Başörtüsü Davası Hakkında İlginç Bir Yazı!!!

Uveys El Konevi

Paylaşımcı
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
284
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Konya
:wallbash[1]: :(
TESETTÜRLE İLGİLİ, TESETTÜRSÜZ FİKİRLER
Halil Köprücüoğlu

12 EYLÜL DÖNEMİNDE, Şarkta, bir Hoca Efendinin, yanındaki kız çocuğunun yüzünü ve saçını gösterip, ”Sizce, hangisi daha önemli” dediğini duymuş, çok üzülüp hayret etmiştim. İhtilalciler karşısında güç durumda kalarak bu tavrı takındığını sandığım o mübarek zatın böyle demediğini temenni ediyor, en azından şimdi öyle düşünmediğini var sayıyorum.

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı boyu mücadele ettiği, anlatmaya çalıştığı, bâhasına bir ömür verdiği hakikatlerin bir cüzü ve hak etmediği halde uğrunda ceza aldığı, çok önem verdiği bir konu olan Tesettürü, çok yönleriyle, hep düşündüm, düşünüyorum.

Hatta, doktora tezlerini aciz bırakacak bir vukufiyetle hazırlanan Tesettür Risalesinde (24.Lem’a-687) bu konunun daha ziyade temel felsefesinin, hikmetlerinin anlatılması; kararın ilgililere büyük bir nezaketle bırakılması beni otuz altı senedir hep ciddi düşündürdü ve yönlendirdi.

Hele hanımların zayıf ve nazik olan fıtratlarının temellerine gidilerek, daha çok bu açıdan önemli meselelere temas edilmesi, iki cihana da bakan karşılıklı samimiyetin esaslarına inilmesi, karı-koca mabeynindeki emniyet-i mütekabileden, samimi hürmet ve muhabbetten bahsedilmesi, Şehirlilerle köylülerin, hatta Avrupalılarla, bizlerin önemli nüanslara sahip olduğumuzun ele alınması gerçekten önemli ve çok dikkat çekicidir. Burada, amirane bir tavırdan, emri tebliğden, korkutmaktan ziyade, meselenin önemi, faydası ve vahyin temel yaklaşımı esas alınır.

Kafamızdaki düşünceye fetva aramak için olmamak şartıyla, samimi, Marzi-i İlahiyi kavramak gayesiyle, canlı bir varlıkla muhatap olurcasına bu Risalenin önüne geçmenizi, onu anlamaya çalışmanızı önemle tavsiye ve rica ediyorum.

Bu makalede yazdıklarımı herkese hitap gayesiyle yazmadım. Daha ziyade İmanlı, İslam’ı kabullenmiş, hatta Nurlu eserlerle iştigal edenlerle bir mütalaa yapmak; bu ölçülerle yaşamaya çalışanların hallerini, fikirlerini öğrenmek isteyenler için de bazı detaylar sunmak niyetindeyim. Dikte etmek gayem yoktur. Yönlendirmek de istemiyorum. Tenkit edilebilecek pek çok fikrim olabilir. Ama her şeye rağmen samimi olarak inandıklarımı yazıp, vazifemi de yapmak istiyorum. Elbette tenkitler olursa dinler, değerlendirir, gerekirse düşüncelerimi ıslah ederim.

27.Sözdeki İçtihat Risalesini, oradaki Hikmet ve İllet meselelerini önemli esaslar olarak gördüm. Bu mesele dahil, yeri geldikçe, fikirlerimi Hikmet ve İllet perspektifiyle ölçülendirdim. Hatta Sigaranın haramlığını iddia eden değerli bir ilahiyat hocasına ve çok değer verdiğim bir hoca efendinin önemli bir gazete yayınlanan makalesine bu ölçüler sebebiyle hiç katılamadım. Ve hatta bütün zararlarına rağmen dinî emirler yanında tam teferruat, aslî füruat olabilecek Sigarayı haram; Örtü çıkarmayı helal yapabilen mantığı da hiç anlayamadım. Bazı şeyleri kötülemek için dinin tâbiratını kâfi görmeyip akıl fenerimden zecir için daha tesirli sandığım yeni kelimeler türetmedim.

Ayrıca “siyahlandıra siyahlandıra ta nuru imanı çıkarıncaya kadar” kalpleri karartan bu asrın mütehassıs şeytan ve nefisleri karşısında, asla içtihat yapmaya mecal olmayacağını idrak ederek-24.Sözün 2.Dalındaki tabirle-Zühreleşen insanlardan, ulema da olsa yeni fetvalar aramadım.

13.Lem’anın sonlarından nefsin müthiş Maglatasını, hele ademle bile çok tahripler yapabildiğini öğrenince, hakikaten İstiaze etmeyi, dinin hükümlerine, sünnete, hakaik-i imaniyeye tam teslim olmayı, o bahislerdeki tabiriyle, o Rabbanî kal’alara sığınmayı zaruret olarak gördüm.

Milli Eğitim Müdür Yardımcısı olarak, İmam Hatip Lisesi Müdürleriyle, Sıkı Yönetim Komutanlığında başörtüsü meselesiyle ilgili bir toplantıya katılmıştım. Komutanın öğrencilerin başlarının açtırılması ile ilgili baskısına; ”Ben, bir ders önce ‘Allah başınızı örtün diyor’ deyip; daha sonra da, ‘okulda başınızı açmanız lazım’, diyemem. Kur’an’a, Sünnet’e karşı gelemem.” diyen bir İmam Hatip Müdürünün istifasını görmüş, onu gözyaşıyla alkışlamıştım.

Recûliyet kespeden bazı kızların üniversitedeki yaşayışlarını, oradaki ikili karma eğitim zeminindeki hallerini yakinen gören, bilen birisi olarak yine Kutsi Kaynaklara dayanarak; hanımların okuması ve çalışmasında işin sadece başörtüsüyle alakalı olmadığını, daha geniş anlamdaki bir tesettüre ve daha pek çok şartlara bağlı olduğunu bilmekle birlikte bunu, fetva aranılan bir zeminde faydalı olacağına inanmadığımdan; açmak, tartışmak istemiyorum.

Ben Vahye dayanarak “Her şeyde vesilelerin de doğru olmasını” söyleyen Bediüzzaman’ın bu fikrini de bu konuyla alakalı olarak değerlendirilmesi zaruri bir ölçü olarak biliyor ve çok önemsiyorum.

Hem haramın, zaruret halinde helal olduğunu; ancak, bu durumda da ölmeyecek kadar bir miktarın kullanılabileceğini biliyorum. Hem de okumak ve çalışmanın ille de resmi yollarla olmasının da şart olmayacağını idrak ediyorum. Resmi bir tahsil yerine iyi bir kültürün daha doğru olduğuna dair fazla bir tereddüdüm de yok.

Tabi ki eğitim yapılmasının özüne karşı asla olamam. Filanların Muşlu Hoca Efendisi gibi, fenlerin tahsiline, ve hatta üniversitede okunmasına; BSN.’ye de-bilhassa 5.Desise-i Şeytâniyede belirttiği esaslara- karşı gelme bahasına sofiyâne, karşı falan da asla olmam.

Benim anlatmak istediğim o eğitimin zemini, şartları, özellikleridir. Bu, Yüksek Lise Tahsili diye, kendi hocalarınca isim takılan zeminde, erkeklerin bulunmasını bile tenkide medar olarak değerlendiren ilim adamlarının olduğunu da bu arada söylemek yanlış olmasa gerek. Hele Zafer Dergisinde 323 ve 328. sayılarda yayınlanan, Prof. Dr. Osman Çakmak Beyin, eğitimle ilgili farklı ve oldukça cesaretli makalelerini ve 15 haziran 2006 tarihinde Haber 7 de yayınlanan, ÖSS’nin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili yaptığı çalışmaları okuduktan sonra, ülkemizdeki üniversite eğitimini ciddi şekilde sorgulamayı sürdürüyorum. Sizlerinde muhakkak okumanızı tavsiye ediyorum. (İnternetten de bakılabilir)

Geçmişte çalıştığım üniversitede başörtülü memurların cezalandırılmasıyla ilgili tahkikatlarının dindar idarecilere verildiğini nefret ve ızdırapla seyrettim. Bir taraftan öğrencilerin zorla başları açtırılırken, okula örtülü sokulmazken; bir taraftan da kendilerini karakter olarak vazifeli gören bir kısım yetkili ve etkili kişilerin bu konudaki ikna (!) seanslarını da içimden bir şeyler koparak, eriyerek, ızdırapla hatırlıyorum.

Üstadımın, “Ben dahi söylesem, mihenge vurun” fikrine göre, daima Vahye, Sünnet’e bakıyorum fakat; Ayet’teki “Peygamber hanımlarına…. söyle” ifadesinden, branşı olmadığı halde cımbızlama mana çıkarıp “Bu ayet sadece Peygamber hanımları ve kızlarına hitap ediyor” diye haksız, yanlış, garip ve geçersiz fetvalar bulanlarla; “Kızların sokağa çıkmasını bile istemeyen hocalardan, okuması için başını açabilir diyen hocalara kadar farklı hocalar, geniş bir spektrum var. Ben bu spektrumdan istediğimi seçerim” diyen; yaşayışına çare, yol, fetva arayan zayıf arkadaşlarıma hiç itibar edemedim. Ama onlarla da şimdiye kadar, nezaketin dışında bir cedelleşmeye de girmedim. Ancak hayret ve şaşkınlıkla onları izledim.

Kızımın sohbetlere katıldığı dindar arkadaşlarının, bir anda merkezî bir emir ve uygulama ile, başlarını açtıkları bir zaman ve zeminde, evladımın, geceler boyu ağlayıp olayı anlamaya çalıştığına şahit oldum; ben de, “Durumları bunu gerektiriyordur. Belki bir fetvasını biliyorlardır; belki bu mesuliyete katlanacak önemli hedefleri vardır. Her şeye rağmen biz yapamayız. Sen müsamahayla bak,.” gibi, belki de, çok mana ifade etmeyen sözcüklerle, çaresiz, çok aciz, gözü yaşlı bir baba olarak yarasına merhem olmaya çalıştım.

“Lise mektebinin avlusunda raks eden kızların” elli altmış yıl sonraki hallerini görerek ağlayan (3.Mesele) bir Üstadın talebesi olarak; kolejde okurken, İslam’ın ölçüleri gereği, belli sınırlara geldiği için, ailesi tarafından başını örtmesi konusunda ısrarlara maruz kalınca intihara kalkışan bir arkadaşımın kızını da içim titreyerek müşahede ettim.

Bu meselenin ilk uygulaması sırasında ÖSS. Sınavlarında başını açmaya zorlanan bir çok hanım kızın sınav salonunu ağlayarak terk ettiğini, bir çoğunun da göz yaşlarıyla sınava devam ettiğini yanarak, yakılarak seyrettim. Sınavın, Salon ve Bina Başkanlarıyla edebi aşarak ikna için tartışmalara kalkıştım. Cezayı göze alarak Salonumdakilere müsaade etmeye cüret ettim. Bu sebeple diğer bir kardeşim hala mahkemelerdi uğraşıyor. Böyle yapan o ve pek çok arkadaşımın tahkikatlarında savunmalarına yardımcı olmaya çalıştım.

Hatta ne kadar doğru olduğu tartışılabilir ama, ben 70’li yıllarda, 3-3,5 yıl yaptığım Köy Öğretmenliğimde baş örtüsüyle gelen öğrencilere o şekilde okula gelmelerine asla mani olmadım. Tokaçla derede çamaşır yıkayan annesi, aniden başındaki yazmasını çekince küçük yaşına rağmen, eli ayağı titreyen, ağlayan şuurlu bir 5. sınıf öğrencisine de öğretmenlik yaptım, bu olaya şahitlik ettim.

Açık bir öğretmenle evlenmeye kalkan bir arkadaşımın evlenmemesi için ciddi mücadele verirken; evlenmek üzere iken, ailesiyle örtülü hanım olması konusunda ciddi ters düşen 4-5 talebeme de sonuna kadar destek oldum, evlatlıktan reddedilen birisine de evimi açtım.

Enstitüde örtülü çalışan memurların, haklarında örtü sebebiyle tahkikat açıldığında defalarca odama gelip, çalışma mecburiyetinde olduklarını beyanla bu örtü meselesine bir çare, daha doğrusu bir fetva aradıklarını üzülerek yaşadım. Onlara aradıkları cevabı vermemin mümkün olmadığını, ızdırapla, defalarca söyledim, anlattım.

Hele Üniversitedeki vazifeme giderken, yol üstündeki İmam Hatip Lisesinin bayrak töreni sırasında, Devletimizin Güvenlik Görevlilerinin, okul idaresinin de isteği üzerine, başörtülü öğrencileri içeri almamak için, tam teçhizatlı olarak vaziyet aldığını ve bu silahlı güçlere karşı birkaç köylü parçası velinin, hakikaten, nazarımda büyük değerleri olan, kahramanca ve efendice mücadelesine ağlayarak şahit oldum. Onları yalnız bıraktığımız için kendimden utandım. Müslüman olduğunu söyleyen bir çok insanın, Felsefenin hodgâm talebeleri gibi, bu meseleden hiç etkilenmediğini, dertlenmediğini, hatta nasıl olursa olsun artık bitmesini, kapanmasını isteğini, bu meseleyi canlı tutanlardan, menfaatlerine zarar verecekler gibi telakki edip, onlara kızdıklarını ızdırapla gördüm. Ülkemde, samimi Müslümanların, bu haklı ve imanları gereği olan tesettür problemlerini, insanca halledememenin ızdırabını kendi hesabıma ta ruhumun derinliklerinde hissettim.

İstanbul’dan ilimize destek bulmak, dua istemek için gelen İlahiyatçı kız öğrencilerin dertlerini bir avukat bürosunda dinlerken de her namazım arkasında onlara ve kutsi davalarına muhakkak dua etmeye yemin ettim.

İlk iş olarak İnsan Hakları Beyannamesinden başlayarak ülkemdeki ve hatta bütün dünyayı ilgilendiren uluslararası hukuk, adalet, hürriyet ihtiva eden metinleri topladım. Avukat arkadaşların, bilhassa dava arkadaşlarım olarak gördüğüm ve Demokrat ve Hukukçu ünvanlı bazılarının yapması daha doğru, daha kolay ve daha muhtevalı olacak bir çalışmayı, onlar yapmadığından-Kapris’lerinde dinlenmekten vakit bulamadıkları için- mecburen, elime yüzüme bulaştırma bahasına ben yapmaya çalıştım. Bu tür tesettür muhtevalı soruşturma ve davalara bakan Avukat ve muhakkiklere; öğrenciler, memurlar, öğretmenler, idareciler için özel Tip Savunma Dilekçeleri hazırladım.

Ancak başörtüsü davasının basit bir itiraz meselesi, inancın bir tezahürüne karşı geliş olmadığını; birilerinin siyasete bulaştırması, birilerinin radikalliği ve cehaleti sebebiyle pek çok Batı ülkesinde karşılaştığımız müsamahaya bir türlü ulaşamadığımız, kanserleşen bir derin yara olduğunu çok geç anladım. Defalarca açık oturumlarda, önemli köşe yazılarında, ciddi makalelerde teşhis edilemeyen gizli bir hastalık gibi kendi ciğeri de yanan bir hekim edasıyla kavramaya çalıştım.

ABD. başkanının yanına resmen ve büyük bir rahatlıkla, örtülü, tesettürlü giren bir başbakan eşinin, kendi ülkesinde Cumhurbaşkanlığı resepsiyonlarına çağrılmayışını, kabul edilmeyişini bir türlü anlayamadım. Seçimle parlamentoya girmeye hak kazanan bir hanım milletvekilinin Meclise girince feci aşağılanışını hayret, dehşet ve büyük ızdırapla seyrettim. Bu meseleyi bu hale getiren, gerdiren zihniyetleri Allah’a havale ettim.

Pek çok Tefsir ve bu konuda verilen fetvaların yer aldığı Fıkıh Kitaplarına baktım. Ciddi ilim adamlarını takip ettim. Bir kısmına bizzat sorarak meselenin künhüne vakıf olmayı denedim.

İki tarafın da yapacağı çok şeyler vardı. Bunu, aysbergin ucu manasında, Humeyni, Kaddafi, Taliban, Hizbullah faaliyetleri gibi bir cereyanın ucu görenlere, hakikaten anlatılması, hem de kalen ve halen anlatılması gereken çok şeyler olduğunu tam anladım.

“Kadınlar, yuvalarına dönmelidir.” diyen O büyük zatın neden böyle dediğini birazcık da olsa kavramaya başladım.

Bu ara, orta ikide İslam’ın tesettür sınırlarına giren kızımın-ailemin büyüklerine sormaya cesaret edemeyerek -kızım ve eşimle beraber okuldan ayrılmasına karar verdim. Hala üniversiteye giden hanım kızları gördükçe içim titrer, nefesim kesilir, gözlerim yaşarır. Doğru yaptık mı acaba diye hala yanarım. Çok şükür ki yüksek tahsili bitiren arkadaşları ve belki de onlardan daha çok okuyan, hanımlığı ve ona lâzım olan hemen her şeyi hakkıyla öğrenen, devamlı araştıran, okuyan birisi olarak; ayakları sağlam yere basan, benim gibi tahsilli cahillerden daha ileri annelik babalık yapan hali, biraz olsun gönlüme su serpiyor da bunalıma girmekten kurtuluyorum, onu okumaktan men etmemle alakalı affedilebileceğime bir kanaat beliriyor. Kendi nefsimiz için böyle-hala ızdıraptan kurtulamadığım- karar vermenin yanında elbette başkalarının kararlarına karışamam, karışmamalı.

Avrupa’da bulunduğum sırada şimdi bir Batı Üniversitesinde Yüksek Lisans yapan bir kızımızın, hem de Avrupa’da Hıristiyan-Müslüman Diyalog Cemiyeti başkanlığı yapan, icabedince de Karşıyaka’da kibar şalvarıyla mangalın, ocağın başında maharetiyle durabilen, ileri derecede İngilizce’siyle Amerika’da harika seminerler verebilen birisi olarak örtüye geçişte yaşadığı müthiş sıkıntıyı ailesinden dinleyerek anlamaya, kavramaya çalıştım.

Ayni manayı, Stutgard’da Bir Alman hanımla, Meryem bacı ile evli bulunan bir mühendis arkadaşın, örtülü eşine rağmen, bu meseleye ilk anda ters gibi olduğu sanılan aykırı fikirlerini, anlamaya gayret ettim.

Savaşta, değil namazı, cemaat olmayı bile terk etmeyen Sahabenin korktuğu, Feci bir zeminde, hür iradeler ve vicdanlar dışında bir karar mercii olmaması gerekliğinin önemini; muhataplarına, bu tesettürlerini, nefislerine, şeytana ve onların avaneleri gibi olan her şeye karşı savunacak, sahibini tereddütte bırakmayacak bir birikime sahip oluncaya kadar, tavsiye etmenin bile kötü sonuçlara götürebileceğini çok iyi kavradım.

Nefis ve şeytanın da ilkahıyla Zühreleşen kabiliyeti sebebiyle; doğruyu değil de kafasındaki karara kuvvet vereni, onu doğrulayan bir manayı arayan bu asrın zayıf insanlarına, Kutsî Kaynakları, mesela, Ahzap Suresi-59. ayet diye, madde madde dipnotlar halinde vermeyi, sıralamayı düşünmedim. Belki anekdotlarla hislere bir şeyler sunabilmek için hakikatin etrafını örmeye çalıştım, çalışıyorum. Amirane bir tavır yerine yaşadıklarımı arz etmeye gayret ediyorum.

Stutgard’da, Yedinci sınıfta okuyan, Hz.Meryem gibi ter temiz bir kızımızın, 40-50 eşarp sahibi olmasına rağmen, ailesinin müsamahalı–ayni zamanda da korkarak- tutumuyla idrakinin tamamlama merhalelerinin bir kısmına şahit oldum, inanılmaz boyutlarını hayretle gördüm, idrak etmeye, tam olarak algılamaya çalıştım.

Okulda başını mecburen açan veya –doğrudur değildir bilemiyorum- peruk vs. ile durumu şöyle böyle idare eden inançlı kızların barınması için yerler temin etmeye ciddi çalıştım, çalışıyorum. Değişik vesilelerle sohbetler yaptığım bütün kız öğrencilere cahilliğin çok kötü olduğunu, ancak her şeye rağmen sınırları geçmemeleri gerektiğini de ısrarla anlatmaya devam ettim. Tahsilleri sırasında telefon mesajlarıyla, maillerle onlarla irtibatı kesmeden inandığım Kutsi Kaynaklara dayalı gerçekleri belli bir nezaketle muhatabına göre bazen anlattım, bazen hissettirdim.

Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi son sınıfında iken başörtüsünü çıkarmamak için evine dönen, şuurlu bir arkadaşımın, şuurlu bir kızının, başını açıp tahsiline devam etmesi için, okulundan kendi meslek dersi hocalarının ikna etmeye gelişlerini hayretle ve üzülerek müşahede ettim.

Yasakların başlamasıyla bazı hanımların vazifelerinden ayrılmayı tercihi karşısında, ”Benim kardeşim başını açtı, öğretmenliğine devam ediyor. Çünkü, def’i şer, celb-i Nef’a racihtir, kaidesine göre, onun, başka kötülere vazifeyi bırakıp, öğrencilerinin kötülüğe maruz kalmaması için böyle yaptığını” anlatmasını gülerek, dinledim. Cerbezenin bu halini lügatime kaydedip; ”Tevilin gözü kör olsun dedim.” Kalplerimizden geçenleri bile bilen bir Rabbi Rahimin koyduğu sınırların, merhamet ve hikmetten mahrum olamayacağını, “La yukellifullâhü nefsen illa vüs’ahe” sırrıyla kimseye kaldıramayacağı yükün yüklenmeyeceğini, kendimizi aldatmanın manasızlığını, teslimiyetin doğru olduğunu, her halükarda rızkı da O’nun verdiğini hiç unutmamak gerektiğini anlatmaya çalıştım; hep düşündüm, düşünüyorum.

Doğruluğuyla ilgili ciddi delillerim olmadığı halde; kardeşinin öğretmen okulunda okuyan kızıyla Konya’da bir defa karşılaşınca, başının açık olmasına müsamahayla bakan O büyük zatın bu hareketinin bir fetva olarak değil de; mesleğindeki şefkatin tezahürü olarak değerlendirilmesi gerektiğini; çünkü bizzat ayni zatın “Kadınlar, yuvalarına dönmelidir “ demesinin, bu meselede büyük ceza almasının söz konusu olduğunu; kendisine ait yazılı metinlerin, sözlü hatıralardan daha sağlam delillik ihtiva ettiğini ve onlarda da çok açık şekilde Kutsî Kaynaklara bağlı olarak, tesettürün önemi üzerinde durduğunu düşündüm ve öyle olduğunu eserlerinde sarih olarak gördüm.

Elbette Rabıta-i Mevti burada da yapar, yarın ölecekmiş gibi düşünerek bu meseleyi öyle değerlendiririm. Emaneti sahibine satmak manasını, her şeyi O’nun isteklerine göre yapmak gerekir diye algılarım ; ve asırlardır bütün ulemanın ittifak ettikleri bir hakikate fetva aramam; olsa olsa Marzi-i İlahiyi tam anlamaya çalışırım. Arzî denilecek mütalaalar yerine, Semavî olan halis asfiyanın içtihatlarına itimat ederim. Bilirim ki namazını rahatlıkla terk eden, ama “Ben eski ulemadan daha çok hadis biliyorum. Bir tuşa dokununca milyonlarca Hadis gözlerimin önüne geliyor” diyebilen ulema-i sû’ya fazla itibar edilemez. Tavuktan kurban kesilebileceğini sıkılmadan anlatan, Allah ve Resulünü anlatmak yerine , ehl-i dünyaya yaranmak için, ”Ben, bir balık, oltayla mı, ağla mı yakalandı, on metreden bilirim” deyip, hanımıyla omuz omuza rahat röportaj yapabilen İlahiyat Hocasına da hiç, ama hiç itimat edemem.

Kimseyi bu konuda zorlamanın da doğru olmadığına inanırım. Muhatabın, kendi idrakiyle bu noktaya gelmesinin daha iyi olacağına inanmakla birlikte, bu zeminde tamamen yanlış telakki edileceğine, maksadını aşan manalar çıkarılacağına inandığım için, doğru da olsa, asla “Teferruat”, “Füruat” veya ”Tâli mesele” demeye cesaret edemem. Ancak edenleri kınamak yerine; onları, mesuliyetleri varsa Rabbime bırakırım, inşallah hata yapmamışlardır diye değerlendiririm; ancak umumi gidişata verdikleri zarardan dolayı sadece acırım, hata yapmamaları için dua ederim.

Bu arada bir doktor yakınımın doktor eşinin idrakinin, iz’anının artması sonucu örtünüp şuurlu bir hayata geçişine sevinmek yerine, ciddi ciddi “Bunu yaptığına inanamıyoruz “ diye menfi tepki gösterenlere de “Allah iz’an versin “ demeden geçemediğimi de belirtmeden istiyorum.

Çünkü ot gibi yaşayan, sadece ferç ve batnının hevasatını düşünen öğrencilerin yanında; Demirci ilçemizde, basın önünde “İnancı için örtünen arkadaşlarımızın yanındayız “diye cesaretle duran hür düşünceli solcuların yiğitliği yanında, bu Müslümanların hal-i perişanı kabul edilemez. İnşallah diğer aydın geçinenler de bütün uluslararası hukuk kurallarının en başında bulunan, inancını rahatlıkla yaşama özgürlüğünü kavrar, anlarlar da bir mutabakatın olması kolaylaşır. Bu meseleyi sû-i istimal edenlerle mücadeleyi beraber yaparız; ancak samimi Müslümanların da bu haklı taleplerini anlamanın zaruret olduğunu en azından bu günlerde beyanlarda bulunan AB. Yetkilileri kadar da hep beraber kavrarız inşallah.

Bunun makul, ölçülü bir tarzda ve şekilde gerçekleşmesi için kendi mecrasında, duanın her türlüsü yapılarak çalışılmalı; farklı düşünenlerin fikirlerine ve giyimlerine de elbette makul ölçüler içerisinde müsamahalı bakılmalı. Hatta, medeni, müsamahalı bir hayatın garantisi olarak ortaya fiilen, yaşayışımızla çıkmalı, her şeyimizle radikal olmadığımızı, “Doğru İslamiyet’le ve ona layık doğrulukla” ispat etmeliyiz .

Daha başka bir ifadeyle, R.Nurda anlatılan bütün dua yollarını denemeli, usulünce Rabbimizin kapısını çalmalı, halimizle de bu nimete kavuşabilmeye istihkak kesbetmeliyiz.

Deneme türü gibi olan bu tarzımı, sizin de müsamahalı karşılayacağınızı bekliyorum. Çünkü çok yaralı bir konunun, farklı tedavileri için, ortada çok fikirler dolaşırken, elbette herkes kendi düşünerek, hür iradesiyle karar vermelidir. Allah, hepimize, bilhassa bu sıkıntıyı çeken kızlarımıza kolaylık versin, onların kusurlarını affetsin, bize gayret nasip etsin. Haklı mücadelelerinde onları muvaffak eylesin. Amin


11.10.2006


© 2006 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu

Kaynak: www.karakalem.net
 

MaADa

Paylaşımcı
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
418
Tepkime puanı
13
Puanları
0
12 EYLÜL DÖNEMİNDE, Şarkta, bir Hoca Efendinin, yanındaki kız çocuğunun yüzünü ve saçını gösterip, ”Sizce, hangisi daha önemli” dediğini duymuş, çok üzülüp hayret etmiştim. İhtilalciler karşısında güç durumda kalarak bu tavrı takındığını sandığım o mübarek zatın böyle demediğini temenni ediyor, en azından şimdi öyle düşünmediğini var sayıyorum.
ÖNCELİKLE BU MUHTEREM ZATIN KİM OLDUĞUNU BİLİYORMUSUNUZ???
 

Uveys El Konevi

Paylaşımcı
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
284
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Konya
Bu yazı bana ait değil! Bu nedenle o hocaefendinin kim olduğunu net olarak kestiremiyorum...Vebal altına girmemek için bi şey diyemem ama bence Halil Köprücüoğlu'nun verdiği mesaj çok önemli...Özellikle başörtüsüne gereken önemn verilmesi açısından..
 
Üst