Bediüzzaman ve İman Hizmeti

RaBiA

Asistan
Katılım
8 Haz 2006
Mesajlar
448
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
36
Konum
şehr-i yar
Edip İbrahim Debbağ

(1931’de Irak’ın Musul şehrinde dünyaya geldi. 1980 yılında Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur Külliyatını tanıyan Edib İbrahim Debbağ’ın Bediüzzaman’ın hayatı ve fikirleri konusunda yayınlanmış 5 kitabı ve çok sayıda makaleleri bulunmaktadır.)

Biz Araplar zaman ve mekân bakımından uzak olsak da Bediüzzaman Said Nursî'yi tanıma ve anlama bakımından bir cihette daha büyük bir imkâna sahibiz. Çünkü yüksek bir binanın ihtişamını dışından bakanlar içindekilerden daha iyi görür. İslâm ve imana âşina olan Arapların böylesine büyük bir İslâm mütefekkirini elbette tanıması gerekir. Ben itiraf ediyor ve inanıyorum ki, Bediüzzaman'ın Arapça'ya tercüme edilen eserleri kısa bir zamanda tecdide susamış insanların ihtiyaçlarına cevap verecek, imanî bir fikir kaynağı haline gelecektir.

Böyle büyük bir eser sahibinin şahsiyeti üzerinde durmak gerekir.

12 seneden beri Bediüzzaman'ın risalelerini okuyorum. Bu eserleri iman ve fikir sahasında kendime rehber kabul ettim ve şu neticeye vardım:

Biz öyle bir şahsiyet karşısındayiz ki, ruhu iman esrarıyla dolu, kalbi güneş kadar pırıl pırıl, aklı iman hakikatları ile alev alev; nefesi, uyumuş ve uyuşmuş fikirlerimizi uyandıracak kadar güçlü; hitabındaki güzellik celâlî isimlere ayna olacak kadar berrak ve müessirdir.

Bediüzzaman'ın bu yüce mertebeye ulaşması, öyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhî ve kalbî seyahatlerden, çetin nefsî mücadelelerden geçerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en mühim dönem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mücadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin “cenaze namazını” kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.

Bu mücadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine açılmış ve mânen çöle dönmüş ruhlara hayat vermek, ancak iman âb-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun üzerine “Eski Said” i maziye gömdü, “Yeni Said” olarak dirilip fanilik toprağını üzerinden attı. Güçlü bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tükenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.

Bediüzzaman, bu asır insanının derdinin iman zaafından ileri geldiğini basiretiyle farketti ve sathileşen İslâmî idraki bu temelden başlayarak derinleştirme gereğini duydu ve bu tesbiti üzerine yepyeni bir nesil yetiştirmeye koyuldu. Öyle bir nesil ki, ehl-i dalâlete boyun eğmez, şuurlu, nasıl hareket edeceğini bilen, dünyayı avucuna aldığı halde kalbinde ona yer vermeyen bir nesil...

Maddî cihadın harici düşmana karşı olacağını belirten Bediüzzaman, yeri geldiğinde kalem tutan eli ile silâh taşımış cepheye koşmuş, hattâ bu uğurda yaralanıp Ruslara esir düşmüştür. 1917'deki bolşevik ihtilâline kadar bu esarette kalmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şâmiye isimli eserinde İslâm dünyasının içine düştüğü manevî felâketlerin kaynaklarına işaret etmekte ve çıkış yollarını göstermektedir. Bu manevî hastalıklardan birinin, ümitsizliğin Müslümanlar arasında hayat bulup dirilmesi olduğunu belirtir. Ümitsizliğin her türlü ilerlemeye engel, kanser mikrobu gibi olduğunu ifade ederek Müslümanların ümitvar olmaları gerektiğine işaret eder. Çünkü ümit ve iyimserlik duygusu, Müslümanlar için kuvvet kaynağı, zamanın acı darbelerine karşı koymanın en güçlü bir dayanağıdır. Ümit, hüzün karanlıklarını gideren ve gayb âleminden içimize yağan bir nurdur.



Felaket asrının adamı

Bediüzzaman, Barla'da kendini iki ayrı gurbetin içinde bulur. Birisi İslâmın başına gelen felâketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin bütün yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediüzzaman bu gurbetler içinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acı ve elîm bir gurbeti bütün ruhunda hisseder.

Dünya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını çevirmiştir. O da dünyayı bırakıp âhirete yönelmiştir.

Bediüzzaman, İslâmiyetin gurbete düştüğü bir zamanda geldi. İslâmiyet adına her şeyin silinmek istendiği karanlık bir devirde, çorak bir zeminde vazife başına geçti. O, bu gerçeği şu ifadelerle dile getirir ve o karanlıklar arasından yine ümidi haykırır.

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.”

Bediüzzaman hüznün her rengini tatmış, her türlü elem ve keder gömleğini giymiş, fakat halini kimseye şikâyet etmemiştir. İçinde yanardağlar kaynamasına rağmen, dışında sükûnet hâkimdi. O kendisini düşünmekten vazgeçmiş, İslâmın elemleriyle inliyordu. Huşû içinde Rabbine yönelmiş, korkaklığı ayaklar altına almıştı. Aç canavara yakın olmanın, merhametini değil, iştihasını kabartacağını biliyordu. Onun için bir defa olsun zalimlere boyun eğmemişti.



Celâl ve Cemâl tecellileri

Bediüzzaman, İlâhî terbiyeden mahrum olan aklın, eşyanın ve kâinatın hakikatlarını kavramaktan uzak olduğu görüşündedir. O, iman nuruyla aydınlanmış, Kur'ân güneşiyle parlamış bir akıl ve basiretle ancak İslâm medeniyetinin kurulabileceği kanaatindedir. Bu medeniyetin iki temeli vardır: Celâl ve Cemal.. Cemal bu medeniyetin ruhu, celâl bedeni hükmündedir. Cemal o medeniyetin bahçesi, celâl da surlarıdır. Cemal, hakikattır, adalettir, hayırdır, güzelliktir, rahmettir, sıdktır, şeref ve fazilettir, bütün güzel sıfatlardır; Celâl ise bu değerleri tahripten koruyacak kalkandır, kılıçtır.

...Risale-i Nur, işte bu celâlî ve cemalî isimlerin tecellisi ve hendesesiyle kâinatın özünden süzülmüş hakikatlerdir. Satırlarında ve sayfalarında celâl ve cemal kol koladır. Bazan bu eserler manâ güzelliğinin feyziyle bir şelâle gibi çağlar. Kendinizi şair ruhlu büyük bir edibin karşısında bulursunuz. Bazan celâlin ihtişamı sizi kuşatır ve kalbinizi sarsar. Sizi hayret secdesine götürür. Risale-i Nurun sayfalarını çevirdikçe şiddet içinde rikkat, kuvvet içinde şefkat, izzet içinde rahmet, azamet içinde tevazu, salâbet içinde lütuf, kalb içinde akıl, akıl içinde de kalbi görürsünüz... Said Nursî'nin kalbinin vecd içinde inlediğini hisseder ve Allah'tan uzak kalmanın ızdırabı içinde kıvranan insanlığın felâketi için hüzün dolu gözyaşı döktüğünü sezersiniz.

Said Nursi, âhiretin korkunç âkibetlerini işlerken bile asıl vazifesini ihmal etmez, insanlara, korkutmadan önce Allah'ı sevmeyi öğretir. Yani önce cemâli sergiler, sonra celâli...

Risale-i Nur, kuracağı medeniyetin temelini Celâl ve Cemâl esasları üzerine atar. Buna göre bir insan modeli ve örnek Müslüman yapısı örer. Bu insan, yüksek fikirli insanlar sırasına girer ve medeniyeti bu insanların omuzuna tevdi eder.

Celâlin şefkati “ene”nin kibir, ucub ve isyanını yok eder. Celâlin heybeti ile 'ene' düşmanlarına boyun eğmekten, tezellülden ve ümitsizlikten kurtulur. Cemal bizi fikre, adalete, hakka, fazilete ve mes'uliyete sevkeder; Celâl ise içimizden güçlü bir kaynak fışkırmasına sebep olur. Pısırıklıktan, korkaklıktan kurtarıp cesaret, hamiyet ve fedakârlığı aşılar.



Kâinata bir bakış açısı

Hayattaki İlâhî musikinin nağmeleriyle insan arasındaki bağı Bediüzzaman kadar hisseden ve kuranlar azdır. Bediüzzaman bu dakik besteyi müşahede edip kaydetmeye muvaffak olmuş nâdir mütefekkirlerdendir. Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlar, zahmet çekmeden kâinat ile insan kalbi arasındaki bağı görebilirler. Hattâ dikkat ettiklerinde insanın kâinatın küçültülmüş bir nüshası olduğunu farkederler. Kâinat ile insanın vicdanında sevgi, yardımlaşma ve tesanüt nağmeleri yankılanır. Bediüzzaman iman yolculuğunda ilerlerken, kâinatın fıtrî olarak, insanın da şuûrî olarak yaptığı ibadeti Cenab-ı Hakka takdim eder. Bu hakikatı şu şekilde beyan eder:

“Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nûranî kitaplar gösteriyorlar.”

Said Nursî eşsiz tecrübesiyle kâinata yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Bu bakış açısı, edebiyatçılara, kalem erbabına ve fikir sahiplerine devamlı sûrette kaynayan gür bir pınar oluyor. İman edebiyatını zenginleştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyor. Bir yandan göklere tırmanıyor, diğer yandan yerin derinliklerine kök salıyor. Çünkü o, bu zamanda insan fikrinin, kâinatla çok yakından alakadar olduğunu biliyor.

Vicdanı, asaletinden bir şey kaybettirmeden terbiye etmek ve ona yol gösterebilmek Müslüman düşünürlerin üzerinde çok durdukları bir konudur. Fakat bu konuda muvaffak olanlar pek azdır. Said Nursî, bu asırda bozulan vicdanı tamir etmekte muvaffak olmuştur. İnsanları bu asrın dışına çıkarmadan, kalbiyle, ruhuyla, aklıyla bu asırda tutarak ona hitap ediyor. Sorumluluklardan kurtulmak için cemiyetin dışına çıkarmıyor.

İnsan hayatı mukaddestir. Bu kudsiyet, hayatı veren Allah'tan gelmektedir. İnsan buna inandığı zaman elbette üzerinde titreyecek, hayatını kirletmeyecek, zayi etmeyecektir. Sıkıntılar sebebiyle onu üzerinde ağır bir yük olarak gördüğünde ondan kurtulmak istemeyecek, ona en yüksek fiyatı veren Allah'ın hizmetine sunacaktır.

Bediüzzaman hayatın kıymetini belirtirken diyor ki: “Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.”

Hayat kâinatın özlü bir parçası olduğuna göre, kâinatı tanımazsak hayatı da tanıyamayız. İlim bize eşyanın boyutlarını sadece nisbi olarak tanıtıyor. İlim, eşyanın hakikatını hâlâ tam olarak keşfedebilmiş değildir. Eli her yere uzandığı halde, hâlâ kesin bir neticeye ulaşamamıştır. Bu durum daha çok teori plânında kalıyor.

Bunun yanında insan, mutlak hakikata ulaşmak ve gerçeği bulmak için çalışmaktadır. Mutlak gerçeğe yönelmek sanılmasın ki, aklî meseleleri bir kenara itmek demektir. Mutlak gerçeğe akıl ve mantığı bir kenara itip ulaşılmaz. Kâinatın ötesine sırf hayalle yapılan seyahatle de mutlak gerçek bulunmaz. Çünkü hiçbir dinî hakikat yoktur ki, akıl ve mantığın esaslarına uygun olmasın. Tersine, aklî meselelerin derununa inildiğinde orada dini buluruz. Vicdana hitap eden âlimler, genellikle en ince aklî delilleri ortaya koymuşlardır. Gazalî, Said Nursî ve benzerlerinde olduğu gibi.

Özetle; tahrif edilmemiş bir din aklî bir dindir, akla ve mantığa asla ters gelen meselesi olmaz. Kelâm ilmi, modern çağ öncesinde İslâmın akıllaştırılma çalışmasının bir merhalesidir. Ancak, bu modern ilim asrında, geçmiş asrın ilm-i kelâm çalışmaları kifayetsiz kalmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî bu boşluğu görmüş ve kelâmı bu asra uygun bir şekilde ortaya koşmuştur. Bu mazhariyet Bediüzzaman Said Nursî'ye nasip olmuştur. O, akıl ve mantığa uzak gibi görünen meselelerde bile en yüksek akıl ve mantık ölçülerini vazediyor. Ve meseleleri öylesine ulvileştiriyor ki, şair ruhluları bile ihtizaza getiriyor.

Sözler’den âdeta hayat fışkırıyor. Kâinatın İlâhî nağmeleri dinleniyor. İmanı gurbette kalmış gönüller en güzel teselliyi, vuslatı onda buluyor.
 

Gülçehre

Asistan
Katılım
1 Tem 2006
Mesajlar
858
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
35
Konum
...Malatya...
Bediüzzaman'ın bu yüce mertebeye ulaşması, öyle pek kolay olmamıştır. Uzun ruhî ve kalbî seyahatlerden, çetin nefsî mücadelelerden geçerek ulaşmıştır. Rûhî ve fikrî hayatında en mühim dönem noktası, onun kendi nefsiyle giriştiği mücadeleden başarıyla çıkmasıdır. O, bir an bile nefsiyle mücadeleden geri durmadı. O kadar ki, nefsinin “cenaze namazını” kılana kadar bu cihadı devam ettirdi.

Bu mücadeledeki muzafferiyeti neticesinde hak yolu kendisine açılmış ve mânen çöle dönmüş ruhlara hayat vermek, ancak iman âb-ı hayatı ile olacağı ona ilham edilmiştir. İşte bunun üzerine “Eski Said” i maziye gömdü, “Yeni Said” olarak dirilip fanilik toprağını üzerinden attı. Güçlü bir ruh, şaşmaz bir akıl ve yılmaz bir irade ve tükenmez bir gayretle iman kurtarma hizmetine girişti.


Felaket asrının adamı

Bediüzzaman, Barla'da kendini iki ayrı gurbetin içinde bulur. Birisi İslâmın başına gelen felâketlerin gurbeti; diğeri de bizzat kendisinin bütün yakınlarından ve dostlarından uzak kaldığı gurbet. Evet, Bediüzzaman bu gurbetler içinde yalnız, kimsesiz, tesellisiz; ne sığınacak bir yer, ne de kendini bağrına basacak bir yuva vardır. Acı ve elîm bir gurbeti bütün ruhunda hisseder.

Dünya ona kapılarını kapamıştır. Zaman ona sırtını çevirmiştir. O da dünyayı bırakıp âhirete yönelmiştir.



Allah(c.c) razı olsun çok faideli oldu.
 
A

ada

Guest
Allah Razı olsun çok güzel bilgiler Rabbim şefaatine nail eylesin
 
Üst