korakademik
Ordinaryus
- Katılım
- 17 Ağu 2009
- Mesajlar
- 2,236
- Tepkime puanı
- 63
- Puanları
- 0
BİR İMAN İNKILABI OLARAK RİSALE-İ NUR
Yazar: Colin TURNER (Dr.), 27-12-2006
(1955 yılında İngiltere'nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında İslam'la şereflendi. Yüksek tahsilini Durham Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı. Daha sonra, İran'da Safeviler döneminde siyasi ve dini hareketler konusunda doktora yaptı. On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır.)
Biz Müslümanların Batıya neler sunabileceği, İngiltere'de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim: Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah'a inanıyoruz?
Bu soru, on yıl kadar önce, Rusya'nın Afganistan'ı işgalini protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce resmen İslamiyet'e girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat- hepsi vardı. "Ruslar defolun", "Brejnev'e ölüm" ve "Yaşasın Afganistan Müslümanları" gibi sloganların arasında, kendi İslami sloganlarımızı da haykırıyorduk:
Allahu Ekber ve La ilahe İllâllah. Gösterinin sonuna doğru, kendisini İslam'a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. “Affedersiniz," dedi, "La İlahe illallah ne demek?" Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: "Allah'tan başka ilah yoktur." "Tercüme etmenizi istemiyorum" dedi. "Bu sözün gerçekten ne manaya geldiğini soruyorum."
Kendisine cevap vermekte aciz kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip etti.
Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: "Bu ne biçim bir Müslüman ki, La ilahe illallah'ın manasını bilmiyor?" Cevap vereyim: "Tipik bir Müslüman."
O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da arttırmıştı.
Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde..Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: "Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?" Yeni bir biberi eline alıp ısıran hoca, "Çünkü," der, "sepetin içinde tatlı biber arıyorum."
Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca gelmez "bir şey" ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet İngiltere'den ayrılarak Ortadoğu'ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada buldum.
İslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mana ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı. Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması kolaydı. Ha, bir de Allah'ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o kadar. "La ilahe illallah" dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.
Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidamı takip eden birkaç yıl içinde benim de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki! İslam tarihi üzerine İslam'ın ekonomik sistemi üzerine, İslam'da devlet mefhumu üzerine kitaplar, İslam hukukuna dair sayısız broşürler ve, hepsinin de ötesinde, İslam ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların nasıl ayaklanarak İslami idareler kurmaları gerektiğini anlatan kitaplar.. 1979 başlarında İngiltere 'ye üniversitedeki derslerim için döndüğümde, İslam'ı Batıya tanıtmak için artık hazırdım!
"La ilahe illallah"ın manasını öğrenmek için, bu kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar İslam'dan bahsediyordu, fakat Allah'tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camindeki imama durumu anlattım. O da bir mazeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan bir kardeş yanıma gelerek, "Bende La ilahe illallah tefsiri var," dedi. "İstersen beraber okuyabiliriz." Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer 5 bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin ettiğiniz gibi, bu eserler, üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatıydı.
Önceleri, Risale-i Nur'u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni bir bakış demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. "Merak etme," dedi. "Daha önce okuduğun kitapların da hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Ayetü'l-Kübra'nın bir nüshasını işaret ederek) meyvenin kendisidir." Böylece okumaya başladık- bu defa Allah'ın adıyla. Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı.
Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma arzusu ise içimizde vardır. "Ben kimim? Nereden geldim? Kendimi içinde bulduğum bu yer neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni varlık alemine çıkaran kim?" gibi soruları hepimiz kendimize göre cevaplandırırız, ya doğrudan gözlemle, ya da başkalarının ileri sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. İnsanın hayatını nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Ayetü'l-Kübra ise, rehber eşliğinde bir kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara cevap arar.
Ayetül-Kübra, Allah'a imanı peşin olarak varsaymaz; yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat eder ki, bu sorulara samimî olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi gören kimse, kaçınılmaz bir surette "La ilahe illallah" neticesine gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve ölçü, adalet ve merhamet, rububiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların fanilik ve mahkûmiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan yaratılmışlara ait olmadığını görür, bütün bu sıfatların mutlak ve mükemmel bir surette bir Vacibü'l-Vücudda mevcut olduğunu anlar. Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görür.
Tabiat Risalesinde Bediüzzaman "La ilahe illallah" tefsirini daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki, bu materyalizmin temel taşıdır ve modern ilim bunun üzerine kurulmuştur. Sebeplere inanmak, "Bu tabidir, tabiat yaptı, tesadüfen oldu" gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Mantıki delillerle sebepler efsanesini berhava eden Bediüzzaman, bu inanca sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri gibi gördüklerini ortaya koyar.
Tabiat Risalesinde, Bediüzzaman, her seviyedeki bütün yaratıkların birbirleriyle mütedahil daireler gibi iç içe münasebetler içinde bulunduklarını ve birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık alemine sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, her biri kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, ilahi sıfatların ve Esma-i Hüsnanın sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi vazife görür. Kendi vücutları dışındaki faktörlere tam ve kesin bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir ki, onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi değildir nerede kaldı, kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları mükemmel özelliklerle donatmak!
Materyalistler ise eşyayı farklı görür, yoksa farklı şeyler görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne manaya geldiğini materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri yaratılmış, aciz, cahil, fani ve başıboş sebepler, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icad etmektedirler Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren İbrahim Aleyhisselam gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir.
Tekrar tekrar teyid eder: Her şey birbiriyle münasebet içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim yaratmışsa çiçeği de o yaratacak. Birbirlerine bağımlı olduklarına göre, çiçeği kim yaratmışsa ağacı O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler içinde yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O yaratacak, ilh. Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün bir kâinatı yaratmak gerekir. Buna ise kör, aciz, fani, muhtaç, cahil ve gayesiz bir "sebebin" boyu yetişmez.
Yazar: Colin TURNER (Dr.), 27-12-2006
(1955 yılında İngiltere'nin Birmingham şehrinde dünyaya geldi. 1975 yılında İslam'la şereflendi. Yüksek tahsilini Durham Üniversitesinde tamamladı. Arapça ve Farsça üzerine ihtisas yaptı. Daha sonra, İran'da Safeviler döneminde siyasi ve dini hareketler konusunda doktora yaptı. On yıldan fazla bir süredir Risale-i Nur üzerinde çalışmaktadır.)
Biz Müslümanların Batıya neler sunabileceği, İngiltere'de doğup büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir soru sormak isterim: Biz Allah'a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah'a inanıyoruz?
Bu soru, on yıl kadar önce, Rusya'nın Afganistan'ı işgalini protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü. Ondan yıllarca önce resmen İslamiyet'e girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat- hepsi vardı. "Ruslar defolun", "Brejnev'e ölüm" ve "Yaşasın Afganistan Müslümanları" gibi sloganların arasında, kendi İslami sloganlarımızı da haykırıyorduk:
Allahu Ekber ve La ilahe İllâllah. Gösterinin sonuna doğru, kendisini İslam'a ilgi duyan birisi olarak tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. “Affedersiniz," dedi, "La İlahe illallah ne demek?" Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: "Allah'tan başka ilah yoktur." "Tercüme etmenizi istemiyorum" dedi. "Bu sözün gerçekten ne manaya geldiğini soruyorum."
Kendisine cevap vermekte aciz kaldığımı fark edince, bunu uzun ve şaşkın bir sükût takip etti.
Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: "Bu ne biçim bir Müslüman ki, La ilahe illallah'ın manasını bilmiyor?" Cevap vereyim: "Tipik bir Müslüman."
O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da arttırmıştı.
Öyleyse nasıl Müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikâyesini duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde..Ama biberleri yemekten de bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: "Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?" Yeni bir biberi eline alıp ısıran hoca, "Çünkü," der, "sepetin içinde tatlı biber arıyorum."
Ben de aynı durumdaydım. Fazladan bir şey, hayatı yaşanmaya değer kılacak bir şey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu ihtiyacı karşılayamıyordu. O ele avuca gelmez "bir şey" ise, her seferinde köşeyi dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu. Nihayet İngiltere'den ayrılarak Ortadoğu'ya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada buldum.
İslam, başka hiçbir şeye benzemez şekilde, bir mana ifade ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı, günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı. Hukukta eşitlik getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması kolaydı. Ha, bir de Allah'ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek bir Allah. Hepsi o kadar. "La ilahe illallah" dedim ve bu topluluğun bir parçası oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.
Mühtediler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidamı takip eden birkaç yıl içinde benim de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır o kadar çok kitap vardı ki! İslam tarihi üzerine İslam'ın ekonomik sistemi üzerine, İslam'da devlet mefhumu üzerine kitaplar, İslam hukukuna dair sayısız broşürler ve, hepsinin de ötesinde, İslam ve devrim üzerine yazılan, Müslümanların nasıl ayaklanarak İslami idareler kurmaları gerektiğini anlatan kitaplar.. 1979 başlarında İngiltere 'ye üniversitedeki derslerim için döndüğümde, İslam'ı Batıya tanıtmak için artık hazırdım!
"La ilahe illallah"ın manasını öğrenmek için, bu kitaplara başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar İslam'dan bahsediyordu, fakat Allah'tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camindeki imama durumu anlattım. O da bir mazeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı duyan bir kardeş yanıma gelerek, "Bende La ilahe illallah tefsiri var," dedi. "İstersen beraber okuyabiliriz." Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa olabileceğini düşünüyordum. Meğer 5 bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin ettiğiniz gibi, bu eserler, üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin Risale-i Nur Külliyatıydı.
Önceleri, Risale-i Nur'u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O kardeşim ise, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni bir bakış demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. "Merak etme," dedi. "Daha önce okuduğun kitapların da hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Ayetü'l-Kübra'nın bir nüshasını işaret ederek) meyvenin kendisidir." Böylece okumaya başladık- bu defa Allah'ın adıyla. Derken her şey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı.
Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma arzusu ise içimizde vardır. "Ben kimim? Nereden geldim? Kendimi içinde bulduğum bu yer neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni varlık alemine çıkaran kim?" gibi soruları hepimiz kendimize göre cevaplandırırız, ya doğrudan gözlemle, ya da başkalarının ileri sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. İnsanın hayatını nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Ayetü'l-Kübra ise, rehber eşliğinde bir kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara cevap arar.
Ayetül-Kübra, Allah'a imanı peşin olarak varsaymaz; yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat eder ki, bu sorulara samimî olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi gören kimse, kaçınılmaz bir surette "La ilahe illallah" neticesine gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve ölçü, adalet ve merhamet, rububiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların fanilik ve mahkûmiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan yaratılmışlara ait olmadığını görür, bütün bu sıfatların mutlak ve mükemmel bir surette bir Vacibü'l-Vücudda mevcut olduğunu anlar. Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görür.
Tabiat Risalesinde Bediüzzaman "La ilahe illallah" tefsirini daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki, bu materyalizmin temel taşıdır ve modern ilim bunun üzerine kurulmuştur. Sebeplere inanmak, "Bu tabidir, tabiat yaptı, tesadüfen oldu" gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice vermiştir. Mantıki delillerle sebepler efsanesini berhava eden Bediüzzaman, bu inanca sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri gibi gördüklerini ortaya koyar.
Tabiat Risalesinde, Bediüzzaman, her seviyedeki bütün yaratıkların birbirleriyle mütedahil daireler gibi iç içe münasebetler içinde bulunduklarını ve birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık alemine sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, her biri kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, ilahi sıfatların ve Esma-i Hüsnanın sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi vazife görür. Kendi vücutları dışındaki faktörlere tam ve kesin bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösterir ki, onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi değildir nerede kaldı, kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları mükemmel özelliklerle donatmak!
Materyalistler ise eşyayı farklı görür, yoksa farklı şeyler görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne manaya geldiğini materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri yaratılmış, aciz, cahil, fani ve başıboş sebepler, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icad etmektedirler Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren İbrahim Aleyhisselam gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir.
Tekrar tekrar teyid eder: Her şey birbiriyle münasebet içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim yaratmışsa çiçeği de o yaratacak. Birbirlerine bağımlı olduklarına göre, çiçeği kim yaratmışsa ağacı O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler içinde yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O yaratacak, ilh. Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün bir kâinatı yaratmak gerekir. Buna ise kör, aciz, fani, muhtaç, cahil ve gayesiz bir "sebebin" boyu yetişmez.