dedekorkut1
Doçent
AYASOFYA
SELİM GÜRBÜZER
Kızılelma nedir diye sual edildiğinde verilecek cevap elbetti ki fethedilecek olan toprakların menzilini belirleyen pusulamızın adıdır diye rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Osmanlı bu pusulayla Doğu Roma’nın tek varisi olmayı hedefleyip vuslat hâsıl olur da. Derken Kızılelma’mız İstanbul’un fethi müteakip bu kez Saint Pierre Kilisesi kubbesi üzerine kayar. Niye derseniz, gayet her şey açık, çünkü ufkumuzu ötelere sıçratmak içindir elbet. Zaten Kızılelma’mız gök kubbe üzerinde lisanı halle gelin dedikçe de ordumuzda o istikamete doğru yol alması kaçınılmazdır. Hele Kızılelma’nın ardına düşmeye durulsun, tıpkı nazlı ceylan misali yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça da yakınlaşan biricik sevda ülkümüz olur bile. İyi ki de ardına düşmüşüz, bu sayede Doğu Romanın varisi olduğumuz gibi Batı Romanın coğrafi ve siyasi konumuna da talip olmuşuz. Talip olunca da malum, önce Topkapı sarayında Bab-üs-saade önünde Sure-i Feth kıraat eyleyip sonra usul usul Fatihalar eşliğinde besmeleyle sefer eylemek için yeniden heyecan tazeleriz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz zaferle değil seferle yükümlü eli kabza tutmuş tüm gazi alperenlerin tutku gözlerinde ışıl ışıl parlayan Kızılelma heyecanı budur. Nitekim Horasan Erenlerin nazarıyla tüm tutku gözler ışıl ışıl parladıkça Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Tuna boylarına doğru Evladı Fatiha’nca Nizam-ı âlem için şaha kalkarız da.
Hiç kuşkusuz Nizam-ı âleme giden yolda ilk Kızılelma’mız Ayasofya’dır. İşte Kızılelma bu ya, Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı camiye çevirdiği gün bir başka menzile kanatlanmak üzere konacaktır. Yani, Kızılelma Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konar. Ancak konmakta bir yere kadardır. Nasıl mı? İşte Roma semalarına doğru kanatlandığında duraklayacaktır. Her ne kadar bu duraklamayla Roma feth olunmasa da sonuçta Kızılelma Saint Pierre kubbesinde durdukça sevenlerin tutku gözlerinde bu kez Nizam-ı âlemi muştulayacaktır.
Evet, Fatih Sultan Mehmed Han ayağının tozuyla Akşemseddin’le Ayasofya’ya birlikte girdiğinde Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu (kızıl küresini) Kızılelma’ya çevirdiğinde aslında Nizam-ı âlem’e giden yol o zaman belirlenmişti. İyi ki de Bizans’ın kızıl topu Kızılelma’ya dönüştürülmüş, zira Kanuni döneminde Şarlken olayı patlak verince bunu Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları takip edecektir. Şayet Viyana kapılarına dayandığımızda duraklamayıp Beç Kalesini feth edebilseydik Batı Roma’da Kızılelma halkasına dâhil olacaktı. Olsun yinede pek bir şey kaybetmiş sayılmayız, ‘Kızılelma’ sayesinde o gün bugündür Nizam-ı âlem hiç sönmeyen davamız olur. Nizam-ı âlem davasının kıyamete kadar devam edeceğine inancımız tam da. Nasıl inancımız tam olmasın ki, bikere davamızın hamur mayası çok öncesinden Resûlullah (s.a.v)’in şu müjde sözleriyle, yani “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” ve “Kayser’in şehri fethedilip orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacak” hadis-i şeriflerin ruhuyla yoğrulmuş bile. Kaldı ki yoğrulan bu mayanın özünde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) gözyaşı seli vardır. Malum, o aşkın gözyaşı seli sahibi Hz. Muaviye’nin ordusuyla birlikte sefer eylediğinde muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde hastalanıp uğruna oracıkta ruhunu teslim eder. Her ne kadar muradına eremeden Hakka kavuşsa da yıllar sonra Fatih’in İstanbul’un fethi müteakip Akşemseddin Hazretleri’nin manevi keşfiyle ortaya çıkan kabri şerifi ziyaretgâh’a açıldığında maksat hâsıl olur da. Ve kaybolan merkadının keşfi Osmanlının seferden sefere koşmasını beraberinde getirecektir.
Evet, Resûlullah (s.a.v) “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve o’nun askeri ne güzel askerdir” beyan buyurur da seferden sefere koşulmaz mı? Hem de bu müjdeye erişmek için nice hükümdarlar can atarak seferden sefere doludizgin koşacaktır, derken en nihayetinde İstanbul’un fethi Fatih Sultan Mehmed’e nasip müesser olur. Tabii bu arada Fatih’in nezdinde nice eli kabza tutmuş gazi alperenler, müderrisler, mollalar ve pek çok Pir-i fani şeyhlerde bu müjdeden kendine düşen manevi payını alarak taçlandırılır. Gerçektende Fatih ve Akşemseddin ikilisi fethin zahiri ve manevi önderi olarak tarihin altın sayfalarında çoktan yerini alır bile. Hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’in hakkı da, düşünsenize bu müjdeye erişmek için sadece fetih öncesi fizibilite çalışmalarıyla yetinmez günlerce Akşemseddin’in eşiğini aşındıraraktan da azmini sürdürmüştür. İyi ki de eşiğini aşındırmış, nihayet beklenen müjde Akşemseddin’in dilinden şöyle sadır olur:
“-Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.”
Ve akabinde Akşemseddin dilinden muştulanan sözlerini şöyle bağlar:
“-Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettik.”
Tabii Fatih’in duymak istediği can alıcı sözlerdi, derhal gereğini yapıp fetih bir hayal değil hakikatin ta kendisi Feth-i Mübin olur da. Hele hakikatin tezahür ettiği gün ayağının tozuyla beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Ayasofya’ya girdiğinde şükür secdesine varması var ya, bir ömre bedel secdeye kapanmanın adı bir hayattı. Öyle ya, bu yolda nice kayserlere karşı eğilmek bir dünya liderine yaraşmazdı, sadece o’na Allah’ın huzurunda secdeye kapanmak yaraşırdı, o da öyle yaptı zaten.
Peki, Fatih şükür secdesine varırda manevi başbuğu Akşemseddin boş durur mu, derhal ilk cuma namazını Fatih adına hutbe irad ederek şükrünü eda edecektir.
Gerçektende o anı yaşamak bir ömre bedel hayattır, ama yinede Bizans halkı şaşkın ve endişe içerisinde olup biteni tedirginlikle izleyecektir. Oysa tedirginliğe mahal ortada bir durum yoktu ki. Nasıl olsun ki, bikere Fatih Ayasofya’ya girdiğinde tüm endişeleri giderecek adına yakışır tavrıyla Patriğe şöyle çağrıda bulunur bile:
“-Ben Sultan Mehmet! Ayağa kalk! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”
Derken yüreklere su serpen bu müthiş ferahlatıcı sözlerle fethin ruhu hürriyet fermanıyla çerçevesi çizilmiş olur da. İşte Fatih çizdiği bu hürriyet fermanı çerçeveyle Bizans halkının gönlünü fethettiği gibi Patriğin tayini ve himayesini üstüne alacaktır. Böylece tüm bu olup bitenler karşısında Lukas Notaras “Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmek yeğdir” demekten kendini alamayacaktır. Ne diyelim ecdadımız bu, onlar gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmuşlardır hep. Üstelik bunu yaparken de sadece insanları bir arada el ele gönül gönüle tutmakla kalmamışlar, Sakarya’yı Tuna’dan, Dicle’yi de Nil’den ayrı tutmayarak nehirleri de birbirine dost kılmışlardır. Hiç şüphe yoktur ki buna şehirlerde, yani Anadolu ve Rumeli yakaları da dâhildir. Öyle ki bir yüzü Anadolu’ya, bir yüzü de Avrupa yakasına bakacak şekilde yakınlaşırlar. Yakınlaştıkça da Beylerbeyi en güzide gerdanlığımız olur. Derken bu güzide kaynaşmalar eşliğinde Bab-ı Âli yediden yetmişe hemen herkesin selamlığı hale gelir. Bu demektir ki bunda böyle Bab-ı Hümayundan Bab-üs-Selam’a kadar her ne devlet kapısı varsa hemen hepsi İstanbul’un Rumeli yakasında insanlığa soluk olmak için var olurken, keza Anadolu yakası da Devlet-i Aliyye’nin misyonunu sırtlayacak göz bebek olacaktır. Tabii tüm bunların ötesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından çerçevesi çizilen bu geniş hürriyet fermanı, gözü karalığıyla ün salmış Yavuz Sultan Selim gibi padişahı bile uymaya mecbur kılacak nizamname olacaktır.
Malumunuz Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda yönünü hep doğuya doğru çevirmiş bir padişahımızdır. İyi ki öyle yapmış, cephe gerisini sağlama almadan batıya ilerlemek ne işe yarayabilirdi ki. İşte Yavuz’un ilkin cephe arkasını sağlama alması sayesinde Osmanlının ileriki evrelerinde Nizam-ı âlem ülküsü daha da bir anlam kazanacaktır. Her neyse şimdi Fatih Sultan Mehmet’ten devr olunan ferman neymiş bir görelim. Yavuz gözü kara mizaçta bir hakan olsa da haddine mi fermana uymamak, bikere âlimlerin sözü o’nun içinde bağlayıcı hükümdür. Neymiş efendim Hıristiyanların bir takım densizliklerine binaen işledikleri kusurlarından dolayı hepsinin topyekûn başlarının kesilmesi gerekmiş. Onu bu kararından vazgeçirecek husus Osmanlı devlet geleneğinde her vuku bulacak hadisenin önce hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilmesi kaidesi olacaktır. Nitekim böyle bir mesele Şeyhül İslâm Zenbilli Ali Efendi'ye intikal ettiğinde Yavuz’un zihnindeki düşünceye geçit vermeyecektir. Ve Padişah’ı şöyle sorgular:
-“Efendim bikere deden Fatih bu hususta Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı fermanı vardır. ”
Yavuz:
“-Madem öyle, hele fermanı getirsinler de bir göreyim” der.
Ancak Zenbilli Ali Efendi fermanı getirtmek yerine cevaben:
“-Bu ferman bir yangında yanmıştır” der.
İnat bu ya, Yavuz bu kez:
“-Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların başını kesmekten vazgeçmem” der.
Tabii Zenbilli Ali Efendi metanetini hiç bozmaz, gayet soğukkanlı bir tarzda:
“-Acele buyurmayınız. Sonuçta ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan iki Müslüman vardır elbet, onların şahitliği kâfidir ” der.
Yavuz bu sözlerden de tam ikna olmaz şöyle karşılık verir:
“-Dedem Fatih, İstanbul’u feth edeli 70 yıl oldu. Bikere o yılları hatırlayacak adamın 90 yaşında olması gerekmez mi?”
Zenbilli Ali Efendi baktı olmayacak bu durumda:
“ -Peki” der, bunun üzerine 90 yaşında o iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverir. Derken yaşlı adamların Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim kararından vazgeçer. Yavuz’a da bu yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devletiydi çünkü. Asla hukukun üstünde Padişahta olsa buyruk kesilemez. Kaldı ki nizamnameler, fermanlar örften sayılan hükümlerdir. Tabii bu gerçeklerden hareketle şimdi tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ gözüyle bakanlara acaba ne demeli diye düşünmekte gerekir.
SELİM GÜRBÜZER
Kızılelma nedir diye sual edildiğinde verilecek cevap elbetti ki fethedilecek olan toprakların menzilini belirleyen pusulamızın adıdır diye rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Osmanlı bu pusulayla Doğu Roma’nın tek varisi olmayı hedefleyip vuslat hâsıl olur da. Derken Kızılelma’mız İstanbul’un fethi müteakip bu kez Saint Pierre Kilisesi kubbesi üzerine kayar. Niye derseniz, gayet her şey açık, çünkü ufkumuzu ötelere sıçratmak içindir elbet. Zaten Kızılelma’mız gök kubbe üzerinde lisanı halle gelin dedikçe de ordumuzda o istikamete doğru yol alması kaçınılmazdır. Hele Kızılelma’nın ardına düşmeye durulsun, tıpkı nazlı ceylan misali yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça da yakınlaşan biricik sevda ülkümüz olur bile. İyi ki de ardına düşmüşüz, bu sayede Doğu Romanın varisi olduğumuz gibi Batı Romanın coğrafi ve siyasi konumuna da talip olmuşuz. Talip olunca da malum, önce Topkapı sarayında Bab-üs-saade önünde Sure-i Feth kıraat eyleyip sonra usul usul Fatihalar eşliğinde besmeleyle sefer eylemek için yeniden heyecan tazeleriz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz zaferle değil seferle yükümlü eli kabza tutmuş tüm gazi alperenlerin tutku gözlerinde ışıl ışıl parlayan Kızılelma heyecanı budur. Nitekim Horasan Erenlerin nazarıyla tüm tutku gözler ışıl ışıl parladıkça Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Tuna boylarına doğru Evladı Fatiha’nca Nizam-ı âlem için şaha kalkarız da.
Hiç kuşkusuz Nizam-ı âleme giden yolda ilk Kızılelma’mız Ayasofya’dır. İşte Kızılelma bu ya, Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı camiye çevirdiği gün bir başka menzile kanatlanmak üzere konacaktır. Yani, Kızılelma Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konar. Ancak konmakta bir yere kadardır. Nasıl mı? İşte Roma semalarına doğru kanatlandığında duraklayacaktır. Her ne kadar bu duraklamayla Roma feth olunmasa da sonuçta Kızılelma Saint Pierre kubbesinde durdukça sevenlerin tutku gözlerinde bu kez Nizam-ı âlemi muştulayacaktır.
Evet, Fatih Sultan Mehmed Han ayağının tozuyla Akşemseddin’le Ayasofya’ya birlikte girdiğinde Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu (kızıl küresini) Kızılelma’ya çevirdiğinde aslında Nizam-ı âlem’e giden yol o zaman belirlenmişti. İyi ki de Bizans’ın kızıl topu Kızılelma’ya dönüştürülmüş, zira Kanuni döneminde Şarlken olayı patlak verince bunu Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları takip edecektir. Şayet Viyana kapılarına dayandığımızda duraklamayıp Beç Kalesini feth edebilseydik Batı Roma’da Kızılelma halkasına dâhil olacaktı. Olsun yinede pek bir şey kaybetmiş sayılmayız, ‘Kızılelma’ sayesinde o gün bugündür Nizam-ı âlem hiç sönmeyen davamız olur. Nizam-ı âlem davasının kıyamete kadar devam edeceğine inancımız tam da. Nasıl inancımız tam olmasın ki, bikere davamızın hamur mayası çok öncesinden Resûlullah (s.a.v)’in şu müjde sözleriyle, yani “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” ve “Kayser’in şehri fethedilip orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacak” hadis-i şeriflerin ruhuyla yoğrulmuş bile. Kaldı ki yoğrulan bu mayanın özünde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) gözyaşı seli vardır. Malum, o aşkın gözyaşı seli sahibi Hz. Muaviye’nin ordusuyla birlikte sefer eylediğinde muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde hastalanıp uğruna oracıkta ruhunu teslim eder. Her ne kadar muradına eremeden Hakka kavuşsa da yıllar sonra Fatih’in İstanbul’un fethi müteakip Akşemseddin Hazretleri’nin manevi keşfiyle ortaya çıkan kabri şerifi ziyaretgâh’a açıldığında maksat hâsıl olur da. Ve kaybolan merkadının keşfi Osmanlının seferden sefere koşmasını beraberinde getirecektir.
Evet, Resûlullah (s.a.v) “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve o’nun askeri ne güzel askerdir” beyan buyurur da seferden sefere koşulmaz mı? Hem de bu müjdeye erişmek için nice hükümdarlar can atarak seferden sefere doludizgin koşacaktır, derken en nihayetinde İstanbul’un fethi Fatih Sultan Mehmed’e nasip müesser olur. Tabii bu arada Fatih’in nezdinde nice eli kabza tutmuş gazi alperenler, müderrisler, mollalar ve pek çok Pir-i fani şeyhlerde bu müjdeden kendine düşen manevi payını alarak taçlandırılır. Gerçektende Fatih ve Akşemseddin ikilisi fethin zahiri ve manevi önderi olarak tarihin altın sayfalarında çoktan yerini alır bile. Hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’in hakkı da, düşünsenize bu müjdeye erişmek için sadece fetih öncesi fizibilite çalışmalarıyla yetinmez günlerce Akşemseddin’in eşiğini aşındıraraktan da azmini sürdürmüştür. İyi ki de eşiğini aşındırmış, nihayet beklenen müjde Akşemseddin’in dilinden şöyle sadır olur:
“-Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.”
Ve akabinde Akşemseddin dilinden muştulanan sözlerini şöyle bağlar:
“-Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettik.”
Tabii Fatih’in duymak istediği can alıcı sözlerdi, derhal gereğini yapıp fetih bir hayal değil hakikatin ta kendisi Feth-i Mübin olur da. Hele hakikatin tezahür ettiği gün ayağının tozuyla beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Ayasofya’ya girdiğinde şükür secdesine varması var ya, bir ömre bedel secdeye kapanmanın adı bir hayattı. Öyle ya, bu yolda nice kayserlere karşı eğilmek bir dünya liderine yaraşmazdı, sadece o’na Allah’ın huzurunda secdeye kapanmak yaraşırdı, o da öyle yaptı zaten.
Peki, Fatih şükür secdesine varırda manevi başbuğu Akşemseddin boş durur mu, derhal ilk cuma namazını Fatih adına hutbe irad ederek şükrünü eda edecektir.
Gerçektende o anı yaşamak bir ömre bedel hayattır, ama yinede Bizans halkı şaşkın ve endişe içerisinde olup biteni tedirginlikle izleyecektir. Oysa tedirginliğe mahal ortada bir durum yoktu ki. Nasıl olsun ki, bikere Fatih Ayasofya’ya girdiğinde tüm endişeleri giderecek adına yakışır tavrıyla Patriğe şöyle çağrıda bulunur bile:
“-Ben Sultan Mehmet! Ayağa kalk! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”
Derken yüreklere su serpen bu müthiş ferahlatıcı sözlerle fethin ruhu hürriyet fermanıyla çerçevesi çizilmiş olur da. İşte Fatih çizdiği bu hürriyet fermanı çerçeveyle Bizans halkının gönlünü fethettiği gibi Patriğin tayini ve himayesini üstüne alacaktır. Böylece tüm bu olup bitenler karşısında Lukas Notaras “Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmek yeğdir” demekten kendini alamayacaktır. Ne diyelim ecdadımız bu, onlar gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmuşlardır hep. Üstelik bunu yaparken de sadece insanları bir arada el ele gönül gönüle tutmakla kalmamışlar, Sakarya’yı Tuna’dan, Dicle’yi de Nil’den ayrı tutmayarak nehirleri de birbirine dost kılmışlardır. Hiç şüphe yoktur ki buna şehirlerde, yani Anadolu ve Rumeli yakaları da dâhildir. Öyle ki bir yüzü Anadolu’ya, bir yüzü de Avrupa yakasına bakacak şekilde yakınlaşırlar. Yakınlaştıkça da Beylerbeyi en güzide gerdanlığımız olur. Derken bu güzide kaynaşmalar eşliğinde Bab-ı Âli yediden yetmişe hemen herkesin selamlığı hale gelir. Bu demektir ki bunda böyle Bab-ı Hümayundan Bab-üs-Selam’a kadar her ne devlet kapısı varsa hemen hepsi İstanbul’un Rumeli yakasında insanlığa soluk olmak için var olurken, keza Anadolu yakası da Devlet-i Aliyye’nin misyonunu sırtlayacak göz bebek olacaktır. Tabii tüm bunların ötesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından çerçevesi çizilen bu geniş hürriyet fermanı, gözü karalığıyla ün salmış Yavuz Sultan Selim gibi padişahı bile uymaya mecbur kılacak nizamname olacaktır.
Malumunuz Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda yönünü hep doğuya doğru çevirmiş bir padişahımızdır. İyi ki öyle yapmış, cephe gerisini sağlama almadan batıya ilerlemek ne işe yarayabilirdi ki. İşte Yavuz’un ilkin cephe arkasını sağlama alması sayesinde Osmanlının ileriki evrelerinde Nizam-ı âlem ülküsü daha da bir anlam kazanacaktır. Her neyse şimdi Fatih Sultan Mehmet’ten devr olunan ferman neymiş bir görelim. Yavuz gözü kara mizaçta bir hakan olsa da haddine mi fermana uymamak, bikere âlimlerin sözü o’nun içinde bağlayıcı hükümdür. Neymiş efendim Hıristiyanların bir takım densizliklerine binaen işledikleri kusurlarından dolayı hepsinin topyekûn başlarının kesilmesi gerekmiş. Onu bu kararından vazgeçirecek husus Osmanlı devlet geleneğinde her vuku bulacak hadisenin önce hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilmesi kaidesi olacaktır. Nitekim böyle bir mesele Şeyhül İslâm Zenbilli Ali Efendi'ye intikal ettiğinde Yavuz’un zihnindeki düşünceye geçit vermeyecektir. Ve Padişah’ı şöyle sorgular:
-“Efendim bikere deden Fatih bu hususta Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı fermanı vardır. ”
Yavuz:
“-Madem öyle, hele fermanı getirsinler de bir göreyim” der.
Ancak Zenbilli Ali Efendi fermanı getirtmek yerine cevaben:
“-Bu ferman bir yangında yanmıştır” der.
İnat bu ya, Yavuz bu kez:
“-Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların başını kesmekten vazgeçmem” der.
Tabii Zenbilli Ali Efendi metanetini hiç bozmaz, gayet soğukkanlı bir tarzda:
“-Acele buyurmayınız. Sonuçta ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan iki Müslüman vardır elbet, onların şahitliği kâfidir ” der.
Yavuz bu sözlerden de tam ikna olmaz şöyle karşılık verir:
“-Dedem Fatih, İstanbul’u feth edeli 70 yıl oldu. Bikere o yılları hatırlayacak adamın 90 yaşında olması gerekmez mi?”
Zenbilli Ali Efendi baktı olmayacak bu durumda:
“ -Peki” der, bunun üzerine 90 yaşında o iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverir. Derken yaşlı adamların Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim kararından vazgeçer. Yavuz’a da bu yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devletiydi çünkü. Asla hukukun üstünde Padişahta olsa buyruk kesilemez. Kaldı ki nizamnameler, fermanlar örften sayılan hükümlerdir. Tabii bu gerçeklerden hareketle şimdi tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ gözüyle bakanlara acaba ne demeli diye düşünmekte gerekir.