kanun bayrağı, ruh kalesini fethet!..



ESAS

· Bize bütün bir cihan imparatorluğu kazandırmış olan mânevî temelimiz ve ahlâk kökümüzün çeyrek, yarım, tam ve birbuçuk asır boyunca sistemli yıpratılışı karşısında ne hale geldiğimizi bugün entariler düşmüşçesine ayanbeyan görüyor ve her felâketin yalnız o yüzden doğduğunu artık lâboratuar tecrübesi kesinliği içinde kavrıyorsak, beklediğimiz inkılâbın esası elimizde demektir. O halde ana şahsiyet ve asliyet kutbumuza en doğru anlayışla sarılmanın zaruretini teslim etmek ve ettirmek, buna göre de muazzam bir fikir (aksiyon) una yol açmak ve açtırmak... İşte beklediğimiz inkılâbın esası!.. Tek kelime: Su katılmamış ve suyu çekilmemiş tam hakikatiyle İSLÂM...

· Omuzlarımız üstünde baş ve kaburga kemiklerimiz altında kalb diye taşıdığımız pıhtı torbalarını bir bıçakta kesip atacak ve bütün hayatî uzuvlarımızı, iş ve yerlerine kavuşturacak bir ideale ihtiyacımız, acele kan bekleyen ağır yaralınınkinden daha büyük müdür, değil midir? Bu ihtiyacı, inanmamaya inananlardan gayri herkes, neye inanırsa inansın, hemen doğrular.

· Halbuki kan, ağır yaralının iple boğulmuş ve (kangren) olmaya bırakılmış bir uzvundadır ve tükenmek bilmez bir depo kıymetindedir. Bu ideal olanca zaman ve mekânı, olanca hedef ve istikametiyle kuşatmak ve her şeye onun öz hakikat ve saadetini bağışlamak kefaleti altında, evet, İslâmiyettir. Beklediğimiz inkılâbın esas üstü esası da, evet, İslâmiyetin gerçek anlamı...

· Ruhlarımızdaki asırlık felç tesirini, kör gözleri açan İsâ Peygamberin elindeki ihyâkâr kudretle silip süpürme ve inmeliyi bir kavrayışta ayağa kaldırma dâvası ve onun bağlı olduğu esas...

· Sadece maddede ve nazariyede, pazarlıklı bir istiklâl karşılığı, mânâda ve ameliyede düşürüldüğümüz esaret faciasını sona erdirme; ve rejimleri, kanunları, mefhumları, âdetleri, âletleri, zevkleri bilhassa herbirinin şifalı cevheri kendisinde ve olta yemi zehirli posası bizde, türlü formülleriyle, Batı üstünlüğü ukdesini içimizden söküp çıkarma dâvası ve esası...

· Dışımızdaki emperyalistlerin, içimizdeki taklitçi ajanları vasıtasiyle, Batılılaşma bayrağı altında bizi mahkûm ettikleri tam mânevî sömürge durumunu her sâhâda anlama ve onlara paydos diyebilme dâvası ve esası...

· Bütün bunlara karşılık, insanoğlunun Doğuda ve Batıda, güneyde ve kuzeyde her türlü çile ve tecrübesini en ince eleklerden süzüp hakikatlerini nefsimize mal etme, öz mayamızda eritme, öz hamurumuza sindirme dâvası ve esası...

· İşte bu dâvanın fikriyatı, rûhiyatı, içtimaiyatı, iktisadiyâtı, bediiyâtı etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın prensibi, sistemi, metodu, kadrosu, iç ölçüsü etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın aşkı, vecdi, ahlâkı, heyecanı, fedakârlığı etrafındaki esaslar...

· İşte bu dâvanın zıt kutuplara karşı nefreti, asabiyeti, hareketi etrafındaki esaslar...

· Bütün bunların toplamı, dünün, daha ziyade bugünün içleri boş konserve kutularına benzer marka müslümanlarına karşılık, şimdi nasıl bir insan, gençlik ve cemiyet vâhidini çekirdekleştirmeye çalıştığımızı gösterir ki, zaten onu beklemekle, özlediğimiz inkılâbı kollamak arasında fark yoktur.


HEDEF

· Fikirde ana taarruz hedefimiz, belli başlı bir ruh ve zihin hâleti arzeden, gözle görünür ve elle tutulur, meydan yerine hâkim bir sınıf... Yayın, ilim, sanat, iş ve nüfuz merkezleri, ellerinde...

· Bunlar, hangi meslekten olurlarsa olsunlar, un helvaları gibi hep aynı kaşıktan, aynı (damping) tezgâhından çıkma tipler... Meslekleri ve içtimâî, ferdî, iktisadî, idarî, ancak bu helvaların tabaklara dizildiği lokanta farklarını belirtir ve kendilerini ayrıca sınıflandırmaya yer bırakmaz.

· Bunları en muhkem sınır çizgileri içine alacak (faktör), sadece ruhîdir. Ha gazeteci olmuşlar, ha profesür, ha milletvekili, ha iş adamı, ha memur, ha müdür; meslekî ayırım yönünden değil de, ruhî yönden birdir, birliktir bu tipler...

· Bunlar, kurbağanın değişme devreleri şeklinde, Tanzimattan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bugüne, üç çığır içinde yetkinliklerini tamamlamış ve şimdi azmanlaşmış, sun’î ilkah mahsulü, ulvî oluş gayesi gütmez ve eser çilesi çekmez, aşksız ve madde üstü iştiyaksız, yalnız zehirlemeye memur haşereler...

· Bunlar, asırlık Avrupacılık ve Avrupalılık yeltenişinin havası içinde hemencecik devşirilmiş ve kolayca yontulmuş hazır elbise mankenleri..

· Bir çobanda bilgisizliğin bile samimîlik, tabiîlik içinde asîl durmasına karşılık, bunlar, bilhassa mahrum oldukları şeylerin sahibi görünmeye bayılırlar. Bilgiçlik edâsı içinde koyu cahil, kötülüğe karşı tiksinti tavrı altında nâmütenahî ahlâksız... Ve akıl taslarken aptal, öldürürken korkak...

· Bütün faziletleri, evlerinin, kalblerinin, ellerinin, aile kadrolarının her türlü rezalet ve şenaat yatağı olması yanında, bankalara karşı protesto namusundan ibaret; bütün bilgileri de, ister Doğu, ister Batı adına, işporta malı çıkartma kâğıdı şekillerinden ve niyet kuşlarının çektiği pusulacıklar çapında âdi tekerlemelerden...

· Gayemize baş engel ve davranışımıza ana hedef teşkil eden ve bu sebeple inceden inceye bilinmesi gereken bu sınıfın, protoplâzma mevkiindeki mücerret örneğine, lâyık olduğu isim, eski bir muharrir tarafından verilmiştir: «Devrimbaz!» ... Ama biz, meseleleri, «Devrimbaz» uslûbiyle teker kelimelik klişelere hapsetmek mizacında olmadığımız için, devrimbaz kartvizitinin altına, iki satırlık bir izah cümlesi daha ekliyoruz:



DEVRİMBAZ

Mânevî Batı sömürgeciliğinin iç ajanı ve Türk ruh kökünün (DDT) yle kurutucusu

· Halbuki o, kendisini, nurlu Batı! uygarlığının şanlı bayraktarı ve Türk ruhunun eski pisliklerden temizleyicisi diye takdim eder.

· Görülüyor ki, her şey, «kurutucu» mefhumiyle «kurtarıcı» anlamı arasındaki farktan ve bu iki sıfatın yakışığını bulmaktan ibaret kalıyor. Ne hazin!...

· Komünistler, kozmopolitler, yahudiler, dönmeler, masonlar ve daha nice nikap altındaki İslâm düşmanları, arka mevzilerden mâhut sınıfın iaşe ve cephane ikmalini yerine getirmekte, onu kukla gibi oynatmaktadır.

VASITA

· Beklediğimiz inkılâbın dış vasıtalarına, ancak, bunların iç desteklerini beslemek şuuriyle el atabiliriz. Su bulunmadan boru döşenemez.

· Ruh yetkinliğinden belli başlı bir kıvam belirten bu iç destekler, bilhassa yılgınlığı, düşüklüğü, küçüklük ukdesini, nefs güvensizliğini, mızmızlığı, hareketsizliği, dünya ve eşyaya karşı ilgisizlik ve bilgisizliği kendi menfî kutupları saymak ve şiddetle mahkûm etmek borcu altındadır.

· İç desteklerin müspet unsurları şunlardır: «Nâr-ı beyzâ» halinde bir vecd ve aşk mizacı, sultânî bir nizam ve disiplin zevki, sırasında baldan tatlı ve sırasında zakkumdan acı bir seciye, sabrından zerre kaptırmaz sebat bünyesi, şecaat, fedakârlık, atılganlık, derinlik, gerçeklik melekeleri; ve bunlarla bir arada, kâinattaki her noktanın kıymet hükmüne ve bütün bir dünya muhasebesine sahiplik şiarı... Hayatı bütün dallariyle kuşatıcı, renklendirici, süsleyici bir (estetik – güzellik sanatı), dağları, taşları devirip sürükleyici ve gaye noktasına sürücü bir (diyalektik – metodlu düşünme ve ifadelendirme sanatı), başıboşları mıknatısların demir tozlarını çekişi gibi toplayıp derleyecek bir (retorik – örgüleştirme sanatı), silâhların tesir kudretini saha saha bölgeleştirecek bir (taktik – tâbiye sanatı). Bu kıymetler bu dâvayı güdenlerce, başlarına geçirmek zorunda oldukları vasıfların tâcından birer elmas taş...

· Tek tek içimizi ve kitle halinde müdîrler kadromuzu, nefsimize yarım saat uyku ve bir dilim ekmek fazlasını bile haram edercesine, her türlü şahsîlikten uzak ve yalnız içtimaîliğe bağlı, müthiş bir (aksiyon) ruhu etrafında tamamladıktan sonra, dış vasıtalar...

· Dış vasıtaların başında, bütün şubeleriyle güzel sanatlar (bilhassa edebiyat, tiyatro, sinema), yayın yolları (gazete, mecmua, kitap), telkin kürsüleri (konferans, vaaz, sohbet), kültür teşekkülleri (her köşede bir kulüp) ve İslâm sermayesine yön ve hareket verici mihraklar..

· Güzel sanatlarda, kadro ifadesiyle mevcut değiliz. Zaten Tanzimattan beri güzel sanatlar, ana kaynağını kaybetmiştir. Bugün esasen mevcut olmayan ve yangın yerine dönmüş bulunan edebiyat âsasında, en aşağı örnekleriyle de olsa, solcular ve başıboşlar dolaşmakta... Biz yokuz! Büyük Doğu ideolocyasının örücüsü, bir zamanlar, şimdi küfür edebiyatını idare eden bir şahıs tarafından «tek mısraı bir millete şeref vermeye yeter!» diye anıldığı ve hiçbir zaman ve mekânda sanatkâr olarak inkâr edilmediği halde, gerçek çehresi belli olur olmaz, kendisine bütün sanat müesseseleri ve kayıtları (tiyatro, antoloji, okuma kitabı) kapılarını kapamış, o da 40 yıllık çilesi içinde, özlediği İslâmî duygu plânına bağlı gençlik kolunu sanatta bir türlü yetiştirememiştir. Her halde kabahat, cemiyeti bu hale getirenlerle, bu hâle gelip farkında olmayanlarda...

· Güzel sanatlar sahasına, bilhassa şiir, roman tiyatro, el atmak ve buna ehliyet kazanıncaya kadar şişmanların zayıflama idmanı yapmaları gibi, kan-ter içinde çalışmak borcundayız.

· Yayın vasıtaları, başta günlük gazete bulunmak üzere, kuruluşundan beri, köksüzlük ve kozmopolitlik güdümünün kuklası olarak millî ruha aykırı bir hizip elinde kalmış ve bu hizbin içinde, hiçbir zaman ve mekânda, sâf ve hakikî Anadolu çocukları yer alamamıştır. Artık gazeteciliğin koca bir işletme haline gelmesi ve ruhî kıstas yanında bir de iktisadî (faktör) belirtmesi bakımından tamamiyle İslâmî sermayeye ait olan bu suç, gaflet ve zillet derecemizin gönderlere çekilmeye lâyık belgesidir.

· Eğer son 10 yıldaki, lâfta mukaddesatçı, hakikatte sözü ve fikri nâmevcut 4 – 5 gazetenin hazin tecrübesi öne atılacak olursa, deriz ki, bu da bizim ehliyetleri tâyinde, dâvayı tespitte ve ne ve nasıl olmak gerektiğini teşhiste düştüğümüz aczin ifadesinden başka bir şey olmamış ve dâva bu yüzden kalkınma yerine harcanma yoluna itilmiştir. Yumurtadan yeni çıkmış civcivlerin, kendilerini baba horoz farzetmeye yeltendiği ve kendilerine tecelli imkânı bulduğu şuursuz bir vasatta başka türlü olamazdı.

· Telkin kürsüleri, yönünden karşı taraf, İstanbul’un bütün ampulleri kuvvetinde bir lâmba yakıyorsa, biz bir kibrit bile çakamıyoruz. Konferanslarımız mahrem ve kaçamak, vaazlarımız köhne ve gafil, sohbetlerimiz de bezgin ve mahçuptur.

· Almanların eski cep kuruazörleri gibi, her sınıfın kuvvetini toplaması, ilmî, fikrî, siyasî, iktisadî, her şekle döndürülebilecek tarzda teçhizatlandırılması ve Anadolu’nun 10.000 nüfus üstü bütün kasabalarına dağıtılması gereken kültür teşekküllerimizden ne haber????

· Gelelim İslâmî sermayeye: Müslümanlığın her türlü içtimaî tezahür hakkını kaybedip ancak fert fert gönül mahzenlerine tıkalı olmasına ve namaz saflarının bile birbirinden kesik ve kopuk fertlerin toplam kabul etmez yekûn çizgisi haline getirilmiş bulunulmasına uygun olarak, unsurları arasında her türlü birlikten mahrum, gayesiz plânsız, (risk) siz, kullara karşı korkak ve Allaha karşı kaygısız, sermayenin resmî ibadetini belki de, onun ruhunu ve sarf yerini bilmez bir gizli çıkın... Bu, cihad farzına yabancı, ödlek sermayeye yön ve hareket aşılayıcı mihrakları, yine aynı sermaye bağlılarının halisleri arasında bulup onları her ân kamçılamak, beklediğimiz inkılâbın ilk maddesidir. Böyleleri de vardır.

· Bütün bu iç ve dış vasıtalar harekete geçirildikten ve her şey ruh ve fikir plânını köpürtmekten ibaret bırakıldıktan sonra, bir balkona çıkıp, güneşi beklercesine neticeyi kollamaktan gayri iş kalmaz.
 
Üst