Bu sözleri...

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Değinilesi Mevzular–2
684-DEGINILESI_MEVZULAR3.jpg



Bu sözleri nasıl anlamalıyız?
Gayr-ı müslimlerle diyalog kurma meselesi, son on-on beş yıldır, gündemimizi yoğun bir şekilde işgal ediyor.
İlk etapta “Dinler arası diyalog” olarak lȃnse edilen vetire, mȃruz kaldığı ‘içeriden’ tepkilerin terȃkümüne paralel, “Din müntesipleri arası diyalog” nȃmıyla arz-ı endȃm eder oldu.

Hakkında birçok yazı yazıldı, türlü spekülasyonlara konu edildi…
Diyalog söyleminin bayraktarlığına soyunanlar, İslȃm’ın izzet ve ikbȃl süreci olarak nazara verilen ihtişamlı devirlerde müslüman idȃrecilerin gayr-ı müslim tebaaya dönük müsamahalı tutumlarına gönderme yaparak, duruşlarına tarihȋ bir istinad noktası teşkil etme arayışı içinde oldular.

İşbu yaklaşımların en zayıf noktası, çok mühim bir hakikati ıskalıyor olmasıydı: Müslümanların müsamahanın şahikalarında seyrettiği devirleri mercek altına alanlar, İslȃm’ın aziz, küfrün zelil olduğu; vahyin tarif ettiği şekliyle inanıyor olmanın tek üstünlük kıstası olarak benimsendiği bir içtimȃȋ vasatla karşılaşıyorlardı.

Peki, bugün öyle miydi?
Şimdilerde hȃkim kim, mahkȗm kimdi acaba?
İzzet ne yana zillet ne yana düşüyordu?
Şu kahrolasıcı ‘özür dileyici’ tavır üzerimize nereden ȃrız olmuştu?

Küfrün kendi ȃdetlerini dayattığı meş’um platformlarda boy gösterip, bȃtılı meşrulaştırırcasına barış türküleri söyleyenler, bunu hangi dinȋ referanslarla temellendiriyorlardı?

Sorular uzar gider…
Bunları yazmaktaki amacımız, prensip olarak ve kategorik tarzda diyalog karşıtlığı yapmak değil elbette…
Hakikati rencide etmeyen, çerçevesi dikkatlice belirlenmiş, indȋ mülȃhazaların İslȃm’ın hükmü gibi sunulmadığı, bȃtılın meşrulaştırılmadığı projelere neden itiraz edilsin ki?

Kaldı ki, tüm müslümanları ilgilendiren bu tür küllȋ meselelerin geniş istişȃrȋ toplantı ve müzȃkerelerle, farklı kesimlerin kanaatleri de nazar-ı itibara alınarak hayata geçirilmesi, son derece hayatȋ bir hususiyettir.
Tenkidlerin insaf ölçülerini zorlamaması gerekliliği de bir zarurettir; cȃrȋ olduğu şekliyle diyalog sürecinin savunuculuğunu yapanların eleştiriye daha açık ve değer verici yaklaşmaları da…

Meseleler, bilhassa bu türden kapsamlı ve kritik mevzular, sahih bir müzȃkere ve muhȃvere zemininin tesis edilmesini kaçınılmaz kılar.
Bu bağlamda, diyalog denilince ilk akla gelen kanaat önderi olan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, Ukrayna’da yayımlanan bir medya grubuna verdiği ve ilgili grubun Favorit isimli dergisine kapak konusu olarak yansıyan röportajındaki özellikle bir bölümü, üzerinde müzȃkere yapılması için buraya alacağım.

Açıkçası ben, Hocaefendi’nin yeni vȃkıf olduğum bu sözleri nasıl ve neden söylediği hakkında mȃkul bir izah bulamadım. Yanlış anlamaların önüne geçilmesi için, kastın tavzihine ihtiyaç var.
İlgili röportajdan bir bölüm:

Soru: Bütün dünya insanlığı için faydalı gayretlerde bulunan biri olarak, Odessa'lı Hıristiyanlara ne söylemek ve onlardan ne gibi dileklerde bulunmak istersiniz?
“Fethullah Gülen: Estağfirullah, bin defa estağfirullah. Yukarıda arz etmeye çalıştığım gibi, kimseye bir şey söyleme, yol gösterme mevkiinde değilim. İnsanlık için faydalı gayretlerde bulunduğum şeklindeki sözünüzü de sadece bir dua ve sizlerin bir teveccühü, hüsnüzannı olarak kabul edebilirim.

Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman'ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum. Hz. İsa gibi, bizim nazarımızda ülü'l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir.”

“Zaman bir müfessirdir” sözü üzerine
Üstad Bediüzzaman’ın, Münazarat’ta, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeye dönük nehy-i Kur’ȃnȋ bağlamında sorulan bir suale verdiği cevapta geçen “Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz” sözü doğru anlaşılması gereken, önemli bir söz.

Bu cümleden zȃhiren iki anlam çıkabilir gibi görünüyor:
Yanlış çıkarım şu: “Bazı hükümler, zamanın tefsir ediciliği ile değişebilir; ahkȃm, devrin telakkileri çerçevesinde yeniden yoruma tȃbi tutulabilir.”

Hȃşȃ ve kellȃ, Üstad Bediüzzaman, böyle bȃtıl bir mȃnȃyı zikretmekten berȋdir.
İlmȋ terekesi, daha önemlisi dȃsitȃnȋ hayatı, onun, meş’um bir devirde neş’et eden ama küfür ve tezȃhürleriyle yaka paça olan bir ‘Ehl-i Sünnet ȃlimi’ olduğunun en sarih delilidir.

O, elbette lȃyuhti ve lȃyüs’el değildir; o da yorulmuştur, o da yanılmıştır; o da ikilemde kalmıştır.
Ama onun eserlerine bütüncül bir nazarla yönelenler, çok bedihȋ bir şekilde ‘bir Ehl-i Sünnet ȃlimi’ ile karşı karşıya olduklarını müşȃhede ederler.
İzaha muhtaç gibi görünen beyanları da böyle okunmalı, mücmel sözleri mufassal izahları ışığında değerlendirilmelidir.

İşte yukarıdaki sözden çıkarılması gereken ve Üstad’ın kastettiği doğru mȃnȃ şudur: “Kur’ȃn zaman ve mekȃn üstü bir keyfiyeti hȃizdir. Kıyȃmete kadar tüm beşere yol gösteren nurlu bir kandil olduğundan, onun bazı hüküm ve tesbitleri zamanla anlaşılır. Evvelki asırlarda beşerin ilmȋ ve teknik seviyesi itibariyle inkişaf etmeyen bazı hususlar, zamanın geçmesi ve insanoğlunun anlama düzeyinin irtifa kazanması hasebiyle idrak sahasına nüfuz eder.”

Yani zamanla değişen/gelişen hüküm değil, o hükme dȃir beşerin kavrayış sahasıdır.
Esasen bunu Bediüzzaman başka bir yerde net olarak ifadelendiriyor:
“Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa -hâşâ ve kellâ- Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’ân وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten -hâşâ sümme hâşâ- Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.” (29. mektub-1. Risale olan Birinci Kısım-1. Nükte)

O hakikati eğip bükmedi…
Evet, ibnü’l vakt idi, zamanının çocuğuydu.

Zamanının çocuğuydu ama ‘konjonktürün çocuğu’ değildi.
Biri Kurucan’ı Durdursun!

“Meryem oğlu Mesih Allah'tır.” diyenler kesinlikle kȃfir oldular. Oysa Mesih şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları, hepiniz benim de sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin! Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah ona cennetini yasak etmiştir, varacağı yer ateştir ve zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (El-Mȃide 5/72)
“Allah, üçün üçüncüsüdür.” diyenler elbette kâfir oldu. Oysa bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir azap dokunacaktır. (El-Mȃide 5/73)

Gerek kitap verilenlerden, gerekse müşriklerden küfredenler, muhakkak cehennem ateşindedirler, orada ebedi kalacaklardır. Onlardır bütün insanların en şerlileri! (El-Beyyine 98/6)

Yukarıdaki ȃyetler, kitap verilenlerden Allah’a ortak koşanların kȃfir olduklarını sarȃhatle ortaya koymuyor mu?
Hal böyleyken, biri üçleyip, üçü birleyenleri, Allah’a oğul, eş isnȃd edenleri, ‘kendilerine kitap verilenlerden olmaları’ hasebiyle küfür dairesinin dışında tutma konusunda birilerini bu ölçüde tehȃlüke sevk eden nedir?
Bakınız Zaman’dan Ahmet Kurucan ne buyurmuş:

“Teorik düzlemde kısaca izaha çalıştığımız bu hususun 15 asırlık İslam tarihinde pratiğe hep bu şekilde yansımadığı da inkar kabul etmez bir gerçektir. Özellikle ehli kitap ile münasebetlerde bunu yoğun bir şekilde görmek mümkün. Şöyle ki: Haçlı Savaşları başta her iki taraftan yüzlerce binlerce insanın ölümü ile neticelenen düşmanlık esası üzerine kurulu münasebetler sonucu Müslümanlar yukarıda izah ettiğimiz teorik temellerden uzaklaşarak karşı tarafı ehli kitap olmasına rağmen kâfir diye adlandırmıştır. Bu yanlışlığı müdafaa edecek değilim; ama şu kadarını da ifade etmeden geçemeyeceğim: Zannediyorum bu adlandırmada dönemin tarihsel şartlarının ciddi rolü var.” (15.05.2004)

Hakikate uzaklık noktasında birbirinden tefrik edilmesi mümkün olmayan küfür ehli ile kendilerine kitap verilmiş olanları, nevzuhur bir ‘bȃtıl hiyerarşisi’ oluşturarak tasnif etmenin kime ne yararı var?
Kurucan’a, Yahudi ve Hıristiyanların şirk koşmaları hasebiyle kȃfir olduklarını haber veren seleften onlarca örnek vermek mümkün ama kendisini -artık ara sıra- refere ettiği Bediüzzaman’la ilzȃm etmek çok daha kolay:

“Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehȃdeti makbuldür; fakat fâsık merdûdü’ş-şehȃdettir.” (17. Lem’a 7. Nota)
Kimden Din Öğrendiğimize Dikkat!
Modern zamanlarda bȃtılın sesi hakikatten gür çıkıyor.
Dedik ya, teyakkuz, tedbir, yeri geldiğinde su-i zan bize en çok şimdi lȃzım.
Bana ilginç gelen bir videoyu sizinle paylaşmak istedim.
Sohbet eden zȃtın ismi Metin Saruhan’mış.
İzleyin, karar verin!

Murat Türker
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Yukarıdaki görüşleri, ehli sünnetin açık görüşleriyle telif edebilen varsa , buyursun, dinleyelim! Değilse şu hüküm aşikar olacaktır: Dillendirilen bu fikirler ehli sünnetle telifi mümkün olmayan , şiddetli (itikadi kısma giren) Bid'adlardandır! Neuzübillah!!
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Odessalı Hıristiyanların ise elbette rehberleri, din büyükleri vardır ve onlara söylenmesi gerekeni söylemektedirler. Bir Müslüman, yani dinlerin temel birliğine inanan biri olarak, onların söylediklerinin bir Müslüman'ın söylediğinden ve söyleyeceğinden farklı olacağını düşünmüyorum. Hz. İsa gibi, bizim nazarımızda ülü'l-azm, yani tarih boyu gelmiş peygamberler arasında en büyük beş peygamberden biri olan bir zatın ardından gitmek, onu takip etmek, yapılabilecek en güzel şeylerdendir.”

Bu sözleri söyleyebilen hoca, acaba arabca bilmesine rağmen Fatiha suresinin 6. ve 7. ayetlerinin tefsirlerine hiç bakmadımı? diye aklımızdan geçmiyor değil? Şimdiki hıristiyanların, Hazreti İsa aleyhisselamın arkasından gittiği iddiasını Allah Teala Hazretleri yalanlamaktadır.Fatiha suresinin 7. ayetinin muteber tefsirlerine bakın aynen şunları görürüz: '' Kendi,lerine ihsan ve ikramda bulunduğun yani, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna girenlerden eyle.Onlar ne güzel arkadaştır: Ey Allahım! Bizi , doğru yoldan çıkan ve eğri yola giren düşmanlarının zümresine katma.Yani bizi, senin gazabına uğramış olan yahudilerin veya hak yoldan sapmış olan hıristiyanların zümresine katma.Çünkü onlar senin MUKADDES ŞERİATINDAN ÇIKTILAR VE BÖYLECE GAZABA VE EBEDİ LANETE MÜSTEHAK OLDULAR. Allahım duamızı kabul et''

Bu ayetin ister Safvettüt-Tefasir tefsirine, ister İbni Kesir, ister Celaleyn tefsirlerine bak aynı ibareleri bulursun.Yani Yahudi ve Hıristiyanların Hak yoldan sapmış olduklarını görürsün.Bu konuyla ilgili başka ayetlerde var, fakat her zaman okuduğumuz, Fatiha suresinden örnek vermek istedik.Bu Diyalogcular ne fena insanlar! Neuzübillah
 
Üst