Bir tutam tuzum....

mostar

Profesör
Katılım
6 Ara 2009
Mesajlar
1,011
Tepkime puanı
244
Puanları
0
Bir tutam tuzum vardı cebimde
Bırakıp uzaklaşmayı, çekip gitmeyi, hüznü, zahmeti ve yalnızlığı ve en çok da dua etmeyi niçin düşünmezsiniz dedi sarışın bilge..

. Çoğu otuzlu yaşları süren, hayatları didişmelerle, uğradıkları haksızlıklarla mücadele olan, huzursuz bir arkadaş topluluğuna böyle seslendi, Afet Ilgaz. “Kızım bu seküler söylemle Kopenhag kriterleriyle falan... nereye varacağınızı sanıyorsunuz?

Kabe Allah’ındır bırakın O korur, siz develerinizi kurtarmaya bakın...” Biz huzursuzlara hatırlattığı son sözler de Abdulmuttalip’e ait, Sevgili Efendimizin büyük babalarına.

Gözlerimizi hep “sistem” denen meçhul şeye dikmiştik. Önce sistem değişmeli, hakça bir nizam olmalıydı, insanların doğru, ahlaklı ve düzgün olması, kendimizi düzeltmelerimiz ise akabinde belki de yanı sıra geliverir diye düşünürdük... Bu arada, önce insan diyenler de vardı, önce insan. Fakat bizim o kadar acelemiz vardı ve o kadar büyük bir yangından mal kurtarmak zorundaydık ki, önce insan diyenleri hep pasif olmakla, korkaklıkla suçladık, dudak büktük onlara.

Küçücük yurt odalarında, kız evlerinde, anfilerde, yemek kuyruklarında... okullara alınmadığımız zamanlarda ise, kâh camilerde, kâh bahçelerde... bir arada olabileceğimiz her küçük yerde...

Kurtuluşu konuştuk, hep Sevgili Efendimizi konuştuk. O yoktu ama, sanki hep yanımızdaydı, sonra Sevgili Efendimizin arkadaşları sahabeler de.... Gece gündüz onları okuduk onları anlattık. Sanki arkadaşlarımız arasındaydılar. Sanki hiç dünyalarını değiştirmemiş gibi, sanki hep yaşıyorlardı, bizlerle konuşuyorlardı.

Düşünüyorum da ne çok görürdük onları rüyalarımızda.

Sonra büyüdük, hep birlikte büyüdük. Hayatın ağzının dışındaki yaşantımız son buldu. Hayatın ağzına girmiştik artık, büyümüştük işte. Aile, evladı iyal, maişet, itibar, para, rekabet -bunların tümüne kamusal hayat diyorlar- çarkları arasında ne eski konuşmalarımız, ne eski okumalarımız, ne eski rüyalarımız kalmıştı.

Sevgili Efendimiz bile bizlere o kadar uzakta ve o kadar değişik koşullarda sanki masalsı bir inanılmazlık kadar uzakta durur hale gelmişlerdi. O ve arkadaşları sanki bizlere küsülü gibi yüzlerimize bakmaz olmuşlardı.

Aramızdan birisi “Sevgili Efendimiz böyle yapmış ama...” diyecek olsa, “Ama O Allah’ın Resulüydü ve bin beş yüz yıl önce toplumsal ve tarihi şartlar bambaşkaydı, şimdiyse her şey farklı...” demeye başlamıştık.

Halbuki, henüz onlu yaşları sürdüğümüz günlerde, bir gün kendilerinin yemeğe tuz ile başladığını okumuş, okuduğumuz gibi de, bizler de tuzu sever hale gelmiştik. O kadar ki, ceplerimizde küçücük kâğıtların arasında tuz parçacıkları taşıyacak kadar, O’na benzemekti fikri sabitimiz.

Kitapta öyle yazıyor diye başlarımızı örttük. Sevgili Efendimiz bizleri sevsin diye ve O’na benzemek için örtülerimizi çok sevdik, değer verdik.
Bir kız tanırdım. Üniversite öğrencisiydi, bir gün Sevgili Efendimizi rüyasında görmüş, fakat başında örtüsü olmadığı için öyle canı yanmaktaymış ki rüyasında, ne olur Efendimiz beni bu şekilde görmesin diyerek ağlamakta ve başını hangi örtü, yastık altına sokacağını bilemeden dehşetle bir örtü aramaktaymış düşünde. Sonra birden Efendimizi görmüş.

İki kaşı arasında pırlanta gibi parlayan ve halkalar halinde dönen bir nur varmış. Kız bu güzellik karşısında yerlere kapaklanarak ağlamaya başlamış. Uyandığında yastığı sel gibi sırılsıklam imiş ve sayıklamaktaymış “Ne olur beni böyle görmesin, ne olur...”

Sonra aynı kız aile ve çevresinin itirazlarına rağmen başını örtmüştü. Ardından gelen tüm yasaklar, giremezsin, yapamazsınlar bir tufan gibi ard arda başına yıkılmıştı. Ama kıza göre hepsi boştu, çünkü o, çok güzel bir rüya görmüştü.

İşte böyleydik eskiden, bir rüya ile hayatımızı değiştiriverirdik. Bir Allah sözü üzerine vazgeçer, bir Peygamber sözü üzerine karar verirdik. Az yer, az uyur, maalesef çok konuşurduk. Birbirimizi çok severdik. Paradan, makamdan, şöhretten, rekabetten iğrenir, hatta tüm bunları komik ve aşağı bulur, hemencecik sırtımız dönerdik.

Ama büyüdük işte. Evlerde evladı iyalimiz bizi bekler. Sonra holdinglerimiz, zayıflama haplarımız, beş yıldızlı tatil sentırlarımız, gelişim stratejilerimiz, aşk süsü verilmiş ihanetlerimiz, sürat teknelerimiz, saraylardan atılı havai fişeklerimiz... falan filan da var. Var oğlu var. Var olana artık bağlılık yeminlerimiz, gözlerimizin gördüğünün dışında hiçbir şey kıymetli değil.

Tarık Tufan ne güzel de yazdı. “Bordo renkli zekat ceketlerimiz vardı bizim”. Binlerce insanın arasında bordo renkli bir çocuk nasıl da şipşak tanınıyorsa, öylece tanınırdık yüzlerimizden. Esmer yüzlerimizde en çok da alınlarımızda bir pırıltıyla dolaşırdık, varsın ceketlerimiz zekat olarak dağıtılmış olsun.
Biz özgürdük.

Hiçbir zincir bizi bağlayamazdı.
Ama büyüdük işte.

Geçenlerde, bordo renkli zekat ceketleriyle büyümüş bir delikanlı -şimdilerde büyük bir holdingin koordinatörü- zekat vereceğini söyledi, sen fakirleri tanırsın dedi. Zekatını göndermiş. Yalan değil, abartmıyorum, tam on koli sirke. Üşünmeden saydım bir kolide tam otuz şişe, on kolide...

Üç yüz sirke göndermiş, fakirlere dağıtılsın diye. Oysa zekat kurbandır, akrabalıktır, akraba olmayı istemektir, müminlerle ve Müminlerin Rabbiyle.

Kimsenin almadığı, giymeye yanaşmadığı bordo renkli ceketlerle, elde kalmış sirkelerle... Hangi akrabalık. Hangi rüya? Hangi arkadaşlık? Ceplerimizde taşıdığımız küçük kâğıtlara sarılı tuzlar nerede?
Büyüyorduk işte. “Önce insan” diyenlere dudak bükmüş olmasaydık, şimdilerde gündüz vakti fenerle adam arıyor olur muyduk?

Aynaya daha rahat bakmaz mıydık?

1987’deki ilk başörtü direnişindeki arkadaşlarım arasından hiçbiri, devlet memuru olabilmek için istemiyordu okullarına girmeyi. Coğrafya öğretmeni, hakim, diş hekimi falan olmak için yapılmıyordu başörtü direnişleri. Dolayısıyla peruk diye bir çözüm de henüz keşfedilmemişti. Ceplerimizde sadece O’na benzemek için taşıdığımız küçük tuz tutamcıkları vardı.

Bırakıp uzaklaşmaklar, hüzünlü dualar, çekip gitmekler, dünyanın yakasına yapışmamaklar, temiz rüyalar, sevgili kadim arkadaşlarımız sevgili sahabeler... Neredesiniz sizleri arıyorum.


Sibel Eraslan
 
Üst