Beşerin Aslı, Âdem Aleyhisselâm

EHLİ-SUNNET

Paylaşımcı
Katılım
10 Eki 2006
Mesajlar
384
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Konum
Dünya
Web sitesi
www.islamlehrer.de
Beşerin Aslı, Âdem Aleyhisselâm


Âdem Aleyhisselamın Yaratılışı

Allâh-u Teâlâ Cebrail’e yeryüzünde bulunan toprakların beyazından, siyahından ve bunların arasında bulunan çeşitlerinden, yumuşağından, sertinden ve bunların arasındaki çeşitlerinden almasını emretti. Allâh-u Teâlâ toplanan topraktan Âdem’i yarattı.
Âdem aleyhisselem yeryüzündeki bütün toprak çeşitlerinden yaratıldığından dolayı çocukları da muhtelif (değişik) şekillerde ve renklerde oldular. Âdem’in zürriyetinde ( çocuklarında ) beyazı, siyahı, beyaz ile siyah arasında olanı, mü’mini ve kâfiri var.

Cebrail toprağı alıp Cennet’e çıktı, orada Cennet suyuyla toprağı yoğurdu. Daha sonra çamur haline geldikten sonra Allâh, ona Âdem aleyhşsselam’ın şeklini verdi.
Bir müddet sonra yoğrulmuş olan toprak salsal oldu, yani bu çamur kurumuş bir hale geldi. Kuruduktan sonra sert hale gelmiştir. Sonra ona ruh üfürülünce konuştu. İlk söylediği şey “ Allâh’a hamd olsun ” sözü oldu.
Allâh-u Teâlâ, Âdem aleyhşsselamda marifeti ve imanı yarattı; ona, O’nu ve bütün mahlûkatları yaratan Rabbinin var olduğunu ve bu Rabbin ibadete müstahak olduğunu O’ndan başka hiç kimsenin ibadete müstahak olmadığını öğretti.


Havva’nın Yaratılışı

Allâh-u Teâlâ, Âdem Peygambere, sol kısa kaburga kemiğinden ona bir eş (hanım) yarattı. Adı da Havva’dır. Daha sonra bütün insanlar Âdem ve Havva’dan çoğaldılar.
Allâh-u Teâlâ “El-Ârâf” sûresinin 189. âyetinde şöyle buyuruyor:

ٍ هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Allâh-u Teâlâ bu âyette hepimizi bir nefisten (Âdem’den) yarattığını bildiriyor:


Yine Allâh-u Teâlâ “El-Ârâf” sûresinin 189. âyetinde şöyle buyuruyor:
وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا
Anlamı : ” Allâh, Âdem’in vücudundan Havva anamızı yarattı.”


Âdem Aleyhisselam İnsanların İlkidir
Allâh-u Teâlâ, babamız Âdem’i topraktan annesiz ve babasız yarattı. İlk insan babamız Âdem’dir. Peygamber efendimizin bildirdiğine göre Âdem aleyhisselam uzunluğu el zirağı (arşın) ile 60 zira genişliği de 7 ziradır.
Not: El zirağı normal boyda olan birinin parmak uçlarından dirseklerine kadar olan mesafedir.

Âdem, Peygamberlerin ve Resullerin ilkidir. Âdem aleyhisselam ile Havva Cennet’e 130 sene boyunca nimetlerin içerisinde hastalanmadan, yorulmadan ve üzülmeden yaşadı. Babamız Âdem aleyhisselam güzeldi.Uzun boylu ve etine dolgun idi.Yüzü ve sesi güzel idi. Elbiseler giyer, çıplak dolaşmazdı. Âdem’in yüzü korkutucu ve beli kambur değildi. Aynı şekilde anamız Havva da uzun boylu, etine dolgundu.


Âdem ve Havva’nın Dini
Âdem aleyhisselam İslâm dini üzerinde idi.Aynı şekilde Havva İslâm dini üzerinde idi. İkisi de Allâh’ı sever ve ona ibadet ederlerdi. İkisi de namaz kılar, oruç tutar ve hac ederlerdi.İkisinin de güzel ahlâkı vardı.

Âdem, Nebiy ve Resuldür

Allâh, Âdem’i Nebiy ve Resul yaptı ve onu eşine ve çocuklarına gönderdi.Onlara Allâh’ı tevhid edip, O’na hiçbir şeyi şerik etmemelerini öğretti. Âdem, zürriyeti olan çocuklarına abdesti ve namazı öğretti.Yaşantılarında daima sadık olup hiç kimseyi aldatmamalarını öğretti. Emanete sahip çıkıp ona hıyanet etmemelerini öğretti. Onlara amelde ihlaslı olmanın ne olduğunu öğretti. O, taat Allâh’ın emri olduğundan dolayı onu yapıp mükâfatını yalnız Allâh’tan istemektir.


Âdem’in Dili Fasih İdi
Âdem aleyhisselam bütün dilleri bilir ve anlaşır bir şekilde konuşurdu.
Çocukları ile işaretlerle değil açık ve anlaşılır bir şekilde konuşurdu. Sema, yer, deniz, hava ve sair bütün şeylerin isimlerini bilirdi.
Allâh-u Teâlâ “El-Bakarah” sûresinin 31. âyetinde şöyle buyuruyor:
وَعَلَّمَ ءَادَمَ الأسْمَاءَ كُلَّهَ
Anlamı : ” Allâh, Âdem’e bütün isimleri öğretti.”

Âdem Ekin Eker ve Onu Biçerdi
Allâh, Âdem aleyhisselama dünya işlerini, ekin ekmeyi, elbise dikmeyi ve altın ve gümüş işini yapmayı öğretti. Ona kazma ve kürek gibi ekin malzemelerinin nasıl yapılacağını öğretti. Tohumların, yeşilliklerin ve meyvelerin nasıl ekilip nasıl biçileceğini öğretti.
Âdem’e buğdaydan ekmeğin nasıl yapılacağını öğretti. Âdem aleyhisselam ekmeği güzel bir şekilde yapardı.

Âdem Kabe’yi İnşa Ediyor
Âdem aleyhisselam inşaat işini de öğrendi.Evleri yapıp onlara kapı ve dam yapardı. Âdem, Mekkeh’deki Kabe’yi ilk inşa edendir. Âdem aleyhisselam Filistin’deki Mescid-i Aksa’yı da inşa etti.

Âdem’in Zürriyeti ( Çocukları )
Cebrail, Âdem’e vahiy ile indi. Âdem, Peygamber olunca insanları İslâm’a davet etmeye başladı.

Bin yıl yaşadı ve sonra öldü. Öldükten sonra zürriyeti kaldı. Onlar Allâh’tan başkasına, yani güneşe, aya ve başka bir şeye ibadet etmediler. Onlar İslam üzerinde kalıp şirke ve küfre girmediler.
 

dervişane

Üye
Katılım
22 Ağu 2009
Mesajlar
28
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Hz. Âdem (aleyhisselâm) Birinci Bölüm



Her hikâye belli bir yer ve zamanda geçer. Kahramanı da çoğu kez insandır. Genellikle de “bir varmış bir yokmuş.. evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... yıllar ve çağlar öncesinde...” sözleriyle başlar anlatanlar. Fakat şimdi anlatacağım farklı. Çünkü hikâyemiz henüz insanoğlu yaratılmadan önce başlıyor. Ne zaman vardı bu hikâye başlarken ne de mekân...

Zaman öncesi... Mekân öncesi...

Sadece Allah vardı.. ve Allah’tan başka hiçbir şey yoktu. Sonsuz huzur ve heybet, sonsuz güzellik ve yücelik yalnızca O’nundu. Ne Dünya’mız vardı, ne Ay ne Güneş ne de yıldızlar. O’nun nuru vardı sadece. Aklın elinde o nuru kavrayabilecek ne güç var ne de alet. Tıpkı bir çocuğun sahilde kumlar arasında açtığı küçücük bir çukura büyük bir denizi sığdırmasının imkânsız olması gibi.

Dedim ya, zaman öncesi... mekân öncesi...

Allah varlığı yaratmak istedi. Dünya’yı, Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları var etmek.. masmavi denizler, denizlerde yüzen balıklar, üfül üfül rüzgârlar, rengârenk çiçekler, çiçeklerle oynaşan kelebekler ve gökyüzünde süzülüp duran kuşlarla Dünya’yı şenlendirmek istedi.
Allah bir şeyi yaratmak istediği zaman ona “ol” emrini verir, o şey anında oluverir. Allah, uzay, Dünya ve içindeki bütün varlıklara altı günde var olmalarını emretti, böylece kâinat var oldu.
Fakat buradaki altı gün dünya günlerinden tamamen farklı. Çünkü bizim bir günümüz Dünya’nın kendi ekseni etrafında bir tur atmasıyla oluşuyor.

Hâlbuki o zaman ne Dünya vardı, ne Güneş.. doğal olarak “gün” kavramı da farklıydı. O günlere “ilâhi günler” diyoruz biz.
Uzunluklarıyla, kısalıklarıyla kendilerine has niteliklere sahip günler onlar.

Belki o günlerden birini, Dünya günleriyle kıyasladığımızda binlerce yıla, hattâ milyonlarca asra denk gelir kim bilir. Gerçekten kimse bilemez, çünkü bu tür şeyler “gayb”tır, gizli bilgidir, insan aklının sınırlarını aşar ve ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebilir.


Evet, Allah; gökleri, yeri ve bütün varlıkları altı günde yarattığını, ardından da her şeyin tek sahibi, tek hakimi sıfatıyla onları idare etmeye başladığını anlatıyor bizlere. Her şeyin, O’nun muhteşem kudreti önünde saygıyla eğildiğini, sonsuz mükemmelliği karşısında secde ettiğini, eşsiz güzelliğini hayret ve hayranlıkla seyredip kendinden geçtiğini de.

Hayatta kalabilmek için her varlık O’na muhtaç, fakat O kimseye muhtaç değil. Çünkü her şeyin sahibi O ve sonsuz zenginliğin adı da O. Kâinattaki her şey O’nun cömertlik kapısının önünde birer dilenci.
Allah, semada nurdan varlıklar yarattı... “Melek” adını verdi onlara... kendi askerleri yaptı... onlar da isyan nedir bilmediler... emirlerine itaat ettiler her zaman.


Bir de ateşten varlıklar yarattı Allah. “Cin” ismini taktı ve görünmez kıldı onları. Dünya’yı ve semayı yurt edinmelerine izin verdi. İyisi de var içlerinde kötüsü de.

Dev canlılar da yaşadı Dünya’da. Fakat onlar bozgunculuk çıkardılar, kendi aralarında savaşıp durdular ve birbirlerinin kanlarını döktüler.
Derken İlâhi İrade “Âdem”i yaratmak istedi. Allah meleklere şöyle buyurdu:


- Yeryüzünde bana halife olacak bir varlık yaratacağım.
Melekler dünyaya baktılar, Dünya’daki canlıların her tarafa kötülük saçtıklarını, yeryüzünü kana buladıklarını gördüler. Hâlbuki onlar durmadan Allah’a şükredip, sonsuz mükemmelliği ve kusursuz güzelliğine hayranlıkla övgülerde bulunup, ibadet ediyorlardı. Melekler meraklarını gidermek ve bilgiye olan susamışlıklarını ifade etmek için sordular:


- Kötülük çıkarıp kan döken birileri mi? İşte biz sürekli şükredip ibadet ediyor, sonsuz kudret ve azametini ilân edip duruyoruz ya.
Melekler saf ve temiz bir yaratılışa sahiptiler. Yapıları gereği iyilikten başka bir şey düşünmezlerdi. Bundan dolayı, yaratılışın tek gayesinin Allah’ı tesbih ve O’na şükretmek olduğunu zannediyorlardı. Bu gaye de onların varlığıyla gerçekleşiyordu. Bilgileri bu kadardı. Farklı farklı varlıkların yaratılmasının altında yatan bütün sırları bilmedikleri kesindi.

Yüce Allah da şöyle dedi onlara cevap olarak


- Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.
Âdem’i niçin yarattığımı Ben biliyorum, sizin bilmediğiniz daha başka ne hikmetler var.


Âdem, yeryüzünde kötülük saçıp kan döken canlılar gibi olmayacaktı. Melekler gibi de olmayacaktı. O farklıydı, yepyeni bir varlıktı. Büyük bir hikmeti gerçekleştirmek için yaratılmıştı. İlim hikmetiydi o.


Allah, meleklere çamurdan bir insan yaratacağını, ona en güzel biçimi verdikten sonra ruhundan ruh üfleyip can vereceğini söyledi. İşte o zaman O’na secde edeceklerdi. Fakat ibadet gayesiyle değil, saygılarını ifade etmek amacıyla secde...


Yüce Yaratıcı, Dünya’dan bir avuç toprak aldı. İçinde siyah, beyaz, sarı, kırmızı renkler vardı. İnsanların farklı ten rengine sahip olmasının sırrı buydu. Toprağa su kattı balçığa dönüştürdü, sonunda kuru çamura insan şeklini verdi ve ruhundan ruh üfledi...


Derken Hz. Âdem’in bedenine hayat geldi ve hareket etti... nefes almaya başladı... gözlerini açtı baktı... secde hâlindeki melekleri gördü. Gözü birine ilişti, ayaktaydı, secde etmemişti. Âdem bu varlığın türünü, kim olduğunu bilmiyordu. Henüz ismi öğretilmemişti ona.
Allah, secde etme emrine karşı çıkan o varlığa sordu:


- Ey İblis, kendi ellerimle yarattığım varlığa neden secde etmedin?
İblis alçak bir sesle cevap verdi:

- Ben ondan daha üstünüm, onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın...

Allah, İblis’e:


- Defol buradan, kovuldun sen! Hesap gününe kadar da lânetlendin... dedi.


İblis Allah’ın rahmetinden kovuldu, fakat o hâlâ Âdem’e tehditler savuruyor, kendisinin üstün olduğunu küstahça haykırıp duruyordu.
Hz. Âdem çevresinde olup bitenleri seyrederken kalbi değişik duygularla çalkalanıyordu: sevgi, korku ve dehşet. Kendisini var olma nimetiyle şereflendirip, varlıklar arasında müstesna bir yere koyan, sonra da meleklere secde emri vererek onu üstün kılan Allah’a karşı sonsuz sevgi... İblis’i rahmet dünyasından kovan ilâhi öfkeden korku... ve nihayet kendisine karşı kin ve nefretle dopdolu, üstünlük hezeyanlarıyla başına her türlü kötülüğün gelmesini isteyen İblis’in bu tavrı karşısında dehşet...


Hayatının henüz ilk dakikalarında düşmanıyla tanışmıştı. Secde emri verildiğinde İblis, melekler arasında duruyordu. Fakat melek değildi o, cinlerdendi. Allah’ın emrine karşı gelince de ilâhi rahmetten kovuldu. Âdem anladı ki İblis kötülüğün simgesi, melekler de iyiliğin... ya kendisi? Kendisi neyi temsil ediyordu? Kendisi neydi? Bu konuda henüz bir şey bilmiyordu.


Nihayet Allah, var olmasının hikmetini, yapısındaki gizli sırları ve diğer varlıklardan üstün tutulmasının nedenlerini anlattı ona. O da dinledi dinledi… Böylece “Allah, Âdem’e isimleri öğretti”.
Âdem’e (aleyhisselâm), eşyaya isim koyma ilmini öğretti. Varlıkları sembollerle ifade etmenin sırlarını bildirdi. Bu kuştu... şu yıldız... o ağaç... şu da dağ, uçak, elma... ve Hz. Âdem varlıkların isimlerini öğrendi. İsim deyip geçmeyin, burada isimden maksat ilimdir, hikmettir. İnsanın yaratılmasının sırrı ve diğer varlıklardan onu üstün kılan gizem budur.

Allah ona bütün varlıkların isimlerini öğrettikten sonra, meleklere döndü ve:


- Hadi Bana şu varlıkların isimlerini söyleyin, dedi.
Gösterilen eşyalara baktılar baktılar… Fakat bir türlü isim bulamadılar onlara. Çaresizlik içinde, Allah’a bilgisizliklerini itiraf ettiler, hatalarından dolayı tövbe edip şöyle dediler:


- Yücelerden Yüce Rabbimiz, Senden mükemmeli, Senden kusursuzu yok kuşkusuz... Bizim bilgimiz ise Sen bize ne öğrettiğiysen o kadardır. Bir kez daha anladık ve öğrendik ki Senin bilgi denizin sonsuz ve her işinde milyonlarca gizli sır ve hikmetin var.

Bu sefer Allah, Hz. Âdem’e döndü ve:


- Ey Âdem, sen söyle onlara bu varlıkların isimlerini... diye buyurdu.
Hz. Âdem bir bir anlattı her bir varlığı. İsmini söyledi ve hakkında bilgiler verdi hayret ve hayranlık içinde dinleyen meleklere. Evet o biliyordu, ona bilginin sırrı verilmişti çünkü. Onu diğer varlıklardan üstün kılan özellik de buydu. Bilgiyi öğrenme ve öğretme kabiliyeti...

Sonunda melekler secde emrinin nedenini anladılar. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olmaya onu ehil kılan şeyi de. Bilgiydi o sır, mârifetti. İlimle yeryüzünde medeniyetler kuracak, Dünya’yı şekillendirip şenlendirecekti.
 

dervişane

Üye
Katılım
22 Ağu 2009
Mesajlar
28
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Hz. Âdem (aleyhisselâm) - 2. Bölüm



Âdem (aleyhisselâm), bazen bildiği şeyleri meleklerle paylaşıyordu. Fakat melekler zamanlarının çoğunu ibadetle geçiriyorlardı. Hz. Âdem kendini yalnız hissediyordu. Bir gün uyanıp gözlerini açtığında yanı başında duran bir kadın gördü. Işıl ışıl parlayan güzel gözler, şefkatle onu seyrediyordu. Âdem (aleyhisselâm) ona:

- Uyumadan önce sen yoktun burada?

- Doğru.

- Ben uyurken geldin o zaman.

- Evet.

- Nereden geldin?

- Senden, senin özünden. Sen uyurken Allah beni senin göğsünden yarattı.

- Peki Allah seni niçin yarattı?

- Yalnızlığını gidermek, seni mutlu etmek için.

- Şükür Allah’a... Gerçekten kendimi çok yalnız hissediyordum.

Melekler, kadının ismini sordular Âdem’e (aleyhisselâm):

- Havva, dedi.

- Neden Havva? diye sorunca:

- Çünkü o benim vücudumdan yaratıldı. O benim parçam... Havva,
hayat soluklayan, canlı insan demek.


Allah, Hz. Âdem’e ve eşi Havva’ya Cennet’i tahsis etti. El ele girdiler
Cennet’e ve orada hayatlarının en güzel günlerini yaşadılar... ve de en acı tecrübesini...


Cennet’teki hayatları tatlı bir rüya gibiydi.

Bazen rüyamızda güzel şeyler görür ve hayatta gerçekleşmesini isteriz, gerçekleştiğini görünce de kuşlar gibi sevinirizya. Cennet’te de rüyalar gerçek olur, en imkânsızları bile. Olmasını arzu ettiğiniz her şey, hayalinizden geçirir geçirmez karşınızda durur hemencecik. Gerçek olur düşleriniz. Her türlü yiyecek, içecek, oturacak yer, konfor... Sevgi, huzur, mutluluk... Oradaki varlıkların rengi göz alıcı ve şeffaf... Her tarafta bayıltan mis kokular, büyülü güzel manzaralar var...


Bunca baş döndüren güzelliğin içinde, Havva da olunca yanı başında, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) kalbi gerçek mutlulukla dolup taştı. Artık kendini yalnız hissetmiyordu. Havva’sıyla dertleşiyor, eğleniyor, birlikte yürüyüşlere çıkıyorlardı. Cennet ağaçlarının dalları üzerindeki bülbüllerin şarkılarını, çağlayan nehirlerin tesbihlerini, keder nedir, acı nedir henüz bilmeyen kâinatın o büyüleyen musikisini dinliyor, kendilerinden geçip, Rabb’lerine şükrediyorlardı.


Allah, Cennet’in her yerinde dolaşıp her şeyden yararlanmalarına izin verdi. Fakat bir ağaç hariç. Onlara:


- Sakın bu ağaca yaklaşmayın, aksi takdirde kendinize kötülük etmiş olursunuz, dedi.


Muhtemelen o ağaç keder ağacıydı.

Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile Hz. Havva yasak ağaca yaklaşmamaları gerektiğini iyi biliyorlardı. Fakat nihayetinde Hz. Âdem insandı, unutan, kalbi hâlden hâle dönüşüp duran, irade gücü zayıflayan... İblis, Âdem’in insanlığından kaynaklanan boşluklarını fırsat bilerek içinde köpürüp duran kin ve nefret ateşiyle Âdem’e yöneldi ve her gün kötülük zehrinden kulağına fısıldadı durdu, aklını çelmeye çalıştı:


- Neden bu ağaca yaklaşman yasaklandı biliyor musun? Çünkü bu ağaç sonsuzluk ağacı... Onun meyvesinden yiyen ölümsüz olur, melek olur sonsuza kadar...


Günler günleri takip ederken, yasak ağaç Hz. Âdem ile Havva’nın zihnini meşgul edip durdu. Sonunda yemeğe karar verdiler. İblis’in en azılı düşmanları olduğunu unuttular. Âdem (aleyhisselâm) elini ağacın dallarından birine uzattı, bir meyve koparıp Havva’ya verdi. Önce
Havva, sonra Âdem yedi yasak ağaçtan.


Âdem (aleyhisselâm) ağacın meyvesinden yer yemez kalbinin sıkıştığını hissetti. Acı, hüzün ve pişmanlık sardı içini. Bir anda çevresindeki güzelliklerin rengi soldu, gönlünde köpürüp duran tatlı musiki sustu. Her taraf bir matem havasına büründü. Birden bire gözü vücuduna ilişti, aman Allahım! Çıplaktı... eşi Havva da... utanmayla karışık bir heyecan içinde ağaçlardan yapraklar koparmaya, açılan yerlerine koyarak örtünmeye çalıştılar.


Bunun üzerine Allah, Cennet’ten çıkmalarını emretti.

Ve Hz. Âdem Havva ile birlikte dünyaya indi...

Cennet’te değillerdi artık... Âdem (aleyhisselâm) pişmanlıkla inliyor, Havva anamız hüzünle ağlıyordu. Nihayet Allah, onların samimi tövbelerini kabul edip onları bağışladı. Fakat bundan sonraki vatanları Dünya olacaktı. Orada yaşayacak, orada ölecek ve Kıyamet Günü geldiğinde orada yeniden dirileceklerdi.


Böylece dünya hayatı başladı. Toprak üzerinde durmadan çalışmalar, bitmek bilmeyen zahmetler ve sonu gelmez yorgunluklar... Hz. Âdem, Cennet’ten çıkışın konfor, rahat ve zahmetsizce elde edilen nimetlere veda etmek anlamına geldiğini bilmişti.


Burada, kendi evini kendi elleriyle yapmalıydı. Yiyeceğini topraktan çıkarması, toprağı ekip-biçmesi lâzımdı. Vücudunu örtmek için elbiseler dikmesi, ailesini yeni vatanında karşılaşacağı vahşi hayvanlardan korumak için silâhlar yapması gerekiyordu. Her şeyden önemlisi İblis’i ve İblis’le olan savaşını unutmamalıydı. Cennet’ten çıkarılmasının tek sebebi o idi. Nitekim Dünya’da da boş durmuyor, hem kendisi hem de çocuklarının kalbine kötü şeyler fısıldayarak Allah’a isyan etmeleri için kışkırtıyordu.


Evet, iyilik ile kötülük arasındaki savaş dur-durak bilmeden sürecekti. Kim Allah’ın çizdiği yolda yürümeye devam ederse ne üzülür ne de korkar... Her kim Allah’a baş kaldırır, ateşten yaratılan İblis’in yürüdüğü yoldan giderse, sonunda İblis’le beraber ateşte yanar. Kesin kural, değişmez kanun buydu.


Âdem (aleyhisselâm) yeryüzünde yaşamaya başladığı sıkıntılarla birlikte bütün bunları anladı ve üzüldü. Üzüntüsünü hafifleten tek şey yeryüzüne bir sultan olarak gelmesiydi. Efendi oydu. Dünya’nın toprağını işleyecek, üzerinde köyler ve şehirler kuracak; çocukları büyüyüp çoğalacak, hayata yön verip, güzelliğine güzellik katacaklardı.


Hayat bir imtihan, dünya ise o imtihanın meydanıydı. Hz. Âdem’in birçok çocuğu ve torunu oldu. Hz. Âdem (aleyhisselâm), onlara Allah’a kulluğu öğretiyor ve onları İblis’in oyununa gelmemeleri için sürekli uyarıyordu. Çünkü dünya imtihanını kazanmak şeytanı yenmekten geçiyordu.


Havva validemiz her seferinde ikiz doğuruyordu. İkizlerden biri kız diğeri erkekti. Hz. Âdem, bir batında doğan kızı diğer batında doğan erkekle evlendiriyordu. Kâbil, kendisiyle aynı batında doğan kızla evlenmek istedi. Hâlbuki o, Hâbil’in hakkıydı. Kâbil talebinde ısrar edince, Hz. Âdem (aleyhisselâm) ikisine de Allah’a kurban sunmalarını söyledi. Kimin kurbanı kabul edilirse kızla o evlenecekti. Hâbil en çok sevdiği semizlemiş bir koçu kurban etti Allah’a. Kâbil ise cılız bir şey;… Allah, Hâbil’in kurbanını kabul etti.


Şeytan, Kâbil’in zaafını fırsat bilerek içine kin ve nefret üfledi. Kâbil şeytana aldandı. Kardeşine şöyle bağırdı:

- Seni öldüreceğim...

Hâbil, yumuşak huylu, güzel ahlâklı bir insandı. Şöyle cevap verdi öfkeli kardeşine:

- Sen beni öldürmek için elini kaldırsan da, ben sana karşılık verecek değilim. Ben cinayet işlemekten Allah’a sığınırım.

Şeytan, Kâbil’le istediği gibi oynuyordu. Yeryüzünde ilk fitne Kâbil’in
elleriyle gün yüzüne çıkacaktı.

Sıcak bir gündü. Hâbil, serin bir gölgeliğe çekilmiş derin bir uykuya dalmıştı. Kâbil, saklandığı yerden sessizce çıktı. Elinde ölmüş çürümüş bir hayvandan aldığı bir kemik vardı. Hâbil’in baş ucuna gelip, var gücüyle kafasına indirdi kemiği. Hâbil’in masum yüzünden tertemiz kanlar aktı yere ve oracıkta ruhunu teslim etti. Kâbil, kardeşini öldürmüş, yeryüzünde ilk cinayeti işlemişti. Şeytanın oyununa gelmişti. Hâlbuki kaç defa Hz. Âdem onlara şeytanın hilelerini anlatmıştı.


Kâbil, kardeşinin cansız cesedini görünce bir kâbustan uyanır gibi irkildi. Hâbil, hareketsiz yatıyordu. Kalkması için onu sarstı, fakat boşuna. “Eyvah” diye bir çığlık attı pişmanlık içinde. İş işten geçmişti. Panik içinde cesedi nereye saklayacağını düşündü. Biraz sonra bir karga sesi yırttı sessizliği. Kâbil dönüp baktığında simsiyah bir karganın bir karga leşinin yanında durduğunu gördü. O da kardeşini öldürmüştü belli ki. Gece rengindeki karga bir çığlık daha attı ve gagasıyla yeri eşmeye başladı. Yerde bir çukur açtıktan sonra ayaklarıyla kardeşini çukura itti, sonra da kanatlarıyla toprak attı üzerine, gömdü.

Bu tabloyu gören Kâbil “Yazıklar olsun bana, bir karga kadar bile olamadım.” dedi. O da bir çukur açtı ve kardeşinin cesedini gömdükten sonra uzaklara kaçtı. Cinayeti işleyen kâtil, cesedi gizledikten sonra, kendisi de gözden kayboldu.


Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) ashabıyla birlikte oturmuş sohbet ediyordu. Yeryüzünde işlenen ilk cinayeti hatırlayınca şu inciler döküldü mübarek dudaklarından:


- Yeryüzünde işlenen her cinayetin günahının aynısı Kâbil’in defterine de yazılır. Çünkü Dünya’da ilk cinayeti işleyen odur.

Hz. Âdem, cinayeti duyunca hüzne boğuldu. Bütün uyarılarına rağmen evlâtlarından biri şeytanın oyununa gelmiş, dünya imtihanını kaybetmişti. Evet hayat serüveninin anlamı buydu: Yitirilmiş Cennet’e tekrar dönebilmek için sonuna kadar şeytanla savaş.

Gel zaman git zaman...

Günler haftaları,haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve bir gece... şiddetli bir rüzgâr esti. Hz. Âdem’in kendi elleriyle diktiği yaşlı ağacın yaprakları titredi. Dalları, yanı başındaki gölün sularına kadar eğildi. Meyveleri, gölün sularına dokundu. Rüzgâr gider gitmez yaşlı ağaç doğruluverdi. Dalları arasından şakır şakır su damlacıkları dökülmeye başladı. Ağaç, göl sularına doğru eğilmiş ağlıyordu.

Hüzün sarmıştı yaşlı ağacı. Dalları, yaprakları titriyordu. Yıldızlar da titriyordu gökyüzünde. Ay ise gümüş çehresiyle gözlerini dikmiş Dünya’ya bakıyordu. Yeryüzünde önemli şeylerin meydana geldiğini hissediyordu, fakat ne olduğunu bilmiyordu. Bunun üzerine ışık hüzmelerine emretti “Dünya’ya koşun ve hemen bana haber uçurun.” diye.


Işık hüzmeleri uçtular, yere ulaştılar. Dağlara ışık tuttular, nehirlere, denizlere ve ovalara... ve dehşetle irkildiler. Çünkü bütün varlık başını eğmiş ağlıyordu. Ay’ın ışıkları, Dünya’yı saran bu kalın matem havasının sırrını öğrenmek için Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) odasına süzüldüler...

Işık düştü Hz. Âdem’in yüzüne. Solgundu, fakat huzur doluydu... ve Ay Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) son nefesini vermekte olduğunu anladı... o da ağlamaya başladı.

Basit, sade bir oda, Hz. Âdem’in odası... Ağaç dalı ve güllerden yapılmış bir yatak… Üzerinde beyaz sakallı masum bir adam: Hz. Âdem. Etrafını bir hâle gibi sarmış evlâtları... Ağzından dökülecek son sözleri, son vasiyeti bekliyorlar.


Hz. Âdem (aleyhisselâm) konuştu. Kendi soyundan gelecek bütün çocuklarına seslendi: “İnsanlığın kurtuluşu için tek bir gemi var.” dedi. “Şeytana karşı savaşta kullanılacak tek silâh var.” O gemi iman gemisi. O silâh ise Allah’ın peygamberler vasıtasıyla göndereceği mesajlar. İnsanın şeytana karşı yürüttüğü savaşta Allah, onu yalnız başına bırakmayacaktı. Ona Cennet’e giden yolu gösterecek rehberler, peygamberler gönderecekti. Belki isimleri farklı, mûcizeleri farklı, özellikleri farklı olacak, ama tek şey etrafında birleşeceklerdi: Tek Allah’a kullukta.

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (aleyhisselâm) vasiyetini bitirdi. Ağırlaşmış gözlerini yavaşça kapadı. Birdenbire çevresini halka halka saran ve ona selâm veren melekleri gördü. Aralarından birini seçti gözleri, ölüm meleğini… Kalbi derin bir mutlulukla coştu. Tebessüm etti ve ruhu Cennet güllerinin mis kokularıyla doldu.
 
Üst