AYASOFYA

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
AYASOFYA
SELİM GÜRBÜZER

Kızılelma nedir diye sual edildiğinde verilecek cevap elbetti ki fethedilecek olan toprakların menzilini belirleyen pusulamızın adıdır diye rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim Osmanlı bu pusulayla Doğu Roma’nın tek varisi olmayı hedefleyip vuslat hâsıl olur da. Derken Kızılelma’mız İstanbul’un fethi müteakip bu kez Saint Pierre Kilisesi kubbesi üzerine kayar. Niye derseniz, gayet her şey açık, çünkü ufkumuzu ötelere sıçratmak içindir elbet. Zaten Kızılelma’mız gök kubbe üzerinde lisanı halle gelin dedikçe de ordumuzda o istikamete doğru yol alması kaçınılmazdır. Hele Kızılelma’nın ardına düşmeye durulsun, tıpkı nazlı ceylan misali yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça da yakınlaşan biricik sevda ülkümüz olur bile. İyi ki de ardına düşmüşüz, bu sayede Doğu Romanın varisi olduğumuz gibi Batı Romanın coğrafi ve siyasi konumuna da talip olmuşuz. Talip olunca da malum, önce Topkapı sarayında Bab-üs-saade önünde Sure-i Feth kıraat eyleyip sonra usul usul Fatihalar eşliğinde besmeleyle sefer eylemek için yeniden heyecan tazeleriz. Ne diyelim, işte görüyorsunuz zaferle değil seferle yükümlü eli kabza tutmuş tüm gazi alperenlerin tutku gözlerinde ışıl ışıl parlayan Kızılelma heyecanı budur. Nitekim Horasan Erenlerin nazarıyla tüm tutku gözler ışıl ışıl parladıkça Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Tuna boylarına doğru Evladı Fatiha’nca Nizam-ı âlem için şaha kalkarız da.

Hiç kuşkusuz Nizam-ı âleme giden yolda ilk Kızılelma’mız Ayasofya’dır. İşte Kızılelma bu ya, Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı camiye çevirdiği gün bir başka menzile kanatlanmak üzere konacaktır. Yani, Kızılelma Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konar. Ancak konmakta bir yere kadardır. Nasıl mı? İşte Roma semalarına doğru kanatlandığında duraklayacaktır. Her ne kadar bu duraklamayla Roma feth olunmasa da sonuçta Kızılelma Saint Pierre kubbesinde durdukça sevenlerin tutku gözlerinde bu kez Nizam-ı âlemi muştulayacaktır.

Evet, Fatih Sultan Mehmed Han ayağının tozuyla Akşemseddin’le Ayasofya’ya birlikte girdiğinde Bizans’ın saf altından yapılmış kızıl topunu (kızıl küresini) Kızılelma’ya çevirdiğinde aslında Nizam-ı âlem’e giden yol o zaman belirlenmişti. İyi ki de Bizans’ın kızıl topu Kızılelma’ya dönüştürülmüş, zira Kanuni döneminde Şarlken olayı patlak verince bunu Beç (Viyana) ve Almanya Kızılelmaları takip edecektir. Şayet Viyana kapılarına dayandığımızda duraklamayıp Beç Kalesini feth edebilseydik Batı Roma’da Kızılelma halkasına dâhil olacaktı. Olsun yinede pek bir şey kaybetmiş sayılmayız, ‘Kızılelma’ sayesinde o gün bugündür Nizam-ı âlem hiç sönmeyen davamız olur. Nizam-ı âlem davasının kıyamete kadar devam edeceğine inancımız tam da. Nasıl inancımız tam olmasın ki, bikere davamızın hamur mayası çok öncesinden Resûlullah (s.a.v)’in şu müjde sözleriyle, yani “Ümmetimden Kayser’in (İstanbul) şehrine gaza edenler af olacaktır” ve “Kayser’in şehri fethedilip orada ezan okunmadıkça kıyamet kopmayacak” hadis-i şeriflerin ruhuyla yoğrulmuş bile. Kaldı ki yoğrulan bu mayanın özünde Hz. Ebû Eyyüb Ensarî’nin (Halid bin Zeyd) gözyaşı seli vardır. Malum, o aşkın gözyaşı seli sahibi Hz. Muaviye’nin ordusuyla birlikte sefer eylediğinde muhasara esnasında İstanbul surlarına yakın bir yerde hastalanıp uğruna oracıkta ruhunu teslim eder. Her ne kadar muradına eremeden Hakka kavuşsa da yıllar sonra Fatih’in İstanbul’un fethi müteakip Akşemseddin Hazretleri’nin manevi keşfiyle ortaya çıkan kabri şerifi ziyaretgâh’a açıldığında maksat hâsıl olur da. Ve kaybolan merkadının keşfi Osmanlının seferden sefere koşmasını beraberinde getirecektir.

Evet, Resûlullah (s.a.v) “İstanbul muhakkak feth olunacaktır. O’nu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve o’nun askeri ne güzel askerdir” beyan buyurur da seferden sefere koşulmaz mı? Hem de bu müjdeye erişmek için nice hükümdarlar can atarak seferden sefere doludizgin koşacaktır, derken en nihayetinde İstanbul’un fethi Fatih Sultan Mehmed’e nasip müesser olur. Tabii bu arada Fatih’in nezdinde nice eli kabza tutmuş gazi alperenler, müderrisler, mollalar ve pek çok Pir-i fani şeyhlerde bu müjdeden kendine düşen manevi payını alarak taçlandırılır. Gerçektende Fatih ve Akşemseddin ikilisi fethin zahiri ve manevi önderi olarak tarihin altın sayfalarında çoktan yerini alır bile. Hiç kuşkusuz Fatih Sultan Mehmed’in hakkı da, düşünsenize bu müjdeye erişmek için sadece fetih öncesi fizibilite çalışmalarıyla yetinmez günlerce Akşemseddin’in eşiğini aşındıraraktan da azmini sürdürmüştür. İyi ki de eşiğini aşındırmış, nihayet beklenen müjde Akşemseddin’in dilinden şöyle sadır olur:

“-Yarın sabah şu kapıdan (Topkapı) hisara yürüyüş ola. İzni Huda ile Babı Zafer feth olup, ezan sedası ile sûrun içi dola. Gün doğmadan Gaziler sabah namazını hisar içinde kılalar.”

Ve akabinde Akşemseddin dilinden muştulanan sözlerini şöyle bağlar:

“-Begüm bu kalanın fetihi sen olasın, deyü âlem-i Şehzadelikte sana tebşir ettik.”

Tabii Fatih’in duymak istediği can alıcı sözlerdi, derhal gereğini yapıp fetih bir hayal değil hakikatin ta kendisi Feth-i Mübin olur da. Hele hakikatin tezahür ettiği gün ayağının tozuyla beyaz at üzerinde Topkapı’dan Kayser’e doğru Ayasofya’ya girdiğinde şükür secdesine varması var ya, bir ömre bedel secdeye kapanmanın adı bir hayattı. Öyle ya, bu yolda nice kayserlere karşı eğilmek bir dünya liderine yaraşmazdı, sadece o’na Allah’ın huzurunda secdeye kapanmak yaraşırdı, o da öyle yaptı zaten.

Peki, Fatih şükür secdesine varırda manevi başbuğu Akşemseddin boş durur mu, derhal ilk cuma namazını Fatih adına hutbe irad ederek şükrünü eda edecektir.

Gerçektende o anı yaşamak bir ömre bedel hayattır, ama yinede Bizans halkı şaşkın ve endişe içerisinde olup biteni tedirginlikle izleyecektir. Oysa tedirginliğe mahal ortada bir durum yoktu ki. Nasıl olsun ki, bikere Fatih Ayasofya’ya girdiğinde tüm endişeleri giderecek adına yakışır tavrıyla Patriğe şöyle çağrıda bulunur bile:

“-Ben Sultan Mehmet! Ayağa kalk! Sana ve arkadaşlarına ve bütün halka söylüyorum ki, bugünden itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız.”

Derken yüreklere su serpen bu müthiş ferahlatıcı sözlerle fethin ruhu hürriyet fermanıyla çerçevesi çizilmiş olur da. İşte Fatih çizdiği bu hürriyet fermanı çerçeveyle Bizans halkının gönlünü fethettiği gibi Patriğin tayini ve himayesini üstüne alacaktır. Böylece tüm bu olup bitenler karşısında Lukas Notaras “Latin serpuşu görmektense Türk sarığı görmek yeğdir” demekten kendini alamayacaktır. Ne diyelim ecdadımız bu, onlar gönüller yıkmak için değil gönüller fethetmek için var olmuşlardır hep. Üstelik bunu yaparken de sadece insanları bir arada el ele gönül gönüle tutmakla kalmamışlar, Sakarya’yı Tuna’dan, Dicle’yi de Nil’den ayrı tutmayarak nehirleri de birbirine dost kılmışlardır. Hiç şüphe yoktur ki buna şehirlerde, yani Anadolu ve Rumeli yakaları da dâhildir. Öyle ki bir yüzü Anadolu’ya, bir yüzü de Avrupa yakasına bakacak şekilde yakınlaşırlar. Yakınlaştıkça da Beylerbeyi en güzide gerdanlığımız olur. Derken bu güzide kaynaşmalar eşliğinde Bab-ı Âli yediden yetmişe hemen herkesin selamlığı hale gelir. Bu demektir ki bunda böyle Bab-ı Hümayundan Bab-üs-Selam’a kadar her ne devlet kapısı varsa hemen hepsi İstanbul’un Rumeli yakasında insanlığa soluk olmak için var olurken, keza Anadolu yakası da Devlet-i Aliyye’nin misyonunu sırtlayacak göz bebek olacaktır. Tabii tüm bunların ötesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından çerçevesi çizilen bu geniş hürriyet fermanı, gözü karalığıyla ün salmış Yavuz Sultan Selim gibi padişahı bile uymaya mecbur kılacak nizamname olacaktır.

Malumunuz Yavuz Sultan Selim tahta oturduğunda yönünü hep doğuya doğru çevirmiş bir padişahımızdır. İyi ki öyle yapmış, cephe gerisini sağlama almadan batıya ilerlemek ne işe yarayabilirdi ki. İşte Yavuz’un ilkin cephe arkasını sağlama alması sayesinde Osmanlının ileriki evrelerinde Nizam-ı âlem ülküsü daha da bir anlam kazanacaktır. Her neyse şimdi Fatih Sultan Mehmet’ten devr olunan ferman neymiş bir görelim. Yavuz gözü kara mizaçta bir hakan olsa da haddine mi fermana uymamak, bikere âlimlerin sözü o’nun içinde bağlayıcı hükümdür. Neymiş efendim Hıristiyanların bir takım densizliklerine binaen işledikleri kusurlarından dolayı hepsinin topyekûn başlarının kesilmesi gerekmiş. Onu bu kararından vazgeçirecek husus Osmanlı devlet geleneğinde her vuku bulacak hadisenin önce hukukî yönüne bakılıp, sonra hüküm verilmesi kaidesi olacaktır. Nitekim böyle bir mesele Şeyhül İslâm Zenbilli Ali Efendi'ye intikal ettiğinde Yavuz’un zihnindeki düşünceye geçit vermeyecektir. Ve Padişah’ı şöyle sorgular:

-“Efendim bikere deden Fatih bu hususta Hıristiyanların mal ve canlarına dokunulmayacağına dair yazılı fermanı vardır. ”

Yavuz:

“-Madem öyle, hele fermanı getirsinler de bir göreyim” der.

Ancak Zenbilli Ali Efendi fermanı getirtmek yerine cevaben:

“-Bu ferman bir yangında yanmıştır” der.

İnat bu ya, Yavuz bu kez:

“-Bu fermanı görmedikçe Hıristiyanların başını kesmekten vazgeçmem” der.

Tabii Zenbilli Ali Efendi metanetini hiç bozmaz, gayet soğukkanlı bir tarzda:

“-Acele buyurmayınız. Sonuçta ferman yandıysa da, fermanı hatırlayan iki Müslüman vardır elbet, onların şahitliği kâfidir ” der.

Yavuz bu sözlerden de tam ikna olmaz şöyle karşılık verir:

“-Dedem Fatih, İstanbul’u feth edeli 70 yıl oldu. Bikere o yılları hatırlayacak adamın 90 yaşında olması gerekmez mi?”

Zenbilli Ali Efendi baktı olmayacak bu durumda:

“ -Peki” der, bunun üzerine 90 yaşında o iki ihtiyarı huzuruna çıkarıverir. Derken yaşlı adamların Şahadetleriyle (şahitlikleri ile) Yavuz Sultan Selim kararından vazgeçer. Yavuz’a da bu yakışırdı zaten. Osmanlı bir hukuk devletiydi çünkü. Asla hukukun üstünde Padişahta olsa buyruk kesilemez. Kaldı ki nizamnameler, fermanlar örften sayılan hükümlerdir. Tabii bu gerçeklerden hareketle şimdi tarihimize “astığı astık, kestiği kestik’’ gözüyle bakanlara acaba ne demeli diye düşünmekte gerekir.
 

Ekli dosyalar

  • AYASOFYA.jpg
    AYASOFYA.jpg
    12.9 KB · Görüntüleme: 0

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
AYASOFYA-2
SELİM GÜRBÜZER

Her neyse yeniden Fatih’in elinde gerçekleşen Feth-i Mübin'e döndüğümüzde Kızılelma bir hayal değil İstanbul Osmanlı payitahtın yeni başkenti olur da. Ve bu muştu başkent Doğu Roma'dan sonra Roma-Bizans-İslam üçgeninde yer alan medeniyetlere beşiklik eden üçüncü Roma hale gelir bile. Derken Roma ve Bizans medeniyetlerinden sonra tek kalıcı mührümüz olur. İşte mührümüzü vurduğumuz yedi tepeli medeniyet şehrin sınırları içerisinde himayemizde yaşayan her kim olursa olsun gerçek hürriyeti bizim iklimimizde tadacaktır. İspat mı? İşte F. Grenard’in “Osmanlı’lar hiçbir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı” sözleri bunun bariz delilidir.

Yavuz ve Zenbilli Ali Efendi arasında geçen karşılıklı münazarayı anladıkta peki ya Kanuni ne yaptı derseniz, hiç kuşkusuz o’da Ebussuud Efendi’nin engeline takılacaktır. Takılması da gayet tabii durumdur. Çünkü Osmanlı’da ulema ve ümera kanun ve nizamnamelerin hazırlanmasında tek başvurulacak mercii kaynaktır. Yani, bugünkü anlamda Avrupa’nın meclisten beklediği yasama faaliyetini, Osmanlı o gün ulema ve ümeradan bekliyordu. Bu demektir ki o günün dünyasında bizim ulema ve ümeramız aslında ehli hal akd çatısı altında yer almış istişare heyeti bir meclisti. Şimdi gel de böylesi etkin konumda ehli hal akd zümresinden oluşan meclisin verdiği kararlara harfiyen uyulmasın, ne mümkün. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman, kiliseleri camiye tahvil etme niyetini açığa vurduğunda Yavuz’da olduğu gibi o da Ebussuud Efendi’nin dizginine takılıp Fatih’in Patrikhane’ye verdiği ahitnameye dayanarak bu arzusu boşa çıkartılır.

Evet, Kızılelma önce Ayasofya kubbesinde parlayan bir hilalimizdi, sonrasında ise Saint Pierre’nin kubbesine konmuş bir Nizam-ı âlem meşalesidir. Öyle anlaşılıyor ki Kızılelma, tıpkı gökteki yıldızlar gibi gecenin karanlığında yücelerden kaydıkça bu gün Ayasofya kubbesinde, yarın Saint Pierre kilisesi kubbesinde, belki bir başka zamanda farklı kubbelere konacak aşk ateşi meşalemiz olabiliyor. Ancak geldiğimiz aşamada sanki yaşadığımız aşk ateşi heyecanımıza bihaller olmuş olsa gerek ki Kızılelma bu kez yanı başımıza konmuş gözüküyor. Yani Kızılelma’yı artık uzaklarda aramaz haldeyiz, baksanıza ilk kez tarihin seyrini şaşırtırcasına yanı başımızdadır. Acı ama gerçek bu. Her ne kadar her yıl İstanbul’un fethi kutlamalarıyla coşar kendimizden geçsek de halen “Ayasofya” yanı başımızda müzedir. Dolayısıyla Kızılelma tekrar Ayasofya’nın kubbesine rücu edip oturmuş durumda. Sevinsek mi üzülsek mi bilinmez ama şu bir gerçek Ayasofya'yı kendi kendimize mahkûm etmişiz durumdayız. Artık Kızılelma ne Viyana, ne İtalya, ne şu ne bu, kelimenin tam anlamıyla doğduğu yer Ayasofya’dır.

Meğer çarmıha gerilen sadece Hz. İsa (a.s) değilmiş, gerilen tarihmiş. Besbelli ki tarihten geriye sadece kala kala içi boş camiler, donuk minareler ve ruhu alınmış taş yığınları kalmıştır. Hadi bunlar neyse de Ayasofya’mıza müze demelerine ne demeli. Nasıl müzeyse dört başı mamur minareleriyle karşımızda bizi selamlıyor adeta. Yok, eğer siz bakmayın öyle minareli görünümüne, o yinede müzedir diyorsanız, biliniz ki buna kargalar bile güler. Hadi yuttuk diyelim, içine girdiğimizde ne doğru dürüst müzelik eşya ne de müze havası verecek en ufak işaret taşı var. Belli ki dert dava başka, güya akıllarınca fethin sembolü Ayasofya’yı gönüllerden sileceklerini sanıyorlar.

Onlar içi boş Ayasofya’mızı bu haliyle müze diyerekten gönüllerde sile durmaya çalışsınlar, hiç boşa heveslenmesinler içimizde var olan Peygamber sevgisi tükenmediği müddetçe şunu iyi bilsinler ki Ayasofya her halükarda tarihi hafızamız olacaktır. Her ne kadar eşey zamandır ruhumuzdan çok şeyler kaybetmiş olsak bile sonuçta Peygamber müjdesine mazhar olmuş Fatih’in evlatlarıyız ya, bu yetmez mi? Elbet gün ola harman ola, bir gün gelir aklımızı başımıza toplayıp aslımıza döndüğümüzde yeniden dünyanın Nizam-ı âlem Kızılelma’sı olacağımız muhakkak. Buna inancımız tam da.

Peki, Kızılelma heyecanımızı bu denli zaafa uğratıp törpüleyen olaylar neydi? Malum, bu iş için sinsi karanlık güçler önce 1927 yılında 1057 sayılı kanunu çıkartmakla işe koyuldular, sonra Tuğra kanunu maddelerinden hareketle Osman Oğulları’na ait her ne varsa pek çok sanat eseri ve kitabeleri yok edilmeye çalışılmıştır. Yetmedi tarihler 1934 yılını gösterdiğinde Ayasofya devrin Maarif Vekili Abidin Özmen’in teklifiyle İsmet İnönü hükümeti tarafından müze haline getirilmiştir. Daha da yetmedi Ayasofya’nın etrafında ki dört başı mamur minarelerini yıkmayı düşünmüşlerdir. Neyse ki İbrahim Hakkı Konyalı’nın raporu yıkımdan vazgeçilmesine yetecektir. Bakın o rapor ne diyor: “Ayasofya’yı büyük mimarımız Sinan payandalarla takviye etti. Sultan II. Selim, hantal görünüşlü Ayasofya’nın kubbesinin kaymaması için poyraz tarafına iki kalın minare daha yaptırdı. Kıble tarafındaki minarelerde, destek vazifesi görürler. Eğer bu minareler yıkılırsa ana kubbe hemen çöker...”

Evet, bu rapor yıkımı durdurmaya yetmiştir. Fakat ne yazık ki, bazı vakıf binaları ve vaktiyle Fatih’in yaptırıp da oğlu II. Beyazıt’ın genişlettiği medresenin yıktırılması önlenememiştir.

İşte Resûlullah (s.a.v)’in Kayser dediği İstanbul, tarihten bugüne iç ve dış mihrakların merceği altındadır. Nitekim Fatih Sultan Mehmed’den son Halife Abdülmecit dönemi ve Cumhuriyet’in ilk on yılına kadar cami ödevi yapmış olmasına rağmen bir bakıyorsun 1934’de müze haline getirilebiliyor. Belli ki uzun soluklu bir koşuşturmanın sonucunda bu tarihe denk getirilerek müzeleştirme kararı alınmış. Müzeleştirdiler de ne oldu, yine rahat değiller. Olur ya, tekrar cami olur endişesiyle gözleri uyku tutmaz haldeler. Hatta Kızılelma tekrar ötelere sıçrar mı endişesi tüm benliklerini sarmış durumda da.

Bizim açımızdan da hadiseye baktığımızda ise Ayasofya suskun ve gönüllerde mahzun haldedir. Nasıl mahzun kalmasın ki, kendi kendine müzelik misyonu verilmiş olması yetmemiş gibi birde buna ilaveten dans gösterilerine sahnelik, mekânlık ve konukluk etme misyonu da eklenmiştir. Maalesef 1995 yılında işbaşına gelen hükümet, bu cürümü işlemişte. Fakat bunu yaparken halkın bu denli tepkisiyle karşı karşıya kalacaklarını hiç hesap edememişlerdir. Bu yüzden yaptıklarıyla kala kalmışlardır. Hani evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya aynen öylede sonunda kamuoyunun sağduyusu galip geldiğinde hevesleri kursaklarında kalır. Dedik ya her ne kadar şimdiye kadar milli heyecanımızla oynansa da işte görüyorsunuz bu gibi durumlarda özümüze dönüp tepki gösterebiliyoruz. Hiç boşa yırtınmasınlar onlar müze müze dedikçe Ayasofya’da hal lisanîyle bizi cami cami diye çağıracaktır. Bu çağrıya icabet etmeye mecburuz da. Çünkü sinsi güçler habire arka planda Kudüs’, Şam’, Bağdat’, Mekke’yi gözüne kestirip en nihayetinde İstanbul’u da esir alma hesabı içerisine girmiş durumdalar. Allah korusun bu kutsal mekânlarımız bir bir elimizden uçuverse halimiz nice olur. Madem öyle bu kirli hesapları boşa çıkartmak düşer bize. Bunun içinde ayağı yere basan hamlelerde bulunmak gerekir. Allah korusun, aksi takdirde Kızılelma’larımızı kendi ellerimizle tarihin harabelerine mahkûm etmiş oluruz. .

Bakın Papa VI. Paul ve etrafındaki zevatla birlikte İstanbul’a geldiğinde Ayasofya’da diz çöküp dua ederken, söz konusu kendi insanımız olduğunda ise kendi öz yurdunda parya muamelesi görüp icabında namaz kılması engellenebiliyor. Şimdi sormak gerekir, buna hangi yürek dayanır ki. İşte sırf bu yönüyle bakıldığında bile Ayasofya bizim gözümüzde halen mahzun ve öksüzdür. Öyle ki, Fatih’in Akşemseddin'in birlikte eda ettiği ilk cuma namazı “Kızılelma” dönüşmüş sevdadır. Bütün müminler bu Kızılelma’yı yüreklerinde hissedip Ayasofya’nın bir gün aslına döneceği günleri bekliyor. Öyle ya, Papa VI. Paul’a tanınan hak, insanımızdan esirgenmemeli. Bu heyecanı görmezden gelenler, şunu iyi bilsinler ki; Ayasofya tarihi kimliğine kavuşacağı günleri iple çekiyor.

Velhasıl; Ayasofya aslına rücu edip ayağa kalktığında hiç kuşkusuz Kızılelma bir rüya değil, hakikat olacaktır. Dedik ya, gül ola harman ola, kim bilir aydınlık şafaklar belki yarın, belki yarından da çok yakın. Derken yıllar önce kaleme aldığım bu duygular eşliğinde nihayetinde 2020 Temmuz ayına gelindiğinde Ayasofya müze olmaktan çıkıp camii olarak hizmete açılıp böylece bu hasretlik sona ermiş olur.

Vesselam.
 

Ekli dosyalar

  • AYASOFYA.jpg
    AYASOFYA.jpg
    12.9 KB · Görüntüleme: 0
Üst