Bayramlık - Engin Köseoğlu

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR


e10.jpg


4 Bayramlık
4 Arkadaşım Sacide
4 Sıdıka Teyze
4 Bir Anlık Öfke
4 Sevinçli Günlerimiz
4 Ballı Nine'nin Öğüdü
4 Mahallenin Muhtarı
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Bayramlık ]</B>​


O bayram Enes ve Merve'nin keyfine diyecek yokmuş doğrusu. Bu denli sevinçli olmalarının tam tamına dört nedeni varmış.
Birincisi; Haluk amcaları, Gülgün yengeleri ve en önemlisi de kuzenleri Gamze ablaları ile Mehmet'in o bayram tatilinde Ankara'dan İstanbul'a onlara konuk gelmeleri imiş.
Gamze abla, Enes ve Merve'den çok büyükmüş. Bu yıl üniversiteye başlamış. O onbeş yaşında güzeller güzeli bir genç kızmış. Mehmet ise ilkokul dördüncü sınıfa gidiyormuş. Enes'ten iki yaş küçük, Merve'den iki yaş büyükmüş. Mehmet her iki kardeşle de çok iyi arkadaşmış. İşte Enes ve Merve'nin bu kadar mutlu olmalarının birinci nedeni buymuş.
İkinci nedeni ise; bayramlaşmaya gittiklerinde akrabaları onlara o kadar çok bayramlık vermişler ki rüyalarında görseler inanmazlarmış.
Eve döndüklerinde Enes, Merve ve Mehmet paraların durup durup sayıp ceplerine yerleştiriyorlarmış. Sonunda Enes ve Merve'nin annesi Semiha hanım:
- Çocuklar dikkat edin paralarınızı kaybetmeyin, yazık olur; az para değil demek zorunda kalmış.
Babaları Serhat bey de:
- Paranızı ıvır zıvıra harcamazsanız siz akşam üstü Tatilya'ya götürürüz demiş.
Tatilya sözünü duyan bu üç sevimli yaramaz seslerinin bütün gücüyle `yaşasın' diye haykırıp havalara sıçramışlar. Tatilya istanbul da bir eğlence merkeziymiş. İşte çocukların sevinçli olmasının üçüncü sebebi de buymuş.
Bu üç sevinçli olaydan ötürü çocuklar evin içerisinde oradan oraya koşup her türlü yaramazlığı yapmışlar. Gürültüye daha fazla dayanamayan Mehmet'in annesi Gülgün Hanım:
- Hadi bakalım topunuzu alın, birazda dışarıda oynayın. Kimsede kafa bırakmadınız, bizde zaten birazdan birkaç akrabayı daha ziyarete gideceğiz, demiş.
Çocuklar dışarı çıkınca Gamze'ye çocuklara göz kulak olmasını tembih edip, sonrada çıkıp gitmişler.
Enes Mehmet ve Merve top oynarlarken Gamze de bahçe duvarının üzerine oturmuş onları seyre koyulmuş.
Bir ara Gamze'nin gözüne bir şey ilişmiş. Karşı bahçenin duvarının üzerinde on-oniki yaşlarında, eski giysili bir çocuk oturmuş hem çocukların oyunlarını seyrediyor, hem de sessizce içini çeke çeke ağlıyormuş.
Gamze bu zavallı çocuğa çok acımış, aklından `herhalde onun oyun oynayacak topu yada arkadaşı yok, çocuklara katılmaya da cesaret edemiyor bu yüzden ağlıyor' diye geçirmiş. Sonra da çocukları çağırarak o zavallı çocuğu da oyunlarına dahil etmelerini istemiş.
Enes, Merve ve Mehmet hemen koşarak çocuğun yanına gitmişler. Mehmet çocuğa ismini sormuş, çocuk başını iyice kollarının arasına gömerek zor duyulur bir sesle;
- `Mustafa' demiş.
Mehmet:
- Neden ağlıyorsun Mustafa? Oyun oynamak istiyorsan bizimle oynayabilirsin, yoksa bu yüzden mi ağlıyorsun diye sormuş.
Mustafa:
- Hayır ben onun için ağlamıyorum, oyun oynamakta istemiyorum, demiş.
Çocuklar:
- Peki o halde neden ağlıyorsun? demişler.
Mustafa:
- Benim kardeşim çok hasta. Doktora götürecek, ilaç alacak paramız yok. Kardeşim ölür diye üzülüyorum onun için ağlıyorum diye cevap vermiş.
Merve:
- Senin annen, baban yok mu? Üzülme onlar kardeşini doktora götürür, ilaç alırlar kardeşin iyileşir demiş.
Mustafa:
- Babam çalışmıyor, iş aradı bulamadı. Bazen inşaatlarda çalışıyor, onunla da ancak karnımızı doyurabiliyoruz. Kardeşimi doktora götürecek, ilaç alacak paramız yok demiş.
Bu sözleri duyan Mehmet hemen elini cebine atmış, tüm parasını çıkarıp, Mustafa'ya uzatmış. Enes ile Merve de paralarını vermek üzere imişler ki Gamze ablaları yanlarına gelerek neler olup bittiğini sormuş. Çocuklar Mustafa'nın söylediklerini Gamze'ye anlatmışlar.
Gamze:
- Çocuklar öyle olmaz, durun bakalım demiş ve Mustafa'ya evlerinin nerede olduğunu sormuş.
Mustafa çok yakında yıkık dökük gecekondu gibi bir evi göstererek:
- İşte burada oturuyoruz demiş.
Gamze Mustafa'ya gidip babasını çağırmasını söylemiş. Mustafa sevinçle evlerine koşup babası ile çıkagelmiş. Gamze olanları bir de Mustafa'nın babasından dinlemiş. Mustafa'nın doğru söylediğini anlayınca hem Gamze hem de diğer çocuklar paralarını bu yoksul adama vermek istemişler. Ama yoksul adam:
- Olmaz paranızı alamam. Sonra anneleriniz ve babalarınız sizden bu parayı zorla aldığımı düşünürler demiş.
Gamze:
- Ama neredeyse akşam olacak, çocuğunuzu doktora götürmezseniz tehlikeli olmaz mı? diye sormuş.
Zavallı adamcağız:
- Bilmiyorum belki de tehlikeli olabilir, ama elden ne gelir demiş.
O zaman Gamze:
- Sen bu paraları al annemiz babamız bize kızsa da zararı yok. Bir can kurtarmak daha önemli deyip paraları zorla adama vermişler. Adam sevinerek yanlarından ayrılmış.
Az sonra çocukların anne ve babaları misafirlikden dönmüşler. Onların böyle süklüm püklüm suç işlemiş gibi oturduklarını görünce yanlarına gelip sebebini sormuşlar.
Gamze olayı bütün ayrıntıları ile anlatmış. Her iki aile de çocuklarının bu davranışından ötürü gurur duymuş onları tebrik etmişler. O bayram Gamze, Enes, Mehmet ve Merve Tatilya'ya gidememişler ama iyilik yapmanın mutluluğunu duymuşlar. İşte çocukların dördüncü sevinçlerinin sebebi
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Arkadaşım Sacide ]</B>​

Allahım düşünüyorumda her şey daha dünmüş gibi. Oysa aradan ne çok zaman geçti. Kız lisesinde devam ediyorum. Lise son sınıftaydım. Birgün matematik dersinin ortasında kapı çalındı. İçeriye harükulâde güzel bir kız girdi. Utana sıkıla isminin Sâcide olduğunu ve okula yeni kaydının yapıldığını söyledi. Hepimiz büyülenmiş gibi kıza bakakaldık. Öğrenciler arasında "Aa, ne güzel kız" diye fısıldamalar oldu. Koyu mavi harika gözleri, duru pembe teni, ipek gibi bukleli sarı saçları ve son derece muntazam burnu ile güzeller güzeli idi.
Öğretmen, Sacide'yi benim yanıma oturttu. O günden sonra onunla çok samimi arkadaş olduk. Aramızdan su sızmıyordu. Nereye gitsek beraberdik. Doğrusu bu ya, onu güzelliğinden ötürü birazcık kıskanıyordum. Ama, daha çok onunla arkadaş olmaktan gurur duyuyordum.
Bazen annelerimizden ders çalışmak bahanesi ile izin koparabilirsek hafta sonları da beraber olur, dersimizi yaptıktan sonra ufak masum sırlarımızı paylaşırdık. Her kızın yaptığı gibi...
Bir keresinde hiç unutmam, bana:
- "Seboş'cuğum göreceksin ben çok varlıklı biri ile evleneceğim" demişti.
Gençliğin verdiği duygusallıkla, biraz da ayıplayarak:
- "Neden?" diye sordum.
"Evlendiğin kimsenin varlıklı olması senin için bu kadar önemli mi? Ben sevebileceğim birisi ile evlenmeyi isterim doğrusu."
Sacide:
- "Eee, ben hem sevebileceğim, hem varlıklı, hem yakışıklı, hem kültürlü, hem de köklü bir aileden olan biri ile evlenmeyi düşünüyorum. Buna ne dersin? Bakalım." dedi.
- "Ne diyeyim kızım." dedim. "O zaman sen fabrikaya siparişini şimdiden ver. Ancak böylesi fabrikasyon olabilir."
Kahkahayı bastı, sonra:
- "Şaka bir yana." dedi. "Varlıklı olmasını neden istiyorum, biliyormusun?
Yoksullara yardım etmek için. Sana bakıyorum da durmadan birilerine birşeyler veriyorsun. Senin bu huyunu çok seviyorum."
- "Güldürme beni." dedim. "Sanki benim ailem seninkinden daha mı varlıklı. İstesen sen de verirsin."
- "Doğrusu ben de senin gibi olmak istiyorum. Ama yapamıyorum işte. Elimde değil. Cimri miyim ne? Ama çok varlıklı biri ile evlenirsem kolayca yoksullara yardım edebilirim." dedi.
O yıl diplomalarımızı aldıktan bir ay sonra Sacide, bir doktorla nişanlandı. Nişanlısı tam istediği gibi idi; dört dörtlük.
Bana müjdeyi vermeye geldiği zaman bahçede idim. Sevinçle birbirimize sarıldık, bahçenin ortasında dakikalarca dönüp durduk. Çok mutluydu.
Ondan aşağı - yukarı üç ay sonra da ben nişanlandım. Nişanlım ilkokul öğretmeni idi. Ailesi pek varlıklı değildi. Ama Sacide'nin nişanlısı kadar yakışıklıydı. Ya da bana öyle geliyordu. Asıl önemlisi, tanıyanlar onun çok iyi bir insan olduğunu söylüyorlardı.
O yıl Sacide'nin düğün hazırlığı, benim düğün hazırlığım derken, birbirimizi pek göremedik.
Evlendikten bir sene sonra bir gün yolda karşılaştık. Son derece şıktı. Beni görünce sevincinden ne yapacağını bilemedi. Görüşmek için birbirimize adres verdik. Tam ayrılacağımız sırada aklıma geldi; yoksullara yardım edip etmediğini sordum. Mahsunlaştı.
- "Ah, hiç sorma." dedi. "Maalesef... Bu yıl eşim muayenehane açtı. Bir sürü masrafa girdik.
Ama inşaallah durumumuz biraz düzelince yardım edeceğim. Göreceksin. Mutlaka yardım edeceğim."
Sonra ailece görüşmeye başladık. Görüştüğümüz yıllar boyunca ev aldılar, araba aldılar, Avrupa seyahatlerine gittiler. Sacide kürklere, mücevherlere gömüldü. Bu arada hayır yapıp yapmadığını hep merak ediyordum. Ama kendisine sormuyordum. Bu Allah'la kul arasındaki birşeydi. Hem hayrın gizli yapılanı daha makbul sayılırmış. Ben onun hayır yaptığına emindim.
Onun arkadaş çevresi ile benim arkadaş çevrem çok farklı olduğu için geçen süre içerisinde arkadaşlığımız sıcaklığından çok şey kaybetmişti. Artık eskisi gibi sık görüşmüyorduk. Birgün yakın bir arkadaşım eşini kaybetti. Dört çocuğu ile ortada kalakaldı. Elinden tutacak kimsesi yoktu. Arkadaşlar yardım için aramızda para topladık. O sırada Sacide aklıma geldi. Hemen ona gittim. Dışarı çıkmak üzere idi. Ayak üstü arkadaşımın durumunu anlattım, yardım edip edemeyeceğini sordum. Rahatsız olmuştu. - "Vallahi." dedi. "Şimdi ne desem bilmemki. Şu anda eşim ticarete atılmak üzere. Artık doktorluğu bırakacak. Doktorlukta iş yok. Onun için şu anda paraya çok ihtiyacımız var. Ama gene de yardımcı olmaya çalışayım." dedi ve çantasını açıp bir miktar parayı bana uzattı. Verdiği para ile ancak bir kilo et alınabilirdi.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Anlaşılan bu kadar varlık arkadaşımın gözünü doyurmamıştı. Hâlâ daha çoğunu istiyordu. Parayı alıp Allah kabul etsin diyerek oradan ayrıldım.
Bu olaydan galiba 5-6 ay sonra idi. Soğuk bir kış günüydü.
Misafirlikten dönüyordum. Sabahleyin döne döne keyifle yağan kar yerini kuru ayaza bırakmıştı. Soğuk bir rüzgâr elimi yüzümü adeta kesiyordu. Her taraf bembeyazdı. Hava çok soğuk olduğundan yollar tenhaydı. Bizim sokağa saptığında hava iyiden iyiye kararmıştı. Sokakta kimse yoktu. Yalnız yolun ortasında bir karartı vardı. Köpek miydi acaba? Oldum olası köpekten çok korkarım. Biraz yaklaşınca bunun 8-10 yaşlarında bir erkek çocuğu olduğunu farkettim. Yere eğilmiş karların arasında birşeyler arıyordu. Yanına sokulup sordum:
- "Ne yapıyorsun orada?"
Çocuk ses çıkarmadan karları eşelemeye devam etti.
Elimle ceketinin ucunu tutup çekiştirdim:
- "Hey yavrum, bana baksana. Ne yapıyorsun sen orada?
Yerinden doğruldu. Yüzü, elleri soğuktan ve kirden simsiyahtı. Elbiseleri paçavradan farksızdı. Zor duyulur bir sesle çekinerek:
- "Kömür arıyorum." dedi.
- "Kömür mü? Orada kömür ne arar, deli misin sen? Senin annen baban yok mu?"
- "Var... Şey, annem var da babam yok."
- "Peki... yavrum neden annen odun-kömür aramaya çıkmıyor da bu soğukta seni gönderiyor. Yazık değil mi sana?"
- "Annem hasta. Hem de kardeşlerime bakıyor." dedi.
- "Kaç kardeşsiniz?"
- "Dört kardeşiz."
- "Peki eviniz nerede sizin, uzak mı?"
- "Çok uzakta değil." Başı ile işaret etti. "Aha o sokağın sonunda." dedi.
- "Gel hadi yavrum." dedim. "Bizim eve gidelim, biraz ısın. Sonra ben sana yakacak bir şeyler veririm, eve götürürsün."
İtiraz etmedi.
Evde musluğun başına götürdüm. Sabunla elini yüzünü iyice yıkamasını söyledim. Ama temizlenmesi mümkün değildi. Burnunun kenarları, elleri çatlak çatlaktı.
Daha sonra iki torbaya odunla kömür koyup evlerine götürdük. Ev dediği bir apartmanın bahçe içerisinde terk edilmiş odunluğu idi. Hava iyice karardığı için içerde göz gözü görmüyordu. Çocuk koşup lambayı yaktı. İçerisi feci halde idi. Anneleri yatakta yatıyordu, üç çocuk etrafında, yorganın altında kımıldamadan oturuyorlardı. Bir an kadının ölmüş olabileceğini düşündüm. Elimi anlına götürdüm, ateşler içerisinde yanıyordu. Gözlerini açtı, beni görünce yattığı yerden korku ile doğruldu.
- "Korkma, size yakacak birşeyler getirdim." dedim. "Ama siz bu kış kıyamette burada nasıl barınacaksınız?"
- "Ne yapalım, burayı bulduğumuza şükür." dedi.
Kadıncağız gerçekten çok çaresizdi. Dört ay önce kocası ölmüş, evin kirasını ödeyemedikleri için ev sahibi onları dışarı atmış. Bu odunluğu bulunca apartmandakilerden izin isteyip buraya taşınmış. - "Allah onlardan bin kere razı olsun." diyordu. "Ya taşınmamıza müsaade etmeselerdi ne yapardık? Arada sırada bize yemek ve para yardımında da bulunuyorlar."
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
O gece bu zavallıların durumunu düşünmekten gözüme uyku girmedi. Tanıdığım başka varlıklı aileler de vardı ama Sacide ile eski dost ve de arkadaştık nede olsa. Karar verdim sabah olunca tekrar ona gidecek, yüzümü kızartıp bu aileye yardım etmesini isteyecektim.
Sacide ile uzun zamandan beri görüşmemiştik, birbirimizi özlemiştik. Beni sevinçle karşıladı. Cesaretlendim. Başkası içinde olsa para istemek kolay şey değildi. Kırık dökük cümlelerle o yoksul ailenin durumunu anlatmaya çalıştım.
Sacide, sandalyesini yanıma çekip oturdu:
- "Bak canım kardeşim." dedi. "Sen bizi çok zengin sanıyorsun galiba. Ben de yardım etmek isterim. Ama yardım etmek istediğim zaman kendim ederim. Başkasının araya girmesine gerek yok değil mi? Kusura bakma ama biz her önümüze gelene yardım etsek halimiz ne olur, bir düşünsene."
Kaşları gerilmiş, yüzünde sert çizgiler oluşmuştu. Kendimi dilenci gibi hissettim. Son derece üzgün eve döndüm. O günden sonra Sacide'yi bir daha görmedim. Ne ben onu aradım, ne de o beni...
Aradan seneler geçti. Bu arada evlendiğimin ilk üç yılında iki oğlum olmuştu. Onlar büyüdüler, ev bark sahibi oldular, torunlarım oldu. Dünya telâşı ile günler akıp gitti... Arada bir Sacide'yi düşünmüyor değildim. Ama geçen yıllar ona kızgınlığımı da alıp götürmüştü.
E...çocuklar yuvalarını kurup ayrılınca biz eşimle evde yalnız kalmıştık.
Birgün evde yalnızken telefon çaldı. Açtım. Şivesi bozuk biri:
- "Afedersiniz, orası Sabiha hanımın evi mi?" diye sordu.
- "Evet, benim buyurun."
Karşıdaki ses:
- "Bir dadika büyük hanımı veriyorum, sizinle konuşmak istiyor." dedi.
Bekledim, neden sonra titrek bir ses:
- "Alo, Seboş'cuğum ben Sacide. Ben çok hastayım. Seninle uzun konuşamayacağım. Senden rica ediyorum. Buraya gelebilir misin? Lütfen mümkünse hemen bugün gel. Bana geleceğine söz veriyorsun değil mi?"
Çok şaşırmıştım:
- "Dur hele." dedim. "Tabii gelirim. Ama neyin var senin? Hastalığın ne? Geçmiş olsun. Hem ben senin adresini de bilmiyorum ki."
- "Buraya gelince konuşuruz. Şimdi yanımızda çalışan kadını veriyorum. O sana yazdıracak. Seni bugün bekliyorum." dedi.
Adresi aldım, hemen o gün eşimle beraber Sacide'yi görmeye gittik.
Ev sanki bir saray yavrusuydu. Kapıyı hizmetçi açtı. İçerisi çok güzel döşenmişti. Duvarlar bütün lambri kaplıydı. Antredeki avize bile kristaldi. Hizmetçi kadın bizi koridorun sonundaki yatak odasına buyuretti. Yatak odasına adımımı atar atmaz olduğum yerde kalakaldım. Yatakta yatan benim arkadaşım Sacide olamazdı. Bir iskeletti adeta.O güzelim mavi gözleri çukura kaçmış, şakakları dışarı fırlamış, avurtları çökmüştü.Boyası çıkmış saçları darmadağınıktı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Beni görünce çenesi titredi, gözleri doldu, bir deri bir kemik kalmış elleri ile yüzünü kapadı, hıçkırarak ağlamaya başladı. İnce parmaklarının arasından yaşlar süzülüyordu.
Çok üzülmüştüm. Yanına gidip yüzünü öpmeye çalıştım. Sesimi neşeli göstermeye çalışarak:
- "Dur bakalım hele. Sen beni üzmek için mi buraya çağırdın? Aaa, hadi ağlamayı bırak, sonra çeker giderim ha." dedim.
Bir süre sonra kendine gelir gibi oldu. Kesik kesik konuşmaya başladı:
- "Görüyorsun değil mi? Ne hale geldiğimi görüyorsun. Ah Seboş'cuğum ben ne yaptım, senelerimi boşa geçirdim. Sen beni hep uyardın. Ama seni dinlemedim. Hep daha çoğunu istedim. Şimdi aklım başıma geldi ama iş işten geçti." dedi.
- "Aşkolsun neler söylüyorsun sen öyle. Hem neden iş işten geçmiş olsun? Eğer anlatmak istediğin fakir fukaraya yardım ise, gene edebilirsin. Allah korusun ölmedin ya."
(Ah nerede) der gibi eliyle işaret yaptı, sonra binbir güçlükle derdini anlattı.
Sacide'nin bir oğlan ikisi kız üç çocuğu vardı. Kocası öldükten sonra çocukları yüzüne gülüp bütün malı üzerlerine yaptırmışlar. Şimdi de hasta yatağında ziyaretine bile gelmiyorlarmış. Ona bakmayı birbirlerinin üzerine atıyorlarmış. Bu ev aslında kocasından kendine kalmış ama, büyük kızına bağışlamış. Onunla birlikte oturuyormuş.
- "O kızım da haftada bir kere olsun yanıma uğramaz. Oysa; benim hayatım boyunca tek amacım, onlara iyi bir istikbal hazırlamak oldu."
Benden ricası, elinde kalan mücevherleri satıp hayrına yoksullara dağıtmakmış.
- "Canım kardeşim." dedim. "Fırsat elinde iken bunu kendin yapsaydın ya. Şimdi ben böyle birşey yapacak olsam, yarın çocukların yakama yapışmaz mı? Ama istersen onları da çağırıp soralım. Razı olurlarsa o zaman neden olmasın, elimden geleni yaparım."
Sacide'nin gözleri yeniden yaşlarla doldu. Ağlamamak için kendini güçlükle tutuyordu.
- "Sen ne söylüyorsun? Hiç razı olurlar mı? Böyle birşey yapacağımdan korktukları için senin telefonunu bile bana bulmadılar. Bu benim son arzum. Tek güvendiğim insan sensin. Hastalığımda bana bakmayanlar, öldüğümde hayrımı yaparlar mı? Hiç olmazsa ölmeden hayrımı kendi ellerimle yapayım. Bana yardım et. Ne olursun." dedi.
Eşimle düşündük, bir avukata danışıp icabederse bir noterle gelip mücevherleri almaya karar verdik.
Ertesi gün tanıdığımız bir avukata telefon ettim. O gün boş zamanı yokmuş, birgün sonrası için bize randevu verdi.
Durumu bildirmek için Sacide'ye telefon ettiğimde onun Allah'ın rahmetine kavuşmuş olduğunu öğrendim.
Sevgili Sacide'm çok geç kalmıştı. Onun ölümü beni çok sarsmıştı. Göz yaşlarımı tutamıyordum.
Eşim çok üzüldüğümü görünce:
- "Hadi." dedi. "Oraya gidelim. Çocukların acılı zamanıdır. Onun son arzusunu şimdi söylersek belki yerine getirirler. Söylemesi bizden."
Ölü evi çok kalabalıktı. Giren çıkan belli değildi.
Burası ölü evinden çok bir toplantı salonunu andırıyordu. Herkes kendi havasında oradan buradan konuşuyordu.
Biraz oturduk. Çocuklarının kim olduğunu tahmin edince kendimi tanıttım. Çok ilgilendiler. - "Annemiz sizi çok severdi. Hep sizden bahsederdi. Hele son zamanlarında ille de Seboş'un telefonunu bulun diye tutturmuştu." dediler.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Hazır fırsat doğmuşken annelerinin beni neden aradığını ve son arzusunun mücevherlerini satıp yoksullara yardım etmek olduğunu söyledim.
Bir anda evde buz gibi bir hava esti adeta. Herkes birden konuşmasını kesip kulak kesildi. Kendimi suçlu gibi hissettim. Çok büyük bir gaf mı yapmıştım.
Sessizliği küçük kızı bozdu. Çok kararlı bir sesle:
- "Şimdi bunları konuşmanın sırası değil. Siz merak etmeyin biz gerekeni yaparız." dedi.
Orada daha fazla oturamadık. Müsaade isteyip hemen kalktık. O gün, gün boyu şairin:
Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan Var biraz da sen oyalan. Mısraları aklıma takılı kaldı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Sıdıka Teyze ]</B>​

Sıdıka teyzeyi mahallede tanıyan hemen herkes severdi. Dünya tatlısı bir insandı.
Bizim oturma odasının penceresi onun bahçesine bakardı. Günlük işlerim bitince pencerenin önüne oturur Sıdıka teyzeyi seyrederek dinlenirdim. Bu, son derece hoşuma giderdi. Tıpkı bir akvaryum seyreder gibi. .
Sıdıka teyze gün boyunca gâh ellerini göğsünün üstünde kenetleyerek, bahçenin içinde gezinir durur, gah marol, maydanoz, domates cinsinden ektiği bitkilerin arasındaki yabani otları temizler ve onları sulardı. İşi bitince de koltuğuna kurulup gazetesini okurdu. Hiç ama hiç boş durmazdı. Gazeteden sonra da örgüsünü eline alır örerdi.Bu arada bahçenin önünden geçen dostları ile; gözlüklerinin üstünden bakarak tatlı tatlı sohbet ederdi.
Ben Sıdıka teyzeyi seyrederken arada bir annem de bana katılır, her seferinde aşağı - yukarı ayni şeyleri söylerdi. "Allah şu kadına akıl fikir versin. Çoluğu yok, çocuğu yok. Bu kadar mal - mülk kime kalacak? Beş kuruş kimseye vermemek için gün boyu çalışıp didinip duruyor. Bu yaşta temizliğe bile kadın getirmiyor, kendi yapıyor. Dışarıya para vermemek için sebzesini kendi yetiştiriyor." derdi.
Sıdıka teyze 70-75 yaşlarında idi, hiç çocuğu yoktu. Gerçekten de bütün işlerini kendisi yapardı.
- "İyi ama anneciğim, belki de bu yüzden böyle dinç kalabilmiştir." diye Sıdıka teyzeyi savunurdum. Annem :
-"Yok, yok. Aslında cimriliğinden böyle davranıyor. Senelerdir ayni manto aynı elbiseler... Ne diyeyim Allah akıl versin. Malını yiyen de ölmüş, yemiyen de." derdi.
Yağmurlu bir Cumartesi günüydü. Annemden güç bela kopardığım para ile vitrinde görüp çok beğendiğim büluzu almak için araba ile çarşıya gidiyordum. Yolda Sıdıka teyzeye rastladım. Yağmurdan ıslanmamak için bastonunun yardımı ile yalpalaya yalpalaya hızlı yürümeye çalışıyordu . Anneme hak vermekten kendimi alamadım. İçimden: "Be kadın bir arabaya atlasana", diye geçirdim. Yanına yaklaşınca arabayı durdurdum. Nereye gittiğini sordum. Gideceği yer yolumun üzerinde idi. Götürmeyi teklif ettim, nazlanmadı, arabaya bindi. Yolda:
- " Hayırdır İnşaallah, bu yağmurda nereye böyle?" diye sordu.
- "Hiç sorma teyzeciğim. Annem ona buna cimri der ama kendisi daha çok cimri. Bir büluz parası koparmak için sabahtan beri akla karayı seçtim." dedim.
Sıdıka teyze: - "Yoook, haksızlık etme. Annen hiç de cimri değildir. Ama belki de senin çok büluzun olduğu için almak istememiştir. Ha ne dersin." dedi. - Yapma Sıdıka teyze. Şimdi de tıpkı annem gibi konuştun. O da "çekmeceler dolusu büluzun var." diyor. Ama, insan gençliğinde, yakıştığında beğendiklerini alıp giymedikten sonra para neye yarar?"
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sıdıka teyze:
- "Sana şimdi herşey yakışır. Güzel yavrum. Yenisini almana gerek yok ki." dedi.
- "İyi de teyzeciğim. Allah'a çok şükür maddi durumumuz müsait, istediğimi yiyip giymedikten sonra ne yapayım parayı?" dedim.
- E... Bir de yiyecek dahi bulamayanları düşünmek lâzım. Öyle değil mi?" diye sordu.
- "Vallahi onları ben düşünecek değilim. Onlar da ayaklarını yorganlarına göre uzatsınlar." deyip kestirip attım.
Bu arada Sıdıka teyzenin ineceği yere gelmiştik. Benim de kendisi ile birlikte gelmemde ısrar etti, kıramadım. Beş dakikalığına razı oldum.
Son derece eski bir apartmanın bodrum katına indik. Lâmbası bozuk olduğu için göz gözü görmüyordu. Tahtalardan iğreti yapılmış bir kapıyı Sıdıka teyze yumruklayarak çaldı.
Kapıyı 18-20 yaşlarında zihinsel özürlü bir delikanlı açtı.
Delikanlı:
- "Sıdıka teyze geldi, Sıdıka teyze geldi." diye hoplaya zıplaya sevinçten içeriye koştu.
Burada sefalet kol geziyordu. Yerde eski kirli bir döşekte hasta bir kadın yatıyordu. Bizi görünce yerinden doğrulmaya çalıştı. Sıdıka teyze kalkmasına mani oldu. Hatırını sordu. Zavallı kadın gözleri dolu dolu güçlükle konuşmaya başladı.
- "Nasıl olduğumu görüyorsun Sıdıka hanım. Allah'ıma ölmem için bile dua edemiyorum. Ben ölürsen bu oğlanın hali ne olur diye... Allah senden bin kere razı olsun. Sen olmasan bizim halimiz ne olur? Açlıktan ölüp gideriz de kimsenin haberi olmaz."
Gördüğüm manzara karşısında dehşete düşmüştüm. Rutubetten ve pis kokudan nerede ise burnum düşecekti. Döşemede yer yer su birikintileri vardı, kadının üstündeki yorgan çürümüş, pamuklar dışarı fırlamıştı. Durumları o kadar kötü idi ki; anlatılamaz. Çok acımıştım.
Kadın, Sıdıka teyzenin oturması için yatağının kenarını işaret etti, ama orada oturmak her insanın harcı değildi. Sıdıka teyze, hemen gideceğimizi söyleyerek eğilip hasta kadının yastığının altına bir miktar para bıraktı.
O anda hiç tereddüt etmeden ben de çantamı açıp annemden büluz almam için güçlükle kopardığım parayı kadına uzattım.
Yolda Sıdıka teyze:
- "Yavrum annene sormadan parayı verdin. Annen kızmaz mı?" diye sordu. - "Annemin kızacağını sanmıyorum. Ama kızsa bile şu anda o zavallılara yardım ettiğim için duyduğum huzura değer. Annem bana o kadar kızıyor ki; bir de bunun için kızsın." dedim.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sıdıka teyze:
- "Sağol yavrucuğum, böyle düşündüğün için sevindim. Teşekkür ederim. Daha bunun gibi kaç yoksul tanıyorum. Evde giymediğim ayakkabı büluz, elbisen varsa verirsen hayır işlemiş olursun." dedi.
- " Sıdıka teyzeciğim." dedim. "Asıl böyle bir duyguyu bana tattırdığın için ben sana teşekkür ederim. Bundan sonra gideceğin zaman bana haber ver, beraber gidelim. Hiç olmazsa faydalı birşey yapmış olurum."
Sıdıka teyzeden ayrıldıktan sonra ayrılırken ona olan sevgim daha da büyümüştü.
Evde olanları anneme anlattım. Yaptıklarıma kızmak şöyle dursun son derece memnun oldu ve: - "Vallahi kendimden utandım. Senelerdir cimri diye Sıdıka hanımın günahını alıyormuşum. Meğer cimri olan o değil benmişim." dedi.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Bir Anlık Öfke ]</B>​

Büyük hanım son derece üzgündü. Dokunsanız ağlıyacak... Oysa tansiyonu yüksekti. Doktorlar ona hiç üzülmemesini, sıkılmamasını söylemişlerdi. Böyle üzülmeye devam ederse, Allah korusun bir tarafına birşeyler inebilirdi. Belki de ölüverirdi de kimsenin haberi olmazdı. Ah, bu düşünceleri kafasından bir atabilseydi. Ama nerede... Durup durup hep aynı şeyleri düşünüyordu.
Sırf oyalanmak için yerinden kalktı, yanan sobayı maşa ile kurcaladı. Sonra da banyodan paçavrayı alıp soba tahtasına dökülen külleri bir güzel temizledi. Oyalanabileceği başka bir şey de yoktu. Çaresiz gidip pencerenin önünde oturdu. Dışarıda küçük kar taneleri uçuşuyordu. Hava oldukça kasvetliydi. Evin pencereleri arka tarafa baktığından, bir kaç apartman dışında in cin top oynuyordu.
Büyük hanımın içi daha da daraldı. Oysa oğlunun evi öyle miydi? Pencereleri sokağa bakıyordu. Canı her sıkıldığında pencerenin önüne oturur, geleni geçeni seyrederek vakit geçirirdi..
Boş gözlerle etrafına bakındı. Gözü televizyona ilişti. Bütün her şey onun yüzünden başına gelmişti. Kabahatın biraz da kendinde olduğunu aklına bile getirmek istemiyordu.
Böyle düşünecek olsa üzüntüsü ile hiç başedemiyeceğini sezdiğinden, bu fikri adeta bir refleksle kafasından uzaklaştırdı.
Evet olay tam bir hafta önce olmuştu. Bir hafta olmuşmuydu ki? Hesapladı... Öyle ya geçen pazar günüydü. Bugün de Pazar olduğuna göre bir haftayı geçmişti bile.
Küçük torunu Ali, o gün sabahtan akşama dek, televizyonu adeta esir almış, bütün kanallardaki maçları izlemişti. Akşam ondokuz haberlerinde, büyük hanım biraz da kızgın:
- "Müsaade etsen de hiç olmazsa şu haberleri dinlesek." demişti.
Ali; belki gerçekten duymadığından belki de duymazdan gelerek, oralı olmamış, pür dikkat maçı izlemeye devam etmişti.
Büyük hanım:
- "Cevap bile vermeye tenezzül etmiyor. Allah'ım ne günlere kaldık. Terbiye merbiye diye birşey kalmadı." diye söylenmeye başlamıştı. İşte o sırada Ali'nin tuttuğu takım bir gol yiyince, ipler kopmuş; Ali bütün hıncını babaannesinden çıkarmıştı. Birden ayağa fırlamış, eline ne geçtiyse; defter, kalem, yastık, yere fırlatmış, bir taraftan da:
- "Rahat bir maç bile seyredemiyorum, esir miyim ben yeter artık bıktım." diye bas bas bağırmıştı.
Yaşlı kadın torununun böylesine öfkelendiğine ilk kez şahit olduğu için ilkten şaşırmış, sonra da bu terbiyesizlik karşısında birden tepesi atmış, eli ayağı titreyerek ağzına geleni sayıp dökmüştü.
Bu; torunla, babaannenin ilk kavgasıydı. Daha önceleri de aralarında ufak tefek tartışmalar olmuştu ama, böylesi ilk kez oluyordu. Yaşlı kadın çok üzülmüştü. Tansiyonu yükselmişti. Ama onu asıl üzen, gelini Huriye'nin Ali'ye haddini bildireceğine, onun tarafını tutması ve kayınvalidesinin karşısına dikilip:
- "Ne istiyorsun zavallı çocuktan? Başka eğlencesi mi var? Pazar günleri bir maç seyrediyor, onuda ağzından burnundan getiriyorsun." diye ona çıkışması olmuştu.
İşte o zaman büyük hanım fena halde kırılmış ve:
- "En iyisi bana bir ev tutun oraya taşınayım. Madem ki sizin rahatınızı bozuyorum. Emekli maaşım bana yeter." deyivermişti.
Bu sözü arada bir başı sıkıştıkça silah olarak kullanırdı. Ama hiç bir zaman söyledikleri ciddiye alınmaz üstünde bile durulmazdı.
Yalnız bu kez öyle olmamıştı. Gelini:
- "Vallahi bunu bana söyleme, eğer bizimle rahat edemiyorsan, ayrılmak istiyorsan oğluna söyle." diye kestirip atmıştı. Büyük hanım, nasılsa oğlunun böyle bir şeye izin vermiyeceğinden emin: - "Olur, oğlum gelince konuşurum." demişti.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Akşam oğlu Ahmet bey gelince daha kendisi ile konuşmaya vakit bulamadan Huriye hanım onu yatak odasına götürmüş, bir saate yakın konuşmuşlardı. Odadan çıktıklarında ise Ahmet bey biraz tutuk, oldukça da üzgün, Annesinin yanına gelmiş:
- "Canım anacığım, sen bizim başımızın tacısın ama çocuklarla rahat edemiyorsan, seni üzüyorlarsa, yakınımızda bir ev bulalım, oraya taşın. Ne diyorsun?" demişti.
Büyük hanım bunu gurur meselesi yapmış hiç istemediği halde taşınmak istediğini söylemiş, geri adım atmamıştı.
Ve bir hafta içerisinde tek odalı, oğlunun evine çok yakın olan bu küçücük evi bulmuşlardı. Hemende eşyaları eve taşımış, yerleştirmişlerdi.
Bugün eve taşındığının ilk günüydü. Büyük hanım şimdiye kadar evde hiç yalnız kalmamıştı. Hep yanında birileri olmuştu. Üç çocuğu vardı. Büyük oğlu ile kızı Almanya'da idiler. Her ikisi de evliydi. Onlardan da torunları vardı. On yıl önce kocası ölünce, küçük oğlu Ahmet bey onu yanına almıştı. Ahmet beyden iki torunu vardı. Büyük torunu Ayşe yatılı bir okuldaydı.
Bu yüzden yalnızlığı ilk kez tadiyordu. Ve çok sıkılıyordu. Hele gece yalnız kalmak gözünü büsbütün korkutuyordu.
- "Ah..." diyordu. "Bu ilk geceyi bir atlatabilsem, ondan sonra nasılsa alışırım."
Onu asıl inciten şey ise bacak kadar çocuk yüzünden kendisinin kapı önüne konulmasıydı.
- "Ama" diyordu. "Onlar görecekler, elbet beni görmeye gelirler, yüzlerine bile bakmayacağım. Senelerce torun baktım, yemek yaptım, önlerinde hizmetçi gibi çalıştım. Artık bana ihtiyaçları kalmayınca kapı dışarı ettiler. Hiç birine hakkımı helâl etmiyeceğim. Bunların hepsini yüzlerine vuracağım.
Evet ne yapsa, ne etse bütün bunları kafasından bir türlü silip atamıyordu. Aklına birden Kur'an okumak geldi. Kur'an'ı aldı, Yasin suresini açarken aklı hâlâ onlardaydı. Acaba ne yapıyorlardı? Torunu Ali yaptıklarına pişmanmıydı?
Ali'nin ise bu mesele okulda, gün boyu aklının ucuna bile gelmemişti. Ancak akşam eve döndüğünde, babaannesinin gittiğini hatırladı. İlkten artık televizyon kendine kaldığı için sevindi. Hemen televizyonu açmaya yeltendi sonra vazgeçti. Önce dersini bitirmeliydi. Kitabını açıp derslerine gömüldü. Bir ara kitaptan başını kaldırdı. Babaannesinin her zaman oturduğu yere baktı. Yeri boştu. O an babaannesinin her zaman bezgin olan yüzü gözünün önüne geldi. Neden acaba hep mutsuzdu? diye düşündü. Annesi ile babaannesi genelde iyi geçinirlerdi. Ama aralarında bir anlaşmazlık çıktığı zaman babaannesi susar, bir medet umar gibi Ali'nin yüzüne bakardı.
"Demekki" diye düşündü Ali, evde kendisine en yakın beni buluyordu. Gözleri doldu. Zaman zaman da annesi ile babası Ali'ye kızdıklarında bir yolunu bulur Ali'nin yanına gelir onun gönlünü alırdı. Ve sık sık ta harçlık verirdi. Şimdi ise Ali'nin yüzünden evden gitmişti. Acaba babaannesi şu anda yapayalnız nasıl vakit geçiriyordu? Ne yapıyordu? Ali göz yaşlarını daha fazla tutamadı. Yanağından aşağı yuvarlanıverdiler. Babaannesini bu kadar sevdiğinin ilk kez farkına vardı. Bu durumda ders çalışamayacağını anlayınca kalkıp televizyonu açtı. Düşüncelerinden sıyrılabilmek için sesi iyice yükseltti. Huriye hanım bangır bangır bağıran televizyondan rahatsız olmuştu. Müdahale etmeyi düşündü ama, "Şimdide ben başlamıyayım." deyip vazgeçti. Ama Ahmet bey öfkeyle yerinden fırladı, gidip televizyonun düğmesine basıp kapattı: - "Hayırdır İnşaallah, ne oluyoruz? Babaannen gitti diye bayram mı ediyorsun. Hayır küçük bey, bundan sonra televizyon senin emrinde olmayacak." diye bağırdı. Kadıncağız sırf senin edepsizliğin yüzünden evden gitti."
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Huriye hanım:
- "Bir duyan olsa bütün kabahatın Ali'de olduğunu sanır. Canı istedi gitti, çocuğu niye suçluyorsun?" dedi.
Ahmet bey, biraz da yıllarca annesinin yanlarında olduğu için karısına duyduğu eziklikten kurtulmanın rahatlığı ile sesini daha da yükselterek:
- "Allah, Allah... Neden acaba gitmeyi istesin ki? Zaten hasta kadın. Gecenin bir vaktinde ölse kimsenin haberi bile olmayacak. Gittikçe öfkelenirken birden gerçek kafasına dank etti.
Ya gerçekten annesine bir şey olursa. Bunu nasıl düşünmemişti?...
Hemen yatak odasına dalıp pijamalarının üstüne pantolonunu geçirdi. Paltosunu aldı. Dışarı çıkarken Huriye hanım, o sessiz sakin adamın birdenbire böylesine sinirlenmesinden endişeli:
- "O kadar üzülüyorsan söyle geri gelsin. Ona git diyen mi oldu? Zaten iki parça eşya. Yeniden buraya taşırız olur biter." diye seslendi.
Dışarıda hava buz gibiydi. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Sokak lâmbaları, gecenin ayazında parlak ışıklarını geceye saçıyordu. Bulutlar karanlık gökyüzünde belli belirsizdi. Ahmet bey düşünmek için güçlükle yürürken:
- "İnşaallah yatmamıştır." diye düşündü. Saat 22 yi geçiyordu. Annesinden yedek anahtarı almayı da akletmemişti. Yoksa sabaha kadar meraktan uyuyamıyacaktı. Eve yaklaştığında baktı, evin lâmbası yanıyordu, rahatladı. Zile hafifçe dokundu. İçeride hiç bir hareket duyulmuyordu. Birden heyecanlandı. Zile birkaç kez üst üste bastı. Sonunda bir tıkırtı duyuldu. Derken kapı açıldı. Annesi geceliğini giymiş, her zaman olduğu gibi başını beyaz bir tülbentle sımsıkı bağlamıştı. Belliki yatmaya hazırlanıyordu.
Büyük hanım oğlunu bu saatte kapının önünde görünce biraz şaşırdı. Oğlunun yüzü ne kadar da solgun görünüyordu. Sanki on yaş yaşlanmıştı. Yoksa Allah korusun hasta mıydı? Acaba önceden de böyleydi de şimdi mi farkına varıyordu. Birden içini dayanılmaz bir acıma duygusu kapladı. Onu içeri buyur etti.
Ahmet bey annesine sımsıkı sarıldı:
- "Canım anam benim. Nasıl olduğunu merak ettim. Yatmadan bir göreyim dedim."
Büyük hanımın bir anda bütün öfkesi sönüverdi. Gözleri doldu. Sen beni merak etme. Ben iyiyim, üzülme" diyebildi.
- "Anacığım eğer rahat değilsen, biliyorsun evimiz senin de evin. Her zaman başımızın tacısın istediğin zaman dönebilirsin. Ben buraya gelirken gelininle torunun seni eve götürmem için arkamdan bağırdılar." dedi.
Yaşlı kadın sabahtan beri güçlükle tuttuğu göz yaşlarını daha fazla engel olamayacağını anladı. Ama ağladığını oğlu görsün istemiyordu. Bir gayret ayağa kalktı, mutfağa doğru yürüdü.
Ahmet bey :
- "Nereye anacığım?" diye sordu.
Annesi güçlükle:
- "Bir kahve yapayım, içeriz" diyebildi.
Ahmet bey gidip, anacığının koluna girdi, onu tekrar divana oturturken:
- "Çok kalamıyacağım, biliyorsun yarın mesai var. Gel şöyle otur, biraz konuşalım" dedi.
Bir müddet oradan buradan konuştular. Büyük hanım sakinleşmişti. Sonra Ahmet bey kalktı. Giderken kapının anahtarını istedi.
- "Yarın erkenden ekmeğini alırım. Seni uyandırmayayım" dedi. Annesinin yanaklarından öpüp ayrıldı.
Yaşlı kadının kininden eser kalmamıştı. Düşündü, aslında oğlunu, gelini hele torununu çok seviyordu. Hepsi de çok iyiydiler. Kocası öldüğünde birtek onların yanına sığınabilmişti. Sabahleyin "Hakkımı helâl etmeyeceğim" dediğine pişman oldu. "Hepsine hakkım bin kere helâl olsun" dedi.
Yatarken her zaman olduğu gibi çocuklarına, gelinlerine, torunlarına tek tek dua etti.
Sabahleyin Ahmet bey erkenden ekmek aldı, sessizce kapıyı açıp ekmeği masanın üzerine bıraktı. Annesi uyuyordu. Dayanamayıp yanına gitti. Eli ile yanağını okşadı. Yanağı buz gibi idi. Büyük bir korkuya kapıldı. Nabzını tuttu. Yanılmamıştı. Sevgili anacığı çoktan Allahın rahmetine kavuşmuştu.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Sevinçli Günlerimiz ]</B>​

Babam, emekli bir ilkokul öğretmenidir. Bundan yıllarca önce birgün, sınıfta öğrencilerine "En sevinçli gününüzü yazın" diye bir ödev vermiş. "Bu ödevi yaparken sakın abartmayın, en sevinçli gününüzü olduğu gibi yazın" diye de çocukları uyarmış.
Eh... Her çocuk kâğıdına dilinin döndüğünce sevinçli gününü yazmaya çalışmış. Kimi sınıfı geçtiği günü, kimi yeni elbise aldığı günü, kimisi de oyuncak alındığı günü en sevinçli günü olarak yazmış. Ödevlerin içinde iki tanesi varmış ki; bunları anlatırken babam hâlâ göz yaşlarını tutamaz.
Çocuklardan biri şöyle yazmış:
"Ben, fakir bir ailenin çocuğuyum. Babam ben küçükken ölmüş. Annem başka evlere temizIik işlerine giderek bana ve kardeşlerime bakmış. Gün geldi annem iş bulamadı. Eve günlerce tek kuruş getiremedi. Yiyecek bir şeyimiz kalmadı. Birgün evde son ekmeğimizi de yemiş, çaresiz bekleşiyorduk. Dilenmeyi aklımıza bile getirmek istemiyorduk. Birden kapı çalındı. Gidip kapıyı açtım. Komşumuz bakkal Hüseyin Efendi bir çuval un getirmişti. İşte benim en sevinçli günüm bu gündür."
Hergün gönlümüzün istediği kadar yediğimiz ekmeği bulamamayı aklımıza bile getirmeyiz değil mi? Hatta evde tek kap yemekle masaya oturduğumuz zaman azımsarız. Bir de şu bir lokma ekmek bulduğu günü en sevinçli gün olarak anlatan çocuğu düşünelim... Ramazanda orucunuzu tuttu iseniz açlığın ne demek olduğunu anlamışsınızdır. Bu açlık ümitsiz bir açlık da değildir. İftar sofrasında türlü türlü yiyecekler sizleri beklemektedir. Bu tür insanların da varolduğunu düşünerek hem halimize şükredelim, hem de onlara yardımcı olalım.
İkinci çocuk da ödevine şunları yazmış:
Bir bayram günü idi. Bütün çocuklar bayramlık elbiselerini, ayakkabılarını giymişler, annelerinin, babalarının ellerinden tutmuş bayramlaşmaya gidiyorlardı. Benim değil bayramlık elbisem, üstümdekini değiştirecek ikinci bir elbisem bile yoktu. Bir kenarda durmuş utanarak çocuklara bakıyordum. O sırada karşı apartmanda oturan hanım camı tıklattı, beni çağırdı. Gittim, bana bayram için yeni bir elbise dikmiş onu verdi. İşte o gün benim en sevimçli günümdür". Acaba sizlerin de çevrenizde böyle sevindirebileceğiniz kimseler yok mu? Bayramda ayıracağınız bir miktar para ile bunlara armağanlar alsanız ne iyi olur, değil mi? Hayatta hiçbir şey birisine yardım etmek kadar insanı mutlu edemez. Yalnız yardım ederken karşılık beklemeyin. Çünkü iyilik karşılıksız yapılırsa iyilik olur. Aksi halde iyilik olmaz; değiş - tokuş olur.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Ballı Nine'nin Öğüdü ]</B>​

Bir zamanlar Emine isminde bir kız varmış. Emine'nin annesi ile babası o çok küçükken öldüğü için dar-ü dünyada tek varlığı olan ninesi onu yanına almış.
Emine'nin ninesi pek varlıklı birisi değilmiş. Küçük, kulübemsi evinde geçimini güçlükle temin edermiş. Çok ta yaşlıymış ama Emine'ye çok iyi davranır, onunla bir arkadaş gibi rahatça konuşur anlaşırlarmış. Ayrıca çok ta sevimli olduğu için köylüler ona BALLI NİNE ismini takmışlar.
Emine'nin köyünde yalnız ilkokul varmış. Bu yüzden Emine ilkokulu bitirince tahsiline o köyde bir de Zinnur isminde çok güzel nakış işleyen bir hanım varmış . Köydeki genç kızların hemen hemen hepsi Zinnur hanıma nakış öğrenmeye giderlermiş. Zinnur hanımın pekçok talebesi varmış. Köyün genç kızları Zinnur hanımdan hem nakış öğrenir, hem de yaptıkları nakışları yakın köy ve kasabalara hatta kentteki müşterilere satar, kazandıkları paraların bir kısmını Zinnur hanıma verir, kalanla da çeyizlerini düzerlermiş. Zinnur hanımın sattığı nakışlar o denli güzel olurmuş ki; biri herhangi bir yerde güzel bir nakış görse:
- "A, bu mutlaka Zinnur hanımın işlerindendir." dermiş.
Emine ilkokulu bitirince Ballı nine onu nakış öğrenmesi için Zinnur hanımın yanına vermiş. Zinnur hanımın Emine yaşlarda Gülten isminde bir kızı varmış. Gülten'le Emine nakış öğrenmeye aynı günde başlamışlar. Zinnur hanım daha ilk günden kızının yaptığı işleri abartılı bir biçimde överken Emine'ninkilere dudak büküp beğenmemeye başlamış. Zavallı Emine'cik her gün bütün gayretiyle çalışıp çabaladığı halde bir türlü Zinnur hanıma işlerini beğendiremezmiş. Emine'cik bu duruma çok üzülüyormuş. Bir gün evde suratını asmış, üzgün üzgün otururken ninesi yanına gelmiş, saçlarını okşamış ve üzüntüsünün nedenini sormuş. O da ninesine durumu anlatmış ve :
- "Artık daha fazla dayanamıyacağım. Nakış öğrenmekten vazgeçtim. Bir daha oraya gitmeyeceğim. Zinnur hanım sırf kızını teşvik etsin diye durmadan onun yaptıklarını beğeniyor, benimkileri ise karalıyor. Oysa herkeste görüyor. Benim yaptığım nakışlar onunkinden çok daha güzel oluyor," demiş.
Ballı nine :
- "Yerinde olsam buna hiç üzülmezdim. O bilmeden sana iyilik, kızına da kötülük yapıyor. Her eleştiriden ders almak, yararlanmak lâzım. Sen hocanın sözlerini ciddiye al, ona teşekkür et ve hatalarını düzeltmeye, kusursuz işler çıkarmaya çalış. Sonunda göreceksin ki bu, senin çok yararına olacaktır. Emine ninesinin öğüdünü dinlemiş. Zinnur hanım da durmadan kendi kızını pohpohlamaya, Emine'yi ise karalamaya devam etmiş. Hocanın kızı nasıl olsa işlerimi annem beğeniyor diye nakışları üstünkörü yaparken Emine daha iyi iş çıkarabilmek için vargücü ile çalışmış. Derken öyle birgün gelmiş ki hocası Emine'nin yaptığı işlerde kusur bulamaz olmuş. Birgün o kentin valisinin hanımı, kızının çeyizini hazırlamak için köye gelmiş. Bütün kızların yaptığı işleri tek tek incelemiş. Sıra Emine'ye gelince hayretten gözlerine inanamamış:
- "Ben ömrümde bukadar güzel nakış yapan birine rastlamadım. Aman Zinnur hanım bu kız seni de geçmiş." demiş. Ve kızının bütün çeyizlerini Emine`nin yapmasını istemiş. Emine o gün büyük bir sevinçle eve dönmüş. Olanları ninesine anlatmış. Ninesi : - "Bak gördün mü yavrucuğum." demiş. "Her şeyin iyi yanını görmek lâzım. O gün sen hocana kızıp, nakış öğrenmekten vazgeçseydin zararını sen çekecektin. Önemli olan birilerinin pohpohlayıp övmesi değil, önemli olan senin elinden geldiği kadarı ile en iyisini yapabilmendir. İyiki hoca sana kusurlarını söyledi. Sen de onun sözünü dinleyip kusursuz işler yapmaya çalıştın. Şimdi de mükâfatını gördün. Emine'nin o günden sonra adı her tarafta öylesine duyulmuş ki; kentin ileri gelen aileleri nakışlarını ona yaptırmak için sıraya girmişler. Sonunda Emine kendine bir iş yeri açmış.Talebeler edinmiş kazandığı paralarla güzel bir ev almış. Ninesi ile bu eve taşınmışlar mutlu yaşantılarına orada devam etmişler...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Mahallenin Muhtarı ]</B>​

Pakize hanım son derece ilginç biri idi . Komşular ona "Mahallenin Muhtarı" diyorlardı. 65-70 yaşlarında vardı. Belki de daha büyüktü.
Yazları, zamanın çoğunu iki katlı evinin balkonunda geçirirdi. Kapının önünden yoğurtçusu, sütçüsü, sebzecisi, öğrencisi, yaşlısı, genci kim geçerse; gözüne birini kestirir, ona sataşır, kavga çıkarırdı. Hele çocuklara hiç tad vermez; sokakta oynamalarına asla müsaade etmezdi . Sonra da ben olmasam gürültüden kimse evinde duramazdı.Siz bana dua edin, diye övünürdü .
Hiç unutmam mahalleye taşındığımız ilk günlerde oğlum (O zaman sanırım 14-15 yaşlarında idi.) birgün arkadaşları ile Pakize hanımın kapısının önünden geçerken birkaç arkadaşı ona doğru bakmışlar. Pakize hanım :
- "Ne bakıyorsunuz ulan, hiç mi kadın görmediniz?" diye çıkışmış. İçlerinden biri muziplik olsun diye:
- "Güzelliğine bakıyoruz teyze." deyince, kızılca kıyamet kopmuş. Çocuğun ne terbiyesizliği kalmış, ne utanmazlığı, vermiş veriştirmiş. O zamanlar Pakize hanımla henüz tanışmamıştık. Daha sonra tanışınca beni çok sevdi. Bu davranışından ötürü utandı, özür diledi.
Aslında bu huysuz komşumun iyi yanları da yok değildi. Bir kere son derece sevimli idi. Ayrıca eğer heyheyleri üzerinde değilse sohbetine doyum olmazdı.
Belki de bu yüzden komşular onun bu huysuzluklarına ses çıkarmazlar, karşılık vermezlerdi.
Pakize hanımın gençliğini bilenlerin söylediğine göre vaktiyle çok güzel bir kadınmış. İstanbul'da Kadıköy'e her çıkışında olay olurmuş. Millet dönüp dönüp ona bakarmış. Hatta arabanın içindekiler bile arabalarını durdurur onu seyrederlermiş.Çok ta iyi bir evlilik yapmış. Zengin, aynı zamanda tanınmış bir iş adamı ile evlenmiş. Ondan bir kızı olmuş. Kızı da tıpkı annesine benziyormuş . Ama bukadar olmasa da, o zaman da huysuz ve şımarıkmış. Adamcağız Pakize hanımın bütün güzelliğine rağmen ona ancak beş yıl katlanabilmiş, sonunda ayrılmışlar. Ben kızını hiç görmedim. O da 17-18 yaşlarında iken bir gece annesi ile tartışmışlar. Pakize hanım kapıyı vurup dışarı çıkmış, eve döndüğünde kızının mutfakta hava gazını açarak intihar ettiğini görmüş. O günden sonra da huysuzluğunu sokaklara taşımış. Gerçi o hep intihar değilde kaza olduğunu söylüyordu. Ama komşular bana intihar olduğunu söylediler. Zavallının başka akrabası da yokmuş. Bu yüzden koskoca evde tek başına oturuyordu. Beni her görüşünde yalnızlıktan bunaldığını söyler : - "Gecenin bir vaktinde eve birisi girse, beni boğsa kimsenin ruhu bile duymaz." derdi. Sonunda üç daire karşılığında evini bir müteahhide verdi. Kendi de başka bir mahalleye taşındı. Apartman bitinceye kadar onu hiç görmedim. Huylu huyundan vazgeçer mi? Yeni evine taşındığında müteahhide ateş püskürüyordu. Önüne gelene nasıl aldatıldığını anlatıp duruyordu. Aslında apartman çok güzel olmuştu, kendine düşen üç daireden birini kendi işgal etti, diğer iki daireyi de oldukça iyi fiyatla kiraya verdi.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Artık rahat eder diye düşünüyorduk ki; aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, sanırım bir yıla yakın; Pakize hanımın hasta olduğunu duydum. Nitekim epey zamandır etrafta görünmüyordu.
Birgün alttaki komşum Nermin hanımla ziyaretine gittik. Çok zayıflamıştı.
Bize çok tuhaf şeyler anlattı: Geceleri bir sürü insanın eve doluştuğunu, kendisini rahatsız ettiklerini söyledi. Sonra da:
Seferberlik mi oldu ne var? "Hazır sizler de gelmişken bu meseleyi halledelim. Bunlardan nasıl kurtulacağımıza karar verelim." dedi.
Belliki bazı hayaller görüyordu. Nermin hanım da ben de çok korkmuştuk Kalkmak istedik, ama . . .
- "Bu işi halletmeden sizi bırakmam." diye tutturdu.
Ne yapacağımızı, elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyorduk. Sonunda benim aklıma bir kurnazlık geldi:
- "Pakize hanım." dedim. "Biz bu işi yalnız başımıza halledemeyiz. Gidip Muhtara söyleyelim, o halletsin."
Ancak o zaman bizim gitmemize izin verdi.
Aynı akibete uğrarım korkusu ile 5-10 gün kadar Pakize hanıma uğramadım. Ama bir gün karşı komşusundan, yerinden dahi kalkamadığını, altını kirlettiğini, temizlemeye kimseyi bulamadıklarını öğrendim. Bir tas çorba ile tekrar ziyaretine gittim. Anahtar kapının üzerinde idi. İçeriye girdim. Pakize hanımın durumu feci idi. Erkek gibi sakalı uzamıştı, pis kokudan içeriye girilemiyordu. Yaptığım çorbayı başına dikti, bir solukta içip bitirdi. Zavallı kim bilir nekadar zamandan beri açtı, sanırım beni de tanımadı.
O günden sonra fırsat buldukça yemek yapıp götürdüm. Karnını doyurmaya çalıştım. Ama altını temizlemeyi asla yapamazdım. Bunu düşündüğüm zaman bile miğdem bulanıyordu. Gidip kapıcının hanımına para karşılığı bu işi yapmasını rica ettim...
- "Vallahi dünyayı versen temizleyemem, miğdem kaldırmaz dedi. Kiracılarına gidip kadın tutmak için para vermelerini söyledim, onlar da:
- "Yarın Pakize hanıma bir şey olursa sorumlu duruma düşeriz. Biz bu yüzden kirayı banka hesabına yatırıyoruz." deyip para vermediler.
Elimden başka bir şey de gelmiyordu. Sanırım bir hafta kadar bu durum böyle devam etti. Birgün gittiğimde gözlerime inanamadım. Pakize hanımın bütün yatak takımı, geceliği değiştirilmiş, tertemiz beyaz örtüler içinde yatıyordu. O pis kokudan eser kalmamıştı.
Bütün bunları kim yapmıştı? Rüya mı görüyordum? Hemen karşı komşusuna gidip sordum. Komşu:
- "Ayten hanım isminde bir hanım." dedi ve devam etti. "Pakize hanımın eski komşularından biri imiş. Ayten hanım'ın bir de doktor oğlu var. O da Pakize hanımı hiç bir ücret almadan tedavi ediyor. Ayten hanım yemeğini yapıyor, altını filan temizliyor, hizmetine bakıyor. İnanmazsınız ama hem de Pakize hanımın yüzünü, gözünü öperek, sevip okşayarak bu işi yapıyor. Ben böyle iyi insanlar görmedim." dedi.
Doğrusu bu ya çok şaşırmıştım. Komşuya:
- "Ayten hanım gelince kapıcı ile bana haber gönder de bu iyi insanla tanışayım" diye rica ettim.
Ertesi gün Ayten hanımın geldiğini öğrenir öğrenmez koşarak gittim.
Ayten hanım 45-50 yaşlarında bir hanımdı.Yüzünden sanki iyilik akıyordu. Kendisini tebrik ettim. Pakize hanımla bir akrabalıkları olup olmadığını sordum:
- "Hayır akraba değiliz. İki üç ay kadar komşuluk yaptık." dedi.
- "Vallahi size gıpta ediyorum. Keşke sizin gibi nefsimi yenebilsem. Böyle şeyler yapabilsem. Ama ben mümkün değil sizin yaptıklarınızı yapamam" dedim.
Ayten hanım :
- "Eh tabii ki zor şey. Ama ben bunları Pakize hanımın hatırı için değil de Yüce Rabbimin rızasını kazanabilirim ümidiyle yaptığım için bana o kadar da zor gelmiyor. Bir düşünsenize bu sayede Rabbimin rızasını kazanırsam o zaman asıl ben Pakize hanıma müteşekkir olurum. Öyle değil mi? dedi.
Bunları öyle bir tevazu ile söylüyordu ki; içimden bir an ona sarılıp öpmek geldi. Kucaklaştık, o an Ayten hanımı kendime kardeşimden daha yakın hissettim.
Pakize hanım çok yaşamadı, bir kaç gün sonra vefat etti.
Şimdi o günleri her düşünüşümde Pakize hanıma rahmet okurken Ayten hanım için de : - "Allah ondan bin kere razı olsun" diye dua ederim.
 
Üst